Sarıkamış - Sibirya belgeliği

 
BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI'NDA
bir yedek subayın anıları

Faik Tonguç
İş Bankası yayınları, 1999
 

ana sayfa   +   home


KİTABIN ÖZETİ

    Mülkiye Mektebini bitiren yazarımız Londra’da öğrenim görmektedir. 1 nci Dünya Savaşının çıkması üzerine, İstanbul’a dönmüş, bir hafta sonra Aksaray Askerlik Şubesine müracaat ederek Harbiye Mektebine yazılmıştır.

    1914 Haziran’ında Maçka Talimgahında eğitime başlamıştır. Bu arada gördüğü kıt’a halindeki iki tatbikat onun askerlik hakkında fikir değiştirmesini sağlamıştır. Meşrutiyet’in ilanı ile temeli atılan Türk Ocağı Cemiyeti, Türk Yurdu gazete ve dergilerin tesirinde kalan binlerce genç gibi yazarımız da “ Moskof kini “ ve “Turan” aşkıyla yanmaktadır. Turan Duası ve Albayrak Marşlarını söylemeyi ibadet saydığı bir anda idealini gerçekleştirmenin fırsatını bulur. Kafkas Cephesine gönderilen gönüllü birliklerin içerisinde o da vardır artık.

    Gözyaşları ile Haydarpaşa‘dan başlar ümitsiz bir hayalin yokluğu. Konya, Niğde, Kayseri, Erzincan, Erzurum ve birçok beldeden geçer. Bu şehirleri gören her insan gibi hayal kırıklığına uğrar. Anadolu şehirleri çamur içerisinde, temiz olmayan sokaklar, bakımsız evleri ile adeta ortaçağ yadigarı birer harabe gibidir.

    Geçtiği tüm mekanlardaki Anadolu insanında perişanlık hakimdir. Cepheden dönen yaralı, zayıf, bitkin, hasta insanların acı gerçeği gözler önündedir.

    Enver Paşa komutasındaki ordunun (9,10,11 nci Kolorduların) yenilgisi tüm Türk Dünyasını hüzne boğmuştur. Yenilgi sonrası karşılaştığı manzaralar, şimdiye kadar gördüklerinin askerliğin oyuncak tarafı olduğunu, asıl askerliğin bundan sonra başladığını anlatır yazarımıza.

    Bu arada savaşta ölenlerden daha çok insan tifo, tifüs salgın hastalıklarıyla can vermektedir.

    Erzurum Kolordusu yazarımızı 30 ncu Tümen 88 nci Alaya tayin eder. 3 ncü Tabur, 10 ncu Bölük, 1 nci Takım komutanı olarak ilk çalışma devresi başlamıştır artık.

    Güçlü Rus ilerleyişini durduramayan Türklerin sorunu sadece savaş değildir. Askerler aç savaşmaktadır. Sefaletin her çeşidi ile doğanın zulmü kol koladır.

    Karargahında rezaletin her çeşidini yapan Erzurum Ordu Komutanı Arap Kamil Paşa, şehitlerden geride kalan paraları zimmetine geçiren Alay Komutanı, örümcek kafalı takım komutanı gibi durumun vahimliğini görmeyen insafsız, vicdansız, hainlik derecesinde ilgisiz, kabiliyetsiz insanların varlığı durumu daha da güçleştirmektedir. Bunun gibi yeteneksiz subayların binlerce olduğunu defalarca görmüştür yazarımız.

    Fakat yüreğinde taşıdığı ateşle o, namzet adı altında vatan için parasız çalışmakta, sevmek ve sevilmenin ihtiyaç halini aldığı zor koşullarda, zamandan habersiz, çamur içerisinden çıkarılmış bir hasır üzerinde yatarak kaşığın sapını ısıtıp, elbiselerin dikiş yerlerindeki bit yumurtalarını yok etmekle uğraşarak fedakarane çalışmaktadır.

    Onun en büyük gururu ve desteği en zor koşullarda bile sabır ve tahammülü ile dünyaya örnek olan, emre itaati ibadet bilen, en cılız neferi bile savaşta ateş parçası olan, savaşın yorgunluğuna metanetle göğüs geren, içten gelen bir cengaverliğin dünyada tek mümessili Türk neferidir. Zulmü ile Anadolu’yu kana bulayan Ermeni’nin yaralısına su, ekmek verecek kadar merhametli olan Türk neferi mevzide söylediği uzun havalar ile yetinip sevinebilen, açlığa, sefalete, kendisinden güçlü ordulara baş eğmeyen Türk neferi...

    Yeteneği ile 10 ncu Bölük Komutanı olan yazarımız, yanlış verilen bir geri çekilme kararı neticesinde 1916 Temmuz’unda teslim olmak zorunda kalır.

    Yırtık postal ve nefer elbisesi içinde, şerefli bir şekilde ölmeyi temenni ederek bir Türk Subayına yakışır bir tavır sergilemekte, bu konumda bile şehit arkadaşlarını düşünmektedir.

    Cesareti sayesinde Bahıtlı’da iki defa yendiği Kumandan ile tanışırlar. Bu sayede Rus ordusu ile Türk ordusunu karşılaştırma fırsatı bulur.

    Osmanlının yüksek düzeydeki subaylarının tantana ve depdebeli yaşamına karşılık, Rus şehirlerinin (Rostof’tan, Lebidof’a) mamurluğunu, çalışan hemşirelerinin ahvalini, Rusların sağlığa, eğitime verdiği önemi, gazete ve dergilerin çokluğunu ve halkın eğitim düzeyini kendi memleketi ile karşılaştırır. Bizdeki koyu taassubun ve yobazlığın gerilememizin temel noktası olduğunu bir kez daha kavrar.

    1918 Ekim’inde meydana gelen Bolşevik ihtilali sonucunda Ruslar ile savaş bitmiştir. İhtilalin kargaşasından yararlanan yazarımız esaretten kaçarak kurtulur.

    İstanbul’ a döndüğünde İzmir işgal edilmiş, Ermeni zulmünden sonra, Yunan, Rum zulmü Türk Milletini yok etme gayreti içerisine girmiştir. Çapanoğlu Ethem Bey gibi “padişahım çok yaşa” diyen gericiler de içeride ayaklanma başlatmışlardır.

    Bu sırada ortaya çıkan Kuvva-i Milliye hareketini yazarımız önce bir macera olarak yorumlamıştır. Ankara’ya gelişi ile ulu önder Atatürk’ün çevresinde kilitlenen her yaştan insanın samimiyet, sadakat ve saadet havası ile ateşli bir çalışma içerisine girdiğini görmüştür. Bu insanların tek amaçlarının anayurdu kurtarmak olduğunu anlayınca gerçeği kavramış, o da bu kutlu hareket içerisinde yer almıştır. İstanbul’ dan İtalyan vapuru ile aldığı malzemeleri, Mersin’e, oradan da karayolu ile Ankara’ya taşıtmıştır.

    Türk Milletini yok olmaktan kurtaran, yeni Türkiye Cumhuriyetini kuran ilke ve inkılapları ile yön gösteren, aydınlık geleceğin habercisi ulu Ata’mızın önderliğinde mutluluğu bulan yazarımız şimdiye kadar aradığı tüm soruların cevabını bulmuştur artık…

Not : Kitap özetlerindeki fikirler yazarların özel fikirlerini yansıtmaktadır.


..."Sarıkamış'ta felakete uğrayanlarla ilk defa buralarda karşılaştık. Özellikle Erzincan'dan sonra, yollarda hasta, yaralı binlerce asker perişan, bitkin gerilere gitmeye çalışıyordu. Yol kenarlarında gördüğümüz cesetlerden üzüntü ve heyecan duymamak mümkün olmuyordu. Başıboş bırakılan bu sefil insanlarla konuştuğumuz vakit hepsi ağız birliği etmiş gibi Allahüekber dağlarından, Sarıkamış ormanlarından söz açıyorlarsa da henüz gerçeğin ne olduğunu anlayamıyorduk, daha doğrusu anlamak istemiyorduk…

… Şehirde üst baş perişan, soluk, zayıf, bitkin, hasta, yaralı subaylarla konuşarak acı gerçeği öğrendik. Hemen hepsi, bu felaketin biricik yaratıcısı Enver Paşa'yı gösteriyorlar. 'Buradan kaçması biraz geç kalsaydı canına okuyacaktık' gibi sözlerle Harbiye Nazırına, kahvede yüksek sesle, hiç çekinmeden, korkmadan en ağır küfürleri hakaretleri pervasız savuruyorlardı."
(Faik TONGUÇ’un Birinci Dünya Savaşında Bir yedek subayın anıları. SAYFA 31-33 SAYFA 26-27

"10. Kolordunun merkezi olan İd kasabasına geldik. Geçtiğimiz dağlardan henüz bir metre kar olduğu halde bu kasabada kardan eser bile yoktu; güneşin etkisi de oldukça şiddetliydi. Liskavda (Yukarısivri) yattığımız odanın in gibi küçük kapılı, toprağa gömülmüş penceresiz bir dam olduğunu anlatmak için “ Mart dokuzda inden çıktık İd’e girdik” diyerek, tarih düşürmeye çalışan arkadaşlar bile oldu.
         Şimdiye kadar gördüğümüz kasaba ve köyler içinde İd birinciliği kazanmıştı! (yazar çamurdan şikayet etmekte) Sokaklardan geçerken topuğa kadar yükselen çamur içerisinde, daha gömülmelerine vakit bulunmamış bir cesedin koluna, bacağına basmadan geçmek mümkün olmuyordu. Dam içlerinde tüyler ürpertici manzaralar; kapısının üzerinde “ Şehitler Mezarlığı” yazılı levhası bulunan dört duvar arasındaki ölü yığınları; savaştan önce kışla olan büyük bir binada, birbiri üzerine yığılmış, kereste taşır gibi iplerle sıkı sıkı sarılmış, ataklık kurbanlarının yüklü bulunduğu kağnıların hazin hazin ses vererek gelişleri, ağızları yarı açık, sönmüş gözleri arasından toprağın doymak bilmeyen midesine atılmaları bekleyen şehitler, insan eti yiyerek domuz gibi olmuş, yamyamlaşmış bir sürü köpeğin korkunç bakışları insanın duygularını, düşüncelerini felce uğratacak ve yaşadıkça hafızasından silinmeyecek hatıralar.
         Birbiri üzerine yığılmış, tepecikler meydana getirmiş olan bu hatanın şehitlerinin hemen hepsi,tifo,ateşli humma ve özellikle tifüsün yaptığı tahribatın ileri gelmişti. Bu bahtsız küme küme yatan Anadolu çocukları karşısında arkadaşların ne düşündüklerini bilmiyorum ben bu sahneleri olduğu gibi anlatamadığıma esef ediyorum.
         Gerek İd’de ve gerek Aha (Beyler) köyündeki ölü bolluğu Erzincan’dan sonra yol kenarında  gördüğümüz 3-5 ölü kadar bile bizi etkilemez olmuştu. Erzurum’dan sonra sık sık karşılaştığımız köy damlarında küme küme yatan bir kısmı soyulmuş bir donla bırakılmış Türk çocuklarının ölülerine iyice alışmıştık.. Bu kasabada dört gün kaldık yeme içme zorluğu ilk defa bizi burada karşıladı. Sular, evler, yiyecekler her taraf bulaşık, her taraf mikrop yuvası. İçinde ceset bulunmayan bir dam altı bulamadık. Merkez kumandanlığına muracata mecbur olduk, emirerlerinin yanında gösterilen bir köşede gecelerimizi geçirdik. Yemeklerimiz çaydan peksimetten ibaretti suyumuzu da kasabanın iki kilometre kadar güneyinde bulunan temiz gözeden getiriyorduk.(yazar çermeyi kast ediyor sanırım)
         14 Marttan güneş doğarken erzak hayvanlarını takip ederek düşmanla karşı karşıya bulunan alayımıza geldik. Bugün kü yolumuz pek sarp aşılması güç dağlar hayvanların tehlikeler atlatarak geçtikleri patikalardı. İd’den henüz ayrıldığımız sırada bir düşman (Rus) uçağının İd  üzerinde  keşif uçuşu yaptığını gördük.”
(Faik TONGUÇ’un Birinci Dünya Savaşında Bir yedek subayın anıları. SAYFA 31-33