Henri Wölflin’in Sanat Tarihinin
Temel Kavramları adlı kitabının girişinde, bir peyzaj karşısında
üç ressamın resim yapmasını anlatıyor. Sonra üç resme baktığımız
zaman (aynı peyzaj karşısında olmalarına karşın) farklı üç resim
ortaya çıktığını görüyoruz. O zaman burada şunu söylüyoruz;
herkes aynı şeye bakıyor ama gördükleri şey, farklı şeyler.
Acaba gördüklerini farlı şeyler olarak mı yorumlamak lazım; ya
da orada söylemek istedikleri farklı şeyler mi var?
Belki “gördüğümüz gördüğümüz
müdür?” den ötesi, gördüğümüzü aynı şekilde dillendiriyor muyuz?
Yoksa farklı şekillerde mi dillendiriyoruz? Ya da farklı
sonuçlara mı ulaşıyor; yoğunlaşıyoruz aynı zamanda. Ve sonuç
itibariyle de, eğer düşünen bir kafa, araştıran bir kafaya
sahipsek hiçbir zaman gördüğümüzle yetinmiyoruz. O, biraz da
sıradan insanların ya da vasat yaşamın ürünü olan bir bakış
açısı. Söylediğimiz analitik bir kafa, her görüntünün ötesindeki
anlamları keşfetmeye çalışır. Bunlar yüzyıllar içerisinde,
zamanlar içerisinde farklı toplumlar da farklı geleneklerde
değişiyor olabilir ama sonuçta gördüğümüzün, anlamını aramak ve
yakalamak gibi bir derdimiz var. Onu anlamlandırabilmek için de
belli bir dile dönüştürebilmek, bir felsefe diline, belli bir
resim diline, belki de bir heykel diline dönüştürebilmekle
ilgili bir yaklaşıma ihtiyacımız var.
Sel Yayıncılık’tan bir kitap
çıktı. Raymont Queneou’nun Biçem Alıştırmaları. Sadece bir sahne
var. Birisini bekliyor…. Gibi. Böyle bir şey. Çok küçük
metinlerle öykü anlatıyor diyelim. Aynı şeyi belki otuz kez
anlatıyor. Ama hiç birisi aynı değil; müzik diliyle anlatıyor,
resim diliyle anlatıyor ama aynı şeyi anlatıyor. Oysa, o sahneyi
biz gözle izleseydik ya da bir sinema diliyle izleseydik; kamera
durağı gösteriyor, orda otobüs durağı var, orda bekleyen bir
insan geçiyor ama görüntü hep aynı ve yazar orda çok güzel bir
şey yapmış; Aynı sahneyi, çok farklı çeşitlerde sürekli
anlatıyor ve hiç birisi bir birine benzemiyor.
dB: Bu anlatış şekliyle mi
alakalı, yoksa okuyanın bakışıyla mı?
Orda bir “dil” var bence. Yani;
“yazı dili” bir yaratma eylemi. Sözcükleri yan yana getirmek,
farklı bir cümle kuruluşu; bende, farklı çağrışımlar ve farklı
imgelerin oluşmasına neden oluyor. Oysa orada anlattığı aynı
şey. Orda dili kullanırken; (-di li geçmiş zamanı kullanıyor, -miş
li geçmiş zamanı kullanıyor ya da gelecek zamanı kullanıyor.)
Görüntü aynı olmasına karşın zaman farklılıklarını
kullandığında, bu kez gördüğümüz şey anı şey olmuyor.
dB: Bakan kişiyle de alakalı.
Herkes farklı baktığı için farklı anlıyor.
Çok klasik bir öykü vardır.
Bardağın yarısında su var, yarısında su yok. İşte mutluysanız
“Aa! Ne güzel bardağın yarısında su var” diyorsunuz.
Mutsuzsanız; “Bardağın yarısında su yok” diyorsunuz. Oysa aynı
şeyi görüyorsunuz ama sizin o andaki psikolojiniz farklı
tanımlamalar yaptırıyor.
Demek ki, gördüğümüz şeyin
gördüğümüz şey olup olmamasını belirleyen nedenlerden bir tanesi
de, psikolojik durumumuz diyebiliriz. Hatta, farklı yorumları
beraberinde getirecektir diye de söyleyebiliriz.
Yükselen gökdelenlerin etrafındaki
gecekondulara baktığımız zaman; bir mimarın orada görmüş olduğu
şey, başka bir şeydir. İki mimari (daha doğrusu gecekonduya
mimari denilebilir mi?) arasındaki fark ve zıttı ile ilgili bir
şey söyleyecektir. Bir kentleşme, şehircilik uzmanı çok farklı
bir şey söyleyecektir. Bir sosyolog toplumsal açıdan irdeleyerek
çok farklı bir şey söyleyecektir. Bir politikacı, sınıflar
arasındaki zıtlıklardan kaynaklanan çok farklı bir şey
söyleyecektir. Belki bir ressam iki zıtlığı bir arada gördüğü
için “Aa! Ne güzel çarpıcı bir tablo yapabilirim” diyecektir.
Tiyatronun farklı alanlarında,
işte diyelim ki kabare yapan bir tiyatrocuyla, epik tiyatro
yapan bir başka birisi de oradan yola çıkarak çok farklı bir şey
söyleyecektir. Ama gördüğümüz aynı şeydi, ya da görüntü aynıdır
ama ona yüklediğimiz anlamlar bizim hangi disiplin ile
yakalaştığımıza, felsefemize, o andaki psikolojik durumumuza,
yaşayış tarzımıza, toplumsal olarak hangi konumda olduğumuza…
vb. bağlıdır diyebiliriz.
Bir oyun çemberine ya da bir
bisiklete baktığımız zaman aynı şeyleri görür müyüz? Nesnel
olarak belki gördüğümüz şeyin aynısı olduğunu söyleyebiliriz ama
büyük olasılıkla adlandırırken o yaşla ilgili yaklaşımlarımız ve
o nesneden beklentilerimiz, onu kullanma şeklimiz her halde onu
adlandırma ya da görme şeklimizi belirleyecektir.
Belki, bir ilköğretim çağındayken
bizim için bir oyuncak olan o bisiklet, üniversite
öğrencisiyken, (Türkiye’de çok fazla kullanılan bir şey değil
ama yurt dışında çok kullanılan bir şey.) okula gidip gelmenizi
sağlayan araç-gereç olacaktır. 35-40’ından sonra sağlıklı
kalabilmek için günde bir saat kullandığımız bir yol aracı
olarak düşünmemize neden olacaktır. 60’nızda da tavan arasında,
torunlarınızı “İşte çocukluğumda ben bu bisiklete biniyordum”
diyerek göstereceğiniz bir anı nesnesine dönüşecektir.
Bir de şu var; zamanla egemen olan
felsefenin değişmesi ve o felsefelerin yaklaşımının da getirmiş
olduğu bir anlamlandırma olayı var. Örneğin, çok yakın bir
zamana bakarsak, belki 50’li yılların felsefe yaklaşımıyla
bakmış olsaydık, daha çok varoluşçuların yaklaşımıyla şeyleri
adlandıracaktık. Gördüğmüz şey bir nesne ya da toplumsal bir
olay olabilir. 60’lı yıllarda hakim olan şey nedir? O bakış
açıları içerisinde görecektik. 7/’li, 8/’li yıllardan sonra
biraz Adorna gibi, belki biraz Delauzua gibi; belki biraz Quatri
gibi bakmaya yönelecektik. Bunu belirleyen biraz da yaşadığımız
andaki bizim duruşumuz; felsefi yaklaşımlarımız ve
kimliklerimiz. Dış dünyanın ya da entelektüel dünyanın bize
yüklemiş olduğu verilerin taktırmış olduğu gözlükler. O da bizi
ister istemez, o nesnelere gördüğümüzün ötesinde farklı bir
bakış açısı, farklı anlamlandırmayı da beraberinde getiriyor.
Bun bir de dile dönüştürmeyi düşündüğümüz zaman; öykücüsünüz,
şairsiniz, ressamsınız, heykeltıraşsınız. İster istemez de
toplumsal bir varlık olarak, şeyleri farklı görmenizi, farklı
yorumlamanızı da beraberinde getiriyor.
dB: Kişilerin zaten yaşayış
tarzları, kültürleri de buna etkendir aynı zamanda toplumsal
olarak baktığımız zaman her kültürde farklı bir yaklaşımla bunu
anlamlandırabilirler. Doğudaki bir kişiye söylediğimiz zaman
gördüğünü farklı anlamlandıracaktır. Batıdan bir kişiye
sorduğumuz zaman da… çünkü her tarafın kendine göre kültürel
yaşayış değerleri var. Sonuçta onlarda kendilerine göre bir
anlam yükleyecektir, aynı şeye bakmalarına rağmen.
Evet. Burada istersek inançlar
meselesine girelim. Yani farklı inançlar… örneğin, bir
Hristiyanın haç’a ya da bir kiliseye bakışıyla İslami bir inanç
içerisindeki olan bir insanın aynı nesnelere bakışı aynı
olmayacaktır. Ya da diyelim ki, İslami inanç taşıyan birisi için
Kuran-ı Kerim ya da bir seccade, ya da 99’luk bir tespih farklı
anlamlar içeriyorken; öbürü için aynı anlamları içermeyecektir.
Gördüğümüz şeyin aynı anlamları olmasına karşın inançlarımız ona
farklı değerler, anlamlar yükleyecek hatta farklı davranışlar
geliştirmemize neden olacaktır.
dB: Burada kişinin bulunduğu zaman
da etkili diyebilir miyiz?
Şamanist dönemde yaşayan
insanların, aya, yağmura, şimşeğe, bükük bir ağaca yüklediği
anlamlarla, günümüzde bizim baktığımız bakış açısıyla (Doğulu ya
da Batılı olarak ) farklı bir inançla aynı şeyleri görmemiz,
hissetmemiz mümkün değil. Aynı davranışları geliştirmemiz de
mümkün değil. Örneğin, benim çocukluğumda aya baktığımız zaman,
(kenar mahalleydik, şehrin dışındaydı evimiz, dedemizle beraber
ay ışığının altında otururduk.) ay gösterilirdi: Ayın kaşını,
gözünü bulmaya çalışırdık ve çocuklar arasında, duamıydı yoksa
halkın ürettiği bir tekerleme miydi? “Ay gördüm Allah, amentü
billah. Ne günahım varsa, affet Allah” diyorduk. Ayı
gösterdiğimiz zaman da parmağımızı ısırıyorduk. Zannediyorum
ortaokulda öğrenciydim. Ay’a Amerikalı astronotların indiğinde;
bir anda ayın büyüsü bozuldu. Mahallede türbenin etrafında
oturan ihtiyarlar, İstiklal Savaşı’nın gazileriydiler, kendi
aralarında konuşuyorlardı küfürlü bir şekilde; “gavurların bizi
kandırdığını”, halbuki 3 km ötede Kandil tepe diye küçük bir
tepe vardı. “Kandil tepenin arkasına indiler aya gittik diye
bizi kandırıyorlar” diyorlardı. Halbuki bunlar savaşa
katılmışlar, kilometrelerce uzağa gitmişler ama uzaklık
kavramları da o kadardı. Dolayısıyla ayın aynı olduğunu
söyleyemeyiz. Eğer burada, zaman anlamında düşünecek olursak,
toplumsal koşullar bugün eğer bizim yaşadığımız koşullara
benziyorsa, orta Anadolu’nun herhangi bir bozkırında, Doğuda
Güneydoğu’da eminim ki oradaki çocuklarda hala “Ay gördüm amentü
billah… “ diyorlardır.
Aynı zamanda farlı bir sosyal
kesimde ve başka bir yerde yaşıyorsak, başka bilimsel verilerle
karşılaşmış çağdaş bir eğitim alıyorsak artık bizim için Ay,
sonsuz, uzaydaki; minnacık bir gezegenin etrafında dönen bir
parçasıdır.
Röportaj
Tarihi:
27 Mayıs 2005
ders
BELGELİĞİ katılımcıları:
Azime Bülbül, Deniz Çelikten,
Fatma Karaoğlu, Ayşenur Küçük, Ayşın Sal