Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi
Güzel Sanatlar Eğitimi Bölümü Resim Anasanat Dalı / bir numaralı atölye ders notları

 
95/96 NOTLARI

Ana Sayfa

görünen dünya
işitilen dünya

 

"Gözün ve görmenin, kendi başına gelişmesi diye bir şey vardır...
 

İnsan her zaman her istediğini göremez...
 

İnsan gözü, kendi gelişmesi içinde, belli bir aşamaya varmadıkça, hiçbir dünya görüşü bir üslup değişikliği ortaya koyamaz" M.Ş. İpşiroğlu - S. Eyüboğlu

 

"Gözle çalışmağa kabiliyetli olmak demek, buna doğuştan yetenekli olmak, ya da olmamak demek değildir. Bazı kimselerin görsel sanatlara karşı tabii bir duyarlıkları vardır. Fakat böyleleri, doğuştan kabiliyetli besteciler kadar nadirdir. Görsel duyarlılık mavi göz, kumral saç gibi ırsiyet yoluyla geçen esrarlı bir istidat değildir. Nasıl, ingilizce konuşma bilgisiyle doğmamışsak, öylece, görme usulü bilgisiyle de doğmuş değiliz. Sadece, nasıl ingilizce konuşulacağını öğrenme yetisiyle doğarız. Tıpkı nasıl görmemiz gerektiğini öğrenme yetisiyle doğduğumuz gibi. İngilizceyi eğitim ve çalışmayla öğrenebiliriz ama, aynı öğrenim metodundan görsel sanatlar için evde veya okulda yararlanamayız. O öğretim usulü olmazsa, konuşacağız diye anlaşılmaz sesler çıkarır ve işitme yoluyla bağıntı kurma gücünü elde edemeyiz. Görsel yolla anlaşma yeteneğimiz de çalışma ve eğitim eksikliğinden aynı derecede etkilenir.

Fakat bu görsel sanatlara karşı ırsiyet yoluyla edindiğimiz duyarlılığı hangi eğitim metodu geliştirebilir? Bunun için önce görmeyi; bakmayı değil, görmeyi öğrenmeliyiz. Bakmakla görmek, gevezelik etmekle konuşmak gibi ayrı şeylerdir. Bakmak demek sadece bir otomobilin çarpmasından korunmak, gazete haberlerini okumak, ya da televizyonda eğlenmek için gözlerimizi dışarı çevirmek demek değildir. Bakmak, hergün yürüdüğümüz sokağın fotoğrafını görünce tanıyamamak, yalnız vitrinlerini görüp binanın içine girememek demektir...

Görme, ancak gayretle elde edilebilecek bir iştir; görmeyi öğrenebiliriz. Önce basit şekilde çevremize bakarak başlar, hergün karşılaştığımız şeyleri inceleyebiliriz. Ancak bir masaya sadece bakacak, nasıl bir şey olduğunu otomatik şekilde algılayarak ondan bir imge elde edecek yerde biçimini incelemeli, masa üstü düzeyine dikey bacakların nasıl bağlandığına, köşelerin nasıl birleştiğine, oymalarına dikkat etmeliyiz. Görmek, gözümüzü alabildiğine açmaktan ibaret de değildir. Asıl gözümüzü neyin üzerinde yoğunlaştıracağımızı düşünmeliyiz. Eğer görmek istiyorsak, gözümüz ve zihnimiz beraber çalışmalı. Nasıl görmek gerektiğini yalnız kitap okumakla öğrenemeyiz. Görmeyi kendimiz görerek öğrenmeye başlarız. Nasıl görmek gerektiğini öğrenmek için, aslında yapacağımız şey, görsel biçimlere kendimizi alıştırmaktır. Bu alışkanlığı, çevremizdeki nesnelerle temas miktarını sürekli şekilde artırarak elde ederiz. Bir öğretmenin veya tenkitçinin gözüyle, yani iğreti olarak görme, bize güvenilir bir alışkanlık, sağlam bir tecrübe vermez. Görsel imgeler dünyasında emniyetli ve içten görüş tecrübe ve bilgisini, yanlız kişisel deneylerimizle sağlayabiliriz.

Nasıl görmek gerektiğini öğrenmek, bir sanatçının tabi olduğu eğitimden farklı değildir. Gerçekte sanatçı bu kabiliyeti kazanmaya başkalarından daha hazır bir zihin yapısıyla doğmuş olabilir, ama o da görsel biçimlerle aynı alışkanlığı kurmak zorundadır. Sanatçı daima çalışmalar ve gözlemler yapar. Doldurduğu kroki defterleri, bu pratik çalışmasının delilleridir. Bir elmayı süratli birkaç çizgiyle göstermek, bir üzüm salkımının yapısını bir fırça vuruşuyla belirtmek doğuştan gelen bir özellik değildir." Bates LOWRY

 

"Görme konuşmadan önce gelmiştir. Çocuk konuşmaya başlamadan önce bakıp tanımayı öğrenir.

Ne var ki başka bir anlamda da görme sözcüklerden önce gelmiştir. Bizi çevreleyen dünyada kendi yerimizi görerek buluruz. Bu dünyayı sözcüklerle anlatırız ama sözcükler dünyayla çevrelenmiş olmamızı hiçbir zaman değiştiremez. Her akşam güneşin batışını görürüz. Dünyanın güneşe arkasını dönmekte olduğunu biliriz. Ne var ki bu bilgi, bu açıklama gördüklerimize uymaz hiçbir zaman. Gerçeküstücü ressam Magritte 'Düşlerin Anahtarı' adlı resminde sözcüklerle görülen nesneler arasında her zaman var olan bu uçurumu yorumlamıştır.

şündüklerimiz ya da inandıklarımız nesneleri görüşümüzü etkiler. İnsanların Cehennem'in gerçekten var olduğuna inandıkları Ortaçağ'da ateşin bugünkünden çok değişik anlamı vardı kuşkusuz. Gene de onlardaki bu cehennem kavramı -yanıkların verdiği acıdan olduğu ölçüde- ateşi her şeyi yutan, kül eden bir şey olarak görmelerinden doğmuştur...

Gene de sözcüklerden önce gelen ve sözcüklerle tam olarak anlatılmayan görme, uyarıcılara karşı mekanik bir tepkide bulunup bulunmama sorunu değildir. (Görme eylemi, ancak gözün retinasını ilgilendiren sürecin küçük bir bölümünü alırsak böyle tanımlanabilir.) Yalnızca baktığımız şeyleri görürüz. Bakmak bir seçme edimidir. Bu edimin sonucu olarak gördüğümüz nesne -her zaman elimizle dokunabileceğimiz bir nesne anlamında olmasa da- ulaşabileceğimiz bir alana getirilmiş olur. İnsanın bir şeye dokunması demek, kendisini o şeyle ilişkili bir duruma sokması demektir. (Gözlerinizi kapayın, odada dolaşın, dokunma duygusunun durağan, sınırlı bir görme biçimine dönüştüğüne dikkat edin.) Tek bir nesneye değil, nesnelerle aramızdaki ilişkilere bakarız her zaman. Görüşümüz sürekli olarak canlıdır, hareketlidir; her şeyi çevresindeki bir çember içinde tutar; bulunduğumuz durumda bizim için orada var olabilecek herşeyi gösterir bize.

Bir şeyi gördükten hemen sonra, aynı zamanda kendimizin görülebileceğini de farkederiz. Karşımızdakinin gözleri bizimkilerle birleşerek görünenler dünyasının bir parçası olduğumuza bütünüyle inandırır bizi.

Karşıdaki tepeyi gördüğümüzü kabul edersek o tepeden görüldüğümüzü de kabul etmemiz gerekir. Görüşün iki yanlılığı konuşmanın iki yanlılığından daha baskındır. Çoğu zaman karşılıklı konuşma bu görme-görülme işlemini dile getirme çabasıdır. 'Sizin herşeyi nasıl gördüğünüz'ü benzetmeyle ya da doğrudan açıklama çabanızla, 'onun herşeyi nasıl gördüğü'nü anlama çabanızdır."  John BERGER

 

 

"Görünen dünya da bizim kendi faaliyetlerimizin sonucudur. İşitilen dünya da aynı şekilde bizim kendi faaliyetlerimizin bir sonucudur.

* Dil dışarıya çevrilmiştir ve başlıca da görünen dünyaya yönelmiştir.

* Şeyleri kelimelerle düşündüğümüzden, var olsunlar olmasınlar, görülsünler görülmesinler, her çeşit şeyleri düşünebiliriz.

* Geçmişteki ve gelecekteki şeyleri düşünebiliriz ve bunlar üzerinde konuşabiliriz. Keza mekan bakımından pek uzak olan şeyler üzerinde de konuşabiliriz. Zaman ve mekanı bize açan sadece dildir.

* Konuşma ve düşünmede görülür dünyanın doğrudan doğruya olan tesirinin yükünden kurtuluruz, ve geçmişteki, ve uzaktaki şeylerden bahsederiz.

* Görmek subjektiv bir olgudur. Bir başka insan, mekanın bir başka yerinde durduğundan, benim gördüğümün aynını-tıpkı tıpkısına görmez. Ama kelimelerimiz  başkaları tarafından işitilir, biz de başka insanların kelimelerini duyarız. Bir şey söylediğimiz zaman başkalarının da bizim gibi aynı düşünceleri olduğuna emin olabiliriz. Başka insanlara gördüklerimizi de söyleyebiliriz. Dil benim görülen dünyamı başka insanların düşüncelerinin içine ulaştırır.

* Bildiklerimizin çoğunu, başkalarından biliriz, çünkü onlar bize bunu söylemişlerdir. Bu, her türlü kültürün ve her türlü ilerleminin şartıdır." Arnold Gehlen

 

 

"Kelimelerle birlikte bir şeyi göremeyenler ve kelimelerle bir şeyi düşünemeyenler, dil ile varlık-dünyası arasında bir bağ kuramazlar. Bu nedenle ancak varlık-dünyasında bir şey gören ya da görebilen bir insanın elinde dil ile varlık-dünyası arasında objektif bir bağ kurabilir. Bu objektifliği kaybeden, yani varlık-dünyasında bir şey göremeyen bir kimse, dili de gelişigüzel kullanır.

Bir şeyi kendi öz dili ile gören ve düşünen bir insan, o şeyi kendi dili ile mutlaka anlatabilir. Bir şeyi, şünülen ve görülen bir şeyi, kendi dili ile anlatamayan bir kimse, ezbere gören ve ezbere düşünen, yani varlık-dünyasında bir karşılığa dayanmadan söz söyleyen, yazı yazan kimsedir. Çünkü insan bir şeyi görür ve düşünürken, dil ile birlikte görür, birlikte düşünür. Ancak sonradan daha uygun, daha keskin anlatım şekilleri aramak söz konusu olabilir.

 

şünme ile dil, görme ile dil arasında sıkı bir ilişki vardır. Yaratıcı bir görme, yaratıcı düşünme, dilde de yaratıcı olur.

 

Bir insan topluluğunda düşünme ve görme, bilim ve felsefe, sanat ve teknik yoksul olduğu ölçüde, dil de yoksuldur. Çünkü böyle bir durumda dilin varlık-dünyası ile, hayatla olan ilgisi azalır; ve varlık-dünyasına başka insan gruplarının düşünüş ve görüşü aracılığıyla varılmak istenilir.

 

Bir insan, varlık-dünyasında peşin olarak  kendi dili ile, kendi gözüyle bir şeyi görmeli. Bu göz, ne Arap ve ne Acem gözü olmalı, ne de Frenk gözü olmalıdır. Bunu başaran bir insan hiç bir sıkıntı  ile karşılaşmaz. Çünkü dili geliştirecek kelimecilik değil, dilin taşıyıcısı olan insanların düşünme ve görmeleridir. Bir dil ile ne kadar düşünülür ve ne kadar görülürse, o dil de o ölçüde gelişir; çünkü görme ve düşünme ile dilin gelişmesi arasında bir paralellik vardır.

 

Dünün aydını Arapça ve Farsça düşünmüş, dilimize bol sayıda bu dillerden bir çok klişeler sokmuştur. Bugünün aydını Fransızca, İngilizce, Almanca düşünmekte, bundan dolayı da dilimize bu dillerden, özellikle Fransızcadan yine çok sayıda sözcük sokmaktadır. Ya da dil-ırkçılığı yaparak sözcük uydurmakta ve yakıştırmaktadır. Bütün bu yanlış yollarda yürümeyi önleyebilecek, bütün bu karışıklıkları ortadan kaldıracak biricik dayanak, şünme ve görme bağımsızlığıdır. Her aydına düşen iş, bu bağımsızlığı kazanmaktır, yani kendi dili ile düşünmek, kendi dili ile görmek, düşündüklerini, gördüklerini kendi dili ile anlatmaktır." Takiyettin Mengüşoğlu

 

Dilin resme ilişkisi, sonsuz bir ilişkidir. Bunun nedeni, sözcüklerin kusurlu olması ya da görünenle karşılaştırıldıklarında aşırı ölçüde uygunsuz olduklarını göstermeleri değildir. Ne dil ne de resim, birbirinin terimlerine  indirgenebilir: ne gördüğümüzü söylememiz boşunadır; çünkü, gördüğümüz söylediğimizin içine hiçbir zaman yerleşmiş değildir. Ve söylediğimizi, imgeler, mecazlar, benzetmeler kullanarak göstermeye çalışmamız da boşunadır; çünkü onların göz kamaştırıcılıklarını edindikleri mekan, gözlerimizin önümüzde açtığı mekan değil, sözdiziminin art arda gelen öğelerinin belirlediği mekandır. Ve bu bağlamda uygun bir ad, sadece bir oyundur ve bize işaret etmemize yarayan bir parmak sağlar; başka bir deyişle, kişinin, konuştuğu alandan baktığı alana gizlice geçmesini olanaklı kılar ve bir başka deyişle de, sanki eşdeğerliymişler gibi, birini ötekinin üzerine katlamamızı sağlar." Michel Foucault

 

 

 Gördüğümüz, gördüğümüz müdür?

 Bu bir pipodur. Mudur?

 

 ...çok bildik görüntüleri (imgeleri) göz önüne sermek, ama bu görüntülerin tanınabilirliği de, "olanaksız", "akıldışı" ya da "anlamsız" birleştirmelerle hemen yıkıma uğratılması ya da tartışılır hale getirilmesi...

 

 Görülemeyene görünenden daha fazla önem vermek ya da bunun tersini yapmak için bir gerek yok.

 Önemini "kaybetmeyen", görülen ve görülmeyenin  gerçekte  çağrıştırdığı ve belki de gizemi çağrıştıran düzen içinde "şeyler"i birleştiren düşüncenin ilkece  çağrıştırabileceği gizemdir. René Magritte 23.5.1966

 

 

"Sanat, görüneni kopya etmez, görünür kılar." Paul Klee

 

 

"Duyu verilerinin bize objeleri verebilmesi, yani duyu verilerinin bir şeyin vasıfları olarak, bu şey ile belli bağlantılar içinde kavranması, anlayış kabiliyetinin işidir. Anlayış kabiliyeti, duyu idraklerinin objesini kavramamızı sağlayan bir kabiliyettir. "Kavramsız idrak kördür" demek, düşünme olmasaydı, sadece duyu  verileri bize objeyi veremezdi, demektir. Bize verilen duyu verilerinde bir düzen kuran bağlantı formları olmasaydı, idraklerimiz "rüya bile olamazdı". Duyu verileri objektiv bir düzenden yoksun olsaydılar, bazı karışık rüyalarımızda içine düştüğümüz karışıklıktan daha bir şaşkınlık içinde kalırdık."      Kant   (H.Heimsoeth'ın notlarından)

 

 

"Bilinç olayları hep "bir şey üzerinde" bilinçtirler. "Bir şeyi" görmeden, göremem; "bir şeyi" işitmeden, işitemem; "bir şeyi" düşünmeden, düşünemem. Her bilinç her zaman bir konu-, bir nesne-bilincidir, bir nesneye yönelimdir...

Bilincimizin bağlantı kurduğu şeyin var olması gerekmez. Örneğin mitolojik bir hayvan tasarlayabilirim. Öyleyse bilinç bağlantısı iki var olan şey arasındaki bir bağıntı olarak düşünülmemeli. Burada temel olan: bilinç edimi ile bilinç nesnesidir."   (edim= gerçek olarak var olan)     Franz Brentano  (Bedia Akarsu, Çağdaş Felsefe)