ders BELGELİĞİ
desen
yazıları
ders
BELGELİĞİ kapsama alanında öğrenci araştırma yazıları
|
dy
1 Ana
Sayfa |
dy 1. sayı, haziran 2004 |
Armonik Düşünceler
Taç Bafra Demirci
2002-2003 2. sınıf desen
Özgün Baskı dB ©
An ve diğer an ya da düşüş. Her
anımız bir yalpalama ve düşüşle tamamlanır. Düşüncelerimiz,
varlığın yoğun ve soğurucu yok ediciliği karşısındaki
devinimimizin ispatıdır. Fiziksel bir düşüş değil,
bahsettiğimiz. Her ne kadar biz, her türlü kavramı zihnimizde
oluşturduğumuz fiziksel bir dönüşümle, anlaşılabilir formada
soksak da burada bahsedilen düşüş, böyle bir düşüş değil.
Kesintiye uğrayan bir oluşumun ya da düşünme düzleminin boşlukta
çizdiği, belki bir kavis duraksa, bir enerji yitimi ya da güç
kaybı bir çeşit duraksama, beraberinde acıyı, buhranı getiren
bir med-cezir. Ve her yeni an, bir öncekinin elinden bir şeyler
çekip alır ve yaşama dair izler, sağa sola savrulur. Yaşam
karşısında duyduğumuz garip ıstırabın tek sorumlusu belki de
bunlardır. Uyku ile uyanıklık arasında yaşadığımız o ani
düşüşler. Sarı renge baktığımızda zihnimizi uyaran ve bizi
uçurumun kenarına yaklaştıran his, sonra hep bir başka düşüş.
Düşmeyi istemeseniz de düşmeme şansınız yoktur. Desen çalışırken
sanırım bu düşme hissinden kurtuluyorum. Çünkü, her çizgide
kalemin ucuna bıraktığım her iz, anın sorgulayan kıyıcılığının
acısını azaltıyor, çünkü kendim ile kurduğum iç iletişimi
avuçlarımın arasından kayıp gitmesine engel olabiliyorum.
Dünyadan uzaklaşıyorum belki, ama kendimle alışverişim artıyor.
Bana sorarsanız, düşmeden sonra yaşanan travmanın izleri,
desenimdeki dokular. Travmadan sonra, belki kısa bir dinlenmede
çıkan istikrarlı bir an parçasının yakalanışı. Peki kimse
hissetmiyor mu düşüşleri? Hissedenler tanımlıyorlar mı
yeterince? Tanrım ne kadar yalnızım, hepimizi milyarlarca kere,
milyarlarca anın içine hapsettin ve birbirimizi yaşayamadan ölüp
ölüp gidiyoruz. İşte şimdi Edvard Munch’un resmini, ‘Çığlık’
resmini görüyorum. İnsanlarla, olaylara sanat eserlerinin
gözünden bakan bir düşünce yapısı henüz bahsedildi mi
bilmiyorum. Zihninizin derli toplu çalıştığı bir anda, rafta
dizili irili ufaklı eşyalar görmek ya da büyüyüp, kocaman olup
gitmek istediğinizde servi ağaçlarıyla, göllerle dolu bir resim
görmek. Bir insanda empresyonistlerin fırça dokunuşlarını
hissetmek, dışarıdaki azgın, bozguncu dünyanın varlığını
hissettiğiniz bir anda, bir film karesinde gördüğünüz bir resim
atölyesine sığınmak. Düşüncelerinizi ayıklayabildiğiniz tek yer
sanatın kollarıysa, sizi hazcı, garip bir köle görenlere,
yaşadığınız her anı bir hediye paketi haline getirip vermeye
çalışmanın saçma gerilimini yaşamak kadar gülünç bir şey olamaz.
Garip ve sanrılı bir şey, bu
hayat ve bu gezegende yapılabilecek en akıllıca şey kimisine
göre sanat. Bu gezegenin firarcıları elbette ki sanatçılar. El
pençe divan durduğumuz ise biçim tarlalarındaki korkuluklar. Ya
bu koyu buraya olmadıysa burada yeşili biraz arttırmalı. Şuraya
biraz derinlik, biraz gölge. Klasik sanatın bu yönünü
sevmiyorum. Bir şeyi tam anlamıyla görünür ve anlaşılabilir
kılmak. Bu ne safsata, bu ne temelsiz, köksüz şey. Şeytanın sol
bacağındaki yarayı yalamak gibi bir şey. Ne yazık ki bu
gezegende, an denen şeyin kırılması yok edilmesi,
dönüştürülmesi, değiştirilmesi, Matrix filmindeki gibi ikiye
bölünmesi, sürüklenmesi, simgeleştirilmesi, anlatılması,
yakalanması, saklanması, ayrıştırılması, değiştirilmesi, geriye
alınması, yok edilmesi mümkün değil. Bu imkansızlıklar içinde
düş kuran insanın, gerçek sanatı keşfi. Çünkü zaten bizler hep
imkansızlıklarla çelişerek kurduk bütün sarayları. Yokuz, hiçiz,
şöyleyiz, böyleyiz diye değiştirdik, dünyanın rengini, maviden
griye. Ve şimdi nefes alma şansı bile vermek istemiyoruz
birbirimize, hani yoktuk, hiçtik, kulduk. Ne varoluşçuluğumuz
kaldı ne Müslümanlığımız, ne Yahudiliğimiz, giydiğimiz,
çıkardığımız elbisenin sayısını unuttuk. Kaza süsü vermeye
çalıştığımız bir sona doğru koşuyorsak eğer, anın içinden
çıkarıp çıkarıp gösterdiğimiz yılan başımızı bir kaplumbağanın
kabuğunun içine saklanışındaki telaşla içeri çekişimizi, sonra
bu çok ağır gibi gelen ama son sürat yarışımızı. İçindeki ağır,
devingen, dış dünyadan beslenmedikçe çıldırıp yok olmaya mahkum
yetersiz, puslu, bulanık ruhlarımızı, başkalarının bizde olup
da, başkalarında olmayan şeyleri düşünüp, zevkten sarhoşlaşarak
geçirdiğimiz anlarımızı, beyin diye taşıdığımız zavallı et
parçasının, o kainata sığdıramadığımız küçük burjuva
bedenlerimizi, sahte mutlu sohbet masalarının, zamanın içine
yayıp durmaya çalıştığımız gerzek
mutluluklarımızı. Arkasına sığınmaktan hiç utanmadığımız
yoksunluklarımızı. Ve her an satmaya hazır ve nazır
beklediğimiz dostlarımızı. Ya ben körüm ya da bir rüyadayım. Her
şeyin üstüne bir etiket yazma alışkanlığımızı unuttum. Ya
gördüklerim sahte ya da lağım akan bu sokaklarda gül kokusu
alanların her biri bir filozof, ben ağzı bozuk bir yobazım. Ya
da sadece çok üzülüyorum ve hırsımı neyden alacağımı
bilemiyorum. Ne derdim var, ne tasam, duyarsızlık, vurdum
duymazlık deseniz, bende fazlasıyla var. Bir kağıt parçasının
başında unutabiliyorsam her şeyi, bir kağıt parçasının üstünde
dolaşabiliyorsam kendimi ve tüm dünyayı, ne kadar sahteyim artık
bunu anlatmaya, kendi adıma utanırım. İnsanın bu derin
sahtekarlığıyla başa çıkabilen, gerçek insandır. Ben bunu
yapamıyorum, kendiminkiyle bile bazen zor başa çıkıyorum. Bütün
bunlara, ister dışavurum deyin ister safsata, bu adada benim
için tek güzel şey var; anın içinde nefes alan sezgilerim. Bir
yudum sudan aldığım ders, günün içinden kopup gelen sakin bir an
parçası.
Ve öyle bir andan...
Dışavurum bir gösterme
biçimidir. Anın taslaklarını yakalama biçimidir. Yalınlaştırma
esasına dayanır ama. Suje etrafı ile kurduğu ideolojik, ahlaki,
etnik, dini, çevresel ve hatta bedensel bağlardan yalıtıldığı
zaman adeta kendi saf nitelikleriyle, paradokslarıyla,
alışkanlıklarıyla, duygu dünyasındaki izlerle, aklının aldıkları
ve almadıklarıyla baş başa kalır. İç aleminin gösterdiği ve
göstermediği oyunları, şaşırtmacaları, varları, yokları,
zihninin takıldıkları, takıntıları. Ve elbette bunların içinden
şekillenmiş biçim, form ve belki renk anlayışı. Ya da
dışavurumcu gerçekten bunu yapabilmesine imkân olmasa da sanki
böyle bir şey varmışçasına kendini şartlandırır ve yaratma
denizine kendisini atar ve kulacını bu esasa göre ayarlamaya
çalışır. Bu aşamadan sonra dışavurumcunun başlangıçta bir kimlik
karmaşası ya da benzeri bir zorluk yaşaması mümkündür. Kontrollü
dışavurum mümkün değildir. Ancak buradan elde edilecek
anahtarlar ve ipuçlarıyla bu işte bir çeşit üslup arayışı ve yol
çizme mümkün olacaktır. Dışavurum bir çeşit keşif yolculuğudur.
Bireyin sonsuz olmadığının farkına varmasını sağlar. Yani içinde
kimi düşünürlerin dediği bir başka ben var mıdır yok mudur?
Dışavurumcu bunun cevabını çoğu zaman bu şekilde arar, kendisine
ait esas bilgileri elde ettikten sonra yapacağı işlerde yeni bir
meleke kazanmıştır. Aklı ile ruhunun kesiştiği noktalarda neler
olmaktadır. Akıl ile ruh hangi durumlarda önceliklerini
sorgulamaktadır. Ve bunun göstergelerini bulur. Bu noktada ne
olduğunu anlar ama farkında olmadan izlediği yöntemleri daha zor
koşullara dayanmasını gerektirir. Bu, her zaman daha fazla acı,
zaman kaybı ve zorlanmadır.Bu acı, zaman kaybı ve zorlanma bana
doğuluların arınma yöntemlerine ulaşmanın ötesinde bir tavır
gibi geliyor. Çünkü çok daha fazla yüzleşmeyi, yalnız kalmayı,
hatta horlanmayı gerektirir. Batılı insanın bu işi böyle
yapmasına hiç şaşmamalı. Kıtaları sömürmeyi bu kadar iyi başaran
bir türün kendine yönelik bu sömürmeci tavrı dikkate değer.
Doğulu gibi, ‘bir ben var, ben de benden içeri’ deyip işin
içinden çıkmamış. Göğüs kafesini sıyırıp, uçmak isteyen duanın
tam tersine neşteri atıp, elini böğrüne sokmak gibi bir şey bu.
Ve sükutu hayale uğramak. Dışavurumcuların resimleri soğuk ve
sevimsizdir. Dallı güllü, ağaçlı, börtü böcekli uzak doğu
sanatı, ağdalı, ağır, tasvirci, örtülü Arap sanatı, fantastik,
garip uydurma tatlar taşıyan Hint sanatı, Mısırlının Tanrı
kavramında keşfettiği geometrisi ve karşısında ille de salt akıl
diyen Batı. Neşteri böğrüne atıp, içeride ne buldu dersiniz.
Bireyin sonsuz olmadığını buldu belki, belki kişiden kişiye
değişir bunun gerçeği...
İki denizim var
Biri dalgalı öteki derin
Biri karanlık öteki aydınlık
Dalgalı olanda yorgunum
Derin olanda yalnız
Karanlık olanda mutluyum
Aydınlık olanda çocuk
İki yolum var
Biri uzun öteki kısa
Uzun olandan umutluyum
Kısa olanı seçmem
Onurluyum
İki rengim var
Biri sarı öteki mavi
Sarıda korkuyorum
Mavide uyuyorum
İki kalbim var
Biri gerçek öteki sahte
Gerçek olanla dostum
Sahte olanla arkadaş
İki dünyam var
Biri kolay öteki zor
Zor olan benim
Kolay olan ise sizin
KAYNAKÇA
BERGER, John: Görme Biçimleri,
Metis Yayınları, İstanbul, 1996.
HANÇERLİOĞLU, Orhan: Felsefe
Sözlüğü, Remzi Kitabevi, İstanbul,1993.
İPŞİROĞLU, Nazan:
Resimde Müziğin Etkisi, Remzi Kitabevi,
İstanbul,1994.
KLOSSOWSKI, Pierre:
Nietzsche ve Kısırdöngü,
Altıkırkbeş Yay., İstanbul, 2000.
ÖZTOPÇU, H.
Avni: Doksanbeş – Doksanaltı Notları, H62, İstanbul,
2002
|
|