FARABi
(870-950) Türk-islam düşünürü... İslam disiplini içinde
yetişmiş Türk düşünürlerinin en büyüğüdür.
Aristoteles mantığına dayanan usçu bir metafizik oluşturmuştur.
Amacı, Aristoteles'i, biraz da Plotinos'un yardımıyla,
İslam diniyle uzlaştırmaktı... Bununla da yetinmemiş,
İslam dinini de bilimle uzlaştırmaya çalışmıştır.
Önceleri Türkistan'da kadılık yaptı, sonra kendini büsbütün
felsefeye verdi. Anadili olan Türkçe kadar Arapça, Farsça,
Süryanice ve Yunanca biliyordu. Aynı zamanda hekim ve müzikçiydi.
Yüzden çok kitap yazmış; Aristoteles, Platon, Zenon,
Plotinos gibi Yunan düşünürlerini yorumlamış, bunların
görüşlerine kendi görüşlerini katmıştır.
İbni Sina ve İbni Rüşd, onun manevi öğrencileridir,
ama Farabi'nin ünü onlar kadar yayılamamıştır. (Orhan
Hançerlioğlu)
Farabi'nin felsefesi özetle şudur: İslam
felsefesine zihinciliği getirmekle kalmamış, bu
felsefenin ilk kez kapılarını açan da kendisi olmuştur.
O, metafiziğe mantık yoluyle ulaşmış, İslam diniyle
felsefe arasında sıkı bir ilişki kurmuştur. (Cemil
Sena)
***
FARABi:
"Hiç bir şey kendi kendisinin nedeni olamaz.
Çünkü, nedenin kendisi, oluşandan öncedir."
***
"Hiç
bir şey kendiliğinden yok olmaz, böyle olsaydı, var
olmazdı."
***
"Erdemlerin
en büyüğü bilimdir."
***
"İnsan,
bazen bir tesadüfle güzel işler yapar. Bazen de bu güzel
işleri isteyerek değil, herhangi bir baskı altında yapmış
olur. Böyle yapılan işler, mutluluk getirmez."
***
El-Farabi'nin
Hayatı, Felsefi ve Sosyo-Politik Görüşleri:
Ebu Nasır
Muhammed bin Muhammed bin Tarhan bin Uzlug El-Farabi
(879-950) (batıda Alpharabus), Sır-ı Derya’da Faraba şehrinde
doğdu. Aristo’nun derin bilgiç çalışmacısı,
matematikçi ve doktor olarak ün kazandı. Aristo’nun ve
yeni platoncuların çalışmalarının Suriye’li çevirmen
ve yorumcularıyla daha yakından tanışmak için Bağdat,
Şam, Harran ve Halep’i ziyaret etti.
Yakın ve
ortadoğunun ilerici düşünürleri, Aristo’ya büyük
bir saygı ile davrandılar. İslâm skolastiği, büyük
Yunan filozoflarının metinlerini yanlış anladı. Öyle
ki yeni platoncuların ruhunda, yalnızca mantık yorumlandı.
Bartold şöyle yazar : “Platon ve Aristo’nun öğretisi
(yeni platonculukta sonraki gelişmesiyle) açık fark
tamamen oluşmadı; Aristo tarafından gerçekte Platon’un
öğretisini tekrar eden teoloji yazıldı.”
El-Farabi,
gerçek Aristo’yu tanıdı ve felsefenin gelişme yolunu
aristotelesçilik tarafına çevirmeyi amaç edindi. Onun çeşitli
yorumcular tarafından ileri sürülen mistik katmanlardan
Yunan düşünürlerin öğretisini serbest bırakmayı başardığını
söylemek gerekir. Ona henüz hayattayken ortadoğuda “İkinci
Aristo” adını vermeleri bir tesadüf değildir.
El-Farabi’nin
mirası son derece büyük ve çeşitliydi. O zamanlar tanınmış
bütün bilimadamlarının yanısıra ahlâk, politika,
psikoloji, doğa ve müziği öğrendi. Ama ilk sırada
felsefe ve özellikle mantık vardı. Onun mantık alanındaki
çalışmaları, kendisine yakındoğunun bütün ülkelerinde
geniş bir ün kazandırdı.
El-Farabi,
henüz bazılarını tanıdığımız doğa bilimleri ve
felsefe tarihi alanında yaklaşık 100 eser yazdı. Felsefi
çalışmalarının önemli bir kısmı, Aristo felsefesinin
öğrenimiyle bağlantılıdır. Yeni platoncu Porfiri’nin
“İsagog”unun yorumu da ona aittir. Bütün bu çalışmalar,
El-Farabi’nin dikkatini Platon ve yeni platoncuların
idealizmine değil, Aristo’nun ansiklopedik mirasına ayırmasıyla
oluşur.
Ama El-Farabi’nin
hareketleri, yalnızca yorumla sınırlanmadı; çok sayıda
orijinal çalışmalar da yaptı. En ünlüsü, onun öğretisinin
bütün özünü kısa bir biçimde anlatan “Aklın İnci
Tanesi” adlı küçük tezidir. Platon’un devlet hakkındaki
çalışmalarını etkisiz kılmayan “Namuslu Şehrin
Yerlilerinin Görüşleri” adlı tezi de büyük ilgi
uyandırır. Bunda yazar, devletin oluşumu ve sosyal eşitsizliğin
nedenleri gibi önemli sorulara cevap vermeye çalışır.
“Cevher”,
“Zaman”, “Boşluk”, “Platon ve Aristo Felsefesinin
Tekliği” tezleri de ona aittir. “Galenos’a Karşı”
ve “İon İelopeneski’ye Karşı” adlı eserlerinde
Galenos ve İon’u eleştirerek ve Aristo’yu savundu.
El-Farabi,
“Gökyüzünün Hareketi” adlı çalışmasını ve
psikoloji alanında “Ruh Hakkında”, “Ruhun Gücü
Hakkında”, “Çokluk ve Teklik Hakkında”, “Akıl ve
Bilinç” tezlerini de yazdı. Bu eserlerin bir kısmı
Latince’ye çevrildi ve XVII. yy.a kadar geldi. El-Farabi,
yakındoğuda ünlü olan müzik eserleri de verdi.
El-Farabi’nin
felsefi görüşlerinin analizi için, onun biliminin bölümlerini
incelemek gerekir. El-Farabi şöyle yazar : “Bütün
bilimlerin başı olarak eşyalara isim veren, yani cevher
kazandıran dilbiliminin olduğunu iddia ediyorum. İkinci
bilim gramerdir : O, belirtilen eşyalara nasıl isim
verileceğini, konuşma ve sözün nasıl oluşacağını,
cevher durumunun ve bu sonuçtan çıkan aksanın nasıl
ifade edileceğini öğretir. Üçüncü bilim mantıktır :
O, mantık figürlerine göre bilinmeyeni bilmemiz ve neyin
gerçek, neyin yalan olduğunu anlamamız sayesinde onlardan
yargı çıkarmak için hikâye cümlelerinin nasıl kullanılacağını
öğretir. Dördüncü bilim şiirdir.” Sonra El-Farabi öğretim
bilimlerini sayar :
“a) Sayı
bilimleri (teorik ve pratik),
Geometri,
Seyir bilimi,
Astroloji,
Ağırlık bilimi
Beşinci
bilim, fiziksel cisimler ve olayların (fiziksel cisimler gök,
toprak ve onların arasında bitkiler ve hayvanlardır)
bilimi olan fiziktir. Onda doğal ahengini sürdüren 7 kısım
vardır : Gök, toprak, ölüm, mineraller, bitkiler,
hayvanlar ve ruh. Altıncı bilim, üç kısımdan oluşan
metafiziktir :
Gerçek eşyalarla
oluşan gerçek dünyanın incelenmesi,
Özel teorik bilimlerde kanıt prensiplerinin incelenmesi,
Cisimden oluşmayan ve cisimde son bulmayan gerçek
nesnelerin incelenmesi.
Yedinci
bilim, çeşitli hareket tiplerini ve insan isteklerinin
hareketlerini, hareketi oluşturan ve gelenekleri kullanan
belirli amaçları inceleyen devlet bilimidir. Bu bilim iki
kısımdan oluşur :
a) Mutluluğun
belirlenmesi,
b) Karakter özelliklerinin, hayat ve hareket yapısının
belirlenmesi.
Sekizinci
bilim Müslümanlık hakkı ve dokuzuncu bilim de ilahiyattır.”
El-Farabi’nin
ileri sürdüğü bilimlerin sınıflandırılması,
Aristo’nun incelediği tarzın aynısıdır. Aristo’nun
bilim sınıflandırmasını güçlü bir şekilde
destekleyen El-Farabi, tarihi duruma göre Müslümanlık ve
ilahiyat bilimlerini içine alır. Bu, en şiddetli fikir
savaşı halini alanların çevresinde felsefi problemler içinde,
Yunan okullarında doğa bilimleri örneğinde temelde çözümlenen,
yakın ve ortadoğu ülkelerinde de İslâm dinine göre
çözümlenen tek ve genel problem olmasıyla açıklanır.
Filozoflar,
o zamanlar Allah’ın doğayı, nitelikleri ve onun hayat
ilişkisi hakkında sert bir şekilde tartışıyorlardı.
El-Farabi, bu konuda hangi durumu tutuyordu?
El-Farabi,
her varlığı iki tipe ayırmıştır. Şöyle yazar :
“Varlıklar, iki tipten oluşur. Birinci tipe, varlıkları
gereksiz olmayan özden çıkan maddeler aittir. Bu tip
maddeler «olası gerçek» adını alırlar. Diğer tipe,
daima ve gerekli varlıkları ortaya çıkan özden oluşan
maddeler aittir. Bu tip maddeler «gerekli gerçek» adını
alır.” Olası gerçek nedir?
El-Farabi,
var olmak için neden olması gerektiğini; eğer bir şey
var olacaksa, kesinlikle diğerinin yardımıyla olacağını
söyler. Işık, gerçekte sadece güneş olduğunda var
olur. O, güneş varsa var olabilir, ama kendi doğasında
gerekli varlık olmaz. Eğer güneş varsa, o zaman ışık
kesinlikle var olur. Bu olası varlık, birinci nedenin varlığını
gösterir, zira olası maddeler sürekli zorunluluğa, yani
birinci varlığa gelir. Demek ki olası maddelerin amacı,
sanki uzak değilmiş de, ona varlık verene gerekliymiş
gibidir. Çünkü maddeler, kendi kendine varlık veremez;
onlar için sürekli onlara varlık veren kesin bir varlık
olmalıdır.
El-Farabi
mutlak varlıktan ne anlıyordu? Filozof şöyle cevap verir
: “Doğasıyla belirtilen varlık, eğer var olmayan
olarak farzedilirse, bu soyuttur. Onun varlığı, onun dışında
olamaz. O, maddelerin varlığı için birinci neden
olur.”
El-Farabi,
mutlak varlıktan soyut varlık, yani nedensiz varlık, her
tür eksiklikten özgür, en değerli ve en eski varlık,
her tür madde ve biçimden bağımsız olarak tanımladığı
Allah’ı anlıyordu. “O, sentezle olmaz. Allah tektir ve
O’nun ortağı yoktur. Eğer tek olmasaydı, o zaman diğerleri
hayatın mükemmelliğinde ona benzerlerdi; ama bu mümkün
değil; O, bir yönden farklıdır. Bu bakımdan onlardan
her biri diğerinden farklıdır, onların varlığının
parçasını oluşturur, öyle ki onlarda genel olan diğerinde
özeldir. O zaman parça (sentez) birliği olurdu, bu da imkânsızdır.
Allah sadece olur, onu belirlemek (sınırlamak) mümkün değildir,
zira belirleme sentezdir.” Allah, El-Farabi’ye göre
yarattığı dünyadan uzaktır. El-Farabi, Aristo’nun,
Allah’ın kendi varlığı dışında kalan ayrıntılarını
bilmediği düşüncesini benimsedi.
Bu şekilde
felsefenin genel sorununu ideolojik ve teolojik ruh içinde
çözen El-Farabi, sonradan çözümünü ilk baştaki kararında
değişiklik yapan ve idealist karardan ayrılan, teolojik
katmanlar kütlesi arasında materyalist fikirlerini gerçekleştiren
kayıtlar ve yorumlarla donattı.
El-Farabi,
bütün hayat sistemini Yunanistan’ın eski filozoflarının
benimsediği teoriye uygun olarak kurar. Hayat, birbirini
tamamlayan, yıldızların gösterdiğinden daha uzak
karesel biçimli gökyüzünün bileşimidir. Geri kalan gök
yüzlerinden her biri, gezegenlerden birini içine alır. Dünyanın
sekiz gökyüzünün hepsi merkezindedir. El-Farabi, bu
sisteme hareketsiz yıldızların gökyüzünde yayılan gökyüzünü
ekledi ve ona ilk gökyüzü dedi. Aristo, göğün hareket
nedeninin Tanrı olduğunu söylüyordu. “Her gökyüzü
akla, her hareketsiz gezegen de akıllı ruha sahiptir.”
El-Farabi,
gök yüzlerinin hepsini, onların hareket etmesini düzenleyen
bir ruhu olduğunu sanıyordu. Bu ruhlar, gücünü göğün
aklından alır, zira bütün akıllar, güçlerini
hareketin ilk uyarıcısından alırlar. El-Farabi şöyle
der : “Daha gökyüzünün ve yıldızların hareketinde
herhangi bir rol oynamayan onuncu hareket bilinci vardır.
Hareket bilinci, ayın yörüngesinde bulunan, yani varlık
ve yokluk dünyasının yörüngesinde olan dünya anlamına
gelir. Bu bilinç bir taraftan dünya ruhlarının varlık
nedeni, diğer taraftan dört temel elementin (yani suyun,
havanın, ateşin ve toprağın) gökyüzü yardımıyla
varlık nedeni olur. Gökyüzünün hareketinden ve onlardan
birinin diğeriyle ilişkisinden çeşitli oranlarda ve
karakter bakımından çeşitli hareketlerle karışan dört
element ve sonuçta beden oluşur. Dört elementten oluşan
beden, onun tarafından hareket yeteneği veren sıcak ve soğuk
gücüne, bir de onun tarafından hareketi kavrama yeteneği
veren nemlilik ve kuruluk gücüne sahiptir.”
El-Farabi’ye
göre bütün beden, ilk madde ve biçimden oluşur. Biçimin
temeli, biçimi taşıması için yaratılan maddedir.
Madde, değişim ve gelişimi içinde ilk nedenden bağımsız
ve sonsuzdur. Burada El-Farabi, Aristo’nun ebedi dünya
teorisini izlemiştir. Ama İslâm dogmasının sınırlarını
aşmamak için, Aristo’nun dünyanın ebediliği
teorisini, dünyanın yaratılması dini öğretisiyle uzlaştırmayı
denemiştir.
El-Farabi’ye
göre dünya, gerekli bir sıra halinde basamaklar yoluyla
biçim ve maddenin oluştuğu ilahi bir yerdir. El-Farabi,
Tanrı’yı doğanın kendi kendine, onun süreçlerinin
ise karakter bakımından doğal olduğunun altını çizerek
ilk nedenden dünya yapısı olarak farzeder. Maddenin, biçiminin
değişmesine rağmen sürekli bir temeli olduğunu söyler.
Bu şekilde
El-Farabi’nin felsefesinin başlangıç prensipleri, doğa
olaylarının açıklanmasında acıyı ve Tanrı’nın
mutlak kudretini dogmatik olarak örnek göstermekten ileri
gitmeyen İslâm skolastiğine karşı yönelmiştir.
Dünya, El-Farabi’ye
göre maddi cisimlerden oluşur : Ateş, su, toprak ve
onlarla aynı türden buhar, alev, taşlar ve onlarla aynı
tür cisimler, bitkiler, hayvanlar. Akıldan yoksun ve akıllı
canlılara doğal cisimler adını verir.
El-Farabi’ye
göre ilk elementlerin çeşitli karışımları, evreni biçimlendirir.
El-Farabi şöyle der : “Bu şekilde gök cisimlerinin
hareketi, bu oluşumların birbirine etkisiyle birleşir ve
bu birleşimden büyük diğer karışımların ve birleşimlerin
çokluğu ortaya çıkar. Bu karışımların her tipinde çok
sayıda bireysel cisim oluşur. Gök alanı altında bulunan
doğal cisimlerin varlığının nedenleri bunlardır.”
El-Farabi,
bütün doğa olaylarını, doğa kanunlarından yola çıkarak
açıklamaya çalışır. Şöyle yazar : “Bütün gök
cisimleri, özellikle harekete geçmeleri sayesinde genel
bir doğaya sahiptirler.”
Bilimadamı,
bütün doğa olaylarının nedenlerini gök cisimlerinin
yer değiştirmelerinde arayan astrologları eleştirir.
Sanki bazı yıldızların mutluluk, diğerlerinin de
mutsuzluk getirdiği düşüncesini yanlış sayar. Gökyüzünün
doğası her yerde ayrıdır. Onun fikrine göre sadece
astronomi ve matematik gerçek bilgiler verir. El-Farabi,
Aristo’nun “Ahlâk” eserinin yorumunda en yüksek
yararın, sadece bizim dünyamızda olduğunu yazar.
El-Farabi’nin
akıl öğretisi büyük ilgi çeker. “Akla Dair” adlı
tezinde, ilahiyatın rasyonalist ruhunun oluşumu olarak
insan aklını inceler. “Ruh sadece o zamana kadar ihtimal
durumunda olan harekete yönelir, sonuncu ise gerçeğin
varlığında oluşur. İhtimalin gerçeğe bağımlılığı,
insan aklının özünü karakterize eder.” Bu durum, El-Farabi’yi
faal insan aklını insanın sağlıklı düşünceye sahip
olması ve aklını iyiyi kötüden ayırmak için kullanmasına
göre kavramaya götürür.
El-Farabi
şöyle yazar : “Eğer insan, teorik düşünce yeteneğinin
sonucuyla mutluluğu kavrasaydı, önüne belli bir amaç
koyar, hırsı doğuran gücünün etkisi altında ve düşünce
yeteneğinin sonucuyla, tasavvur ve duygu gücünün
sonucuyla yeterlilik için gerekeni yapar, sonra da hırsı
doğuran, gücünü yöneten organlarının sonucuyla bu
hareketleri gerçekleştirdi. O zaman insanın bütün
hareketleri erdemli, ve harikulâde olacaktır.”
El-Farabi,
kavrama teorisi sorunlarıyla da uğraşıyordu. Bilimin, dünyayı
kavrama aracı görevi yaptığını söyler. Bilimleri,
teorik ve pratik olarak ayırır. Teorik olanlar mantık, doğa
bilimleri, metafizik; pratik olanlar da ahlâk ve politikadır.
Bilim üç temel elementi içerir : Tam konu, inanılır gerçekler
ve kanıt. Bunlar, üç kaynağa sahiptir : Duyu, akıl
organları ve akıl olgunluğu. Duyu ve akıl organları
yardımıyla dolaysız bir kavramaya erişilir. Akıl
olgunluğu ise, cisimlerin temelini korumaya imkân verir.
Onun fikrine göre gerçek bilim, akıl olgunluğunda
kurulur.
El-Farabi,
mantıkta gerçeği yalandan ayırmak için gereken silahı
gördü. Mantık öğrenimini bu nedenle son derece değerli
sayıyordu. “Mantık, aklın temelidir; çünkü inanç
yolunda gider ve hatalardan sakınır. Mantık, sentaksın
dile ait olduğu gibi akla aittir.”
Mantık,
El-Farabi’ye göre gerçekle ilişkisine bağlı olarak
iki kısma ayrılır. Birinci kısım kavrama ve belirleme
teorisini içerir, ikinci ise hüküm, sonuç ve kanıt
teorisidir.
Gerçek hükümler
için temel olmak üzere bilimadamı, belirli bir durumdan
sonuç ve kanıt süreci yoluyla geçmenin gerekli olduğunu
söyler. Mantığın amacı, kanıtları öğrenmektir; çünkü
kanıt, gerekli bilgiye ulaştırır. El-Farabi, “kanıt
teorisinde gerçek için bilime doğru yolu gösteren mantığın
metodolojisi” der.
El-Farabi,
mantığın en yüksek prensibi olarak karşıtlık kanununu
gösteriyordu. Bu kanuna göre her durumun adalet ve
gerekliliğinin ve aynı zamanda karşıt adaletsizlik ve
imkânsızlığının bir algılama parçasında açık olduğunu
söyler. El-Farabi’ye göre “tek ve aynı madde var
olmaz ve tek aynı zamanda var olmaz”. Sonraki bütün
bilimlerin öğrenimi ve doğru düşünmesine yardım eden
bilim olarak mantığa ve bu arada felsefeye bakış, o dönem
için cesur ve ilerici sayılırdı.
El-Farabi’nin
kavrayış teorisiyle ruh öğretisi psikolojisi, sarsılmaz
olarak birbirine bağlıdır. Düşünürün açık
materyalist durumları, idealist ve teolojik görüşleriyle
birleşir.
Ruh hakkındaki
fikirlerinde El-Farabi, idealist ve materyalist bakış açısına,
bilimsel ve dini olarak sorunların çözümüne tercih
yaparak doğrudan karşıt fikirleri birleştirir. Gökyüzü
ve dünya, El-Farabi’ye göre çeşitli ruhlara sahiptir.
Yıldızlardan her biri, kendi ruhuna sahiptir. Ayrıca ruh;
hayvanlara, bitkilere ve insana özgüdür.
İnsan
ruhunu belirleyen El-Farabi şöyle yazar : “İnsan, bütün
hayvanlardan farklı özellikleriyle ayrılır; çünkü
onda gücü ortaya çıkaran, madde organları yoluyla
hareket eden bir ruh ve bunun dışında madde organları
olmadan hareket eden bir güç vardır; bu güç akıldır.
Yukarıda belirtilen güçlere, onlardan her biri için görev
gücü olan beslenme, büyüme ve çoğalma gücü dahildir.
Kavrama güçlerine dış güçler ve iç duygu, özellikle
hayâl gücü, tahmin gücü, hafıza gücü, düşünce gücü
ve vücudu harekete geçiren hareket güçleri, ihtiras ve
nefret dahildir. Saydığımız bu güçlerden her biri
belli bir organ yardımıyla hareket eder, aksi takdirde iş
olmaz. Bu güçlerden biri bile maddeden ayrı gerçekleşmez”.
Burada El-Farabi,
ruhun kavrama ve gelişimini maddenin hareketiyle şartlandıran
materyalist bir pozisyondadır. İlk olarak ruhu ve önceki
bedeni ortaya koyduğunda, Platon’un da bu konuda yazdığını
sanarak Platon’un ruh öğretisine karşı çıkar. El-Farabi
şöyle yazar : “Ruh, Platon’un iddia ettiği gibi
bedenden önce oluşmaz.” Platon’un öğretisine karşı
eski düşünürlerden Stoy, Zenon, Hrizip’in bilindiği
gibi ruhun bedeni sevmediğini ve öbür dünyada bir yerde
doğana kadar haberi olmadığını, aynı zamanda bedenle
doğduğunu saydıklarını ileri sürer. Bu nedenle El-Farabi,
ruhun iki duruma sahip olamayacağını ve bir bedenden diğerine
geçemeyeceğini düşünür. El-Farabi şöyle yazar :
“Ruh, ruhun geçiş öğretisi taraftarlarının
desteklediği gibi bir bedenden diğerine geçemez.”
El-Farabi’nin
ruh öğretisinin belirli durumu, ölümden sonra ruhun
kaderi sorunudur. Bu sorun, ortaçağ döneminde en keskin
sorundu; onun çevresinde sert tartışmalar yürütülmüştür.
Bu soruna felsefi yaklaşım ve İslâm’ın dogmatik
hedefleri arasında manevra yapan El-Farabi, idealizm ve
materyalizm arasında tereddüt etti. Ancak sonuçta bu
konuda materyalist pozisyonda kaldı.
Bu konuda büyük
Arap ortaçağ düşünürleri İbn-i Tufeyl ve İbn-i Rüşd’ün
söyledikleri en değerlileri olmaktadır.
İbn-i
Tufeyl “Hayy ibn-i Yekzan”ın önsözünde şöyle der :
“Ebu Nasır’ın bize ulaşan yazıların büyük kısmı
mantık hakkında; felsefeye değinen eserlerinde şüpheli
yerleri çok. «Mükemmel Topluluk» eserinde kötülerin
ruhunun daima ölümünden sonra sonsuz karanlıklarda olacağını
iddia ediyor; sonra açıkça politikada onların kurulduğu
ve var olmayan duruma geçtiğini, sadece iyi ve mükemmel
ruhların ebedi olduğunu gösteriyor. Ahlâk yorumunda
insan mutluluğunun bazı tasvirlerini verir, sadece bu
hayatta ve bu yerleşimde gösterir; sonra bundan dolayı
daha birkaç söz ve düşünceler ekler : «Bundan bahseden
bütün diğerleri, eskilerin uydurmalarıdır». Daha sonra
iğrenç fikirleri ve sözde kavrama gücüyle olan ve ona
felsefeyi üstün tutan, maddeye erişen, bize gereksiz şeyler
verenleri destekleyen egemenliği gösterir.”
İbn-i Rüşd
“Materyalist Bilinç ve Gerçek Bilinçle Bağlantısı”
adlı tezinde, El-Farabi’nin ruhun ölümsüzlüğü
reddettiğini ve insanın azami mutluluğa teorik bilimi
bilme ve anlama yardımıyla erişebileceğini yazar. Ancak
insanın maddeden ayrı öz olmasını savunan her şey,
masal tipinden daha fazla bir şey değildir.
Bu şekilde
El-Farabi’ye göre ruh, vücudun önünde meydana gelmez,
onunla aynı zamanda ortaya çıkar ve yok olur.
El-Farabi’nin
öğretisinin önemli bir kısmı da, onun, ruhun maddenin
gelişim düzeyine karşılıklı bağımlılığı düşüncesidir.
Ona göre hayatın ilk aşamalarında madde, ruhun bitkisel
ve hayvansal daha az mükemmel biçimlerinin taşıyıcısıdır.
Sadece maddenin gelişiminin sonraki aşamalarında akıllı
ruhun taşıyıcısı olur. El-Farabi’ye göre akıllı
ruh, sadece insana özgüdür. İnsan, hayvanlardan ayrı
olarak ayırıcı niteliklere sahiptir; onda ruh vardır,
ondan da vücut organları yardımıyla hareketi oluşturan
güç çıkar. Ama El-Farabi, insanda vücut organları yardımıyla
hareket edenden daha fazla hiçbir şey olmadığını, bu gücün
de akıl olduğunu söyler.
Aristo’dan
sora El-Farabi, akıl gücünün iki kısmı olduğunu söyler
: “İnsanın bilgiye hakim olabilmesi yoluyla teorik ve
insanın meslek ve zanaatlara hakim olması yoluyla pratik
akıl gücü.” Bu şekilde akıllı ruhun temel
fonksiyonu, El-Farabi’ye göre dünya anlayışı olur.
Ancak insanın aklı, organların duyguları göstermesinin
temelinde maddeyi kavrar ve kendi içeriğini tamamlar.
El-Farabi,
insanın bütün hareketlerinin akıl ve yapıcı aktif
faaliyetle yönetildiğini söyler. Bu nedenle ne cenneti ne
de cehennemi kabul eder. İnsanı hareketiyle bağlayan
bilimadamı, inancın temel durumlarını şüphe altına
koydu ve doğa bilimlerine, felsefeye hakettiği yeri verdi.
El-Farabi, inancı bilgiden ayırmadan insan sürecinin mümkün
olmadığını sezdi. Yalnız bu, onun bilimsel bilgileri ve
insanın biçimlenmesinde felsefeyi önceden sezerek çağdaşlarından
daha yüksekte olduğunu gösterir.
Diğer eski
filozoflar gibi El-Farabi de, felsefeyi beşeri bilimlerin bütün
taraflarını kuşatan tek bir bilim sanıyordu. Bu nedenle
ahlâk ve politika kitaplarında mantık, psikoloji,
metafizik ve fizik bölümlerine rastlanır. Ama bundan açıkça
görülüyor ki politik öğreti hakim durumdadır. El-Farabi’nin
temel eserleri “Namuslu Şehrin Yerlilerinin Görüşleri”
adlı tezi, “Politikaya Dair”, “Devlet politikası”,
“Mutluluğa Erişme” ve “Mutluluğa İnananlara Yol Gösteren”
adlı tezidir.
El-Farabi,
ahlâk alanında birçok eser yazdı; fakat bunların çoğu
kayboldu. Onun dediğine göre, mantığın insan anlayış
prensiplerini açıklamasına uygun olarak ahlâk, insan
hareketinin temel kurallarına sahip olmalıdır.
Teologlardan ayrı olarak El-Farabi, sadece insan aklının
neyin iyi neyin kötü olduğuna karar verdiğini iddia
eder. Bilimadamı, insan aklının önemli yeteneklerinden
biri olarak önseziden söz eder. Ama doğru bir şekilde önceden
sezmek için, öncelikle bilimsel bilgilere sahip olmak
gerektiğine, çünkü kehanetin doğuştan bir hediye ve
mistik içgüdü olmadığına dikkat çeker.
El-Farabi,
ahlâkın başlıca amacı olarak Platon’un cumhuriyetinde
anladığı mutluluğa erişme yolunu öğrenmek sayıyordu.
“Mutluluğa İnananlara Yol Gösteren” adlı tezi de,
mutluluğun insan isteklerinin son amacı olduğunu yazar.
İnsanın heveslendiği her şey iyi ve azami derecede mükemmeldir.
Mutluluk, yüksek bir yarara sahiptir; insan ne kadar bu
yarara erişmek isterse (özündeki güçte), bu mutluluk da
o kadar tam olacaktır.
El-Farabi,
insan hareketlerinde ne övgü ne de sitem görevi yapan bir
sistemin bulunduğunu söyler. Mutluluk denen şeye, iyi ve
övülecek hareketler yaparak erişilebilir. İnsan iyi
harekette özgürdür. Bu, yeteneğe dönüşebilen
potansiyel bir ayırıcı niteliktir.
El-Farabi,
övülecek huyların ve ayıplamaya değer huyların kazanıldığını
pratikte öğretir. İnsanda övülecek huylar olmayabilir,
ama onları alışkanlık yardımıyla taşıma durumundadır.
İyi hareket orta derecede bir harekettir, zira ruha ve vücuda
ölçüsüzce zarar verir. Ama orta derecede hareket
bilgisine nasıl ulaşılır?
El-Farabi
“hareketin zamanını, hareketin yerini hesaba katmak,
hareketi gerçekleştiren kişiliği, onun amaçlarını,
niyetini dikkate almak, bütün bu şartlarla birleşimde
araç ve hareketi kullanmak” gerektiğini söyler. Övülecek
hareketleri gerçekleştirmeye uygun en önemli spesifik
nitelikler, sert bir kararlılık ve doğru belirlemedir. Doğru
belirleme, insanın algılayabileceği bilgiyi verir. Algılayabilirlik
iki kategoriye ayrılır :
Kendi doğasında
algılanabilir, ama gerçekleşmez; örneğin dünyanın
sadece Allah tarafından yaratıldığı,
Algılanabilir ve gerçekleşebilir; örneğin aileye itaatın
iyi olduğunun bilinmesi.
Bu iki
bilgi tipi (teorik ve pratik), insanın mutluluğa erişmesi
yoluyla felsefeyi oluşturur.
“Mutluluğa
Erişme” kitabında El-Farabi, insan davranışlarının dört
kategorisinden söz eder : Teorik yeterlilik, entellektüel
yeterlilik, ahlâki yeterlilik ve pratik uğraşı.
El-Farabi,
en baştan beri insana gelen, onun nasıl ve nereden aldığını
hissetmediği ve bilmediği şeyler arasındaki bilgiye
teorik yeterlilik der. Bunlar ilk bilgiler, yani algının
ilk temelidir. Ama onların içinde düşünme, araştırma
ve öğrenme yoluyla oluşan bilgiler de vardır. Bu son
bilgilerin temeli mantık olur.
Bütün
varlıkların çok çeşitliliğinin temelinde, El-Farabi’ye
göre sayı ve ölçü kategorisini kapsayan öğretici
bilimi öğrenen ölçü ve sayılar yatar. Buna seyir
bilimleri, hareketli kütleler, gök cisimleri, müzik, ağırlıklı
uyum yeteneği bilimleri yakındır. Ondan sonra fizik, yani
maddeleri oluşturan, cisme özgü, dünyadan ve eşyadan
ibaret, çeşitli cisimlerde yerleşen cisim bilimi yer alır.
Bir de iki bilim arasında orta derecede bilim vardır :
Fizik ve metafizik; bunlar ruhu, aklı ve algıyı inceler.
El-Farabi’ye
göre insan, başka insanın yardımı olmadan, yalnızlık
içinde bütün mükemmelliklere erişemez; insan, diğer
insanlarla komşuluğa ve birliğe gerek duyar. El-Farabi,
insanı beşeri ve toplumsal bir canlı olarak tanımlar.
El-Farabi,
asıl amaçlar içinde en yararlı olanları inceleme imkânı
veren şeylere entellektüel meziyetler diyordu. Entellektüel
devlet meziyeti, temel kanunları belirlemeye yetenekli
olmaya en yakındır. Entellektüel meziyetler, teorik
meziyetlerden ayrılmaz. Ahlâki meziyetler, iyiye heves
amacına sahip olan şeyleri içerir. Bu meziyetler,
entellektüel meziyetlerden sonra oluşur.
Pratik
meziyetler ve pratik bilimlerde kastedilen, El-Farabi’nin
düşüncesine göre ona iki yolla gelebilir : Onlardan biri
inandırıcı düşünceler ve uyarıcı düşüncelerde son
bulur; ikinci yol ise zorlama yoludur.
“Namuslu
Şehrin Yerlilerinin Görüşleri” ve “Devlet Politikası”
eserlerinde El-Farabi, ortaçağ yakın ve ortadoğusunda
ilk olarak felsefe yardımıyla sosyal karşıtlıkların
kemirdiği feodal toplumun politik ve ahlâki durumunu düşünmeye
çalışır. İnsanların son amacı olarak namuslu işler
yardımıyla mutluluk meziyetini sayıyordu. Ama namuslu
insan, diğer insanlarla ortak olmadan yalnızlık içinde
oluşamaz. Diğer insanlarla heves ettiği ilişkide
bulunması, her insanın doğuştan özelliği olur. Her
insan, bu mükemmelliğe erişmek için diğer insanların
komşuluğuna ve onlarla birliğe gerek duyar. Bu nedenle
insan, onun karşılıklı işbirliğiyle birleşen özel ve
doğal özelliklerini oluşturması için mükemmelliğe erişebilir.
El-Farabi
şöyle der : “Her insanın kendi varlığı ve en yüksek
mükemmelliğe erişmesi için yalnızlığına neden
olmayacak ve isteklerini denediği toplumdan ayrı olarak
ona erişen her insanın topluluğunda gerek duyduğu erişme
için pek çok şeye gerek duyar. Bu bakımdan her insan diğeriyle
ilişkisi bakımından tam olarak böyle bir durumdadır.
İşte bu nedenle onun varlığı için gerekli payı
herkesin diğerine verdiği, insanların birbirine yardım
birliği yoluyla insan doğasında ayırdığı mükemmelliğe
erişebilir. Bu, toplumun bütün üyelerinin faaliyeti
toplu olarak onlardan her birine varlığa ve mükkemmelliğe
erişmesi için gerekli her şeyi verir. İşte bu nedenle
insan bireyleri çoğaldılar ve yerleşim bölgeleri oluşturdular.
Sonuçta insan toplumları ortaya çıktı. Bazıları tam
bir toplum, diğerleri ise tam olmayan toplumları oluşturur.
Bu bakımdan tüm toplumlar üç tipten oluşur : Büyük,
orta ve küçük.” Bu şekilde insanların birliği bütün
değil, orta olur. Hayatta, mutluluğun oluşmasından mükemmelliğe
erişme amacı oluşur.
El-Farabi,
insan toplumlarının birbirinden ayrılabileceğini anlamıştır.
Onların arasında tam ve tam olmayanlar vardır. Tam
toplumların üçü bilinir : Büyük, orta ve küçük. Büyük
toplum, “toprağa yerleşen bütün insanların toplumunun
bütünü”, orta toplum “herhangi bir halktan oluşan
toplum”, küçük toplum ise “herhangi bir halkın yerleştiği
yerlerde herhangi bir şehrin yerlilerinden oluşan
toplum”dur.
El-Farabi,
o dönemde kabul edilen insanların idealist hayat çeşitliliği
yorumundan uzaklaşmaya çalıştı. “Devlet Politikası”nda
halkın iki doğal gruba ayrıldığını yazar : “Doğal
kurallar ve doğal özellikler, bir üçüncü şey de
dildir”. Doğal kural ve özellikler, onun fikrine göre,
halklarda herhangi bir coğrafi çevrenin etkisi altında
ortaya çıkar. El-Farabi’nin bu düşünceleri, bilindiği
gibi El-Farabi’nin güçlü etkisi altında olan filozof
ve sosyolog İbn-i Haldun tarafından derinleştirilerek
geliştirildi.
Toplumsal
birliklerin çeşitli tiplerini ve halklar arasındaki çeşitliliği
inceleyen El-Farabi, toplum yapısını da ayrıntılı
olarak temellendirir. Toplum, ona göre namuslu ve namussuz
olarak ayrılan çeşitli gruplardan oluşur. En iyi grup,
namuslu şehirdir (gruplar “şehir” olarak adlandırılmaktadır).
El-Farabi,
hayat biçimini ve çağdaş toplumun çeşitli sosyal
tabakalarının hareketlerini ayrıntılı olarak analiz
eder. Onun düşüncesine göre namuslu şehir olan sosyal
feodal devlet yapısı yönünde sempatisi vardır. Ancak
tedbirli bir düşünür olarak, çağdaş devlet yapısının
içinde emek yığınlarının yaşadığı bağımsız şehre
bağlı olduğunu anlıyordu.
Değişim
şehrinin sakinleri, kâr ve zenginlik için birlik amacındadır.
Onlar, bu zenginlikten başka bir şey için yararlanmazlar;
ama zenginlik, kendi kendine hayatlarının amacı olur. El-Farabi,
bu şehirde yağma ve hile olmadan davranılmadığını
niteler. Şehrin sakinleri tüccarlar, tefeciler ve satıcılardır.
Bunlar üretim işiyle uğraşmazlar, dolaylı üreticilerin
emek ürününün alım ve satımını yaparak yaşarlar.
El-Farabi’nin
eleştiriye uğrattığı şehirler içine “alçaklık ve
mutsuzluk” şehirleri de dahildir. “Alçaklık ve
mutsuzluk şehrinin sakinlerinin yerine duygu ve hayâl güçlerini
harekete geçiren zevklere ve neşe uyandırmaya
heveslendikleri ve bütün tip ve oluşumlarında eğlenceyle
teselli buldukları insanlar olduğunu yazar.
El-Farabi,
parazit hayat biçimi getiren, sarhoşluk, işsizlik ve
zevklere teslim olan feodal toplum temsilcilerinin kusurlarını
ortaya çıkarır. El-Farabi’nin sempatisi, “gerekli şehir”
yönündedir. O, bu şehrin sakinlerine acımasına rağmen
onları, gerekli ve gereksiz şeylerden kurtarmanın köklü
yollarını gösterememiştir.
Çağdaş
toplumun tabakalarını ayıplayan El-Farabi, “yönetim hırsı
olan şehirde onların okuması, yemesi, ün kazanması, söz
ve işle yabancıların ve diğerlerinin önünde görkem ve
parıltıya erişmesi için birbirine yardım etmeye hevesli
sakinlerin şehri olduğu”nu, onların “bunu yapmaya çalıştıkları
ölçüde bu başarıya erişecekleri”ni yazar.
Hakimiyetsever
şehir, diğerlerinin onlara boyun eğmesi, onların ise hiçkimseye
boyun eğmemesine heveslenen şehirdir; onların gücü,
sadece zaferi elde edecek mutluluğa erişmeye yönelmiştir.
Şehvetperest şehir, sakinlerinin hepsinin istediklerini özgürce
yapabildiği, ihtiraslarını hiçbir şeyle frenlemedikleri
şehirdir. Cahil şehirlerin efendileri, bu şehirler
gibidir. Hepsi şehri yönetme işini, kendi tutku ve eğilimlerinden
memnuniyet duymak için yaparlar. Cahil şehirlerin
sakinlerinin uğraşıları, onların hayatının amacı
olarak incelenebilir ve bizi yükseğe çıkaran her şeyi
oluşturur.
El-Farabi;
yolunu sapıtmış, doğru yoldan çıkan şehre karşı
gelir. “Yolunu sapıtmış şehir, bu hayattan sonra
mutluluk olacağına inanan şehirdir. Ama onun düşüncelerinin
değiştiğini, onun şimdi büyük ve üstün güçlü
Allah’a, ikinci oluşumlara ve din için görev yapmayan,
bütün eşyaların biçimine de benzer olarak kabul
edilmeyen ayıp düşüncelerin hareket halindeki aklına
sahiptir.”
Yolunu sapıtmış
şehrin sakinlerinden söz eden El-Farabi, mistik sufizm
felsefesinin temsilcilerini dikkate alır. Sufistleri yargılar
ve faaliyetin entellektüel anlayışını, sosyal hayata
aktif katılımı insanın yüksek mükemmelliği sayar, aynı
zamanda insan hayatının öldürme zevki ve kendine mistik
eziyet yoluyla Tanrı’ya kavuşmak için “vücut
hapishane”sinden ruhu özgür bırakmak düşüncelerini görmüştür.
Gördüğümüz
gibi El-Farabi, çağdaş toplumun yapısını ve devletin
yayılması için tanrısal irade kullanımı amacıyla değil,
kendi alçak ihtiraslarını kullanmak için hakimiyetini
kullanan halk tabakalarına umut bağlayan bütün sorumluluğu
akıllıca analiz eder. Ama yetersizlikleri eleştirirken,
asla feodal düzene karşı çıkmaz. Tersine, feodal düzeni
güçlendirmek için yol araştırır.
El-Farabi,
kendi politik teorisinde dönemin sert sorunlarını, her şeyden
önce de toplum devlet ilişkisi sorununu ele alarak çözdü.
Bu teorinin hareket kategorisi, bütün insanlarda aynı
derecede yayılmış, yapısal aitliklerinden bağımsız
tanrısal oluşum olan genel faydadır. Genel faydanın yayılması,
devlet egemenliği ve kanun düzeninin amacı olur. İnsan
isteklerinin yerel ve sosyal yapısı için devleti örgüt
olarak ayırarak belirleyen bilimadamı, sadece bu örgütün
oluşumunu ve gelişim düzeylerini değil, insan faydasına
erişmenin sosyal yollarını da öğrenmeyi gerekli sayıyordu.
El-Farabi’ye
göre insan yararının yayılışı, namuslu şehrin varlığına
esas olarak bağlıdır. Böyle devlette insanın hareketi,
İslâmi emir ve dogma çerçevesiyle sınırlanmaz. Burada
yaratıcı aktiflik, maddelerin var olan durumu ve gelecek
olaylar olarak herhangi bir zaman anlamaya imkân veren
basiret ve sezgiye sahip bilimsel anlayış okutulur. Ancak
El-Farabi, insanın sadece anlayış, zekâ ve ahlâk
keskinleştirmesi için gerekenlere erişemeyeceğini iddia
eder. El-Farabi’ye göre diğer insanlarla birlik ve karşılıklı
ilişki içinde gereken toplumsal öz insandır. El-Farabi,
ortaçağ döneminde Aristo’nun toplumsal öz olarak insan
düşüncesini yeniden kurmuştur.
El-Farabi,
her iyi şeye, gerçekten isteğe ve özgür seçime göre
erişildiğini söyler. İlgi ve isteklerini birleştiren
insanlar dürüst şehri oluştururlar. İnsanların birleştiği
şehrin gerçek mutluluğu elde etmek için karşılıklı
yardıma sahip olduğunu, insanların mutluluğa erişme
amacıyla birbirine yardım ettiği toplumun da dürüst şehir
ve dürüst bir topluma sahip olduğunu yazar. Mutluluğa
erişme amacıyla yardım eden bütün şehrin insanları, dürüst
bir halka sahiptir. Bu şekilde bütün dünya, eğer
halklar, onun nüfusu mutluluğa erişmek için birbirine
yardım ederse dürüst kalacaktır.
Bununla
beraber El-Farabi, feodal hiyerarşik merdivenin herhangi
bir basamağında bulunan toplumun üyesi olan insanı
ortaya koyar. Hiyerarşik merdivenin çeşitli basamaklarında
bulunan toplum üyelerini düşünür; çünkü bu, onlar
arasındaki karşılıklı ilişki ve karşılıklı bağlantıyı
düzenleyen belli bir düzen ve sistemin tek oluşumuna erişmek
için gereklidir.
Dürüst
devletten söz eden El-Farabi, devleti, Platon gibi tek bir
merkezden yönetilen bütünlük içinde her organa özgü
spesifik fonksiyonların olduğu insan vücuduna benzetir.
“Dürüst şehrin yaşama özünün varlığını korumak
ve onu daha bütün yapmak için birbirine bütün organların
yardım ettiği çağdaş sağlıklı bir vücuda benzer. Vücut
organları, doğayı ve yetenekleri bakımından birbirine
üstün olarak aralarında ayrılırlar (başlıca organ
olan kalp ve görev bakımından kendisine yakın
organlardan oluşur). Bunların her biri, doğasından belli
bir yetenek verilmiş başlıca organ ve diğer organların
tek amacıyla uygun faaliyetini gerçekleştiren bir yardım
ve belli bir yetenekle verilir. Hiçbir şeyin yönetmediği
başlıca organla bağlantılı olan organların amaçlarına
uygun hareket edenlerin yardımıyla bu organlar, ikinci düzeyde
olur, bir de ikinci düzeyde bulunan organların amacına
uygun kendi görevini yapan organlara varıncaya kadar gerçekleştirir,
ama soyut olarak hiçbir şeyi yönetmez. Şehir birliğinin
üyeleri, birbirleri arasında kendi durumuna göre üstün
doğaları bakımından ayrılırlar.”
El-Farabi’ye
göre dürüst şehirde, feodal hiyerarşik merdivenin çeşitli
üyelerinin bulunduğu emir altında olan bölümler vardır.
“Şehirde belli bir insanın ve düzey bakımından bu bölüme
yakın diğer insanların bölümü olduğunu, kendi durumu
ve yeteneklerine göre hepsinin başlıca amacını takip
eden hareketleri gerçekleştirdiği”ni yazar. “Onlar,
ilk düzeyde bulunurlar. Bunların daha altında, ilk amaca
uygun hareket eden ve ikinci düzeyde uğraşan diğer
insanlar vardır. Sonra bu şekilde son amaca uygun hareket
eden insanlar gerekir. Bu son amaca göre hareket eden ve görev
yapanlara kadar şehir birliğinin çeşitli üyeleri düzene
göre yerleşir, ama görev yapamazlar. Onlar alt düzeyde
ilgilenirler ve en alt durumun insanları olurlar.”
El-Farabi,
insan organizmasının faaliyetine kıyasla hiyerarşik
merdivenin şemasını kurar. Halkı, kalbin hareketine
kapanılmaz derecede bağlı, devletin başı olarak anladığı
yönetimde tamamlanan temel fonksiyonu olan organlara
benzetir.
El-Farabi,
sadece toplumda insanlar arasındaki eşitsizliği görmekle
kalmıyor, bir de onu eleştiriyordu. Bu bakımdan bilgili yöneticinin
yardımıyla dürüst devlette bütün insanların,
toplumsal durumlarına bağlılıkları dışında kendi
mutluluklarını bulabileceklerini, zira bu devletin düşünce
ve anlayışa istekli insanlar tarafından yönetileceklerini
seziyordu. Bilge idareci ve bilge insanların yokluğunu,
devlet için en büyük yoksulluk sayıyordu.
Dürüst
devletin oluşumuna, her şeyden önce yetenekli, akıllı,
iradeli müşfik bir bilimadamı olarak inanıyordu. Dürüst
şehrin lideri, onun fikrine göre “doğadan ayrı olarak
ona söylenen her şeyin söylenenleri dikkate alarak işler
yolundaymış gibi anlamayı ve ortaya koymayı; hafızasında
hiçbir şeyi unutmadan anladığı, gördüğü, duyduğu
ve kavradığı her şeyi iyice korumayı; aklıyla her şeyin
en küçük ayrıntısını farkederek, bu işaretin öğretinin
ve anlayışın sevgiyi kabul etmeyi gösterdiğini hızla
benimseyen, öğretimde yorulmadan, bu emekle birleşen bunu
kolayca kavrayan, gerçeği, adaleti ve onun savaşçılarını
sevme, ona erişen yalandan nefret etme, adaletsizlik ve
onların adil olma üzerinden ilerlediği tiranlarden nefret
eden, ama maymun iştahlı olmayan ve adaletin kişileri önünde
ısrar etmeyen, inatçı olmayan, ama her tür adaletsizlik
ve alçaklığın önünde tamamen azimli olma, korku ve
cesaretsizliği bilmeyen, cesur ve önemli olmayı gerekli
sayan bir yeteneği olan kişidir.”
Dürüst
devlet ve bilgili yönetici teorisinin idealist temeli vardı.
Bu, erken ortaçağ döneminin sosyolojik ve ahlâki düşüncesinde
ileri bir adımdı. El-Farabi, bu düşüncelerin oluşmasına
engel olan her şeyi eleştiriyordu. Asgari gelişmenin
bilimsel ve felsefi bilimlere değer vermeyen nezaket, hırs,
açgözlülük ve zorbalığın hakim olduğu devlete erişme
olduğunu söylüyordu. Filozof, hırsla toplumun ruhsal gücünü
yıkan, insanların hırs ve yağmacılığında temellenen
kendi devletini kuran feodal yöneticilerin despotluğuna
karşı çıktı. Böyle bir devlet, onun fikrine göre
cahil kaba, namussuz insanların hırsı yoluyla yönetir.
Onlar sadece zenginlik, hakimiyet ve zevke değer verirler.
Dini düşünceler yoluyla böyle insanlar geri kalan halk
üzerinde egemenlik kurmayı denerler. Adaletin yıkıldığı
namussuz devlette tiran kurulur, bilimler ve felsefi
bilimler söner, obskurantizm kaçınılmaz olarak zafer
kazanır.
Namussuz
devletten söz eden El-Farabi, ortaçağ döneminde ilk
olarak Abbasi halifesinin sosyal karşıtlığını gösterdi
ve onları teorik olarak açıklamayı denedi. El-Farabi, kötünün
eninde sonunda ezileceğine ve dünyada iyi başlangıçların
galip olacağına inanıyordu. Onun sosyal fikirleri, oldukça
ilerici ve insancıldır. Feodal zulüm ve savaş döneminde
toplum fikirlerini hırs olmadan ve bütün dünya halkları
arasındaki barışçıl ve dostça ilişkilerin fikirlerini
cesurca ileri sürdü.
Bilimadamı
olarak El-Farabi, gerçekten sosyal fikrine erişmek için
doğru yolu bulamadı. Ama İslâmi dönemde yeni sosyal
fikrin ileri sürülmesi oldukça cesur ve ilericiydi. Bu
nedenle fikirler, doğu halklarının felsefi düşüncesinin
gelişimine, ayrıca İbn-i Sina, İbn-i Bacce, İbn-i Rüşd,
Nizami ve İbn-i Haldun’un dünya görüşünün biçimlenmesine
büyük etki etti.
KAYNAK: El-Farabi
Milli Devlet Üniversitesi http://www.farabiedu.org/turkce/universite/farabi)