Osmanlı Devleti’nin Harbiye Nezareti,
1914’ün sonbaharında, henüz barış kadrosu eksiklerini gereğince
tamamlayamadığı ordusunun genel seferberliğini ilan etmişti. Harbiye
Nazırı, Başkomutan Vekili Enver Paşa’ydı…
Osmanlı ordusu, Balkan Savaşı’nın açtığı
derin yaraları tedavi ile uğraşıyordu. Devletin mali güçsüzlüğü
Balkan Savaşı’nda mahvolan savaş araçlarını bir-iki ay içinde yerine
koymaya uygun değildi. Ordunun gençleştirilmesi gibi önemli bir
karar da, birçok subay ve komutanı saf dışı bırakmıştı.
Birliklerdeki subay boşluğunu doldurmak için, yeniden henüz dün
emekli edilmiş birçok umutsuz ve üzgün subaya başvurma zorunluluğu
doğmuştu. Bu nedenlerle, Osmanlı Hükümeti 1914 seferberliğinin
kararını açıklamakla birlikte, ordu birliklerinden Ruslar’la bir
savaşa neden olmaması için sağduyulu önlemler almasını istiyordu.
Ordunun en büyük endişesi,
seferberliğini tamamlayamadan önce Rusya’nın savaş ilan etme
olasılığıydı. Fakat günler geçtikçe, Türkler neden olmadıkça
Ruslar’ın savaş ilan etmeyecekleri de anlaşılmıştı. Çünkü Ruslar
için, Almanya ve Avusturya’ya karşı savaşırken bir de Anadolu’da
savaş açmanın bir mantığı yoktu. Zaten Osmanlı devleti de genel
seferberlik ilan etmekle birlikte tarafsızlığını henüz korumaktaydı.
İttihatçılar, 1914 yazında Avrupa’da
esmeye başlayan savaş rüzgarlarında Almanlar’ın yanında yer
almışlardı. Almanlar, Fransız ve İngilizler’in yanında yer alan
Ruslar’a karşı Osmanlı askerini kullanarak batı cephesinde
rahatlamanın plânlarını yapmaktaydılar. Bunun için Kayser’in “Alman
ordusuna eklenen bir süngü” olarak tasvir ettiği Osmanlı askeri
kullanılacaktı. Sömürgecilik yarışında hiçbir çıkar hesabı yapmayı
beceremeyen Osmanlı, adım adım, felaketlerle sonuçlanacak olan bir
maceraya sürüklenmekteydi. Hiç yoktan girilen Birinci Cihan
Harbinde, 1 Kasım 1914’te Kafkas Cephesi açıldı.
Doğudaki 3. Osmanlı ordusu savaş
hazırlığına girerken mevcudu 190.000 insan ve 60.000 hayvandı.
Kurmaylar, bu mevcudun 6 aylık iaşesi için yaklaşık 88 milyon kg.
buğday, çavdar ve arpaya gerek olduğunu söylüyorlardı.. Ama, 3.
Ordu’nun ambarlarında sadece 1.250.000 kg. yiyecek ve tahıl vardı o
sırada… Ayrıca; sahra ve dağ toplarından başka top yoktu.
Kolordularının ulaşım araçlarının sayısı, cinsi ve toplanma
bölgelerinde iaşe güçlükleri, er ve subayların bedensel donanımları
incelenince, bu ordunun bir saldırı ordusu değil, ancak bir savunma
ordusu olabileceği açık olarak görülüyordu. Nitekim "Menzil
Müfettiş-i Umumiliği", yani Osmanlı ordusunun lojistik hizmetlerini
düzeleyen birimi, 26 Ekim 1914 tarihli raporunda durumu; "3.
Ordu'nun bulunduğu yerde beslenmesi için bile mevcut ulaştırma
kolları yetersizdir. Harekat halinde açlık muhakkaktır. Doğu'da
demiryolları olmadığı için menzil kolları ne kadar arttırılırsa yine
kafi gelmez. On günlük erzak taşıyan menzil kolları olsa dahi, 11.
gün yine açlık başgösterir" diye değerlendirmişti.
Oysa, günün ideolojisi icabı “Turan
Fatihi” olmanın hayallerini kuran Başkumandan Vekili Enver Paşa,
verdiği harekât emrinde hedef olarak Tahran ve Aşkabat’i
gösteriyordu. Tahran harekât merkezine 1350 km., Aşkabat ise 2000
km. uzaklıktaydı. Ama Almanlar, Türkiye’ye giden trenlerin üzerine,
alay edercesine, “Enverland’a gider” yazmaktan çekinmemekteydiler….
O sırada Kaiser yararına Osmanlı
topraklarında incelemeler yapan ünlü Alman generali von der Goltz
Paşa şöyle diyordu:
“Kafkasya’da maalesef Napolyon
Bonapart olduğunu iddia eden ve cahil yetişen birçok adam vardır.
Bunlar, ordularına güçleriyle bağdaşmayan görevler vermişlerdir ve
bu yüzden ordularını büyük zarara uğratmışlardır…”
Yine aynı sıralarda Osmanlı ordusunu
modernize etmek amacıyla Türkiye’ye çağrılan Alman Askeri Yardım
Heyeti Başkanı, bir başka Alman subayı olan Liman von Sanders ise,
Enver’in böyle bir maceraya atılmasını önlemek için cansiperane
kavga veriyordu. Enver, 3. Ordu’nun komutasını kendisine teklif edip
harekat planlarını açıkladığında reddetmiş ve “bu harekatın
gerçekleşme imkanı bulunmadığını” belirtmişti.
Ancak, çok genç yaşta paşa olmuş
Başkomutan Vekili’nin etrafındaki kifayetsiz muhteris sayısı, aklı
başındakilerden fazlaydı. En başta Enver, kurmayları olan Alman
generali Bronzart Paşa (Bronsart von Schellendorf) ve Harekat Şubesi
Başkanı Yarbay Feldman ile Albay Guse’nin yaptıkları planlara
güveniyordu. Ama bilmediği (ya da göz yumduğu) şey, bu harekatın
Almanlar’ın ekmeğine yağ süreceğiydi… Oysa von Sanders, vatandaşı ve
meslektaşı Bronsart’la bu seferle ilgili olarak kavga etmekten
çekinmeyecek; harbin sonuna kadar da onun görevinden alınması için
Alman genelkurmayı nezdinde uğraşacaktı. Ne var ki, o günlerde Enver
çabuk ikna oluvermişti; eğer 3. Ordu ile ani ve hızlı bir saldırı
yaparsa, Doğu Anadolu’ya yerleşmiş bulunan Rus ordusunu yok eder ve
ününe ün katabilirdi…
Enver ve kurmaylarının planına göre, 3.
Ordu Sarıkamış'a saldıracaktı. 11. Kolordu Ruslar’ı oyalamak için
sağ kanatta yer alacak; 9. Kolordu merkezde, yani Sarıkamış'a geçiş
yönünde olacak; önce Bardız'a ardından da Sarıkamış'a geçecekti. 10.
Kolordu da İslamköy-Oltu-Penek yönünden, Bardız Yaylası’ndan Allah-u
Ekber dağlarına ulaşacaktı. Hedef, Ruslar’ın arkasına sarkmaktı.
İstanbul’da, her birliğin günlük yürüme hızları hesaplanmış; hangi
gün nerede olacağı, nerede buluşulacağı ve saldırma noktaları tek
tek belirlenmişti. Ancak; normal yürüyüşle 45 km’lik yolun dağlara
tırmanırken 65 km. gibi hesap edilmesi gerektiği ve daha da
önemlisi, bu yürüyüşlerin -35/-40 derecelerde yapılacağı
önemsenmemişti…
Bu plana; “Olmaz! Havaları
görüyorsunuz. Her yerde kar var. Karakış başlamıştır. Bu şartlar
altında, bu mevsimde harekât bir faciaya dönüşebilir. Kış şiddetini
kaybetsin, yollar açılsın, düşmana haddini bildiririz” diye
itiraz eden 3. Ordu Komutanı Hasan İzzet Paşa, eskiden öğrencisi
olan Başkumandan Vekili Enver’den “Hocam olmasaydınız sizi idam
ettirirdim…” sözünü duyunca istifa etmek zorunda kalmıştı…
Komutayı Enver üstlendi…
Osmanlı ordusu, 22 Aralık 1914 sabahı,
75 bin 660 savaşçısıyla toplam 118 bin 660 kişilik, 94 piyade
taburu, 20 süvari bölüğü ve 228 topuyla "Sarıkamış Kuşatması" adıyla
tarihe geçen harekata başladı. Oysa o sabah, dehşetli bir kar
fırtınası ve tipiyle açılmıştı. Hava çok kötü olmasına rağmen ilk
gün, harekat planı aynen uygulandı. İkinci gün kar ve tipi bir türlü
aman vermiyordu, erzak ve teçhizat ileri hatlara taşınamıyordu.
Askerler aç, çıplak, donanımsız, yalınayak başı açık durumdaydı.
Zemheriler diye bilinen en soğuk günlerdi ama, onbinlerce asker
dinmek bilmez bir tipi altında dağlara sürüldü.
Bir asker, anılarında şöyle anlatmıştı
yaşadıklarını:
“Bu yaz, iki alayımızla Yemen’den
buraya naklonulduk. Yola koyulmamızdan dört ay sonra buraya ulaştık
ki, Arabistan’ın cehennemî sıcağı Köprüköy’deki ayaz yanında nimet-i
ilâhi imiş. Burada çadırın perdesi buza kesmiş oğlak kulağı gibi
kırılmakta ve kopmakta. Bölük kumandanım, beni sıhhiyeye nakletmiş
ise de, tabip ve ilaç yokluğundan çaresiz kalıp tekrar takımıma
döndüm. Akşam yaklaşınca Köprüköy’e civar dağlardan tipi boşanır.
Kumandanımız, gelecek cuma Başkumandan Enver Paşa Hazretleri’nin
teftiş ve hücum için geleceğini müjdeledi. O gelinceye kadar da yün
içlik, çorap ve paltoların verileceğini ve Yemen yazlıklarını
atacağımızı müjdeledi. Allah, devlete ve millete zeval vermesin.
Başkumandan Paşa Hazretleri’nin gelmesi ile, Moskof’un
kahrolacağından ve kâfirin, karşımızdaki tepelerde geceleri
seyrettiğimiz ocaklı ve mutfaklı karargâhlarını ele geçireceğimizden
subaylarımız çok emin. Şafak söktüğünde 2059 rakımlı Kızkulağı
Tepesi’nden Moskof obüs yağdırır ama şükrolsun, zafer bizim olacak.
Gece bastırdığında, tepelerdeki Moskof ocaklarının ateşi
gözlerimizdeki ayazı tandır közüne tebdil eyler. Başkumandan Paşa
Hazretleri acele gelse ki, ateşe kavuşsak...”
Oysa, Enver’in gelip taarruzu
başlatması, felaketin de başlangıcı olacaktı… Ne yazık ki, geleceği
söylenen kışlık kıyafetleri taşıyan gemiler Karadeniz’de Ruslar
tarafından batırılmıştı. Bunu bilen, ama hiç açıklamayan Başkumandan
Vekili, şu sözlerle soğuktan tir tir titreyen askerin maneviyatını
okşamayı düşünmüştü:
“Askerler! Hepinizi ziyaret ettim.
Ayağınızda çarık, sırtınızda paltonuz olmadığını gördüm. Lâkin
karşınızdaki düşman sizden korkuyor. Yakın zamanda Kafkasya’ya
gireceğiz. Orada her türlü nimete kavuşacaksınız. İslâm aleminin
bütün ümidi sizsiniz...”
Türk askeri, sayıca az ama kış
şartlarına hazırlıklı Rusların üzerine imkansızlıklar içinde
yürümeye başladı. Gündüz başlayan yürüyüşte yumuşayan çarıklar gece
donuyor, bir mengene gibi ayakları sıkıyordu. Adım atmak imkansız
hale gelmişti. Ayaktan başlayan donma, yavaş yavaş tüm vücuda
yayılıyordu. Askerler olduğu yerde zıplıyor, atlar, kendini karların
içine atıyordu. Ruslar ise Sarıkamış'taki sıcak karargahlarında
bekliyorlardı. Mehmetçikler durmaksızın yürüdüler, Bardız yaylasına,
Çerkezköy'e, Oltu’ya, Allah-u Ekber dağlarına, Sarıkamış'a giden
mevzilere yürüdüler. Açlık, soğuk, yorgunluk aman vermiyordu. Artık
savaşmak için değil, hayatta kalabilmek için yürüyorlardı ama, ölüm
birer birer değil onar onar vurmaya başladı birlikleri… Arada sırada
Rus askerleriyle çatışmaya giriyorlardı. Ama en büyük savaş doğaya
karşı veriliyordu. Şiddetli tipi yüzünden 2 Türk tümeni birbirine
saldırmış ve bu olay 2000 askere mal olmuştu. Donup kalan neferler,
ordunun geçtiği yola bırakılan işaret taşları gibi diziliyordu. Kimi
çömelmiş, kimi oturmuş, kimi yuvarlanmış, kimi de bir ağacın
gövdesine dayanmış kardan heykellere dönüşmüşlerdi.
9. Kolordu Kurmay Başkanı Yarbay
Köprülülü Şerif İlden, şahit olduğu manzarayı şöyle anlatıyordu:
''…En nihayet dağa çıktık. Bizi çok
geniş ve uçsuz bucaksız sanılan bir kar yaylası karşıladı. Pek
yorulmuş ve takatsiz düşmüştük. Tam yayla üstünde keskin bir rüzgâr
ve şiddetli bir tipi başladı. Bu andan itibaren göz gözü görmez
oldu. Kimsenin kimseye yardım etmesi ve hatta söz söylemesi, sesini
işittirmesi imkânı kalmadı. Uzun, sonsuz denecek kadar uzamış olan
yol kolu dağıldı. Herkes kendi canının derdine düştü. Asker
enginlerde, dere içlerinde, orman bucaklarında, nerede bir kara
nokta, dumanı çıkan bir ocak gördüyse oraya saldırdı ve kolordu
çözülüp eridi... Subaylar çok uğraştılar, fakat kimseye söz
işittirmek gücü kalmamıştı. Hala gözümün önündedir; yol kıyısında
karların içine çömelmiş bir er, bir yığın karı kollarıyla
kucaklamış, titreyerek, feryat ederek dişleriyle kemiriyor,
tırnaklarıyla kazıyordu... Kaldırıp yola götürmek istedim. Er önceki
hareketlerini hiç bozmadı ve beni hiç görmedi. Zavallı cinnet
geçiriyordu... Böylece şu uğursuz buzullar içinde biz belki
10.000'den çok insanı bir günde karların altında bıraktık ve
geçtik...''
23 Aralık 1914’te, harekatın acı
sonucunu, Hafız Hakkı Paşa şu cümleyle açıkladı Enver’e:
“Bitti paşam, ordumuzun kısm-ı küllisi
mahvoldu. Toust est Perdu, Sauf L'Honneur!!!” (Şeref
hariç, herşey bitti...)
Bu haber üzerine Başkumandan Vekili
atının yönünü geriye çevirdi; önce Bardız, ardından Pasinler
üzerinden Erzurum’a ulaştı. Orada kimseye görünmeden bir araç temin
ederek İstanbul’a kaçtı. Kimseye bir açıklama yapmadı ve Sarıkamış
hakkında konuşulmasına da engel oldu. Dönüşünün hemen ertesinde,
Çanakkale’deki 19. Tümen’in komutanlığına yeni tayin edilmiş olan
Yarbay Mustafa Kemal’le Harbiye Nezareti koridorlarında karşılaştı.
M. Kemal’in savaş hakkında sorduğu “Nasıl geçti?” sorusuna
kısaca “İyi geçti, vuruştuk işte…” diyecekti…
Bu facia hakkındaki düşüncesini o
günlerde bir sohbet sırasında Harbiye Nezareti Ordu Daire Başkanı
Behiç Bey’e, “Bunlar nasıl olsa birgün ölecek değiller miydi?”
diyerek açıklayan Enver Paşa, Kuvayı Milliye döneminde
Moskova'da karşılaştığı ataşemiliter Saffet Arıkan'ın sorularına,
"Askerimiz zaten açlıktan ölecekti. Hiç değilse cephede düşmanla
çarpışarak öldüler" yanıtını vererek, yıllar sonra bile olaydan
ders almadığını, pişmanlık duymadığını kanıtlayacaktı...
**************************************
Köprülülü Kurmay Yarbay Şerif İlden,
sonunda esir düştüğü Sarıkamış Harekatını anlattığı anılarını şöyle
bitiriyor:
“…Enver, devlet işleriyle ilgili her
girişime atılırken belki can atarak ‘Aman batıyor, kurtarayım’
demiştir. Fakat girişimi başarısızlığa uğrayınca sadece basit bir
dudak büküşüyle ‘Zaten batacaktı, battı’ deyip geçtiği ise kesindir…
… Tarihlere ant olsun ki, büyük bir
Türk ordusu bilgisiz ve deli komutanının hırsıyla yüksek dağlar
üstünde kara kışın tipisiyle yüzyılların düşmanının güllesi ve
kurşunuyla uğraşa cenkleşe ulusal bağımsızlık uğruna tümüyle
mahvoldu da, bir eri bile sırt çevirmedi…
Sarıkamış’ta hiç panik olmamıştır…”
Görünüşe bakılırsa; Sarıkamış’a ulaşmayı
başaran, ama kentin hemen dışında soğuğa teslim olan bir Türk
birliğinin askerleri, Rus kurmay başkanı Pietroroviç’i Enver’den
daha fazla etkilemişti. Şöyle not aldı anı defterine Rus subayı:
“….Allah-u Ekber Dağları’ndaki Türk
müfrezesini esir alamadım. Bizden çok evvel tanrılarına teslim
olmuşlardı. 24.12.1914 Perşembe...”
Enver bu kadar kanla da doymayacak, dört
ay sonra Filistin ve Çanakkale’de, bir yıl sonra da Galiçya’da
harcayacaktı binlerce Türk askerini…
***********************************
Ertesi ilkbaharda, karlar eriyince
felaketin boyutu daha bir belli oldu, ortaya çıktı. Türk
askerlerinin cansız bedenleri, bütün kış boyu kurdu kuşu beslemişti…
Yöre köylüsü, ağaçların üstünde at, katır ya da insan iskeletleri
görüp dehşete düşüyordu; “O iskeletler nasıl çıktı oraya?”
diye…
Oysa, ağacın üstüne çıkan iskeletler
değildi; ağacı tümüyle örten karların üzerinde yol almaya ve dağı
geçmeye uğraşan 3. Ordu erleri donup kalmışlardı kıvrıldıkları
yerde… Cesetlerini önce vahşi hayvanlar parçalamış, sonra da kuşlar,
kargalar didiklemişti. Etlerinden sıyrılan iskeletler de karların
erimesiyle ağaçların tepesinde kalmışlardı.
Sarıkamışlı bir ihtiyar şöyle anlatıyordu
gözlemini:
“Buradan o dağlara baktığımızda,
üzerine kar düşmüş çalılıklar görürdük. O çalılıkların, kurda kuşa
yem olmuş askerlerimizin kemikleri olduğunu yanlarına gidince
anladık…”
****************************
90 yıl önce sayısız yokluk ve perişanlık
içinde dört bir cephede vuruşan Türk askeri, ne yazık ki, Çanakkale
dışında doğru dürüst tek bir başarı kazanamadı… Anavatanından
kilometrelerce uzakta, maceraperest birkaç başıbozuğun hezeyanları
uğruna kahramanca canını veren bu insanları ne yazık ki artık
hatırlayan da yok…
Mehmet Akif’in dediği gibi, “…karşımızda
vatan namına bir kabristan yatıyor…”
Ne tam sayılarını, ne de hepsinin
isimlerini biliyoruz… Geri dönmeyi başarabilenlere kimse “gaziler
evi” hazırlamadı; bir “ruhsal tedavi”ye ihtiyaç duyup
duymayacaklarını düşünmedi… Esir düşenlerin mübadelesinde hiçbir
resmi görevli bulunmadı. Aynı savaşa katılan diğer devletlerin
yetkilileri cepheye gönderilen katır ve eşeklerinin kaydını
“isim”leriyle tutmuşken, dünyanın Kızılhaç'tan sonraki en büyük
sağlık örgütü Kızılay, kaç Türk esirinin geri döndüğünü bile
bilmiyor.
Ama, toplum hafızası bu kayıpları
unutmaya istekli değil; tam tersine, günümüzdeki duyarsızlık
örneklerini gördükçe 90 yıl öncesinden daha fazla etkileniyor.
Genelkurmay Başkanı’na “Bana gözlerimi geri verin komutanım…”
diyen Güneydoğu kahramanını göğsüne basıyor; askeri hastaneye
alınmayan Kore ya da Kıbrıs gazisinin dramını dikkatle izliyor… Gün
gelecek, ülkesi, vatanı ve geleceği için canını ortaya koyan bu
insanlara “gazi evi” yapıp “ruhsal tedavi” de uygulayacaktır
kuşkusuz…
Çünkü uluslar, kahramanlarını
önemsedikleri oranda güçlü oluyorlar… Palavradan kahramanlık
menkıbeleriyle değil…
Yetkin İŞCEN
bu metni "Sarıkamış-Sibirya Belgeliği"nde yayınlamak için
göndermiştir, teşekkür ederiz... 2010 Ocak