YENİ
TEKNOLOJİ VE YETİŞME SORUNU*
Chris FREEMAN,
Çev: Aykut GÖKER
İkinci
Dünya Savaşı’ndan beri pek çok ülkedeki bunca çabaya ve sayısız uluslararası
kuruluşun bunca çalışmasına karşın, Üçüncü Dünya ülkelerinin “teknolojiye
yetişme” konusunda kaydettikleri ilerleme, pek çok bakımdan, umutları
kıracak kadar yavaş olmuştur. Zengin ve yoksul ülkeler, ya da bir başka
deyişle, Kuzeyle Güney arasındaki teknoloji düzeyi farkı, dünya toplumunun
karşı karşıya bulunduğu en temel ve çözümü en zor sorunlardan biri olarak sürüp
gitmektedir? OECD’nin sanayileşmiş, zengin ülkelerini etkisi altına alan yeni
teknoloji dalgası pek çok kişi için, bu sorunu daha da ağırlaştıran bir etken
anlamına gelmektedir. Bu kişilere göre, yeni teknoloji, yoksul ve zengin
ülkeler arasındaki açıklığı genişletecek ve yoksul ülkelerin borç, dış ticaret
dengesizliği, korumacılık, mamul madde fiyatları, sermaye birikimi, yoksulluk
ve gerilik gibi dev sorunlarla başa çıkmalarını daha da güçleştirecektir.
Teknolojideki
değişimin eşitsiz gelişme sorununu gerçekten şiddetlendirebileceğini kabul
etmekle birlikte, biz yine de, bazı geri kalmış ülkelerin sanayileşmiş ülkeler
üzerinde belli üstünlüklere sahip olabileceklerini ileri süreceğiz. Bu, aykırı
ve nispeten de alışılmadık bir görüş olduğu için, her şeyden önce, teknik
yenilik ve ekonomik büyüme kuramını özetlemek gerekecek: sonra da bu kuram,
bilişim ve iletişim teknolojisi özelinde irdelenecektir.
Ekonomik
gelişme ve ticari rekabette teknik değişimin önemi konusunda pek az görüş
ayrılığı vardır. Neoklasik, Keynesçi, Marksist, Schumpeterci ya da her neyse,
gerçekte bütün iktisatçılar, verimlilik artışının, yeni ve gelişkin üretim
teknikleriyle yeni ve gelişkin ürünlerin ortaya çıkmasına ve bunların bütün
ekonomi sistemine etkin bir biçimde yayılmasına sıkı sıkıya bağlı olduğunu
kabul ederler. Var olan kötümserlik, teknik değişimin, yoksulluk ve
hastalıkların üstesinden gelme potansiyeliyle ilgili değildir; gerçekte bu
kötümserlik, önde olan ülkelerin bilim ve teknoloji alanındaki dev
birikimleriyle beslenen, yeni ve daha gelişkin teknolojilerinin dayattığı ezici
rekabet koşullarında, Üçüncü Dünya ülkelerinin yatırım ve kalkınma
programlarını gerçekleştirmede karşılaştıkları pratik sorunlardan
kaynaklanmaktadır.
Gerçekten
de kötümser olmak için çok güçlü nedenler vardır. Mekanizma, “olana
verilecektir” ilkesine göre çalışıyor gibidir. Yoğun bir araştırma ve
geliştirme faaliyetiyle bütünleşmiş dinamik ölçek ekonomilerinin, hızla büyüyen
yeni sanayi dallarına kendilerinden başkasının girişini önleyen ürkütücü
engeller yaratabildiği, Pasner’ un (1961) “teknoloji açığı” na dayalı
ticaretin önemine dikkati çekmesinden bu yana, kanıtlarıyla birlikte apaçık
ortaya çıkmıştır. Nitekim, nispeten güçlü sanayi ülkeleri ve çok büyük firmalar
bile, tümleşik devre ve bilgisayar sanayileri gibi sanayilerde teknolojiye
yetişmeyi ve bu alanlarda üstünlüklerini korumayı son derece güç
bulmaktadırlar.
Ama,
bu halde bile, öyle ilgili çekici bir olgu göze çarpmaktadır ki, durup üzerinde
düşünmeye değer. Bilindiği gibi, 256 kilobaytlık bellek çiplerini ortaya
çıkaran ve ihraç eden Japonya ve ABD’den sonra, aynı şeyi yapan üçüncü ülke, ne
bir OECD ne de bir COMECON ülkesidir, bu ülke Güney Kore’dir.Oysa 1960’lardan
önce Güney Kore sanayii son derece cılızdı ve üstelik savaş ülkeyi
yoksullaştırmış ve harap etmişti. Güney Kore’nin elbette bugün de çok ciddi
siyasi, toplumsal, ekonomik ve teknolojik sorunları vardır. Ama Güney Kore’nin
30 yıl içinde elektronik sanayiinde ön planda rol oynayan bir ülke haline
gelebilmiş olması üzerinde düşünülmesi gereken bir noktadır.
Çok
açık gözükmektedir ki, teknolojiye yetişme sorunu, hiçbir biçimde kısa dönemli
çözümlerle üstesinden gelinebilecek bir sorun değildir. Onlarca yıl geçtikten
sonra bile, Güney Kore’nin, önde gelen sanayilerini, ürün yenileme kapasitesi
bakımından, sağlam bir rekabet temeline oturtuncaya kadar kat etmesi gereken,
hala uzun bir yolu vardır. Sonuç olarak, eğer biz, Abramovitz’ in (1986) “yetişme”
ve “başa geçme” dediği, karmaşık toplumsal süreçleri anlamak
niyetindeysek geniş bir tarihsel perspektife gereksinmemiz var, demektir.
Geri
kalmış ülkelerin sorunlarına gerçekten sistemli bir dikkat gösteren ilk
iktisatçı Friedrich List ’ ti (1841). Ancak, birinci sanayi devriminde
Britanya’nın kazandığı teknolojik ve ekonomik üstünlüğü gözünde çok büyüten
List’ in, Almanya’nın Britanya’yı asla geçemeyeceğine inanarak öldüğünü de
hemen başta belirtmek gerekir. O zamanlar (1840’lar) Britanya’ nın üstünlüğü
gerçekten korkunçtu. Britanya firmaları o günün bütün kilit teknolojilerinde
buhar makineleri, kimyasal maddeler, gemi yapımı, demir ve çelik önde gelmekte
ve Britanya bütün bu mal gruplarında dünya ihracatını.ı yarıdan fazlasını
elinde tutmaktaydı.
Britanya’nın
o üstünlüğü List ve çağdaşlarına, Japonların bugün elektronik alanındaki
teknoloji ve ihracat üstünlüğünden çok daha ezici boyutlarda gözükmüş
olmalıdır. Ama ne var ki, yarım yüzyıl sonra Almanya, eski teknolojilerde
Britanya’ya yetişiyor, elektrik gücüne ve organik kimyaya dayalı yeni teknolojilerdeyse
onu geçiyordu. Almanya’nın bu başarısı, büyük ölçüde List’ in verdiği reçeteye
dayanıyordu, onun için List’ in temel düşüncelerinden bazılarına daha yakından
bakmakta yarar vardır.
Friedrich List ve Almanların Teknolojiye Yetişmeleri
List
bugün daha çok yeni kurulan sanayilerin emekleme dönemlerinde gümrük
duvarlarıyla korunmaları gerektiğini savunmasıyla tanınır. Ama bugün List’ in
özgün yazılarını okumuş hemen hemen hiç kimse yoktur; o nedenle onun
öğretisinin özü de pek bilinmez; oysa onun asıl vurguladığı nokta, teknolojinin
ekonomik ilerleme ve uluslararası ticaretteki rolünün önemidir. List gerçekte
serbest ticarete inanmıştı, ama o bu idealin ancak çok sayıda ülkenin refah ve
teknoloji bakımından hemen hemen eşit düzeyde olmaları halinde geçerli
olabileceğini düşünmekteydi. Britanya on dokuzuncu yüzyılın ilk yarısında,
dünyanın mamul madde pazarlarının pek çoğuna egemen bir ülke olarak, daha çok
bugünün Japonya’sına benzer bir görünümdeydi. Bu nedenle List, Almanya’nın her
şeyden önce teknoloji alanında Britanya’ya yetişmesi gerektiğinde ısrarlıydı.
Ama bugün, tarihin garip cilvesine bakınız ki, roller tersine dönmüştür; bu
açıdan, teknolojiye yetişme konusunda izlenmesi gereken politikayla ilgili
olarak, List’ in kendi kuramsal çözümlemelerinden çıkardığı sonuçlar
incelenmeye değ€r. Bu sonuçlar, aslında, sanayi ve eğitim politikalarına sıkı
sıkıya bağlı, uzun dönemli bir ulusal teknoloji politikası olarak
özetlenebilir.
List’
in savunduğu ulusal teknoloji stratejisinin temel noktaları, şöyle
sıralanabilir:
1.
Zihinsel sermayenin (mental capital) önemi; Bununla List’ in ne anlatmak
istediği, onun şu ifadesiyle, hiç kuşkuya yer bırakmayacak biçimde açıklığa
kavuşturulabilir.
“Ulusların bugünkü durumları, bizden önce yaşamış bütün kuşakların
keşiflerinin, icatlarının, gerçekleştirdikleri geliştirme ve
yetkinleştirmelerin ve çabalarının oluşturduğu bir büyük birikimin ürünüdür.
Onlar bugünkü insan ırkının zihinsel sermayesini oluşturmuşlardır. Ve bugün
ayrı ayrı her ulus, önceki kuşakların kazanımlarını kendisine mal edebildiği ve
kendi çabalarıyla bu kazanımları artırabildiği oranda ve yalnızca bu koşulla
üretken olabilmiştir...”
2. “Zihinsel
sermaye ile” maddi sermaye (material capital) (biz bu terimlerin yerine,
bugün, “maddi olmayan” yatırım, “maddi” yatırım ya da “yazılım”
(software), “donanım” (hardware) terimlerini de koyabilirdik) arasındaki
karşılıklı etkileşimin öneminin kavranması: List, burada, çok açık bir biçimde,
hem en son teknolojiye vücut veren yeni yatırımların önemini, hem de bu
yatırımların içerdiği yeni donatımla üretim deneyiminden artakalan birikimin,
ya da bir başka deyişle, yaparak öğrenmenin önemini vurgulamaktaydı.
3. En
son teknolojiyi edinmenin bir aracı olarak yabancı teknoloji (özellikle
Britanya’nınki) ithal etmenin ve yatırımla birlikte nitelikli eleman çekmenin
(beyin göçünün) önemi.
4. İşgücünde
niteliğin önemi; List, Simith’ in “üretken güçler” konusunda, beceri,
bilgi ve eğitimin önemini derinlemesine ele almadığını, yalnızca bu güçlerin
gelişimini teşvik etmede işbölümünün rolü üzerinde yoğun olarak durduğunu ileri
sürmektedir. Ve o, öğretmen ve doktorları üretken olarak görmediklerini ve
bütün emek girdilerini ortak bir paydaya indirgeyerek. bilim adamlarının,
mühendislerin ve tasarımcıların rolüne olduğundan çok daha az değer biçtikleri
için, klasik “okul” la alay etmektedir.
5.
Ekonomik ilerlemede imalat sektörünün önemli olduğunun ve bütün ekonominin,
özellikle de tarımın -aynı zamanda hizmet sektörlerinin- gelişmesini teşvik
etmenin bir aracı olarak, imalat sektörüne yatırım yapma gereğinin
kavranması.
6.
Ekonomi politikalarını geliştirme ve uygulamada çok uzun dönemli bir tarih
görüşü olmasının önemi: List, çok açık bir biçimde, imalatın gelişmesi ve bu
gelişmeyi sağlayacak uygun kurumların ve “zihinsel sermaye” nin
yaratılmasını onlarca yılı alacak bir süreç olarak görmektedir. List, yalnızca
sanayiin emekleme döneminde serbest ticarete gidilmemesi koşuluyla, o sanayiin
birkaç yıl içinde karşılığını verir hale geleceğini kabul ettiği için, J.B. Saye’
a alay etmektedir.
19.yüzyılın
ikinci yarısında. Almanya’ da temelde etkin olan, Britanya’daki gibi, klasik
okul değil, Friedrich List okuludur. Bu okul, Alman ekonomi politikasının
evriminde ve Almanların teknoloji yaklaşımlarında belirleyici olmuştur. Bunun
ilk önemli sonucu; dünya teknolojisini edinme ve yayma sürecini, bir bütün
olarak, düzenli ve sistemli bir temel üzerine oturtabilmeyi olanaklı kılacak,
bir öğretim ve eğitim sisteminin daha ilk başta geliştirilmesiydi. İkinci
önemli sonuçsa: sanayii, devlet mekanizmasın, ve üniversiteleri içine alan,
ulusal AR+GE ağının geliştirilmesiydi. Bu ağ. yeni elektrik ve kimya
teknolojilerinde karşılaştırmalı üstünlüğün kazanılmasında belirleyici
oldu.
Alman
sanayiinin ve Alman ekonomisinin zanaatkar, teknisyen ve teknolog yetiştirmeye
yönelik birinci sınıf bir öğretim ve eğitim sistemi geliştirme yoluyla
sağladığı üstünlük azımsanamazdı. Britanya’ nın bu gerçeği görmesi, Birinci
Dünya Savaşı öncesi dönemde Alman ticaret rekabetindeki görülmedik etkinlik artışının,
Alman eğitim ve araştırma kurumlarının “Technische Hochschulen” adıyla
bilinen öğretim ve eğitim kurumlarını, araştırma ve standartlar konusunda
hükümet için bir model geliştirmiş olan “Physikalische Und Technische
Reichsanstalt” gibi, bilginin ilerletilmesi ve yayılmasıyla görevi başka
kurumların) kazandıkları başarıların ürünü olan, üstün teknoloji ve üstün
nitelikli mallardan kaynaklandığını, geç de olsa, kavramaya başlamasından
sonradır.
Bu
uzun erimli düşünme biçimi, finansman kuruluşlarında olduğu gibi, hükümet
düzeyinde de (sözgelimi, araştırma ve eğitimin finanse edilmesiyle ilgili
kararlarda) önemliydi. [Böyle düşünülmediği içindir ki], Britanya sanayii, yeni
teknolojiler geliştirme ve uygulamada, sanayi kuruluşlarının ve üniversitelerin
AR+GE etkinliklerini artırmada gerilerde kaldı. Bu açık, Britanya’nın mamul
maddi ihracatındaki payının düşmesinde ve görünür ticaretindeki kronik
dengesizlikte olduğu kadar, yeni sanayi dallarında, özellikle elektrikli eşya
sanayiinde, Britanya’daki Amerikan ve Alman yatırımlarının artmasında da
kendini gösterdi.
Burada
kısaca ve son derece kaba hatlarıyla, Britanya’nın dünya teknoloji ve
ticaretindeki önderliğini yitirmesinin bazı yanları üzerinde durulabilmiştir.
Ama, şu ana kadar söylenmiş olanlarda açıkça anlaşılabileceği gibi, Almanya ve
o arada Birleşik Devletler Britanya’ya yetişmelerinde temelde, gümrük
tarifelerine değil (elbette bu araç da önemlidir) teknolojiye güvendiler. Bu
teknolojik önderliğin kazanılması yarışında, profesyonel AR+GE’ nin rolü
giderek artarken, hemen hemen bütün sanayi dallarında, eğitim sisteminin ve hem
ürün hem de üretim yöntemleri bazında tasarım yeteneğinin geliştirilmesi
olağanüstü bir öneme sahipti. Başka bir deyişle, önderliği elinde tutan ama
bunun yanında belli bir kurumsal katılaşma ve ataletin de içine düşmüş bulunan
bir ülkeye yetişip onu geçmede, kurumsal yenilikler belirleyici oldu. Elbette
yalnızca Almanya ve Birleşik Devletler değil, birçok Avrupa ülkesiyle Kanada
da, yirminci yüzyılın ilk yarısında yetişmeyi başardı. Son zamanlardaysa
Japonya, Avrupa’ya olduğu gibi, Birleşik Devletler’ e de yetişerek olağanüstü
bir örnek ortaya koydu.
Peki,
Japonya’nın dümen suyundaki diğer gelişmekte olan ülkeler de aynı şeyi
başarabilecek midir? Bu soruyu yanıtlamak için bir yandan dünya ekonomisindeki
yeni teknik değişimin özgül yanlarını, öte yandan da Japonya’da ortaya çıkan
türden kurumsal yenilikleri ele almak gerekir.
Tekno-ekonomik Paradigmadaki Değişmeler ve Bilişim Teknolojisi
Teknolojik
sistemlerindeki bazı değişmeler, yarattıkları sonuçlar bakımından o denli uzun
erimlidirler ki, bunların, bütün ekonominin işleyişi üzerinde büyük etkileri
olur. Bu değişimler Schumpeter’ in (1939) “ekonomik gelişmede uzun
çevrimler” kuramının ana eksenini oluşturan “yaratıcı yıkım fırtınaları”
dır.(creative gales of destruction). Buhar gücünün ve elektrik gücünün
yayılımı böylesi derin dönüşüm erin çok açık örnekleridir. Elektronik
bilgisayarla at başı beraber giden teknolojik yenilikler de böyledir. “Teknoekonomik
paradigma” ifadesi, anlam olarak, teknik açıdan gerçekleştirilebilir bir
dizi yenilik arasından ekonomik seçim yapma sürecini içerir. Gerçekte yeni bir
paradigmanın belirgin hale gelmesi nispeten uzun bir zaman(birkaç on yıl) alır;
bunun bütün sisteme yayılmasıysa daha uzun sürer. Bu yayılım, teknolojik,
ekonomik ve siyasi güçler arasında, kurumsal yeniliklerin (ya da kurumsal
yenilenmelerin) son derece önem kazandığı karmaşık bir etkileşim sürecini
içerir.
Dosi
(1982), [burada bizim sözünü ettiğimiz türden “değişimler” konusunda], “teknolojik
paradigmanın değişimi” ifadesini kullanmış ve bu değişimi Kuhn’ un (1962)
temel bilimlerde “bilimsel devrimler” biçiminde ifade ettiği benzer
yaklaşımıyla karşılaştırmıştır. Yine Dosi’ nin, yerleşik teknolojik yörüngeler
boyunca gözlenen küçük değişimleri anlatmak için kullandığı “artırımsal
[incremental] yenilik” terimi de belki Kuhn’ un “normal bilim”iyle
karşılaştırılabilir. Başka bazı yazarlar da, büyük ölçüde, benzer düşünceleri
anlatmak için, “teknolojik paradigma” ifadesini kullanmışlardır; buna
karşılık Nelson ve Winter (1977) “genelleştirilmiş doğal yörüngeler”
kavramını kullanmış, Sahal (1985) “geniş kapsamlı teknolojiler” ve “yenilik
bulvarları” fikrini geliştirmiştir.
Cariota
Perez de (1983, 1985, 1988) benzer kavramlar kullanmıştır; ama, onun yaklaşımı
bütün bunlar içinde, en özgün ve en yaratıcı olanıdır ve bu yaklaşımın
diğerlerininkinden ayırt edilebilecek bazı özgün yanları vardır. Perez, yeni
bir “teknoekonomik paradigma” gelişmesinin, tasarımcılar, mühendisler,
girişimciler ve yöneticiler için “en iyi pratik (uygulama deneyimi)”
anlamına gelen bir dizi yeni kural ve alışkanlığı da birlikte getirdiğini ve bu
kurallarla alışkanlıkların, önemli pek çok noktada, önceki egemen
paradigmadakilerden farklı olduğunu ileri sürer. Böylesi teknolojik devrimler,
hem eski hem de yeni ürünler için hızla değişen üretim işlevlerinin ortaya
çıkmasına neden olur. Emek ya da sermayede ne kadar tasarruf sağlanacağı başta
tam olarak kestirilemez; ama, ürün ve üretim yöntemi tasarımlarında yeni
teknolojinin uygulanmasıyla elde edilen genel ekonomik ve teknik yarar gittikçe
artarak iyice görünür hale gelir ve giderek uygulamada, yeni “pratik
kurallar” yerleşir. Paradigmadaki böylesi değişimler potansiyel
üretkenlikte “önemli bir atılım” yapabilmeyi olanaklı kılar; ama
başlangıçta bu atılım, yalnızca, önde gelen birkaç sektörde gerçekleşir. Başka
sektörlerde, böylesi kazanımlar, genellikle, uzun vadeli örgütsel ve toplumsal
değişimler olmadan gerçekleştirilemez.
Corlota
Perez aslında kuramını Schumpeter’ in “yaratıcı yıkım dalgaları” tezi
üzerinde oluşturmuştu; ama o, Kondratiev’ in “uzun [dönemli] çevrimler”
tezinin bir açıklaması olarak ilkin Schumpeter (1939) tarafından ortaya atılmış
olan “ekonomik gelişmeden uzun [dönemli] dalgalanmalar” tezinin daha
ikna edici bir açıklamasını da yaptı. Schumpeter (1939), Kondratiev’ in ilk
çevriminin (dönem olarak yaklaşık 1770’lerden 1830’lara kadar) temelde,
Britanya’da tekstil alanında görülen yeniliklerle, ikincisinin (yaklaşık 1840’
lardan 1890’ lara kadar) demiryollarıyla; üçüncüsününse (yaklaşık 1890’lardan
1930’lara) elektrik, kimya sanayii ve içten yanmalı motorlarla bağlantılı
olduğunu ileri sürmüştü. Bize göre, bütün sektörlerde ya da pek çoğunda, en iyi
uygulama teknolojisiyle, en iyi şirket örgütlenme biçimine ulaşmada etkin olan
ve her bir dalgalanmada belli bir ucuz girdiden (ilk Kondratiev çevriminde
pamuk; ikincisinde kömür; üçüncüsünde çelik; dördüncüsünde petrol; ve
beşincisinde çip) yararlanma fırsatını yaratan, bir teknoekonomik “metaparadigma”
fikri, önde gelen birkaç sanayi dalında görülen birbirinden bağımsız, büyük
yenilikleri (kuşkusuz bunlar da önemlidir) temel alan bir açıklamadan çok daha
akla yakındır.
Bugün
önde gelen bütün sanayi ülkelerinde en hızlı büyüyen sanayi dalları arasında
yer alan, bilgisayar, elektronik devre elamanları ve telekomünikasyon
sanayileri gibi, belli sanayi dallarından oluşmuş bir kümeleşme üzerinde
temellenen yeni “bilişim ve iletişim teknolojisi” paradigması, bu
sektörlerde teknik performansın dev ölçülerde artması, maliyetlerinin düşmesi
ve fiyatlarda antienflasyonist bir gidişin doğması sonucunu yaratmış bulunuyor.
Bu sonuç ekonomide, Schumpeter’ in tanımladığı türden bir devrim için gerekli
bütün koşulları içermektedir. [Başlangıçta belli sektörlerdeki etkileriyle
kendini gösteren] bu teknolojik devrim, bugün sahip olduğu fiili ya da
potansiyel, ekonomik ve teknik üstünlükleri nedeniyle, çok düzensiz olmakla
birlikte, başka bütün sektörlerde de etkisini gösteriyor. Bu paradigma değişimi
üzerinde düşünürken, elbette yalnızca belli ürünleri ya da üretim yöntemlerini
değil, bilişim teknolojisinin girişiyle birlikte, hem firmalar özelinde hem de
genel olarak sanayide ortaya çıkan örgütsel ve yapısal değişimleri de hesaba
katmalıyız. Bazı yorumcular, General Motors gibi büyük firmalarda gözlenen
değişimleri “kültürel devrim” olarak nitelemişlerdir. Economist dergisi
(30 Mayıs 1937) “Geleceğin Fabrikası”nı konu alan özel ekinde “fabrikanın
su baştan”, yeniden icat edilmekte olduğunu yazmıştır. Dergiye göre “her
şeyi yapan” esnek makinelere yer açmak için geleneksel üretim hatları
sökülüp bir yana atılmaktadır.
Fabrika
yerleşim planındaki temel değişimlere ek olarak, büyük firmaların yönetim
yapılarında, izledikleri yol ve yöntemlerle davranış biçimlerinde, bilişim ve
iletişim teknolojisinin bütün ekonomiye yayılış sürecine paralel, başka pek çok
etki ortaya çıkmaktadır: ürün ve üretim yöntemi (proses) tasarımında daha sık
değişim yapma yeteneği; firma içi tasarım, üretim ve tedarik işlevleri arasında
daha sıkı bir bütünleşme; belli bir ürüne ayrılmış, sermaye yoğun, seri üretim
tekniklerine dayalı, ölçek ekonomilerinin öneminin azalması; pek çok üründe
mekanik parça sayı ve ağırlığında azalma; parça üreticileri, montajcıları ve o
alanda sermaye tasarrufu sağlayabilecek potansiyel teknolojileri üreten odaklar
arasında çok daha bütünleşik bir ilişkiler ağının kurulması; imalatçı
firmaların giderek artan yeni yazılım, tasarım, teknik bilgi ve danışmanlık gereksinmelerini
karşılamaya yönelik “üretici hizmetleri” sektörlerinde büyüme; bu
hizmetlerle yeni tür donanım ve parçaları sağlamaya yönelik, yeni ve küçük, pek
çok yenilikçi girişimde gözlenen son derece hızlı bir büyüme, söz konusu
etkilerin somuttaki yansımalarıdır.
Eğer
bilişim ve iletişim teknolojisinin ekonomik etkilerini, teknolojideki başka
büyük değişimlerin yarattığı ekonomik etkilerle karşılaştırırsak, o zaman,
1990’larda yalnızca bilişim ve iletişim teknolojisinin “teknoekonomik
paradigma” değişimi olarak nitelenebileceği çok açık olarak görülebilir.
Biyoteknolojinin, eninde sonunda, bilişim ve iletişim teknolojisininkine eşit
ya da daha kapsamlı etkileri olacaktır; ama, bu teknolojinin sayısız potansiyel
uygulama alanı ile ilgili olarak yapılması gereken araştırma, ve geliştirme,
yayma, yatırım, öğretim ve eğitimde zaman açığı o ölçüdedir ki, söz konusu
etkilerin yirmi birinci yüzyıldan önce ortaya çıkması hemen hemen olanaksızdır.
Biyoteknoloji bugün hala 1950’lerdeki bilgisayar teknolojisinin düzeyindedir ve
bu teknolojiye ilişkin araştırma, yatırım ve eğitim maliyeti, uygulamanın bugün
için birkaç uzmanlık alanıyla, özellikle de tıp ve tarımla sınırlı kalmasına
neden olmuştur. Çok açıktır ki, malzeme ve enerji teknolojilerinin,
sanayileşmiş herhangi bir toplumda her zaman önemli bir yeri olacaktır ve
seramikte, bileşik maddelerde ve güneş enerjisinden yararlanma konusundaki
gelişmeler gerçekten olağanüstü önemdedir. Ama bu teknolojilerin kendileri de
araştırma, tasarım, üretim ya da uygulama bazında yoğun olarak bilişim
teknolojisini etkin bir biçimde kullanabilme kapasitesinin yaratılması, hem
gelişmiş hem de gelişmekte olan ekonomiler için stratejik önemdedir. Bu,
elbette, öteki teknolojiler ihmal edilebilir anlamına gelmemektedir; söylenmek
istenen, yalnızca, bütün diğer teknolojilerin anahtarının bilişim teknolojisi
olduğudur. Ekonominin tek tek her sektörünü etkisi altında bırakan bilişim
teknolojisinin yarattığı sonuçlar o denli evrenseldir ki, bu sonuçlar tam
anlamıyla bir “teknoekonomik paradigma” değişimi olarak nitelenebilir;
nitekim bu değişim, her yerde, örgütsel, toplumsal ve teknik yenilikler
arasında belli bir bileşime gidilerek üretkenliğin yeniden artırılmasına
yönelik ya da yeni geliştirilmiş bir dizi ürün ya da hizmetle ilgili son derece
geniş bir faaliyet alanı açmaktadır. Böylesi paradigrna değişimi dönemlerinde,
başı çeken uç sanayilerde içinde bulunduğumuz değişim döneminde başı çekenler
bilgisayar ve çok büyük çapta tümleşik devre sanayileridir) sorun, ekonominin
kalan bölümünün uyarlanmasındaki kadar büyük değildir. Bu noktada Perez’ in
(1983) tanımladığı türden, yapısal ve kurumsal bir ataletin varlığı son derece
ağır sorunlar yaratır ve bu sorunların üstesinden gelmede yeni düzenleme
rejimleri kilit rol oynar.
Üçüncü
Dünya ülkelerinin teknolojiye yetişme sürecini işte böylesi bir paradigma
kapsamında gözden geçirmemiz gerekir. Petrol yoğun seri üretim teknolojisinin
eski önderlerinin (sözgelimi ABD’ nin ) bu teknoloji alanındaki büyük
başarıların, bu ülkelerde, Japonya gibi daha sonra sanayileşmiş ya da yeni
sanayileşmiş bazı ülkelerdekine göre çok daha katı bir kurumsal yapı yaratmış
olması, göz önünde tutulması gereken bir başka noktadır. Bu çerçevede
diyebiliriz ki, arkadan gelen ülkelerden herhangi birinin ya da birkaçının
önümüzdeki birkaç on yıl içinde öndekilere yetişebilmesi, büyük ölçüde kurumsal
yenilenme kapasitelerine; eğitim, bilim ve teknoloji alanlarındaki altyapı
yatırımlarına ve 1990’larda uluslararası ekonomi rejiminin kazanacağı niteliğe
bağlı olacaktır. Salt Japonya’nın taklit edilmesi ne mümkündür ne de bu
istenir; ama, Japonların kurumsal yeniliklerinin bazı yanları dünya çapında
öneme sahiptir. Daha bugünden açıkça gözükmektedir ki, bir dizi Asya ülkesi
(sözgelimi Güney Kore, Tayvan, Singapur) Japon örneğinden son derece
etkilenmiştir. Bu yüzden, bu bildirinin kalan bölümünde Japonların “ulusal
yenilenme sistemi”nin bazı yanları kısaca incelenecektir.
Japon Modeli
Tarihçiler,
Japonların Batı Avrupa ve Birleşik Devletler’ e yetişmek konusundaki yoğun
çabalarını anlatırlarken, genellikle 1868’deki Meici Restorasyonu’ndan
başlarlar. Gerçekten de Japonlar daha on dokuzuncu yüzyılda imalat sanayiini
teşvike ve eldeki en iyi teknolojiyi nerede bulabilmişlerse oradan ithal etmeye
yönelik politikalar uygulamışlar, bu tür politikaları benimsemişlerdir.
Buradaki
çözümlememiz bakımından önemli olan nokta, savaştan hemen sonraki dönemde,
Japonların, yoğun tartışmalar sonunda, görünüşe bakılırsa, o zamanlar Japon
Bankası’ndaki ve başka bazı yerlerdeki iktisatçılarca da savunulmuş olan,
geleneksel, karşılaştırmalı üstünlük kuramına dayalı, uzun dönemli gelişme
stratejisini reddetmiş olmalarıdır. Söz konusu iktisatçılar, emeğin
Japonya’daki nispi ucuzluğuna ve bu ülkenin tekstil gibi emek yoğun
sanayilerdeki karşılaştırmalı üstünlüğüne dayalı, “doğal” bir sınai
gelişme yolu önermişlerdi. Japonya’nın otomobil sanayiinde rekabete girmesi
düşünülebilir miydi ve bu sanayi dalının gelişmesini teşvik için belli adımlar
atılmalı mıydı? O günlerde tartışılan ana konulardan biri buydu; ama bu
tartışma sanayi ve ticaret politikasını bütünüyle etkiledi. G.C. Allen’ in
(1981) belirttiğine göre (Allen, Japon deneyimini sürekli olarak inceleyip
öğrenen Avrupalı birkaç iktisatçıdan biridir), ilk günlerde, Japon Bankası’nın
belli bir etkisi olmuştu. Bu banka, 1951 ‘de Japon çelik sanayiinin günün
teknolojisine uygun olarak yenilenmesi için borç alınmasını durdurmuş ve “Sony,
transistor teknolojisi ithalatını, döviz transfer izni vermekle görevli
memurların hem bu teknoloji hem de Sony’ nin bu teknolojiyi kullanabilme
yeteneği konusunda kuşkuları olduğu için, ertelemek zorunda kalmıştı.” Ama
sonunda bürokratlar ve onların Uluslararası Ticaret ve Sanayi Bakanlığı’ndaki
danışmanları ekonominin bütünü üzerinde söz sahibi oldular. Bu insanlar
Japonya’nın, kişi başına düşen gelirin ve üretkenliğin düşük olduğu, geri
kalmış bir ülke olarak, gelecekte de bu durumuyla yetinmesi gerektiği görüşünü
reddettiler. Yine Allen’ e (ve başka birçok gözlemciye göre);
“Bu
danışmanlardan bazıları savaş koşullarında kamu işleri yönetimine getirilmiş
mühendislerdi ve bunlar, bir yol gösterici olarak iktisat kuramına
başvurabilecekler arasında herhalde akla en son gelecek türden kişilerdi. Ama
içgüdüsel bir biçimde, teknik etkinliği artırma ve üretimde yenilikler yapma
yoluyla mal ve hizmet arzını yükselterek, Japonya’nın savaş sonrası
güçlüklerine bir çözüm bulma arayışı içindeydiler. Dinamik terimlerle
düşünüyorlardı. Onların politikaları ekonominin itici gücünü yükseltmek ve
sahip oldukları kaynakları yalnızca en iyi kullanabilme hünerini gösterenlerden
çok, yaratıcı olabilecek ekonomilere parasal desteği artırmak biçimindeydi.”
Bu
uzun dönemli teknoekonomik stratejinin ana unsurları şunlardı:
1. Gemi
yapımında, renkli televizyonda, takım tezgahlarından ya da hangi sanayi dalında
olursa olsun bütün üretim yöntemlerini (proseslerini) tasarımlama ve yeniden
tasarımlama yeteneğinin kazanılması: Japonlar tasarımlamada sistem yaklaşımını
[ya da bir başka deyişle, sistem mühendisliği tekniklerini], başka sanayi
toplumlarına göre, daha başarılı bir biçimde uygulayabilmişlerdir.
Teknolojik
yen iliklerinden anında yararlanmayı hedef alan bu yaklaşımda ürün ve yöntem
(proses) tasarımıyla dünya teknolojisi ve dünya pazarları arasında sıkı bir
ilişki kurma anlayışı önemli bir rol oynar. Japon sistemi, bütün çalışanların
teknolojideki değişimle yakından ilgilendirilmesine büyük değer verir. “Kalite
çemberleri” “(‘quality circles’)” işgücünün alt katmanlarının katkısını en
üst düzeye çıkarmak ve alt düzeydeki yöneticilere teknik değişim için belli bir
sorumluluk yüklemek amacıyla, bu çerçevede düşünülmüş, toplumsal bir
yeniliktir. Ayrıca, bir teknoloji transferi aracı olarak, dolaysız yabancı
yatırımları reddeden Japon politikasının, ithal edilen teknolojiyi özümlemede
bütün sorumluluğu doğrudan kuruluşların kendilerine yüklediğine ve “anahtar
teslimi tesis” ithali ya da yabancı ortaklıklardan çok, sistemin bir bütün
olarak iyileştirilmesine yolu açık tuttuğuna işaret etmeliyiz. (Freeman, 1987).
2. İster
renkli televizyonda tümleşik devrelerin kullanılması, isterse 5. kuşak
bilgisayarlar ya da çok büyük çapta tümleşik devrelerle ilintili olsun, ortaya
çıkan en önemli tasarım ve geliştirme sorunlarının çözümünde, üniversitelerin,
devletin araştırma kurumlarının, özel sektör ya da kamu sektöründeki sanayi
kuruluşlarının ellerindeki en uygun olanakları bir araya getiren, tümleşik bir
stratejinin, ulusal düzeyde ve hükümet düzeyinde ısrarla izlenmesi.
3.
Önemli iki nokta, Almanların ulaştığı düzeyin ötesine geçen bir öğretim ve
eğitim sisteminin geliştirilmesi: Birincisi, özellikle bilim ve mühendislik
alanlarında olmak üzere, yüksek öğrenim gören genç insan sayısı bakımından,
Japonlar (mutlak sayı olarak) Almanları geçmişlerdir. Japonya bugün, öğrenim
olanağının genişliği açısından ABD ve SSCB ile birlikte, dünyanın önde gelen
ülkelerindendir. İkincisi, Japonlar, kuruluşlar düzeyinde gerçekleştirilen
sınai eğitimin ölçeği ve niteliği bakımından Almanlar’ dan öndedirler. Bu
eğitimin önemli yanlarından biri, işgücünün alt katmanlarındaki işçilerin de
yeteneklerini çok yönlü olarak geliştirmelerinin teşvik edilmesidir; böylece,
işletmedeki duruşlar ve bakım zamanları çok büyük ölçüde kısaltılabilmektedir.
Bu yaklaşımın bir başka yararı da yeni üretim teknolojisinin daha kolay
benimsenip özümlenebilmesidir (Gregory, 1985).
4. Bu
toplumsal değişimlerin, bazılarınca “tam zamanında (just in time)”
sistemi olarak tanımlanan (Bu sistem için bk. Kaplinsky’ nin bildirisi,
Altshuler ve başkaları [1895]) yeni bir kuruluş yönetim biçiminin ortaya
çıkmasını kolaylaştırması: Bu sistem, daha iyi bir stok kontrol ve parça ikmal
sistemi kurulmasının çok daha ötesinde, hem tasarım – geliştirme - üretim
arasında daha geniş çapta bir yatay bütünleşmeye olanak tanıyan (Baba, 1985;
Aoki, 1986) hem de değişime daha çabuk ayak uydurabilmeye izin veren, çok daha
esnek ve sorumluluğun tabana doğru yayıldığı (“desantralize” edildiği)
bir yönetim sistemidir.
5.
1980’lerde ve 1990’larda ekonominin pek çok dalındaki uluslararası rekabette
yeni teknolojik yörüngelerdeki -robotik, bilişim teknolojisi ve
bilgisayarlardaki- önderliğin belirleyici olacağının çok önceden kestirilmesi
ve bu alanlarda dünyanın teknolojik önderliğini ele geçirmeyi sağlayacak AR+GE
stratejilerinin, yatırım stratejilerinin ve eğitim stratejilerinin zamanında
saptanması: Bu stratejilerin orkestrasyonu, hükümetin eşgüdümü altında “Keiretsu”
ların (Japon sanayiindeki büyük kümeleşmeler) ortak çabasıyla başarılmıştır.
Japonların
teknoloji ve sanayi sistemlerinin bu karakteristikleri, daha önce sanayileşmiş
ülkeler açısından, Japon rekabetinin son derece güçlü bir meydan okuma
biçiminde kendini gösterdiği anlamına gelir. Bugün bu rekabetin artık yalnızca
gemi yapımı, çelik ya da televizyon sanayii gibi birkaç sanayii dalı ile sınırlı
olmadığı, teknoloji bakımından en ileri olanlar da içinde olmak üzere, imalat
ve hizmet sektörlerinin bütününü kapsadığı, genel olarak kabul edilmektedir.
“5. kuşak” bilgisayarlar ve mikro elektroniğe ilişkin Japon planları bu
meydan okumanın 1990’larda çok daha şiddetleneceği anlamına gelmektedir. Başka
ülkeler (hem gelişmişler hem de gelişmemişler) bu meydan okumanın gücünü eğer
iyi kavrayabilirlerse, ancak o zaman, bunu karşılamada belli bir başarı
şanslarının olacağını umabilirler.
Sonuç
1970’lerde
ve 1980’lerde bazı Asya ülkelerinin, sanayileşme ve çağın teknolojisine
yetişmede, Latin Amerika ya da Afrika ülkelerinin pek çoğundan daha hızlı bir
ilerleme kaydetmiş gibi görünüyor olmaları ilgi çekici bir noktadır. Bu durumla
Japonların yetişme modelinin etkisi arasında bir bağ bulunmadığını söylemek
zordur. Güney Kore, Tayvan, Singapur, Tayland, Malezya ve Çin’ in elektronik
sanayilerinde, Japon yatırımlarının, ortaklıklarının ve Japonya’ dan transfer
edilen teknolojinin önemi açıktır. Japon Yeninin gücü bu yatırım dalgasını ve
karşılıklı ticareti kamçılar.
Ama
Japonya’ nın Kore gibi eski sömürgeleri sermaye ve teknoloji bakımından elbette
Japonya’ya bağımlı kalmak istemezler. Bu yüzden bu ülkeler bilim ve teknoloji
alanında kendi yeteneklerini geliştirmek için yoğun çaba göstermektedirler.
Hedeflerine ulaşmada ki temel uygulama araçlarıysa, merkezi araştırma ve yüksek
öğretimde özellikle devletin inisiyatifini kullanmak ve bugün daha çok,
kuruluşlar düzeyinde AR+GE’ yi teşvik etmek olmaktadır. Bugün bazı Asya
ülkelerinde, mühendislik dallarında, yüz bin nüfus başına düşen yıllık mezun
sayısının, Japonya’dakinden yüksek olması son derece çarpıcı bir noktadır.
Böylece, tıpkı Japonya’nın ABD’yi geçmesi gibi (Gregory, 1986), onlar da
Japonya’yı geçmeye uğraşmaktadırlar. Bu ülkelerden Güney Kore ayrıca AR+GE
konusunda da önüne son derece iddialı hedefler koymuştur ; bu hedefler (eğer
gerçekleştirilebilirse, Güney Kore’nin bu yüzyıl sonunda AR+GE için GSMH’ dan
ayrılan pay yüzdesi bakımından Japonya, ABD ve AT ülkelerini geçeceği anlamına
gelmektedir.
Hem
Güney Kore hem de Asya’ nın diğer yeni sanayileşmiş ülkeleri önümüzdeki on
yılarda da son derece acımasız engellerle karşılaşacaklardır. Bugün zaten son
derece şiddetli toplumsal ve siyasi gerginliklerle karşı karşıyadırlar. Şimdi
bulundukları noktadan, üretim tekniklerini ve ürünlerini kendi teknolojilerine
dayalı olarak yenileyebilme noktasına ulaşıncaya dek aşmaları gereken daha pek
çok güçlükleri olacaktır. Borç yükü ve mamul madde ihracında önlerine çıkarılan
engeller her an çok daha ciddi bir hal alabilir.
Yine
de, on dokuzuncu yüzyıl sonuyla yirminci yüzyılın başında, o zamanın ticaret,
nitelikli işgücü, yatırım ve teknoloji akışından yararlanan bire dizi Avrupa
ülkesinin, kendi sanayileşmelerinde Britanya ve Almanya modellerini
izlemelerinde olduğu gibi, bir dizi Asya ülkesin de Japon modelini izleyip
teknoekonomik paradigmadan yaralanarak, yirmi birinci yüzyılın ilk yarısında
öndeki ülkelere yetişebileceklerini düşünmek bütünüyle bir hayal ürünü
sayılmayabilir.
Yetişmeme
ya da yarışı sürdürememe korkusu, çoğu kez, kazanmak için, dünya ekonomisinde
kilit rol oynayan yeri üretim faktörlerinin ve / veya başı çeken yeni ürünlerin
üreticisi haline gelmenin şart olduğunun sanılmasından kaynaklanır. Sözgelimi,
çok büyük çapta tümleşik devreler ya da büyük bilgisayarlarda yetkinliği
olmayan ülkelerin dünya çapındaki günümüz teknoloji yarışında arkada kalma
tehlikesiyle karşı karşıya oldukları varsayılır.
Ama
teknoekonomik paradigma değişimlerindeki geçmiş deneyimler de göstermektedir
ki, yetişmek ya da yarışı sürdürmekte, yeni teknoekonomik paradigmaya ilişkin
başlıca yeni ürünlerin hepsinde teknolojik yetkinliğe ve üretim yetkinliğine
sahip olmak şart değildir. Şart olan, yeni teknolojileri bazı sanayi dallarında
kullanabilme ve yerel koşul, kaynak ve karşılaştırmalı üstünlüklere uygun düşen
bir dizi yeni ürün ve hizmetten belli bir bölümünü üretebilme yeteneğine sahip
olmaktır? Bu da genellikle bir tek firmanın “vitrin”de yer alma
çabasından çok bir grup firmanın ve [ülkede var olan başka] kuruluşların
karşılıklı etkileşim içinde gerçekleştirecekleri ortak çabayı gerektirir.
Elektrik
gücüne dayalı ürün ve teknikler, on dokuzuncu yüzyılın başında dünya
ekonomisine yayılırken yalnızca birkaç ülke, çok büyük kapasiteli
turbojenaratör gruplarını, transformatörleri ve şalt tesislerini üretebilme
yeteneğini kazandı. Ama birçok ülke de, küçük çaptaki elektrik motorlarını ve
böylesi motorlarla ilintili, sayısız ürünü üretebilme yeteneğini geliştirdi ve hemen
hemen bütün ülkeler elektrik enerjisi üretmek ve bunu sanayideki tüketicilerle
kan utlara dağıtmak için gerekli alt yapıyı kurdular ve bu enerjiyi bütün mal
ve hizmet üretim dallarında kullandılar. Benzer biçimde Fordist, petrol
yoğun-montaj hattı teknolojisinin yayılmasıyla, yalnızca birkaç ülke otomobil
ve içten yanmalı motorlarda tam bir seri üretim yapabilme yetkinliğine ulaştı;
ama birçok ülke de, bu yeni paradigmayla ilintili, yeni bir dizi dayanıklı
tüketim malı, takım tezgahı, sentetik madde ve başka türünden belli bir
bölümünü monte edebilme ve üretebilme yeteneğini kazandı ve elbette bütün
ülkeler karayolu şebekeleri, havaalanları ya havayollarını geliştirdiler.
1950’lerde
ve 1960’larda, küçük Avrupa ülkeleri de OECD ülkelerinden çoğunun keyfini
sürdüğü yüksek refah düzeyi ve tam istihdamdan paylarını aldılar. İçlerinden
yalnızca Yunanistan ve Portekiz gibi, en fakir ve en az gelişmiş olanları,
ekonomik büyüme ve dış ticaret modellerinde Üçüncü Dünya ülkelerinde rastlanan
türden bazı özellikler gösterdiler. Buna karşılık İskandinav ülkeleri,
Hollanda, Belçika, İsviçre ve Avusturya gibi başka küçük Avrupa ülkelerinde
büyüme hızları, Avrupa’nın büyük ülkelerindeki kadar, hatta daha da yüksek
oldu. 9u ülkelerin pek Çoğu, oldukça ileri düzeyde sosyal hizmet sistemleri de
geliştirdiler, öğretim ve eğitim sistemlerini büyük ölçüde genişlettiler.
O
dönemde Avrupa’nın küçük ülkelerinden pek çoğunun oldukça yeterli olan ticari
performansları korumacılığa değil, rekabetçi uluslararası uzmanlaşmaya dayanmaktaydı.
Bu o zamanlar, kimya, çelik ve otomobil sanayileri gibi, dönemin en önemli ve
en hızlı büyüyen belli sanayi dallarına özgü ölçek faktörlerine ve başka
ülkelerce uygulanan ithalat kısıtlamalarına karşın başarıldı. Genel olarak
söylemek gerekirse, bu başarılırken küçük ülkelerde gümrük tarifeleri daha
düşüktü ve diğer ülkelere göre daha büyük bir hızla azaltılmıştı. Ama hem küçük
hem de büyük ülkeler tarım alanında korumacılığı sürdürmüşlerdi.
Genelde
sanayileşmiş küçük ülkeler için, paradigma değişimi döneminde, rekabet
güçlerini sürdürebilmek, Üçüncü Dünya ülkelerinin öndekilere
yetişebilmelerinden daha kolaydır. Çok önceleri Friedrich List’ in (1984)
işaret ettiği gibi, rekabet gücünün kazanılması ve sürdürülmesinde belli bir
sanayi sektörünün varlığı çok da önemli değildir; burada belirleyici olan genel
bir teknolojik yetkinliktir. Bir başka deyişle, belirleyici olan, ulusal
yenilenme sistemidir ; belli bir ürünler dizisi değil. Teknoekonomik
paradigmadaki değişimlerle at başı beraber giden ekonomideki yapısal değişime
uyumu olanaklı kılacak ana temeli üniversiteler, araştırma kurumları,
teknolojik altyapı, tasarım merkezleri ve öteki bilim ve teknoloji kurumları
sağlar.
Söylenen
bu noktalar, Üçüncü Dünya’ yla ilgili olarak, Brezilya ve Güney Kore’nin öndeki
ülkelere yetişme konusundaki olağanüstü çabaları; küçük ülkelerle ilgili olarak
da, Finlandiya deneyimi ele alınıp incelenerek daha bir açıklığa
kavuşturulabilir. Sözgelimi, Brezilya, bilim ve teknoloji altyapısını
geliştirmeye çok büyük kaynaklar ayrıldığı gibi, telekomünikasyon altyapısı nı
geliştirmek için de büyük yatırımlar yapmıştır. Kore firmaları da, dikkatle
seçilmiş stratejik yatırımlarıyla, sanayileşmiş büyük ülkelerin nimetlerinden
yararlandığı, üretim ve pazarlamaya yönelik, ölçek ekonomilerinden pek çoğunu
kurmayı başarabilmiştir.
Teknolojide
önde giden ülkelerdeki kuruluşlara büyük olanaklar sağlayan ana maliyet
üstünlüğü, var olan dış uzantılarına, hazır bir altyapı bulabilmelerine ve
geçmişteki deneyimlerine dayanır. Soete ve Pereze’ in (1988) göstermiş olduğu
ve örnekleri gelişmekte olan pek çok ülkede görüldüğü gibi, eğer bir yerli
kuruluş (ya da çok uluslu bir şirketin o ülkedeki yan kuruluşu ya da ortaklığı)
alt yapı ve nitelikle eleman eksikliğiyle karşı karşıyaysa dev boyutlardaki
karşılaştırmalı birim maliyet dezavantajının hiçbir biçimde üstesinde gelemez.
Bu nedenledir ki, ulusal yenilenme sistemini kurmaya yönelik politikalar, bir
ülkenin gelişme sürecinde, teknolojiye yetişme stratejisinin belkemiğini
oluşturur.
Bütün
bunlar, dış pazarlara girişte, ölçek engeline Fordist paradigmada ne de yeni
paradigmada önemlidir, anlamına gelmemektedir. Çok açıktır ki, ölçek engeli,
daha büyük tipten bilgisayarlar, telefon santralleri ve esnek imalat
sistemlerinde olduğu gibi, yeni kuşak, çok büyük çapta tümleşik devrelerin
geliştirilmesinde, tasarımında, üretiminde ve pazarlanmasında da çok büyük bir
öneme sahiptir. “Karşılıklı etkileşim yoluyla öğrenme” nin teknik
ilerleme için son derece yaşamsal olduğu [ve bunu başarabilmede ölçek
ekonomilerinin önemli bir rolü bulunduğu] bilinen bir gerçektir. Bu gerçek, çok
büyük çapta tümleşik devreleri üretenlerle bu devrelere dayalı donanımları ya
da telekomünikasyon donatımlarını yapanlar için de geçerlidir. Bu durum büyük
ülkelere ve Japonya ya da Güney Kore’nin elektronik firmaları gibi, bütünleşmiş
(“entegre olmuş”) büyük firmalara belli üstünlükler sağlar. Ama
gelişmekte olan ülkeler, çok büyük çapta tümleşik devrelerde Güney Kore’nin
göstermiş olduğu başarıyı gösteremeseler bile, yine de olasıdır ki, belli
alanlarda bu tür üstünlüklerin üstesinden gelebilirler [Sözgelimi], böylesi
büyük kuruluşların olmadığı ülkelerde, belli bir pazarlar dizisine yönelik
olarak uzmanlaşmış küçük ve orta boy kuruluşlar bir araya gelir, aralarında
sıkı bir iletişim kurmayı ve karşılıklı etkileşim yoluyla öğrenmeyi
başarabilirlerse bu boşluğu doldurabilirler. Yeni paradigma, özellikle aygıt
yazılım, özgül tümleşik devre uygulaması ve yerel telekomünikasyon ağlarıyla
ilgili, böylesi fırsatlar yaratmaktadır. Bütün bu alanlarda, uygulama
aşamasında gereksinim duyulacak, uzmanlaşmış, yerel bilgi, teknolojiyle yeterli
bağlar kurulmuş olmak koşuluyla, büyük bir karşılaştırmalı üstünlük sağlar. Bu
bağların kurulmasında ulusal yenilenme sistemi belirleyici rol oynar. Dünyadaki
bilimsel ve teknik altyapıyla gerekli bağların kurulmuş olmasının yanında,
nitelikliye deneyimli elemanların var olması dış pazarlara girişin önündeki
engelleri aşabilmenin “sinequa non” (olmazsa olmaz) şartıdır.
Bu
şart, Üçüncü Dünya ülkeleri için “a fortieri” (daha da güçlü
nedenlerle) geçerlidir. Güney Kore, Brezilya ve Çin önümüzdeki yarım yüzyıl
içinde önde gelen sanayileşmiş ülkelere yetişebilmelerini sağlayacağına
inandığımız, eğitim sistemiyle bilim ve teknoloji altyapısını geliştirmiş olan
ülkelerdendir. Ama elbette, bu ülkelerin yetişmeyi gerçekten de
başarabilmeleri, izleyecekleri kendilerine özgü teknoloji ve sanayi
stratejilerine bağlı olacağı gibi, kısmen de bu ülkelerdeki ve dünyadaki
toplumsal ve siyasi değişimlere bağlı olacaktır. Uluslararası “düzen”in
dünya ekonomisinin sürekli büyümesine olanak verip vermeyeceği ve Üçüncü Dünya’
nın borç bunalımına ilişkin kararlar da hiç kuşkusuz bunda son derece
belirleyici bir rol oynayacaktır.
*Kaynak
: Endüstri
Mühendisliği, Cilt : 2, Sayı : 10.