"Gözün ve görmenin, kendi başına
gelişmesi
diye bir
şey
vardır...
İnsan her zaman her istediğini göremez...
İnsan gözü, kendi gelişmesi
içinde, belli bir aşamaya
varmadıkça, hiçbir dünya görüşü
bir üslup değişikliği
ortaya koyamaz" M.Ş. İpşiroğlu
- S. Eyüboğlu
"Gözle çalışmağa
kabiliyetli olmak demek, buna doğuştan
yetenekli olmak, ya da olmamak demek değildir. Bazı
kimselerin görsel sanatlara karşı
tabii bir duyarlıkları vardır. Fakat böyleleri, doğuştan
kabiliyetli besteciler kadar nadirdir. Görsel duyarlılık mavi
göz, kumral saç gibi ırsiyet yoluyla geçen esrarlı bir istidat
değildir. Nasıl, ingilizce konuşma
bilgisiyle doğmamışsak,
öylece, görme usulü bilgisiyle de doğmuş
değiliz. Sadece, nasıl ingilizce konuşulacağını
öğrenme yetisiyle doğarız. Tıpkı nasıl görmemiz gerektiğini
öğrenme yetisiyle doğduğumuz gibi. İngilizceyi eğitim ve çalışmayla
öğrenebiliriz ama, aynı öğrenim metodundan görsel sanatlar için
evde veya okulda yararlanamayız. O öğretim usulü olmazsa, konuşacağız
diye anlaşılmaz
sesler çıkarır ve işitme
yoluyla bağıntı kurma gücünü elde edemeyiz. Görsel yolla anlaşma
yeteneğimiz de çalışma
ve eğitim eksikliğinden aynı derecede etkilenir.
Fakat bu görsel sanatlara karşı
ırsiyet yoluyla edindiğimiz duyarlılığı hangi eğitim metodu geliştirebilir?
Bunun için önce görmeyi; bakmayı değil, görmeyi öğrenmeliyiz.
Bakmakla görmek, gevezelik etmekle konuşmak
gibi ayrı
şeylerdir.
Bakmak demek sadece bir otomobilin çarpmasından korunmak, gazete
haberlerini okumak, ya da televizyonda eğlenmek için gözlerimizi
dışarı
çevirmek demek değildir. Bakmak, hergün yürüdüğümüz sokağın
fotoğrafını görünce tanıyamamak, yalnız vitrinlerini görüp
binanın içine girememek demektir...
Görme, ancak gayretle elde edilebilecek bir iştir;
görmeyi öğrenebiliriz. Önce basit
şekilde
çevremize bakarak başlar,
hergün karşılaştığımız
şeyleri
inceleyebiliriz. Ancak bir masaya sadece bakacak, nasıl bir
şey
olduğunu otomatik
şekilde
algılayarak ondan bir imge elde edecek yerde biçimini
incelemeli, masa üstü düzeyine dikey bacakların nasıl
bağlandığına, köşelerin
nasıl birleştiğine,
oymalarına dikkat etmeliyiz. Görmek, gözümüzü alabildiğine
açmaktan ibaret de değildir. Asıl gözümüzü neyin üzerinde
yoğunlaştıracağımızı
düşünmeliyiz.
Eğer görmek istiyorsak, gözümüz ve zihnimiz beraber çalışmalı.
Nasıl görmek gerektiğini yalnız kitap okumakla öğrenemeyiz.
Görmeyi kendimiz görerek öğrenmeye başlarız.
Nasıl görmek gerektiğini öğrenmek için, aslında yapacağımız
şey,
görsel biçimlere kendimizi alıştırmaktır.
Bu alışkanlığı,
çevremizdeki nesnelerle temas miktarını sürekli
şekilde
artırarak elde ederiz. Bir öğretmenin veya tenkitçinin
gözüyle, yani iğreti olarak görme, bize güvenilir bir alışkanlık,
sağlam bir tecrübe vermez. Görsel imgeler dünyasında
emniyetli ve içten görüş
tecrübe ve bilgisini, yanlız kişisel
deneylerimizle sağlayabiliriz.
Nasıl görmek gerektiğini öğrenmek, bir sanatçının
tabi olduğu eğitimden farklı değildir. Gerçekte sanatçı bu
kabiliyeti kazanmaya başkalarından
daha hazır bir zihin yapısıyla doğmuş
olabilir, ama o da görsel biçimlerle aynı alışkanlığı
kurmak zorundadır. Sanatçı daima çalışmalar
ve gözlemler yapar. Doldurduğu kroki defterleri, bu pratik çalışmasının
delilleridir. Bir elmayı süratli birkaç çizgiyle göstermek, bir
üzüm salkımının yapısını bir fırça vuruşuyla
belirtmek doğuştan
gelen bir özellik değildir." Bates LOWRY
"Görme konuşmadan
önce gelmiştir.
Çocuk konuşmaya
başlamadan
önce bakıp tanımayı öğrenir.
Ne var ki başka
bir anlamda da görme sözcüklerden önce gelmiştir.
Bizi çevreleyen dünyada kendi yerimizi görerek buluruz. Bu
dünyayı sözcüklerle anlatırız ama sözcükler dünyayla çevrelenmiş
olmamızı hiçbir zaman değiştiremez.
Her akşam
güneşin
batışını
görürüz. Dünyanın güneşe
arkasını dönmekte olduğunu biliriz. Ne var ki bu bilgi, bu
açıklama gördüklerimize uymaz hiçbir zaman. Gerçeküstücü ressam
Magritte 'Düşlerin
Anahtarı' adlı resminde sözcüklerle görülen nesneler arasında
her zaman var olan bu uçurumu yorumlamıştır.
Düşündüklerimiz
ya da inandıklarımız nesneleri görüşümüzü
etkiler. İnsanların Cehennem'in gerçekten var olduğuna
inandıkları Ortaçağ'da ateşin
bugünkünden çok değişik
anlamı vardı kuşkusuz.
Gene de onlardaki bu cehennem kavramı -yanıkların verdiği acıdan
olduğu ölçüde- ateşi
her
şeyi
yutan, kül eden bir
şey olarak görmelerinden doğmuştur...
Gene de sözcüklerden önce gelen ve sözcüklerle
tam olarak anlatılmayan görme, uyarıcılara karşı
mekanik bir tepkide bulunup bulunmama sorunu değildir. (Görme
eylemi, ancak gözün retinasını ilgilendiren sürecin küçük bir
bölümünü alırsak böyle tanımlanabilir.) Yalnızca baktığımız
şeyleri
görürüz. Bakmak bir seçme edimidir. Bu edimin sonucu olarak
gördüğümüz nesne -her zaman elimizle dokunabileceğimiz bir nesne
anlamında olmasa da- ulaşabileceğimiz
bir alana getirilmiş
olur. İnsanın bir
şeye
dokunması demek, kendisini o
şeyle
ilişkili
bir duruma sokması demektir. (Gözlerinizi kapayın, odada dolaşın,
dokunma duygusunun durağan, sınırlı bir görme biçimine dönüştüğüne
dikkat edin.) Tek bir nesneye değil, nesnelerle aramızdaki ilişkilere
bakarız her zaman. Görüşümüz
sürekli olarak canlıdır, hareketlidir; her
şeyi çevresindeki bir çember içinde tutar;
bulunduğumuz durumda bizim için orada var olabilecek herşeyi
gösterir bize.
Bir
şeyi
gördükten hemen sonra, aynı zamanda kendimizin görülebileceğini
de farkederiz. Karşımızdakinin
gözleri bizimkilerle birleşerek
görünenler dünyasının bir parçası olduğumuza bütünüyle inandırır
bizi.
Karşıdaki
tepeyi gördüğümüzü kabul edersek o tepeden görüldüğümüzü de
kabul etmemiz gerekir. Görüşün
iki yanlılığı konuşmanın
iki yanlılığından daha baskındır. Çoğu zaman karşılıklı
konuşma
bu görme-görülme işlemini
dile getirme çabasıdır. 'Sizin herşeyi
nasıl gördüğünüz'ü benzetmeyle ya da doğrudan açıklama
çabanızla, 'onun herşeyi
nasıl gördüğü'nü anlama çabanızdır." John
BERGER
"Görünen dünya da bizim kendi
faaliyetlerimizin sonucudur. İşitilen
dünya da aynı
şekilde
bizim kendi faaliyetlerimizin bir sonucudur.
* Dil dışarıya
çevrilmiştir
ve başlıca
da görünen dünyaya yönelmiştir.
* Şeyleri kelimelerle düşündüğümüzden,
var olsunlar olmasınlar, görülsünler görülmesinler, her çeşit
şeyleri
düşünebiliriz.
* Geçmişteki
ve gelecekteki
şeyleri
düşünebiliriz
ve bunlar üzerinde konuşabiliriz.
Keza mekan bakımından pek uzak olan
şeyler
üzerinde de konuşabiliriz.
Zaman ve mekanı bize açan sadece dildir.
* Konuşma
ve düşünmede
görülür dünyanın doğrudan doğruya olan tesirinin yükünden
kurtuluruz, ve geçmişteki,
ve uzaktaki
şeylerden
bahsederiz.
* Görmek subjektiv bir olgudur. Bir başka
insan, mekanın bir başka
yerinde durduğundan, benim gördüğümün aynını-tıpkı tıpkısına
görmez. Ama kelimelerimiz başkaları
tarafından işitilir,
biz de başka
insanların kelimelerini duyarız. Bir
şey
söylediğimiz zaman başkalarının
da bizim gibi aynı düşünceleri
olduğuna emin olabiliriz. Başka
insanlara gördüklerimizi de söyleyebiliriz. Dil benim görülen
dünyamı başka
insanların düşüncelerinin
içine ulaştırır.
* Bildiklerimizin çoğunu, başkalarından
biliriz, çünkü onlar bize bunu söylemişlerdir.
Bu, her türlü kültürün ve her türlü ilerleminin
şartıdır."
Arnold Gehlen
"Kelimelerle birlikte bir
şeyi
göremeyenler ve kelimelerle bir
şeyi
düşünemeyenler,
dil ile varlık-dünyası arasında bir bağ kuramazlar. Bu nedenle
ancak varlık-dünyasında bir
şey
gören ya da görebilen bir insanın elinde dil ile varlık-dünyası
arasında objektif bir bağ kurabilir. Bu objektifliği kaybeden,
yani varlık-dünyasında bir
şey
göremeyen bir kimse, dili de gelişigüzel
kullanır.
Bir
şeyi
kendi öz dili ile gören ve düşünen
bir insan, o
şeyi
kendi dili ile mutlaka anlatabilir. Bir
şeyi,
düşünülen
ve görülen bir
şeyi,
kendi dili ile anlatamayan bir kimse, ezbere gören ve ezbere düşünen,
yani varlık-dünyasında bir karşılığa
dayanmadan söz söyleyen, yazı yazan kimsedir. Çünkü insan
bir
şeyi
görür ve düşünürken,
dil ile birlikte görür, birlikte düşünür.
Ancak sonradan daha uygun, daha keskin anlatım
şekilleri
aramak söz konusu olabilir.
Düşünme
ile dil, görme ile dil arasında sıkı bir ilişki
vardır. Yaratıcı bir görme, yaratıcı düşünme,
dilde de yaratıcı olur.
Bir insan topluluğunda düşünme
ve görme, bilim ve felsefe, sanat ve teknik yoksul olduğu
ölçüde, dil de yoksuldur. Çünkü böyle bir durumda dilin
varlık-dünyası ile, hayatla olan ilgisi azalır; ve
varlık-dünyasına başka
insan gruplarının düşünüş
ve görüşü
aracılığıyla varılmak istenilir.
Bir insan, varlık-dünyasında peşin
olarak kendi dili ile, kendi gözüyle bir
şeyi
görmeli. Bu göz, ne Arap ve ne Acem gözü olmalı, ne de Frenk
gözü olmalıdır. Bunu başaran
bir insan hiç bir sıkıntı ile karşılaşmaz.
Çünkü dili geliştirecek
kelimecilik değil, dilin taşıyıcısı
olan insanların düşünme
ve görmeleridir. Bir dil ile ne kadar düşünülür
ve ne kadar görülürse, o dil de o ölçüde gelişir;
çünkü görme ve düşünme
ile dilin gelişmesi
arasında bir paralellik vardır.
Dünün aydını Arapça ve Farsça düşünmüş,
dilimize bol sayıda bu dillerden bir çok klişeler
sokmuştur.
Bugünün aydını Fransızca, İngilizce, Almanca düşünmekte,
bundan dolayı da dilimize bu dillerden, özellikle Fransızcadan
yine çok sayıda sözcük sokmaktadır. Ya da dil-ırkçılığı yaparak
sözcük uydurmakta ve yakıştırmaktadır.
Bütün bu yanlış
yollarda yürümeyi önleyebilecek, bütün bu karışıklıkları
ortadan kaldıracak biricik dayanak, düşünme
ve görme bağımsızlığıdır. Her aydına düşen
iş,
bu bağımsızlığı kazanmaktır, yani kendi dili ile düşünmek,
kendi dili ile görmek, düşündüklerini,
gördüklerini kendi dili ile anlatmaktır."
Takiyettin Mengüşoğlu
Dilin resme ilişkisi,
sonsuz bir ilişkidir.
Bunun nedeni, sözcüklerin kusurlu olması ya da görünenle karşılaştırıldıklarında
aşırı
ölçüde uygunsuz olduklarını göstermeleri değildir. Ne dil ne de
resim, birbirinin terimlerine indirgenebilir: ne gördüğümüzü
söylememiz boşunadır;
çünkü, gördüğümüz söylediğimizin içine hiçbir zaman yerleşmiş
değildir. Ve söylediğimizi, imgeler, mecazlar, benzetmeler
kullanarak göstermeye çalışmamız
da boşunadır;
çünkü onların göz kamaştırıcılıklarını
edindikleri mekan, gözlerimizin önümüzde açtığı mekan değil,
sözdiziminin art arda gelen öğelerinin belirlediği mekandır. Ve
bu bağlamda uygun bir ad, sadece bir oyundur ve bize işaret
etmemize yarayan bir parmak sağlar; başka
bir deyişle,
kişinin,
konuştuğu
alandan baktığı alana gizlice geçmesini olanaklı kılar ve bir başka
deyişle
de, sanki eşdeğerliymişler
gibi, birini ötekinin üzerine katlamamızı sağlar."
Michel Foucault
Gördüğümüz, gördüğümüz müdür?
Bu bir pipodur. Mudur?
...çok bildik görüntüleri (imgeleri) göz önüne
sermek, ama bu görüntülerin tanınabilirliği de, "olanaksız",
"akıldışı"
ya da "anlamsız" birleştirmelerle
hemen yıkıma uğratılması ya da tartışılır
hale getirilmesi...
Görülemeyene görünenden daha fazla önem vermek
ya da bunun tersini yapmak için bir gerek yok.
Önemini "kaybetmeyen", görülen ve görülmeyenin
gerçekte çağrıştırdığı
ve belki de gizemi çağrıştıran
düzen içinde "şeyler"i
birleştiren
düşüncenin
ilkece çağrıştırabileceği
gizemdir. René Magritte 23.5.1966
"Sanat, görüneni kopya etmez, görünür
kılar." Paul Klee
"Duyu verilerinin bize objeleri verebilmesi, yani
duyu verilerinin bir
şeyin
vasıfları olarak, bu
şey
ile belli bağlantılar içinde kavranması, anlayış
kabiliyetinin işidir.
Anlayış
kabiliyeti, duyu idraklerinin objesini kavramamızı sağlayan bir
kabiliyettir. "Kavramsız idrak kördür" demek, düşünme
olmasaydı, sadece duyu verileri bize objeyi veremezdi,
demektir. Bize verilen duyu verilerinde bir düzen kuran bağlantı
formları olmasaydı, idraklerimiz "rüya bile olamazdı". Duyu
verileri objektiv bir düzenden yoksun olsaydılar, bazı karışık
rüyalarımızda içine düştüğümüz
karışıklıktan
daha bir
şaşkınlık
içinde kalırdık." Kant (H.Heimsoeth'ın
notlarından)
"Bilinç olayları hep "bir
şey
üzerinde" bilinçtirler. "Bir
şeyi"
görmeden, göremem; "bir
şeyi"
işitmeden,
işitemem;
"bir
şeyi"
düşünmeden,
düşünemem.
Her bilinç her zaman bir konu-, bir nesne-bilincidir, bir
nesneye yönelimdir...
Bilincimizin bağlantı kurduğu
şeyin
var olması gerekmez. Örneğin mitolojik bir hayvan
tasarlayabilirim. Öyleyse bilinç bağlantısı iki var olan
şey
arasındaki bir bağıntı olarak düşünülmemeli.
Burada temel olan: bilinç edimi ile bilinç nesnesidir."
(edim= gerçek olarak var olan) Franz Brentano
(Bedia Akarsu, Çağdaş
Felsefe)