REKABET
POLİTİKASININ İKTİSADİ TEMELLERİ
ÜZERİNE
DÜŞÜNCELER
Doç. Dr. İzak ATİYAS*
Günümüzde
gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin önemli bir bölümü iktisadi kaynakların
dağılımını büyük ölçüde piyasa mekanizması aracılığı ile
gerçekleştirmektedir. Bu tercihin
temelinde, piyasa mekanizmasının kaynakları etkin bir şekilde dağıttığı (en
azından alternatif mekanizmalara göre daha etkin dağıttığı) inancı yatmaktadır. Temel kaynak dağılım mekanizması olarak
planlamaya dayanmış olan sosyalist ülkelerin önemli bir bölümünün son on yıl
içinde piyasa mekanizmasının ana kurumlarını geliştirmeye ve yerleştirmeye
çalışmaları, bu inancın daha da
yaygınlık kazandığını göstermektedir.
Piyasa mekanizmasının kaynak
dağılımını mümkün olan en yüksek toplumsal refaha ulaşacak biçimde yapması, en
başta rekabet koşullarının mevcut olup olmadığına bağlıdır. Oysa deneyim
göstermiştir ki, serbest piyasalar, otomatik bir biçimde rekabetçi bir ortam
yaratmamaktadırlar. Tersine, aşağıda da tartışılacağı gibi, serbest piyasa
sistemlerinde yaygın piyasa yapısının tam değil eksik rekabet olduğu
söylenebilir. Eksik rekabet
koşullarında ise kaynak dağılımında serbest piyasa mekanizmasına dayanmak,
mümkün olan en yüksek toplumsal refaha ulaşmak sonucunu doğurmayabilir. O zaman akla şu soru gelmektedir: Ne tür devlet müdahaleleri eksik rekabet
şartları altında meydana gelebilecek toplumsal refah kayıplarını azaltabilir veya
önleyebilir? İşte bu noktada rekabet (veya antitröst) politikaları, eksik rekabet
ortamında meydana gelebilecek toplumsal refah kayıplarını azaltmada veya önlemede en etkin olduğuna
inanılan politikalar demeti olarak ortaya çıkmaktadır.
Bu yazıda rekabet
politikasının iktisadi gerekçeleri üzerinde durulacaktır. Kuşkusuz rekabet
politikalarının tasarımı ve yasalaşması temelde siyasi süreçlerdir ve bu
süreçlerde her ne kadar iktisadi ve özellikle etkinliğe ilişkin kaygılar önemli
ve giderek önemsenen bir rol oynasa da,
başka toplumsal kaygıların da rekabet politikalarının tarihsel
gelişiminde önemli bir rol oynadığı bilinmektedir. Örneğin rekabet politikaları konusunda ilk adımları atmış olan
ABD’de ilk yasaların hazırlanmasında etkinlikten çok daha fazla küçük
firmaların büyükler tarafından ezilmesi, adalet, ekonomik gücün belirli ellerde
yoğunlaşması, bunun bireysel hak ve hürriyetlere getirebileceği kısıtlamalar ve
doğurabileceği siyasi eşitsizlikler gibi kaygıların rol oynadığı bilinir
(örneğin Scherer ve Ross, 1990, s. 12-14).
Avrupa Birliği’nde ise rekabet politikasının ana hedefinin Avrupa
ülkeleri piyasalarının entegrasyonu olduğu söylenir (Sauter, 1997, s.
118). Bu yazıda bu tür hedefler
üzerinde durulmayacaktır.
Yazıda önce, piyasalarda
eksik rekabete yol açan faktörler irdelenecek, sonra böyle bir ortamda
rekabetin engellenmesinin ne tür refah kayıplarına yol açabileceği tartışılacak
ve bu konuda yapılmış olan ampirik çalışmalar kısaca gözden
geçirilecektir. Son bölümde ise,
rekabet politikasının refah kayıplarını önlemede kullanılabilecek diğer
müdahale araçlarından niye daha üstün olduğu tartışılacaktır.
Yirminci yüzyılda iktisat
literatürüne egemen olmuş ve bir çok iktisadi sorunun incelenmesinde referans
teşkil etmiş en temel model, genel rekabetçi denge modelidir (örneğin Arrow ve
Hahn, 1971; Debreu, 1959). Bu modelde
rekabetin ilginç bir konumu vardır. Bir
taraftan, “tam rekabet”, modelin en temel varsayımlarından biridir; üretici ve
tüketici davranışlarının fiyatlar
üzerinde hiç bir etkisi olmaması anlamında kullanılır. Hatta, rekabetin ve serbest piyasa
sisteminin bir biçimde toplumsal refahı kolladığı inancının en önemli
entellektüel ifadelerinden biri olan temel teoremler, bu model aracılığı ile
üretilmiştir.[1] Halbuki, bu modelde, terimin günlük hayatta
kullanıldığı anlamda rekabetten eser yoktur (Stiglitz, 1994; Vickers, 1995).
Yani bu modelde firmalar rakiplerini alt etmek için reklam ve benzeri
stratejiler geliştirmez, mallarını daha ucuz üretmek için yenilik veya
teknolojik iyileşme peşinde koşmazlar, işbirliği yapmazlar, işbirliğini
bozmazlar, vs, vs.
Genel denge modelinde tam
rekabetin en önemli sonuçlarından biri, firma davranışlarının piyasa fiyatı
üzerinde bir etkisi olmaması, yani üreticilerin yatay bir talep eğrisi ile
karşı karşıya olmasıdır. Herhangi bir üretici fiyatını arttırmaya kalksa, tüm
müşterilerini kaybedecek, fiyatını düşürse (en azından uzun dönemde) iflas
edecektir. Daha genel olarak, tam
rekabet modelinde firmaların stratejik davranma olanağı yoktur.
Kuşkusuz bu model bir
soyutlamadır ve rekabet politikalarının evrimine bir referans teşkil
etmiştir. Fakat rekabet politikasının
ana kaygılarını oluşturan yapı ve davranış sorunlarını incelemek için elverişli
bir soyutlama değildir. Gerçek
hayattaki piyasaların çoğu, tam rekabet modelinin yakalamaya çalıştığı
özellikler arz etmez; tersine bu piyasalarda egemen olan yapı eksik rekabettir.[2]
Genel denge modeli sınırları içinde bakıldığında eksik rekabetin en önemli
sonucu, satıcıların fiyatları etkileyebilmesi, yani aşağı eğimli bir talep eğrisi
ile karşı karşıya olmalarıdır. Daha
genel bakıldığında, eksik rekabet firmalara stratejik davranarak piyasa
sonuçlarını etkileme fırsatı tanır.
Belki eksik rekabet “modeli” (veya modelleri) ile tam rekabet modelinin
arasındaki en önemli fark budur.
Eksik rekabeti irdelemek
için belki önce rekabetin ne anlama geldiğini saptamak gerekir. Burada Vickers’ın (1995) önermeleri faydalı
olacaktır. Eksik rekabet ortamı içinde
rekabet terimi bir “durum”u değil bir süreci veya bazı davranışları tasvir
eder.[3] İkincisi, rekabet her bir firmanın rakipleri
ile bir yarış içinde olmasını çağrıştırır.
Bu yarışın biçimleri (piyasalarda alış ve satış, ihaleler, yarışmalar,
fiyat savaşları vs), araçları (örneğin fiyatlar, reklam, üretim ve kapasite
miktarı, yatırımlar, mukaveleler) ve hedefleri (örneğin kâr, pazar payı) çok
çeşitli olabilir. O halde eksik rekabet ortamında “daha fazla rekabet” ne
anlama gelebilir? Daha fazla rekabetin (birbirinden bağımsız olmayan) üç boyutu
olabilir: her bir rakibin daha fazla hareket özgürlüğü içinde olması
(hareketleri üzerindeki kısıtlamaların azalması), rakip sayısının artması ve
rakiplerin birbiriyle işbirliği yapmak yerine daha bağımsız davranması.
Nedir eksik rekabete neden
olan faktörler? Bu faktörlerin başında
sabit maliyetler ve bundan ortaya çıkan ölçek ekonomileri gelir. Sabit maliyetlere yol açan sadece üretim
teknolojisinin özellikleri değildir.
Örneğin, araştırma geliştirme (ARGE) yatırımları da sonuç olarak ciddi
sabit maliyet unsurları arasında sayılabilir.
Ölçek ekonomilerinin yüksek olduğu sektörlerde, faaliyet gösteren firma
sayısının fazla olmaması beklenir.
Yani, bu tür sektörlerde, doğal tekel olmasa bile, “doğal oligopol”
(Stiglitz, 1994) bir yapı hakimdir.
Oligopolcü piyasalarda ise tam rekabet koşullarından söz etmek mümkün
değildir. Bu tür piyasalarda firmalar doğal olarak fiyatları etkileyebilirler.
Daha da önemlisi, firma sayısının az olması, firmaların anlaşmalar yoluyla
rekabeti engellemelerini kolaylaştırır.
İkinci yaygın faktör ürün
çeşitlemesidir. Ürün çeşitlemesinin
yaygın olduğu piyasalarda belirli
ürünleri az sayıda firma üretir. Bu tür ürünlerin piyasalarını iktisatçılar
tekelci rekabet diye adlandırır, çünkü çeşitlenme yüzünden her ürünü üreten
firma bir tekel konumundadır; ancak tekel gücü sınırlıdır, çünkü çeşitlenmiş
ürünler arasında ikame esnekliği yüksektir. Çeşitlenmenin kaynağı kalite ve
ürün özellikleri olduğu kadar uzaklık, marka ve servis gibi faktörler de
olabilir. Böyle durumlarda da firmaların fiyat üzerinde belirli bir gücü olması
kaçınılmazdır.
Rekabeti sınırlayan bir
başka faktör eksik bilgi olgusudur (Stiglitz, 1994, s. 121-2). Firmaların
fiyatları etkileyemediği (veya talebin yatay olduğu) varsayımı, herhangi bir
firmanın fiyatını düşürmesi halinde bütün piyasayı ele geçireceği hipotezine
dayanır. Bu ise fiyatın düştüğü hakındaki bilginin tüm tüketiciler tarafından
bilinmesini gerektirir. Oysa bir çok ürün piyasasında bu mümkün değildir;
çünkü, müşteri açısından hangi firmanın ne kadar fiyat uyguladığını öğrenmenin
bir arama maliyeti vardır, yani bilgi
eksik veya maliyetlidir. Bilginin eksik olduğu durumlarda firmalar ne fiyat
arttırınca tüm müşterilerini kaybederler, ne de fiyat kırınca tüm piyasayı ele
geçirirler. Çok küçük arama maliyeti bile şirketlere fiyatları etkileme gücü
verebilir.
Sabit maliyetler, ürün
çeşitlemesi ve eksik bilgi, eksik rekabete neden olur; fakat, piyasada ne tür
bir rekabetin oluşacağını veya genel olarak piyasa ortamını tek başına
belirleyemezler. Bunu belirleyen bir
başka önemli faktör de potansiyel rekabettir.
Potansiyel rekabet, henüz piyasada olmayan, fakat piyasadaki firmaların
fiyatları arttırması halinde piyasaya girebilecek firmaların rekabetini tasvir
eder. Potansiyel rekabetin güçlü olduğu ortamlarda halen piyasada olan firmaların
fiyatları arttırması zordur; çünkü, bu durumda piyasaya yeni firmalar girer ve
fiyatlar yeniden düşmeye başlayabilir. Potansiyel rekabetin güçlü olması için
ise, piyasaya girişin engelsiz ve düşük maliyetli olması gerekir.
Bir çok piyasada iki tür
piyasa engeli vardır. Bunlardan birincisi batık maliyetlerdir. Şirketler
herhangi bir piyasaya girip girmemeyi değerlendirirken, o piyasadaki mevcut
fiyat ve kârlara göre karar vermezler, kendilerinin piyasaya girmeleri halinde
oluşacak fiyat ve kârları kestirmeye çalışırlar. Bu hesaplamada batık maliyetler önemli bir rol oynar. Örneğin, eğer piyasaya giriş sonrası
rekabetin çok keskin olması bekleniyorsa, o zaman küçük bir batık maliyet bile
piyasaya girişi engelleyebilir (Stiglitz 1987). Bu durumda, küçük bir batık
maliyet potansiyel rekabetin etkisini yok eder, piyasadaki hakim firmalar
rahatça fiyatları arttırabilirler. Dikkat edilirse, burada sözü edilen batık
maliyetin fiziksel sermaye yatırımı olması da gerekmez. Örneğin yeni firmanın
tanınması için gerekli olan reklam harcamaları da batık maliyet işlevi
görebilir.
İkinci ve rekabet politikası
açısından daha enteresan olan giriş engeli stratejiktir; yani zaten piyasada
olan hakim firmaların davranışları sonucu doğarlar. Bir önceki paragraftaki
örneğe devam edersek, hakim firmanın girişi engellemesinin en etkin yolu yeni
firmayı giriş sonrası rekabetin çok keskin olacağına inandırması, hatta
yapabiliyorsa bu yolda dönüşü olmayan adımlar atmasıdır. İktisat literatüründe
dev reklam kampanyaları ve atıl kapasite bulundurmak bu tür dönüşü olmayan
adımlara örnek olarak gösterilir. Hakim firmanın giriş sonrası rekabeti
kızıştırmayı kolaylaştıracak bu tür önlemler alması girişi engelleyecek,
böylece hakim firmanın girişten korkmadan tekelci davranmasına meydan verecektir. Bu örneğin ilginç tarafı, ex-post (giriş
sonrası) rekabetin keskin olmasına yönelik adımların, ex-ante (potan-siyel)
rekabetin çok zayıf olmasına yol açmasıdır.
Yukarıda anılan faktörler
sonucu oluşan eksik rekabet ortamı, şirketlere çeşitli yöntemlerle rekabeti
kısıtlama olanağı tanır. Yatay anlaşmalarla ortak fiyat tespit etmek,
piyasaları paylaşmak, piyasalara girişleri engellemek, rekabeti kısıtlayacak
biçimde rakip firmaların maliyetlerini arttırmak, müşterilerin rakip
satıcılarla ticari ilişkilerini kısıtlamak veya rakip satıcıları dışlayacak
anlaşmalar yapmak rekabeti kısıtlayıcı davranışlar arasında sayılabilir.
Rekabet politikasının genel hedefi de rekabeti korumak ve bu tür rekabeti
kısıtlayıcı davranışları engellemektir. Kuşkusuz ülkelerin rekabet
politikalarını hayata geçirmesinin arkasında rekabetin kısıtlanmasının
toplumsal refaha zarar verdiği, rekabeti sınırlayıcı davranışları engellemenin
toplumsal refahı arttıracağı inancı vardır.
İktisadi açıdan bakıldığında rekabet politikası “eksik rekabet
ortamlarında daha fazla rekabet toplumsal açıdan tercih edilir” şeklinde bir
mantığa dayanır. Acaba bu mantık doğru mudur? Rekabet toplumsal refahı hangi
yollardan nasıl etkiler? Bundan sonraki
bölümde bu sorular tartışılacaktır.
Rekabetin ve onu korumayı
hedefleyen rekabet politikasının toplumsal refaha etkisini irdelemek için önce
toplumsal refahın nasıl tanımlandığını açık bir şekilde belirlemekte yarar
vardır. Rekabet politikası nasıl bir
toplumsal refah tanımına göre tasarlanmalıdır, uygulamada hangi kıstaslar
gözetilmelidir? Rekabet politikası bağlamında iki olasılık akla gelmektedir.
Bunlardan birincisi toplumsal refahı tüketicilerin elde ettiği fayda ile
üretici kârlarının toplamı olarak tanımlamaktır. Buna kısaca “toplam refah kıstası” diyelim. İkinci alternatif ise toplumsal refahı
sadece tüketicilerin refahı (“tüketici refahı kıstası”) şeklinde
tanımlamaktır. İkisi arasındaki önemli
fark şudur: Birinci tanımda, maliyetleri
azaltarak veya ölçek ekonomilerinden yararlanarak gerçekleştirilen kâr
artışlarının toplumsal refahı arttırdığı kabul edilir. İkinci alternatifte ise, tüketicilerin
refahını azaltan herhangi bir değişiklik, maliyetlerde ciddi azalmaya yol açsa
da, toplumsal refahı azaltmış sayılır.
Dolayısıyla ikinci alternatifin şirketler aleyhine bölüşümsel bir hedefi de gözettiği söylenebilir. Aslında bu ikisi arasındaki tercih siyasi
bir tercihtir. Genellikle iktisat
yazınındaki tartışmalarda tüketici refahının değil de toplam refahın ana kıstas
olarak ele alınması tercih edilir.[4] Pratikte de rekabet politikası
uygulamalarını giderek artan (ancak mutlak olmayan) bir biçimde toplam refah
mantığının yönlendirdiği söylenebilir.
Yine de kanımca tüketici refahının gözetilmesi, rekabet politikasının
toplumsal ve siyasi meşruiyetinin sağlanmasında çok önemli bir rol oynar.
Rekabetin toplumsal refah
üzerindeki etkisi iki ana kavram çerçevesinde incelenebilir; kaynakların
herhangi bir zaman kesiti içindeki dağılımı üzerinde odaklaşan statik etkinlik
ile kaynakların zamanlararası dağılımı üzerinde odaklaşan dinamik
etkinlik.
Statik etkinliğin de kendi
içinde bir kaç boyutu vardır. Bunlar arasında
muhtemelen en fazla bilineni, ve rekabet politikası hakkındaki tartışmaları
uzun bir süre en fazla yönlendirmiş olanı, dağılım etkinliğidir (allocative efficiency). Buna fiyatlama etkinliği de
denmektedir. Rekabetin eksik olması,
kaynak dağılımının etkinlikten uzaklaşmasına neden olur. Burada kastedilen, ekonomiye giriş
kitaplarında bahsi geçen ve tekelci piyasalarda fiyatların marjinal maliyetten
sapması ile ortaya çıkan standard refah kaybıdır. Marjinal maliyetin sabit olduğunu varsayalım. Rekabetçi bir piyasada satış fiyatı marjinal
maliyete eşit olurdu. Oysa tekelci
fiyatlamada şirket üretimi kısar ve malı daha yüksek bir fiyattan satar,
böylece kârını arttırır. Bu durumda en
az marjinal maliyet kadar fiyat ödemeye razı, fakat tekelci fiyat kadar da
ödemeye razı olmayan bazı tüketiciler malı satın almaz ve piyasadan
dışlanırlar. İşte bu tüketicilerin
kaybettiği tüketici artığı, kâr biçiminde şirkete de akmaz, dolayısıyla
kayıptır.
Dikkat edilirse buradaki
mantıkta kullanılan refah fonksiyonu toplam refah kıstasıdır. Burada neyin refah kaybı olduğunu irdelemek,
iktisatçıların kullandığı etkinlik kavramını iyi anlamak açısından
önemlidir. Buradaki refah kaybı, salt
fiyat artışından veya tüketicilerin daha yüksek fiyat ödemesinden meydana gelmemektedir. Kullanılan toplumsal refah kavramı toplam
refaha eşit olduğundan, tüketicilerin fazladan ödediği bir lira firmanın kârı
haline gelseydi, ortada bir refah kaybı olmazdı. Eğer tekelci satıcı tam fiyat ayrımcılığı
yapabilseydi (yani malı her bir tüketiciye o tüketicinin vermeye razı olduğu en
yüksek fiyattan satabilseydi) burada kullanılan kıstas açısından bir refah
kaybı yine sözkonusu olmazdı. Tekelci
fiyatlamada refah kaybının kökeninde üretimin kısılması sonucunda, en az
marjinal maliyet kadar ödeme yapmaya razı olan bir kısım tüketicilerin malı
satın alamaz duruma gelmeleri yatmaktadır.
Burada kullanılan etkinlik kavramı, Pareto anlamında etkinliktir.[5],[6]
Uzun bir süre, tekel gücünü
sınırlamak veya engellemek (özellikle ABD’de) rekabet politikalarının en önemli
amaçlarından biri olarak görülmüştür.
Harberger (1954) tekelci fiyatlamadan doğan refah kaybını ABD ekonomisi
için hesaplamış ve gayri safi milli hasılanın binde birinden az olduğunu
savunmuştur. Harberger bu bulgusuna
dayanarak tekelci fiyatlama sorununun önemsiz olduğunu, iktisatçıların boşu
boşuna bu konu üzerinde zaman ve çaba harcadığını söylemiştir. Harberger’in
çalışması büyük tartışmalara yol açmıştır.
Başka çalışmalarda daha yüksek oranlar bulunmuştur.[7] Yine de, iktisatçılar arasında, statik
dağılım etkinliğindeki toplam refah kaybının göreli önemsiz (dolayısıyla
buradaki toplumsal sorunun daha çok tüketicilerin refah kaybı) olduğu şeklinde
bir genel kanının varlığından söz edilebilir.
Statik etkinliğin ikinci
önemli unsuru ise, üretim veya maliyet etkinliğidir. Burada kastedilen belirli
bir miktar üretimin ne kadar maliyetle üretildiği, bir başka ifade ile
maliyetlerin mümkün olan en az düzeye indirilip indirilmediğidir.[8]
Yani maliyet etkinliğinde sorun, fiyatların maliyetlerden sapması değil,
maliyetlerin kendisinin olabildiğinden yüksek olmasıdır. Maliyet etkinliğinden
sapmanın bir çok nedeni ve biçimi olabilir.
Ama literatürde en çok sözü edilenlerden biri, ve rekabet politikası
uygulamalarında zımni olarak da olsa belki en fazla gözetilen boyutu,
rekabetteki sınırlamaların atalete yol açması, rekabet baskısını hissetmeyen
firma sahip veya yöneticilerinin maliyetleri düşürmeye, kaliteyi arttırmaya
veya yeni yöntemler uygulamaya yönelik çabayı göstermekten kaçınmalarıdır. Literatürde etkinliğin bu boyutu x-etkinliği olarak da geçer.[9]
İktisadi açıdan bakıldığında
burada akla hemen şu soru gelmektedir:
Maliyet etkinsizliği niye ortaya çıksın? Eğer firmanın ana hedefi kâr maksimizasyonu ise, maliyetleri mümkün
olan en alt düzeye düşürmek de kârı arttıracağına göre, şirket niye yüksek
maliyetle (ve düşük kârla) çalışmayı tercih etsin? Bir başka (ve iktisadi açıdan daha doğru) bir ifade ile,
maliyetleri düşürmek belirli bir çaba gerektiriyorsa, şirket neden optimal olandan
daha az çaba sarfetsin? Bu sorunun en
genel cevabı şudur: Şirketler çok çeşitli nedenlerden dolayı kâr
maksimizasyonunun gereklerinden saparlar.
Bu sapmanın en genel nedeni de vekalet
(agency) sorunudur. Zaten X-etkinliği
de genel olarak bir vekalet sorununun bulunduğu ortamlarda önem kazanır, veya
bir vekalet sorununun varlığının ifadesidir.
Vekalet sorununa verilebilecek en yaygın örneklerden biri, profesyonel
yöneticiliğin geliştiği firmalarda, firma sahipleri ile yöneticiler arasındaki
ilişkidir. Bu ilişkide vekalet
sorununun ortaya çıkmasının nedeni, firma sahipleri ile yöneticilerin
hedeflerinin aynı olmamasıdır (örneğin firma sahiplerinin hedefi en fazla kârı
elde etmek iken, yöneticilerin hedefi kendi nüfuzlarını pekiştirmek, atalet
veya prestij olabilir). Firma sahiplerinin yöneticiyi tam denetleyememeleri,
bunun için gerekli olan ayrıntılı bilgiye sahip olmamaları ve yöneticilerin bir
bilgi avantajı içinde olmaları nedeniyle, firmalar, kâr maksimizasyonunun
gerekleri yerine yöneticinin hedeflerine göre yönetilebilir. Örneğin sahipler
belki firmanın kârını gözlemleyebilirler, ama bu kârın (veya zararın) ardında
şansın mı yoksa yöneticinin kararlarının veya performansının mı yattığını
bilemezler. Bu durumda yöneticiler
üstün performans içinde olmak yerine ataleti tercih edebilir, bu da etkinlik
kaybına yol açabilir.
Rekabetin artması bu sorunun
çözümünde önemli bir rol oynayabilir mi? Bunun cevabı evettir. Firmanın
ürettiği mal veya hizmet piyasasında rakip sayısının arttığını varsayalım. Sektörde rakiplerin olması, örneğin
rakiplerin de kârının gözlemlenebilmesi, sahiplere ek bilgi sağlayacak,
karşılaştırma olanağı verecek, yöneticilerin performansını değerlendirmelerini
kolaylaştıracaktır. Sahiplerin performansı daha iyi değerlendirmesi, örneğin
maaşları ayarlamak suretiyle, yöneticinin daha iyi denetlenmesini
sağlayacaktır. Bu ise yöneticinin x-etkinliğini arttıracaktır. Kuşkusuz firma
sahipleri sırf bu yüzden rekabetin artmasını istemeyebilir. Ancak rekabetin artmasının ve bunun sahiplere
karşılaştırma olanağı sunmasının böyle bir toplumsal yararı olacaktır.
Burada bir not düşmekte
fayda vardır: Ürün piyasasındaki
rekabetin, karşılaştırma olanağı yaratmasının yanısıra, vekalet sorunu içindeki firmalara doğrudan
bir etkisi de vardır. Acaba ürün piyasasındaki rekabetin kızışması bu doğrudan
etki yoluyla da yöneticilerin daha az atalet içinde olması sonucunu doğurur
mu? Genelde yöneticilerin daha
rekabetçi ortamlarda daha çalışkan olacaklarına ilişkin yaygın bir inanış
vardır. Fakat bu konuda teorik
literatürde farklı sonuçlar elde edilmiştir, dolayısıyla en azından teorik
olarak şimdilik kesin bir şey söylemek mümkün değildir.[10]
Şirket yönetiminde vekalet
sorunları ve rekabetin buna etkisi, son yıllarda üzerinde önemle durulan bir
konudur. Sorun Türkiye gibi ülkeler
bağlamında da son derece önemlidir. Bir
kere özellikle ekonomide ağırlığı olan büyük şirketlerde profesyonelleşme
artmaktadır. Daha da önemlisi, sorun
sadece profesyonelleşmiş firmalar için geçerli değildir; farklı biçimlerde
Türkiye’de çok yaygın olan aile firmalarında da görülür. Aile firmalarında görülen en yaygın vekalet
sorunu şirket finansmanında firma sahipleri ile bankalar veya genel olarak
alacaklılar arasında ortaya çıkar. Bankalar da kendilerinden borç isteyen firmalar
hakkında eksik bilgiye sahiptir.
Bankaların, firmanın yeterince etkin olup olmadığını, elde edilen
finansmanın uygun kullanıp kullanılmadığını, risk arttıracak davranışlarda
bulunup bulunmayacağını bilmesi veya yakından denetlemesi mümkün değildir. Bu sorun, kredi tayınlamasına neden
olabilir. Kredi tayınlaması ise gerek
ölçeklerin küçük tutulması, gerek yatırımların optimalden az olması nedeniyle
maliyet etkinliğinden kayıplara neden olabilir. Daha genel bir ifade ile, finasmanda vekalet sorunu da firmaların
kâr maksimizasyonu yerine başka hedefler gözetmesine yol açabilir. Aşağıda
görüleceği gibi, rekabetin ana etkilerinden biri, firmaları kâr maksimizasyonu
hedefine yaklaştırmaktır.
Bir çok iktisatçıya göre,
eksik rekabetin maliyet etkinliği açısından sonuçları yüzünden meydana gelen
toplumsal refah kayıpları, fiyatların maliyetlerden sapmasından doğan refah
kaybına göre çok daha yüksektir.
Rekabet politikası uygulamalarının artan bir biçimde, sadece tekel
fiyatlamasını değil, genel olarak etkinliği sorun etmesinin temelinde de
muhtemelen bu kavrayış vardır. Ataletin
yanısıra, maliyet etkinliği başka yollarla da bozulabilir. Örneğin, girişi inanılır bir biçimde engellemek
için atıl kapasite tutulabilir.
Rekabeti engellemek için çeşitli yollarla rakiplerin maliyetleri
arttırılabilir.
Kaynakların bugün ile
gelecek arasındaki dağılımının etkin olup olmadığı ise dinamik etkinlik kavramı
çerçevesinde incelenir. Uzun dönemde büyümenin en önemli kaynaklarından biri,
üretkenlik artışı olarak görülür. Bu
yüzden dinamik etkinlik, örneğin, şirketlerin yeterince araştırma ve geliştirme
(ARGE) faaliyetlerinde bulunup bulunmadığı ve iktisadi ortamın yenilikler ile
teknolojik iyileşmeyi özendirip özendirmediği gibi sorunlar üzerinde yoğunlaşır.
ARGE yatırımları, bunlar sonucunda ortaya çıkabilecek yenilikler ve bu
yeniliklerin hızlı ve kârlı bir biçimde ticarileştirilebilmesi uzun dönemli
üretkenlik artışına yol açan en önemli faktörlerden biri olarak görülür. Dolayısıyla rekabetin ARGE ve yenilik
üzerindeki etkisi, rekabetin toplumsal refah üzerindeki etkisinin en önemli
belirleyicilerinden biri olarak görülmektedir. Rekabetin ve rekabet
politikasının dinamik etkinlik üzerindeki etkisinin ne olduğu sorusu, iktisat
literatüründe tartışmalara yol açmıştır.
Rekabet ile ARGE ve
yeniliğin ilişkisini iki boyutta incelemek anlamlı olabilir. Bunlardan birincisi ex-ante yani yenilik
öncesi piyasa yapısı ile yenilik ilişkisi, ikincisi ise ex-post piyasa yapısı
ile yenilik ilişkisidir. İkincisinden
başlayalım. Bilgi üretimi ve yenilik
kamu malı özelliklerini haizdir; dolayısıyla, “bedavacılık” sorunu ile karşı
karşıyadır. Yani, üretilen bilgi
kolayca başka firmalar tarafından elde edilebileceğinden, ex-post rekabet,
bilgiyi üreten firmanın bu üretimden elde ettiği getirinin çok düşük olmasına
yol açar. Bu durumda, bilgi üretiminin
kendisi de maliyetli olduğundan ve batık sermaye gerektirdiğinden, ex-post
rekabet firmaların bilgi üretimine yönelmesini engelleyebilir. Dolayısıyla, bilgi üreten firmaya bir patent
yolu ile belli bir süre için ex-post tekel hakkı tanımak, yenilik için
gereklidir. Bu, genel kabul gören bir
önermedir ve fazla tartışmalı bir tarafı yoktur.
Birinci boyut, yani ex-ante
piyasa yapısı ile yenilik arasındaki ilişki ise daha tartışmalı bir
konudur. Genellikle Schumpeter’e (1950)
dayandırılan bir görüş, tekel konumundaki firmaların ARGE yatırımları ve
yenilikçiliğe daha eğilimli olduklarını savunur. Burada yenilikçiliği
destekleyen faktörün büyüklük mü, yoksa piyasa gücü mü olduğu konusu çok açık
değildir; cevap muhtemelen “her ikisi”dir.
Temelde ima edilen şudur: Büyük firmalar, hem nakit akışlarının daha
yüksek olması, hem ölçek ekonomilerinden daha fazla yararlanmaları itibari ile
yenilik yapmaya daha eğilimlidirler. Dolayısıyla literatürde “Schumpeterci” diye adlandırılan görüş,
yeniliği özendirmek için “ulusal şampiyonlar”ın yaratılması, hatta gerekirse
bunların rekabetten korunması gerektiğini savunmuştur. Buna göre, tekelci davranışın neden olduğu statik israf, yeniliğin yol açtığı
dinamik üretkenlik artışı ile karşılaştırıldığında önemsizdir. Bu akıl yürütmenin uç önermesi ise rekabet
politikasının (burada ulusal şampiyonların yaratılması anlamında kullanılan)
sanayi politikası ile çeliştiği, rekabet politikasının yeniliği önleyebilecek
özelliği olmasıdır.
Bu Schumpeterci görüşün
ardında önemli bir varsayım vardır: Firma davranışını belirleyen ana hedefin
kâr maksimizasyonu olduğu. Dolayısıyla
Schumpeterci görüşte tekel gücüne sahip firmayı yeniliğe iten en önemli dürtü
kârdır. Halbuki vekalet sorunlarının olduğu ve bu sorunların tam
olarak çözülemediği bir dünyada firmanın kontrolünü elinde tutanlar, firmaya
ilişkin kararlarını toplam kârları maksimize edecek biçimde değil, kendi
refahlarını gözetecek biçimde alırlar.[11] Aghion, Dewatripont ve Rey (1999a) teorik
çalışmalarında bu davranışsal varsayımın değişmesi halinde rekabetin
yenilikçiliği arttıracağını göstermiştir.
Eğer herhangi bir vekalet sorunundan dolayı firmalar yenilik konusunda
“tutucu” davranırsa (örneğin yeniliğe yönelmenin firma yöneticisi üzerinde özel
bir maliyeti varsa veya yeniliğin gerektirdiği örgütlenme biçimi firma içinde
kurumsallaşmış davranış biçimlerine ters düşerse, veya firma içi güç
dengelerini bozar ise), o zaman rekabetin artması hem yenilikçi eğilimi hem de
büyümeyi arttırmaktadır. Aghion,
Dewatripont ve Rey (1999b) ise dış finansman yoluyla ortaya çıkan vekalet
sorununun etkisini araştırmaktadır.
Eğer firma dış finansman kullanırsa, bu bir vekalet sorununa yol
açmaktadır. Bu çalışmaya göre,
firmaların dış finansmana gerek duymadığı durumlarda rekabetin artması
üretkenliği arttıran yatırımların azalmasına yol açmaktadır. Firma dış finansmana gerek duyduğu zaman ise
rekabetin artması bu tür yatırımların artmasına neden olmaktadır.
Burada genel mantığın şu
olduğu söylenebilir: Vekalet sorununun olduğu durumlarda firmaların kâr
dürtüleri gevşer, başka hedeflere yönelirler.
Böyle durumlarda dışsal faktörlerin firma davranışı üzerindeki etkileri
daha önemli hale gelir. Örneğin bankalardan borç alma mali disiplin sağlar.
Rekabetin artması ve iflas tehlikesi de firmaların daha etkin çalışmasına,
x-etkinliğin artmasına yol açar. Bir anlamda rekabet, firmaların kâr
maksimizasyonuna daha yakın davranmasına neden olur, yenilikçi eğilimleri
güçlendirir. Bu konudaki tartışmaları özetleyen Rey (tarihsiz), burada
anlatılan yaklaşıma (bu yaklaşımı Schumpeterci yaklaşımdan ayırd edecek
biçimde) Darwinci yaklaşım adını vermiştir. Darwinci yaklaşımda rekabetin
yenilik üzerindeki etkisi olumludur.
Rekabet ve rekabet
politikasının toplumsal refah üzerindeki etkisini tartışırken literatürde ender
değinilen[12] ancak
özellikle Türkiye gibi ülkelerde önemli olduğu düşünülebilecek bir boyut daha
akla gelmektedir. O da girişimcilik
becerilerinin iktisadi faaliyetler arasında dağılımı ile ilgilidir. Rekabet politikası tekelleşmeyi ne kadar kâr
etmesi zor bir faaliyet biçimi haline getirirse, girişimciler o kadar
becerilerini tekelleşme yerine toplumsal refaha ve büyümeye daha fazla katkısı
olan üretim ve hizmet alanlarına tahsis etmek zorunda kalacaklardır. Bunun uzun dönemli büyümeye etkisinin çok
önemli olduğu düşünülebilir.
Girişimciliğin dağılımında
etkinlik son yıllarda iktisatçılar tarafından üzerinde önemle durulan bir konu
haline gelmiştir (Murphy, Shleifer ve Vishny, 1991). Girişimciliğin özel getirisi yüksek, ancak, toplumsal getirisi
düşük ve rant kollamaya dayalı faaliyetlerden üretken faaliyetlere yeniden tahsis
edilmesinin Türkiye gibi ülkelerde daha da ciddi refah artışlarına yol açacağı
beklenmelidir. Bir kere rekabet
politikasının gündeme yeni giriyor olması nedeniyle girişimcilik becerilerinin
hali hazırda ciddi biçimde etkinlikten
uzak tahsis edilmiş olduğu tahmin edilebilir; dolayısıyla yeniden tahsisten
doğabilecek etkinlik artışı yüksek olacaktır.[13]
Bundan başka, bu tür
ülkelerde devletin hesap verme sorumluluğu yeterince kurumsallaşmamıştır;
dolayısıyla, kamu kaynaklarının nasıl kullanıldığı konusunda etkin bir kamuoyu
denetimi yoktur. Korumacılık ve
müştericilik veya daha genel bir ifade ile, kamu kaynaklarını siyasi destek
karşılığında tekil gruplara dağıtma anlayışı, siyasi rekabeti derinden etkiler
hale gelmiştir. Öte yandan özel sektörün gelişiminde devlet ile ilişkiler, kamu
destek ve yardımları çok önemli bir rol oynamıştır. Bu yardımlar saydam
olmamıştır, etkin ve amacına uygun kullanılıp kullanılmadığı konusunda denetim
yoktur (Biddle ve Milor, 1997). Özel
kesimin devlet ile ilişkileri de herkes için geçerli ve nesnel kurallar çerçevesinde
olmamış, saydam olmayan dikey ilişkiler halinde gelişmiştir. Rant kollama veya
en azından devletin keyfi davranışlarına karşı kendini koruma, özel kesimin
yoğun çaba ve kaynak sarfettiği bir alan olmuştur (Buğra, 1995). Etkin bir rekabet politikası, özel
firmaların devlet ile ilişkilerini, devlet ihale sistemini ve devlet
yardımlarını da hedefleyeceğinden girişimcilik becerilerinin dağılımında bu
açıdan da bir iyileşme beklenebilir.
Peki daha fazla rekabetin
toplumsal refahı kısıtladığı veya rekabete getirilecek sınırlamaların toplumsal
refahı arttıracağı durumlar ve örnekler yok mudur? Kuşkusuz vardır.
Bunlardan önemli bir tanesi olan patent hakkına yukarıda değinilmişti.
Örnekler çoğaltılabilir: Elektrik ve
telekomünikasyon gibi altyapı sektörlerinin liberalizasyonu sırasında bu
sektörlerin rekabete denetimli bir biçimde açılması ve geçiş sürecinde piyasaya
girişlere belirli sınırlamalar getirilmesi gerekli olabilir. Gerek Avrupa,
gerek Japonya’da ciddi durgunluk içinde olan sektörlerde kapasite tasfiyesine
gidilmesi için yatay anlaşmalara izin verildiği bilinmektedir. Bazı dikey
sınırlamaların kimi zaman etkinliği arttırabileceği literatürde
tartışılmaktadır. Keza ARGE programları konusunda firmalararası işbirliğine
izin verilebilir. Ancak bu örnekler genel ilkeyi değiştirecek nitelikte
değildir. Rekabet politikası uygulaması
içinde böylesi durumlar istisnalar ve muafiyetler yolu ile halledilebilecek
niteliktedir.
Bu bölümü bitirmeden önce
rekabetin piyasalara etkisi konusunda ampirik çalışmalardan ne tür sonuçların
ortaya çıktığını da kısaca özetlemek yararlı olacaktır. Bu konuda kapsamlı bir
değerlendirme yapmak başlı başına bir yazı konusu olurdu, dolayısıyla burada
mütevazi bir hedef seçilecek ve bazı genel eğilimleri belirlemekle
yetinilecektir.
Piyasa yapıları ve rekabetin
sonuçları konusunda ilk ekonometrik çalışmalar genellikle sektörler arası
yatay-kesit araştırmalar olmuştur.[14]
Bu çalışmaların amacı sınai yapı ile performans arasındaki ilişkiyi
araştırmaktır. Sınanan temel hipotez, yoğunlaşmanın firmalar arası rekabeti
sınırlayıcı işbirliğini kolaylaştırdığı şeklindedir. Yoğunlaşmanın kârlılık üzerinde pozitif bir etkisi olduğu
bulgusu, bu hipotezin doğru olduğunun kanıtı şeklinde yorumlanmıştır. Khemani ve Dutz’un (1995) aktardığı gibi bu
yorum genellikle yapısalcı yaklaşımın
yorumu olmuştur. Chicago ekolüne göre
ise, yoğunlaşma ile kârlılık arasındaki pozitif ilişki, sektörlerdeki büyük
firmaların daha etkin olduklarının bir göstergesidir. Bu görüşe göre, devlet
piyasaya girişleri engelleyici uygulamalar içinde olmadıkça, şirketlerin yüksek
kârlılığı sürdürmeleri ancak daha etkin çalışmakla mümkün olabilir. Dolayısıyla bu görüşe göre etkinlik hem
yoğunlaşmaya (daha etkin firmaların pazar payının da daha büyük olması
beklenir) hem de yüksek kârlılığa neden olmaktadır. Buradaki temel öngörü, sektör içinde firmalar arasında etkinlik
açısından farklılaşma olduğudur. Çalışmalarda her iki yorumu da destekleyen
bulgular elde edilmiştir.
Schmalensee’nin (1989) değerlendirmesinden bu iki yorumun birini kesin
bir şekilde öne çıkaracak bir sonuç elde edilmediği ortaya çıkmaktadır. Ana bulgular kısmi bir şekilde şöyle
özetlenebilir: Ölçek ekonomileri göstergeleri ve gerekli fiziksel sermaye
miktarı ile kârlılık arasında pozitif bir ilişki vardır. Ayrıca ülkeler arası karşılaştırmalarda
sektörel yoğunlaşma sıra korelasyonu da yüksektir, yani her ülkede
yoğunlaşmanın yüksek olduğu sektörler benzerlik göstermektedir. Bu durum, sektör
özelliklerinin ve belki de girişi zorlaştırıcı teknoloji ve maliyet
unsurlarının önemli bir etken olduğunu çağrıştırmaktadır. Yoğunlaşma ile kârlılık arasındaki ilişki
genel olarak güçlü değildir. Ancak
yoğunlaşma ile sektörlerin büyük şirketlerinin kârlılığı arasında pozitif bir
ilişki vardır. Ayrıca ürün fiyatları
ile yoğunlaşma arasında da pozitif bir ilişki vardır. Bu, yapısalcı yorumu desteklemektedir. Fakat, kârlılık üzerinde hem yoğunlaşmanın hem de büyük
firmaların piyasa paylarının etkilerinin birlikte test edildiği denklemlerde piyasa
payları önemli bulunmakta, yoğunlaşma önemini kaybetmektedir. Bu da Chicago ekolünü destekler
görünmektedir. Özet olarak, bu
çalışmalarda hem sektörel özellikler, hem de şirketler arası farklılaşmalar
önemli bulunmaktadır.
Son yıllarda rekabet ile verimlilik
veya uzun dönemli performans arasındaki ilişki araştırılmıştır. Bu çalışmalarda
rekabetin önemi konusunda daha kesin sonuçlar elde edilmiştir. Burada en çok
sözü edilen çalışmalardan biri olan Porter’ın (1990) uluslararası
karşılaştırmalı çalışmasından elde ettiği sonuca göre, firmalararası rekabet,
verimlilik artışı ve yeniliği özendiren en önemli faktörlerden biridir. Caves ve Barton (1990) ve Caves’in (1992)
ekonometrik çalışmaları, yoğunlaşma ile teknik etkinlik arasında ters ilişki
bulmuştur. Burada teknik etkinlik,
sınır üretim fonksiyonu teknikleri ile kestirilen ve firmaların veya ülkelerin
en etkin firma veya ülkelere göre konumunu ölçen indekslerden
oluşmaktadır. Nickell’in (1996) firma düzeyinde veriler kullanarak
yaptığı panel kestirimleri de rekabet
ile üretkenlik artışı arasında pozitif bir ilişki bulmuştur. Dutz ve Hayri (1999) rekabet ile uzun
dönemli büyüme arasındaki ilişkiyi araştırmış, rekabet göstergeleri arasına
rekabet politikasının uygulanma derecesini gösteren değişkenleri de
eklemişlerdir.[15] Bu çalışmada rekabet politikasının etkinliği
ile uzun dönemli büyüme arasında pozitif bir ilişki bulunmuştur. Rey’in de
belirttiği gibi, bu çalışmalar birimler arasında teknik etkinlik
farklılıklarının nedenlerini açıklamaya çalışmamaktadır. Dolayısıyla bu çalışmalar rekabetin
etkinliği hangi yoldan etkilediği konusunda aydınlatıcı değildir.
Ampirik olarak araştırılan
bir başka konu da rekabet ve firma büyüklüğü ile ARGE yatırımları ve yenilik
eğilimi arasındaki ilişkidir. Bu konularda
elde edilen sonuçlar araştırmadan araştırmaya farklılıklar göstermektedir ve
kesinleşmiş sonuçlardan söz etmek oldukça zordur. Genellikle firma büyüklüğü ile ARGE yatırımları arasında pozitif
bir ilişki bulunmuştur. Ancak bu
konudaki ampirik çalışmaları değerlendiren Greer (1992) ve Scherer (1992),
firma büyüklüğünün özellikle küçük ve orta boy firmalar arasında önemli olduğu,
belli bir ölçekten sonra firma büyüklüğünün ARGE harcama eğilimine bir katkısı
olmadığı sonucuna varmışlardır. Ayrıca Scherer’e göre, (1992) ARGE harcamaları
hakkındaki resmi istatistikler özellikle küçük firmalar tarafından hayata
geçirilen önemli miktarda “yarı zamanlı” geliştirme faaliyetini kapsam dıışı
bırakmaktadır.
Firma büyüklüğü ile yenilik
eğilimi arasındaki ilişkiye gelince, Greer’e göre (1992, s. 675), firma
büyüklüğü maliyeti yüksek olan yenilikler için daha önemli bir etken
olabilir. Acs ve Audretch (1990) ise
küçük firmalarda işçi başına yenilik sayısının büyük firmalardan daha yüksek
olduğu sonucuna varmıştır.
ARGE ile piyasa
yapısı/yoğunlaşma arasındaki ilişkiyi araştıran çalışmalar da birbirinden
farklı sonuçlara ulaşmıştır. Belki bu
konudaki en tutarlı sayılabilecek sonuç, piyasa yapısının ARGE eğilimi
üzerindeki etkisinin (diğer etkenlere göre) çok daha zayıf olduğudur (Greer,
s.683, Jorde ve Teece, 1992). Piyasa
yapısı ile yenilik arasındaki ilişki konusunda Blundell, Griffith ve Van
Reenen’in çalışmalarından söz edilebilir (1993, 1996). Blundell, Grifith ve Van Reenen (1993)
şirket düzeyinde yenileşmeyi şirket piyasa payının da şirketin bulunduğu
sektördeki rekabet derecesinin de pozitif etkilediğini bulmuştur. Bu bulgu hem Schumpeterci hem de Darvinci
yaklaşımı destekler gözükmektedir.
Blundell, et. al. (1996) ise, yenilik ile pazar payı arasındaki geri
beslemeyi de kontrol etmektedir (daha fazla yenilik gelecekte pazar payının
artmasına neden olur). Bu çalışmada da
yoğunlaşma düzeyi daha az olan sektörlerde yenilik eğiliminin daha yüksek
olduğu sonucu elde edilmiştir. Bu konudaki kapsamlı çalışmalardan sayılan
Geroski de (1990) benzer sonuçlar elde etmiştir. Bu bulgular da Schumpeterci tezi desteklememektedir.
Son olarak rekabet ile
vekalet sorunu arasındaki ilişkiyi doğrudan irdeleyen Nickell, Nicolitsas ve
Dryden’in (1996) çalışmasından söz
etmek yararlı olacaktır. Bu çalışmada
vekalet sorunları bir kaç değişken tarafından kontrol edilmektedir. Mali disiplin faiz ödemelerinin nakit
akışına oranı ile ölçülmektedir. Dışsal
hisse sahibi denetimi için de hakim bir hissedarın olup olmadığına göre değişen
bir kukla değişken kullanılmaktadır.
Elde edilen sonuçlar şöyledir:
Hem rekabet hem de mali disiplin üretkenlik artışını pozitif olarak
etkilemektedir. Ancak ikisi arasında
ikame vardır. Örneğin rekabet az iken mali disiplin değişkenindeki bir artışın
üretkenlik artışına etkisi, rekabetin daha yüksek olduğu duruma göre daha küçük olmaktadır. Vekalet ile rekabet arasındaki etkileşimi
inceleyen ampirik çalışmalar henüz çok azdır dolayısıyla genellemeler yapmak
doğru olmayacaktır. Fakat en azından
konunun ayrıntılı bir biçimde irdelemeye değer olduğu söylenebilir.
Yazının şimdiye kadarki
bölümlerinde rekabetin iktisadi kaynakların dağılımında etkinliği sağlamada
ağırlıkla olumlu bir etkisi olduğu tartışıldı. Fakat aslında “niçin rekabet politikası” sorusuna tam bir cevap
verilmedi. Etkinlikten sapmaların
olduğu durumlarda devlet piyasalara çok çeşitli biçimlerde müdahale edebilir. Rekabet politikası niye tercih edilsin?
Örnek vermek gerekirse,
herhangi bir etkinlik sorununun yaşandığı bir üretim dalında devlet alternatif
olarak şunları yapabilir: O malı doğrudan üretip tahsis edebilir. Malın üretimini devlet üstlenip, tahsisatı
piyasa yoluyla yapabilir. Malı özel
sektör üretebilir; fakat üretim miktarını, maliyet yapısını ve malın
tüketicilere nasıl dağıtılacağını devlet dikte edebilir (yakın zamana kadar
özel sektörün elindeki doğal tekellerin regülasyonunda olduğu gibi). Malın üretimi özel sektörce yapılır, tahsisatı
da piyasa aracılığı ile yapılır ve devlet hem üretimi hem tahsisatı vergi ve
sübvansiyon yolu ile etkilemeye çalışabilir. Bu alternatiflerden ilk ikisi özel
sektör ağırlıklı piyasa ekonomisinden iyice sapmak anlamına gelir; ama
diğerleri özel mülkiyete dayalı bir piyasa ekonomisinin özüne belki de çok
aykırı olmayabilir. Anılan müdahale
biçimlerinin bir bölümü “sanayi politikası” uygulamalarından çok farklı
değildir. Rekabet politikası bu alternatiflerden niçin daha iyidir?
Rekabet politikasını diğer
müdahale biçimlerinden çok daha tercih edilir kılan bazı özellikleri
vardır. Bunların başında gerek tasarım
gerek uygulama aşamasında gerektirdiği idari kapasitenin diğerlerine göre çok
daha az olması gelir. Örneğin vergi ve
sübvansiyon yolu ile müdahale, müdahale edilecek her piyasada ürünlerin arz ve
talep esnekliklerinin bilinmesini, her ürün için gerekli vergi ve sübvansiyonun
hesaplanmasını, ondan sonra da uygulamada firmaların bu vergi ve
sübvansiyonlara riayet ettiklerini denetlemesini gerektirir. Bu, aynı zamanda çok ciddi bir bilgi altyapısının
kurulması da demektir. Oysa rekabet
politikası deyim yerinde ise, bilginin merkezileşme gereğini asgari düzeyde
tutar. Rekabet politikasının temel
felsefesi oyunun kurallarının belirlenmesi ve kurallara uymayan davranışların
cezalandırılmasıdır. Uygulamada rekabet
politikasının en önemli yaptırım gücü, aktif denetimden değil, caydırıcılıktan
kaynaklanır. Rekabet politikasını
felsefe olarak klasik doğal tekel regülasyonundan ayıran özelliği de
budur. Bu anlamda en etkin rekabet
politikası, belki de müdahale gereğinin en az olduğu, kurallara uyumun temelde
caydırıcılık ile sağlandığı bir politikadır.
İkinci özellik, rekabet
politikasının, doğası gereği, diğer politika araçlarından daha saydam, uygulama
kriterlerinin de daha objektif olmasıdır. Uygulamada takip edilecek normların
bir çoğu zaten uluslararası deneyim ile belirlenmiştir. Bu yüzden siyasi müdahalelere, rant
kollamaya çok daha az açıktır. Bu
saydamlık, hem rekabet politikasının toplum tarafından meşru görülmesini
sağlar, hem de yolundan sapması halinde, bu sapmanın kamuoyu tarafından çok
daha kolayca tespit edilmesini mümkün kılar.
Bu saydamlığın varlığı, rekabet politikasında öznelliğin olmadığı
anlamına gelmez, ama boyutlarının diğer müdahale araçlarına göre çok daha az
olduğunu gösterir.
Üçüncü özellik, yine rekabet
politikasının meşruiyeti ile ilgilidir.
He ne kadar rekabet politikasının temel mantığı artan biçimde ekonomik
etkinliği kollamak olarak şekillenmekte ise de, doğası gereği, rekabet politikasının
önlemeyi hedeflediği davranış biçimleri, çoğunlukla iktisadi hayatta güçlü
olanların başvuracakları davranış biçimleridir. Temelde güçlünün gücünü istismar etmesini önlemeyi hedefleyen bir
yaklaşımın toplumun geniş kesimleri tarafından son derece meşru görüleceği
açıktır. Meşruiyetinin tartışma götürmemesi, bu müdahale aracını diğerlerinden
çok daha çekici kılmaktadır.[16]
Bu son nokta Türkiye’de
özellikle önemlidir. Etkin ve başarılı
bir rekabet politikası, artık kayrımcı ve kliantalist olmayan, kuralları
herkese eşit uygulayan yeni tip bir devletin oluşma sürecinin önemli
unsurlarından biri olarak görülecektir.
Böylece, başarılı bir rekabet politikası uygulaması (bu anlamda başarılı
olan diğer politika uygulamaları ile birlikte) hem devletin bu yönlerden daha
geride olan kuruluşlarına emsal teşkil edecek, hem de vatandaşların devlete
güvenini arttıracaktır. Kuşkusuz
rekabet politikasının hedefi kliantalizme son vermek veya devlete güven
kazandırmak değildir. Fakat devlet
reformunun tartışıldığı bugünlerin Türkiyesinde rekabet politikasının bu yönü,
önemli bir ek getiri veya iktisatçıların deyimiyle pozitif bir dışsallık olarak
görülebilir.
Sonuç olarak Jacquemin’in
(1990, s.1) Kanada Ekonomik Konseyi’nin bir raporundan aktardığı gibi “rekabet
insangücü, sermaye ve doğal kaynakların etkin kullanımını özendirdikçe,
ayrıntılı kamusal regülasyon veya sanayide devlet mülkiyeti gibi başka tür
kontrolleri ya gereksiz kılar ya da gereğini azaltır.”
Acs, Zoltan J. ve David B. Audretsch (1990). Innovation
and Small Firms, Cambridge: MIT Press.
Aghion, Philippe, Mathias Dewatripont ve Patrick Rey
(1999a). “Agency Costs, Firm Behavior and the nature of Competition”, CEPR Discussion Paper No 2130.
Aghion, Philippe, Mathias Dewatripont ve Patrick Rey
(1999b). “Competition, Financial Discipline and Growth”, CEPR Discussion Paper No 2128.
Arrow, Kenneth J. ve Frank H. Hahn (1971). General
Competitive Analysis, Amsterdam: North Holland.
Baumol Wiliam. J. ve Janusz A. Ordover (1992). “Antitrust:
Source of Dynamic and Static Inefficiencies?”,
Thomas M. Jorde ve David J. Teece (der.) Antitrust,
Innovation and Competitiveness, New York: Oxford University Press içinde.
Biddle, Jesse ve Vedat Milor (1997). “Economic Governance in Turkey: Bureaucratic Capacity, Policy Networks and
Business Associations,” Sylvia Maxfield ve Ben Ross Schneider (eds.) Business and the State in developing
Countries, Ithaca: Cornell
University Press içinde.
Buğra, Ayşe (1995).
Devlet ve İşadamları,
İstanbul: İletişim Yayınevi.
Caves, R. E. ve D. R. Barton (1990). Efficiency
inn US manufac turing Industries, Cambridge, Mass.: MIT Press.
Caves, R. E.
(1992). Industrial Efficiency in Six Nations, Cambridge, Mass.: MIT Press.
Debreu, Gerard (1959). The Theory of Value, New York: Wiley.
Dutz, Mark A. ve Aydın Hayri (1999). “Does More Intense Competition Lead to
Higher Growth?”, fotokopi.
Fingleton, John, Eleanor Fox, Damien Neven ve Paul
Seabright (1995). Competition Policy and the Transformation of Central Europe,
London: CEPR.
Geroski, Paul A. (1990). “Innovation, Technological Opportunity and Market Structure”, Oxford Economic Papers, 42: 586-602.
Greer, Douglas F. (1992). Industrial Organization and
Public Policy, New York: Maxwell Macmillan International Editions.
Harberger, H. (1954). “Monopoly and resıurce
Allocation”, American Economic Review,
44: 77-87.
Hart, Oliver D. (1983) “The market mechanism as an
incentive scheme”, Bell Journal of
Economics, 19, 44-58.
Jacquemin, Alexis (1990). “Introduction: Competition and Competition Pollicy in Market
Economies”, W. S. Comanor, K. George, A. Jacquemin, E. Katzenbach, J. A.
Ordover, L. Waverman (der.) Competition
Policy in Europe and America:
Economic Issues and Institutions,
New York: Harwood Academic publishers.
Jorde, Thomas M. ve David J. Teeece (1992). “Introduction”, Thomas M. Jorde ve David J.
Teece (der.) Antitrust, Innovation and
Competitiveness, New York: Oxford University Press içinde.
Khemani, R. Shyam ve Mark A. Dutz (1995). “The Instruments of Competition Policy and
Their Relevance for Economic Development”, Claudio R. Frischtak (der.) Regulatory Policies and Reform: A Comparative Perespective, Private
Sector development Department, The World Bank, Washington D.C.
Murphy, Kevin, Andrei Shleifer ve Robert Vishny
(1991). “The Allocation of Talent: Implications for Growth”, Quarterly Journal of Economics, 503-530.
Nickell, S. J. (1996). “Competition and Corporate
Performance”, Journal of Political
Economy, 104:724-746.
Nickell, S. J., D. Nicolitsas ve N. Dryden
(1996). “What Makes Firms Perform
Well?”, mimeo.
Ordover, Janusz A. (1990). “Economic Foundations of Competition Policy”, W. S. Comanor, K.
George, A. Jacquemin, E. Katzenbach, J. A. Ordover, L. Waverman (der.) Competition Policy in Europe and
America: Economic Issues and Institutions, New York: Harwood Academic publishers.
Rey, Patrick (tarihsiz). “Competition Policy and Economic Development”, fotokopi.
Sauter, Wolf (1997). Competition Law and
Industrial Policy in the EU, Oxford: Clarendon Press.
Scharfstein, David (1988). “Product Market
Competition and Managerial Slack”, Rand
Journal of Economics, 19, 147-55.
Scherer, F. M. (1992) “Schumpeter and Plausible
Capitalism”, Journal of Economic
Literature, 30: 1416-1433.
Scherer, F. M. ve David Ross (1990). Industrial
Market Structure and Economic Performance, Boston: Houghton Mifflin
Company.
Schumpeter, Joseph A. (1943) Capitalism,
Socialism and Democracy, New York: harper Collins publishers.
Schmalensee, Richard (1989). “Inter-industry Studies of Structure and Performance”,
R. Schmalensee ve R. D. Willig Handbook
of Inndustrial Organization, Elsevier Science Publishers içinde.
Stiglitz, Joseph E.
(1994). Whither Socialism, Cambridge, Mass: MIT Press.
Stiglitz, Joseph E. (1987). “Technological change, sunk costs and
competition”, Brookings Papers on
Economic Activity, 3.
Vickers, John (1995). “Concepts of Competition”, Oxford
Economic Papers, 47, 1-23.
* Sabancı Üniversitesi, Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi Öğretim Üyesi
[1] Refah İktisadının Birinci Teoremi der ki; tam rekabet koşulları altında oluşan denge, Pareto anlamında optimaldir. Pareto anlamında etkinlik aşağıda tanımlanacaktır.
[2] Vickers (1995), Stiglitz (1994) ve daha bir çok iktisatçı, önerilen anlamda rekabet sürecini incelemek için genel denge modelinin uygun olmadığını, başka teorik araçlara gereksinim olduğunu belirtirler. Rekabet politikasına konu teşkil eden sorunları inceleyen iktisat alanlarında (örneğin sınai örgütlenme, hukuk ve iktisat, regülasyon vb) oyun teorisi ve enformasyon ekonomisi gibi teorik araçların yaygın olarak kullanılıyor olması tam rekabetçi genel denge modelinin yetersizliğinin kanıtı olarak görülebilir.
[3] Halbuki tam rekabet modeli bu süreçleri irdelemez, firmaların fiyatları veri aldığı bir durumu irdeler.
[4] Bu konuda bir tartışma için bakınız Ordover (1990) s.13-14 ve Khemani ve Dutz (1995), s. 19.
[5] Bir ekonomide herhangi bir kaynak tahsisinin Pareto anlamında etkin veya optimal olması şu anlama gelir: Bir üretici veya tüketicinin refahı, ekonomideki bir başka kişinin refahı azaltılmadan yükseltilemez.
[6] Burada toplam refah mantığının niye mutlak bir biçimde uygulanmadığını da belirtmekte yarar vardır. Bir firmanın fiyat ayrımcılığı yoluyla tüm tüketici artığına el koyması (bir an için bunun mümkün olduğunu varsayalım) rekabet politikası uygulayan hemen tüm ülkelerde muhtemelen suçlu bulunurdu, böylesi bir uygulama Pareto anlamında bir refah kaybına yol açmadığı halde. Dolayısıyla bu tür uç örneklerde uygulayıcılar muhtemelen tüketici refahı kıstasına göre hareket edeceklerdir.
[7] Bu çalışmaların bir özeti için bakınız Scherer ve Ross (1990), s. 662-667.
[8] Maliyet etkinliği kavramına benzer bir başka kavram da üretim etkinliğidir. Buradaki etkinlik sorunu da aynı miktarda girdi ile mümkün olan en fazla çıktının elde edilip edilmediğidir. Bu bölümdeki tartışma açısından bu iki kavramın arasındaki fark önemli değildir.
[9] Ordover (1990) buna “firmaların iç etkinliği” diyor.
[10] Örneğin bu konudaki temel çalışmalar olan Hart (1983) ve Scharfstein (1988) farklı sonuçlar elde etmiştir.
[11] Örneğin firma bir bankadan borç alıyorsa, işletme kârını değil faiz sonrası kârını maksimize etmeye çalışır. Bunun yarattığı sonuç ile (etkin kaynak kullanımının gerektirdiği) işletme kârı maksimizasyonunun doğuracağı sonuç aynı değildir.
[12] Baumol ve Ordover bu konuya değinirler.
[13] Fingleton et. al (1995), başka bir bağlamda, Orta Avrupa ülkelerinde de rekabeti azaltıcı davranış biçimlerinin şirket yöneticileri arasında yaygın olduğunu vurgulamıştır.
[14] Bu bölüm için en temel kaynak Schmalensee’nin (1989) bu tür sektörlerarası çalışmaların kapsamlı bir tarihçesini ve özetini sunduğu makalesidir.
[15] Bu değişkenler 3000 kadar uluslararası şirket yöneticileri arasında yapılan anket cevaplarından derlenmiştir. Bunlar arasında en önemlisi şu soruya verilen cevaplardan toparlanmıştır: “Ülkenizde anti-tröst veya anti-tekel politikası etkin bir biçimde rekabeti özendiriyor mu?”
[16] Fingleton et. al. (1995) geçiş sürecindeki Orta Avrupa ülkelerinde de rekabet politikasının çok geniş kesimlerde destek gördüğünü söylemektedir.