ders BELGELİĞİ

desen yazıları
ders BELGELİĞİ kapsama alanlı yazısal çalışmalar.

dy 2 Ana Sayfa

 dy 2. sayı, aralık 2005


“Herkes aynı şeye bakıyor ama gördüklerimiz farklı…”

İbrahim Çiftçioğlu
dB ©


Henri Wölflin’in Sanat Tarihinin Temel Kavramları adlı kitabının girişinde, bir peyzaj karşısında üç ressamın resim yapmasını anlatıyor. Sonra üç resme baktığımız zaman (aynı peyzaj karşısında olmalarına karşın) farklı üç resim ortaya çıktığını görüyoruz. O zaman burada şunu söylüyoruz; herkes aynı şeye bakıyor ama gördükleri şey, farklı şeyler. Acaba gördüklerini farlı şeyler olarak mı yorumlamak lazım; ya da orada söylemek istedikleri farklı şeyler mi var?

Belki “gördüğümüz gördüğümüz müdür?” den ötesi, gördüğümüzü aynı şekilde dillendiriyor muyuz? Yoksa farklı şekillerde mi dillendiriyoruz? Ya da farklı sonuçlara mı ulaşıyor; yoğunlaşıyoruz aynı zamanda. Ve sonuç itibariyle de, eğer düşünen bir kafa, araştıran bir kafaya sahipsek hiçbir zaman gördüğümüzle yetinmiyoruz. O, biraz da sıradan insanların  ya da vasat yaşamın ürünü olan bir bakış açısı. Söylediğimiz analitik bir kafa, her görüntünün ötesindeki anlamları keşfetmeye çalışır. Bunlar yüzyıllar içerisinde, zamanlar içerisinde farklı toplumlar da farklı geleneklerde değişiyor olabilir ama sonuçta gördüğümüzün, anlamını aramak ve yakalamak gibi bir derdimiz var. Onu anlamlandırabilmek için de belli bir dile dönüştürebilmek, bir felsefe diline, belli bir resim diline, belki de bir heykel diline dönüştürebilmekle ilgili bir yaklaşıma ihtiyacımız var.

Sel Yayıncılık’tan bir kitap çıktı. Raymont Queneou’nun Biçem Alıştırmaları. Sadece bir sahne var. Birisini bekliyor…. Gibi. Böyle bir şey. Çok küçük metinlerle öykü anlatıyor diyelim. Aynı şeyi belki otuz kez anlatıyor. Ama hiç birisi aynı değil; müzik diliyle anlatıyor, resim diliyle anlatıyor ama aynı şeyi anlatıyor. Oysa, o sahneyi biz gözle izleseydik ya da bir sinema diliyle izleseydik; kamera durağı gösteriyor, orda otobüs durağı var, orda bekleyen bir insan geçiyor ama görüntü hep aynı ve yazar orda çok güzel bir şey yapmış; Aynı sahneyi, çok farklı çeşitlerde sürekli anlatıyor ve hiç birisi bir birine benzemiyor.

dB: Bu anlatış şekliyle mi alakalı, yoksa okuyanın bakışıyla mı?

Orda bir “dil” var bence. Yani; “yazı dili” bir yaratma eylemi. Sözcükleri yan yana getirmek, farklı bir cümle kuruluşu; bende, farklı çağrışımlar ve farklı imgelerin oluşmasına neden oluyor. Oysa orada anlattığı aynı şey. Orda dili kullanırken; (-di li geçmiş zamanı kullanıyor, -miş li geçmiş zamanı kullanıyor ya da gelecek zamanı kullanıyor.) Görüntü aynı olmasına karşın zaman farklılıklarını kullandığında, bu kez gördüğümüz şey anı şey olmuyor.

dB: Bakan kişiyle de alakalı. Herkes farklı baktığı için farklı anlıyor.

Çok klasik bir öykü vardır. Bardağın yarısında su var, yarısında su yok. İşte mutluysanız “Aa! Ne güzel bardağın yarısında su var” diyorsunuz. Mutsuzsanız; “Bardağın yarısında su yok” diyorsunuz. Oysa aynı şeyi görüyorsunuz ama sizin o andaki psikolojiniz farklı tanımlamalar yaptırıyor.

Demek ki, gördüğümüz şeyin gördüğümüz şey olup olmamasını belirleyen nedenlerden bir tanesi de, psikolojik durumumuz diyebiliriz. Hatta, farklı yorumları beraberinde getirecektir diye de söyleyebiliriz.

Yükselen gökdelenlerin etrafındaki gecekondulara baktığımız zaman; bir mimarın orada görmüş olduğu şey, başka bir şeydir. İki mimari (daha doğrusu gecekonduya mimari denilebilir mi?) arasındaki fark ve zıttı ile ilgili bir şey söyleyecektir. Bir kentleşme, şehircilik uzmanı çok farklı bir şey söyleyecektir. Bir sosyolog toplumsal açıdan irdeleyerek çok farklı bir şey söyleyecektir. Bir politikacı, sınıflar arasındaki zıtlıklardan kaynaklanan çok farklı bir şey söyleyecektir. Belki bir ressam iki zıtlığı bir arada gördüğü için “Aa! Ne güzel çarpıcı bir tablo yapabilirim” diyecektir.

Tiyatronun farklı alanlarında, işte diyelim ki kabare yapan bir tiyatrocuyla, epik tiyatro yapan bir başka birisi de oradan yola çıkarak çok farklı bir şey söyleyecektir. Ama gördüğümüz aynı şeydi, ya da görüntü aynıdır ama ona yüklediğimiz anlamlar bizim hangi disiplin ile yakalaştığımıza, felsefemize, o andaki psikolojik durumumuza, yaşayış tarzımıza, toplumsal olarak hangi konumda olduğumuza… vb. bağlıdır diyebiliriz.

Bir oyun çemberine ya da bir bisiklete baktığımız zaman aynı şeyleri görür müyüz? Nesnel olarak belki gördüğümüz şeyin aynısı olduğunu söyleyebiliriz ama büyük olasılıkla adlandırırken o yaşla ilgili yaklaşımlarımız ve o nesneden beklentilerimiz, onu kullanma şeklimiz her halde onu adlandırma ya da görme şeklimizi belirleyecektir.

Belki, bir ilköğretim çağındayken bizim için bir oyuncak olan o bisiklet, üniversite öğrencisiyken, (Türkiye’de çok fazla kullanılan bir şey değil ama yurt dışında çok kullanılan bir şey.) okula gidip gelmenizi sağlayan araç-gereç olacaktır. 35-40’ından sonra sağlıklı kalabilmek için günde bir saat kullandığımız bir yol aracı olarak düşünmemize neden olacaktır. 60’nızda da tavan arasında, torunlarınızı “İşte çocukluğumda ben bu bisiklete biniyordum” diyerek göstereceğiniz bir anı nesnesine dönüşecektir.

Bir de şu var; zamanla egemen olan felsefenin değişmesi ve o felsefelerin yaklaşımının da getirmiş olduğu bir anlamlandırma olayı var. Örneğin, çok yakın bir zamana bakarsak, belki 50’li yılların felsefe yaklaşımıyla bakmış olsaydık, daha çok varoluşçuların yaklaşımıyla şeyleri adlandıracaktık. Gördüğmüz şey bir nesne ya da toplumsal bir olay olabilir. 60’lı yıllarda hakim olan şey nedir? O bakış açıları içerisinde görecektik. 7/’li, 8/’li yıllardan sonra biraz Adorna gibi, belki biraz Delauzua gibi; belki biraz Quatri gibi bakmaya yönelecektik. Bunu belirleyen biraz da yaşadığımız andaki bizim duruşumuz; felsefi yaklaşımlarımız ve kimliklerimiz. Dış dünyanın ya da entelektüel dünyanın bize yüklemiş olduğu verilerin taktırmış olduğu gözlükler. O da bizi ister istemez, o nesnelere gördüğümüzün ötesinde farklı bir bakış açısı, farklı anlamlandırmayı da beraberinde getiriyor. Bun bir de dile dönüştürmeyi düşündüğümüz zaman; öykücüsünüz, şairsiniz, ressamsınız, heykeltıraşsınız. İster istemez de toplumsal bir varlık olarak, şeyleri farklı görmenizi, farklı yorumlamanızı da beraberinde getiriyor.

dB: Kişilerin zaten yaşayış tarzları, kültürleri de buna etkendir aynı zamanda toplumsal olarak baktığımız zaman her kültürde farklı bir yaklaşımla bunu anlamlandırabilirler. Doğudaki bir kişiye söylediğimiz zaman gördüğünü farklı anlamlandıracaktır. Batıdan bir kişiye sorduğumuz zaman da… çünkü her tarafın kendine göre kültürel yaşayış değerleri var. Sonuçta onlarda kendilerine göre bir anlam yükleyecektir, aynı şeye bakmalarına rağmen.

Evet. Burada istersek inançlar meselesine girelim. Yani farklı inançlar… örneğin, bir Hristiyanın haç’a ya da bir kiliseye bakışıyla İslami bir inanç içerisindeki olan bir insanın aynı nesnelere bakışı aynı olmayacaktır. Ya da diyelim ki, İslami inanç taşıyan birisi için Kuran-ı Kerim ya da bir seccade, ya da 99’luk bir tespih farklı anlamlar içeriyorken; öbürü için aynı anlamları içermeyecektir. Gördüğümüz şeyin aynı anlamları olmasına karşın inançlarımız ona farklı değerler, anlamlar yükleyecek hatta farklı davranışlar geliştirmemize neden olacaktır.

dB: Burada kişinin bulunduğu zaman da etkili diyebilir miyiz?

Şamanist dönemde yaşayan insanların, aya, yağmura, şimşeğe, bükük bir ağaca yüklediği anlamlarla, günümüzde bizim baktığımız bakış açısıyla (Doğulu ya da Batılı olarak ) farklı bir inançla aynı şeyleri görmemiz, hissetmemiz mümkün değil. Aynı davranışları geliştirmemiz de mümkün değil. Örneğin, benim çocukluğumda aya baktığımız zaman, (kenar mahalleydik, şehrin dışındaydı evimiz, dedemizle beraber ay ışığının altında otururduk.) ay gösterilirdi: Ayın kaşını, gözünü bulmaya çalışırdık ve çocuklar arasında, duamıydı yoksa halkın ürettiği bir tekerleme miydi? “Ay gördüm Allah, amentü billah. Ne günahım varsa, affet Allah” diyorduk. Ayı gösterdiğimiz zaman da parmağımızı ısırıyorduk. Zannediyorum ortaokulda öğrenciydim. Ay’a Amerikalı astronotların indiğinde; bir anda ayın büyüsü bozuldu. Mahallede türbenin etrafında oturan ihtiyarlar, İstiklal Savaşı’nın gazileriydiler, kendi aralarında konuşuyorlardı küfürlü bir şekilde; “gavurların bizi kandırdığını”, halbuki 3 km ötede Kandil tepe diye küçük bir tepe vardı. “Kandil tepenin arkasına indiler aya gittik diye bizi kandırıyorlar” diyorlardı. Halbuki bunlar savaşa katılmışlar, kilometrelerce uzağa gitmişler ama uzaklık kavramları da o kadardı. Dolayısıyla ayın aynı olduğunu söyleyemeyiz. Eğer burada, zaman anlamında düşünecek olursak, toplumsal koşullar bugün eğer bizim yaşadığımız koşullara benziyorsa, orta Anadolu’nun herhangi bir bozkırında, Doğuda Güneydoğu’da eminim ki oradaki çocuklarda hala “Ay gördüm amentü billah… “ diyorlardır.

Aynı zamanda farlı bir sosyal kesimde ve başka bir yerde yaşıyorsak, başka bilimsel verilerle karşılaşmış çağdaş bir eğitim alıyorsak artık bizim için Ay, sonsuz, uzaydaki; minnacık bir gezegenin etrafında dönen bir parçasıdır.

Röportaj
Tarihi: 27 Mayıs 2005
ders BELGELİĞİ katılımcıları: Azime Bülbül, Deniz Çelikten,
Fatma Karaoğlu, Ayşenur Küçük, Ayşın Sal