Birinci Dünya Savaşı’nda savaşan ve
onbinlerce Türk askerinin hayatını kaybettiği Sarıkamış’ta esir
düşen, 57 yıl önce ölen Tuğgeneral Ziya Yergök’ün, savaş ve esaret
yıllarında yaşadıkları doktor oğlu Nurullah Yergök ve kardeşinin
torunu CHP Adana Milletvekili Ziya Yergök’ün katkılarıyla gelecek
nesillere kazandırıldı.
Yergök’ün kendi el yazısından oluşan 1800 sayfalık anıları
araştırmacı yazar Sami Önal tarafından ele alındı ve “Sarıkamış’tan
Esarete” adıyla piyasaya sunuldu.
Kitapta, 1914 yılında
Allahüekber Dağları’nda başlayan ve 1920 yılına kadar süren esaretin
acı dolu yılları Sarıkamış Harekatı’nın bilinmeyen yönlerini birinci
ağızdan öğrenme şansı veriyor.
Milletvekili Ziya Yergök, Birinci Dünya Savaşı’nda Erzurum’daki
9’uncu Kolordu Kurmay Başkanı Yarbay Şerif İlden’in anılarından
oluşan “Sarıkamış” adlı kitabından çok etkilendiğini, bunun üzerine
adını aldığı büyük amcasının anılarını yaşatmaya karar verdiğini
söyledi.
Yergök, kitabın kısa sürede 7’nci baskıya ulaşıldığını
belirterek,”Aynı ismi taşıdığım kişinin yaşadığı anılar, beni çok
heyecanlandırdı ve duygulandırdı. İnsan okurken bile acı çekiyor.
Kitap, o günün koşullarını çok iyi anlatıyor. Sarıkamış’ta, çok az
kişi tarafından bilinen, açlık, soğuk ve bitkinlikle boğuşulan acı
dolu günlerin kitaplaşması sevindirici” dedi.
Yergök, kitabın sadece tarihe ışık tutmadığını, geleceğe de katkı
sağladığını anlattı. Tuğgeneral Ziya Yergök’ün oğlu Dr. Nurullah
Yergök’ün katkısıyla kitaptan elde edilen gelirlerin TEV’e
bağışlandığını anlatan Yergök, “Kitabın geliri fonda birikiyor.
Sonra da TEV aracılığıyla öğrencilere burs olarak veriliyor. 90 yıl
önceki yaşanmış anıların eğitime katkıya dönüşmüş olması gurur
verici” diye konuştu.
Yergök, şu ana kadar TEV’e 5 bin 250 YTL bağışta bulunulduğunu,
anıların devamı olan ikinci bir kitabın da ekim ayında
yayınlanacağını belirtti.
ESARET ANILARINDAN
“2 Ocak 1915 günü 28’inci Fırka Sıhhiye Bölüğü ile birlikte
Ruslara esir düşmüştüm. Bir Rus askeri beni insafsızca, sürükleye
sürükleye istasyon civarında bir yere götürmüş, nöbetçiye teslim
ettikten sonra içeriye girmişti.
11-12-1330 (27 Aralık 1914) güne güneş doğmuş
ve saat 09.00’a varmıştı. Mevzide dolaşırken sol böğrümden vuruldum.
(Eyvah! Fena yerden vuruldum. Bağırsaklarım parçalandı. Artık
kurtuluş yok) diye bir düşünceye kapıldım. Ölüme hazırlanırken
darbenin verdiği sancı geçti. Hemen pelerinimi, kaputumu çözdüm.
Ceketimi, düğmelerimi açtım. Kan akıp akmadığını, yaranın şeklini
anlamak üzere yeleği çözerken şıp diye yere bir şey düştü. Baktım ki
bir sivri kurşun karın üstünde. Yeniden muayeneye başladığım vakit
kılıç zincirinin yarısı kopmak üzere kırılmış bulunuyordu. Kurşunu
aldım, para çantamda hatıra olarak sakladım.
Ayaklarımın üşüdüğü bir sırada hem ayaklarımı ısıtmak, hem de
ormanlarda olup bitenleri anlamak üzere yakınımızdaki ormana girdim.
Keşke girmez olaydım. Dolaştığım yerlerde can çekişmekte olan birçok
yaralıya rastladım. Bunlardan bazıları sönmekte olan bir ateşin
başında yatıyor, bazıları çamların dibinde (ah of) ediyor, bazıları
da iki üç kişi bir arada pelerinlerine sarılı bir vaziyette son
dakikalarını yaşıyorlardı.
Trenden çıkıp kızaklara binerken bizimle aynı trenin yük vagonlarıyla sevk edilen esir askerlerimiz de vagonlardan çıkarılmış
yaya olarak gönderilmeye hazırlanmışlardı. Orada resmi, sivil birçok
Rus erkek ve kadın, bizleri seyretmek için toplanmışlardı. Soğuk
sıfırın altında 30 derecenin altında idi. Bizim askerler acınacak
durumdaydılar. Eski püskü elbise ve kaputlar içinde, ayakkabıları
kalik (yırtık, dilenci postalı) halini almıştı. Bunlar arasında bir
askerin de ayakkabıları yoktu. Yırtık çoraplarla sıraya girmeye
gidiyordu. Bu acıklı görüntüye dayanamayan bir Rus kadını
lastiklerini çıkardı bu ere verdi ve bize de birçok küfürler
savurdu. (Böyle perişandınız niçin muharebeye girdiniz?) gibi haklı
sözler söyledi.
Mekke Şerifi Hüseyin’in düşman tarafına geçmesi ile başlayan Arap
ihtilali, esir Arap subaylarını canlandırdı. Bunlar Ruslara (Biz de
sizlerdeniz. Bizlere esir muamelesi yapmayın) diye iddia edip
dilekte bulundular. Yeni hükümet bu iddiayı dinledi ve Arapları
serbest bıraktı.
Bunlar şehirde serbest dolaşmakla kalmayıp kaçma teşebbüsünde
bulunan Osmanlı subaylarını ihbar edip yakalatarak esirlikten
esirliğe sürüklenmelerine, genel hapishanelere gönderilmelerine
neden oldular.
Esaret Dönüşü: Gez Mahallesi’ne geldiğim zaman Enver, Avni ve Ali’yi
beni bekler buldum. Konuşarak eve geldik. Kör dayımın elini öptüm.
Tevfik Dayım, Erzurum’un düşüşü sırasında cephane infilakında
kolundan yaralanmış. Korkularından kimseye duyuramamışlar. Dayım da
kangren olmuş, bir hafta sonra da ölmüş. (Hani Meva nerede?) diye
sordum. Kimseden ses çıkmadı. Onun da Erzincan’da tifüsten öldüğünü
söylediler. Eşimin ölüm haberi üzerine dünya başıma yıkıldı. Niye
muhaberede ölmedim diye şansıma küstüm.”