NE İÇİN ve
NASIL REGÜLASYON?
İzak Atiyas
Sabancı Üniversitesi
Giriş
Elektrik ve telekomünkasyon benzeri sektörlerde devletin düzenleyici rolünün
önemi Türkiye'de son yıllarda, o da oldukça kısıtlı bir biçimde kamuoyunun
gündemine girmiştir. Konunun gündeme girmesinin temelinde şöyle bir kaygı
yatmaktadır: Türkiye'de bir çok kamu hizmeti şimdiye kadar devlet tekellerince
sunuluyordu. Şimdi bu tekellerin mülkiyetinin özel sektöre devredilmesi
gündemdedir. Bu durumda devlet tekelinin yerini özel tekel alma ihtimali ortaya
çıkmaktadır. Mülkiyet devrinden sonra sözkonusu şirketlerin tekelci davranmaması,
örneğin aşırı yüksek fiyat uygulamaması için devletçe düzenlenmeleri gerekir.
Yani ortada bir piyasa aksaklığı vardır, bir tür devlet müdahalesi ile
çözülmelidir.
Sözkonusu sektörlerin önemli özelliklerinden biri, sektördeki bazı temel
hizmetlerin doğal tekel niteliği arzetmesidir. Yani, ölçek ve kapsam (scope)
ekonomileri yüzünden, kimi hizmet veya hizmet demetleri ancak bir tek firma
tarafından sunulunca en ucuza mal edilebilmektedir. Piyasada firma sayısının
artması maliyetleri yükselteceğinden, rekabet, bu hizmetlerin tüketiciye ucuz
bir biçimde ulaştırılması sonucunu doğurmayabilecektir. Dolayısıyla bu
hizmetler sözkonusu olduğunda, rekabet, etkin bir kaynak dağılımı mekanizması
olmaktan çıkmaktadır. Dolayısıyla piyasa aksaklığının, ve devlet müdahalesinin
gerekliliğinin temelinde de çoğu kez ölçek ve kapsam ekonomileri yatmaktadır.
Kuşkusuz son 20-30 yıl içinde meydana gelen teknolojik değişiklikler durumu
daha da karmaşık hale getirmiştir. Çünkü bu teknolojik değişikliklerin sonunda
sözkonusu sektörlerin kapsamındaki bazı faaliyetlerin maliyet yapıları
değişmiş, ölçek ekonomileri azalmış, bu faaliyetler artık doğal tekel
özelliğini kaybetmiştir. Bu bölümlerdeki hizmetleri artık daha küçük ölçekli
firmaların rekabet içinde sunmaları mümkün hale gelmiştir. Dolayısıyla bu
bölümlerde tekelci davranışların önlenmesi için düzenleme veya devlet
müdahalesi ihtiyacı azalabilir, firma sayısı arttırılarak rekabet
yaratılabilir, ve rekabetin bu bölümlerde kaynak dağılımında etkinliği
arttırıcı klasik rolünü oynaması beklenebilir.
Öte yandan, bu potansiyel olarak rekabetçi faaliyetler sözkonusu sektörlerin
doğal tekel özelliklerini sürdüren faaliyetlerinden bağımsız yürütülemez.
Potansiyel olarak rekabete açılabilecek faaliyetleri yürüten şirketlerin, kendi
hizmetlerini üretip sunabilmeleri için doğal tekel bölümlerin hizmetlerine
ihtiyacı vardır. Örneğin elektrik üreticisi, ürettiği elektriği tüketicilere
ulaştırabilmek için enterkonnekte sistemden veya iletim ağından yararlanmak
zorundadır. Oysa iletim ağı bir tekeldir, o piyasada hakim konumu vardır. Bu
durumda iletim ağının rekabeti kısıtlayıcı davranışları sadece elektrik
tüketici piyasasını değil elektrik üretimi piyasasını da etkileyip oradaki
rekabeti de azaltabilir. Bu durumda sektörlerin rekabetçi veya rekabete
açılabilen bölümü ile doğal tekelci bölümü ve orada hakim konumdaki firma ile
ilişkilerin de "düzenlenmesi" gerekebilir.
Sözkonusu sektörlerde özelleştirme öncesinde varlığını sürdüren kamu tekelleri
büyük ölçüde entegre birimlerdi. Örneğin elektrik sektöründe TEK üretim,
iletim, dağıtım ve perakende sunum diye adlandırılan bölümlerin her birinde
varlık gösteriyordu. Aynı şekilde PTT, hem yerel hem şehirlerarası hem de
uluslararası telefon hizmetlerini veriyordu. Sektörlerde potansiyel olarak
rekabetçi bölümler ortaya çıktıkça aslında politika yapıcıların cevaplaması
gereken iki soru ortaya çıktı: birincisi, teknolojik değişimler sonucu rekabete
açılabilecek hale gelen sektörler rekabete açılmalı mı? İkincisi, hakim
durumdaki şirket rekabete açılan bölümde varlık göstermeli mi yoksa o bölümden
tümüyle çekilmeli mi?
Görüldüğü gibi, devletin düzenleyici rolü aslında birbiriyle ilişkili ve
karmaşık bir çok konuda birden karar almayı gerektiriyor. Karara bağlanması
gereken her sorunun aslında oldukça yüksek sayıda alternatif çözümü vardır.
Üstelik hiç bir çözüm mükemmel değildir. Her çözümün güçlü olduğu kadar zayıf
yönleri de vardır.
İşi daha da karmaşıklaştıran bir yön daha var: Yukarıda çözümlerden söz
edilirken kuşkusuz zımni olarak bir kamu yararı veya toplumsal refah
anlayışından, diğer bir ifade ile var olduğu varsayılan bir toplumsal refah
fonksiyonundan hareket ediliyordu. Bu toplumsal refah fonksiyonunun neler
kapsaması gerektiği tartışılabilir. Bunun içine etkinlik, verimlilik, gelir
bölüşümü ve bölgelerarası dengesizlik gibi kaygılar yerleştirilebilir. Ancak,
toplumsal refah anlayışı ne olursa olsun, bütün bu kararlar sonuç olarak bu
anlayışı gözetmesi beklenen veya ümit edilen bazı kamu görevlileri
(bakanlıklar, bağımsız idari kuruluşlar, vb) tarafından alınacak. Oysa bu kamu
görevlileri bambaşka kısıtlar altında çalışacaklardır. Ayrıca, kendi hedef
fonksiyonlarının, toplumsal refah fonksiyonundan farklı olması da son derece
muhtemeldir. Yani, ortada bir vekalet (agency) sorunu vardır. Dolayısıyla, devletin
düzenleyici görevleri ve bu görevleri yerine getirecek olan kuruluşlar ve
kurumlar tasarlanırken, hem bu kuruluşlar içinde çalışacak olan kamu
görevlilerinin bazı kısıtlar altında olacakları, hem de kendi hedeflerinin
onlara atfedilen hedeflerden farklı olacağı göz önünde bulundurulmalıdır. Yani,
düzenlemenin kurumları ve kuralları dürtülerle uyumlu (incentive compatible)
olmalıdır. Tahmin edileceği gibi bu kurumların tasarlanmasında da çok sayıda
alternatif vardır. İdeal olan, bunların göz önünde bulundurulması ve en uygun
olanın seçilmesidir. Kurumsal tasarım, regülasyonun uzun dönemde nasıl
şekilleneceğini yakından etkileyecektir.
Bu yazının amacı, elektrik ve telekomünikasyon gibi sektörlerde etkin ve
toplumsal refahı arttıracak bir düzenleyici yaklaşımın önündeki temel sorunları
irdelemek, ve çözüme ulaşmak için ne tür kouların gözönünde bulunndurulması
gerektiğini tartışmaktır. Bu amaçla, önce regülasyonun muhtemel hedefleri
gözden geçirilecek, sonra da odaklaştığı temel boyutlar tartışılacaktır. Son
bölümde ise kurumsal regülasyonuun ana kurallarının ve bu kuralları uygulayacak
kuruluşların tasarımı sırasında göz önünde bulundurulması gereken faktörler
irdelenecektir.
Regülasyonun hedefleri
Düzenleyici müdahalelerin hedefi ne olmalıdır? Kuşkusuz düzenleme
politikalarının hedefi rekabet değildir, rekabeti veya rekabet politikasını bazı
amaçlara ulaşmak için kullanılabilecek en önemli araçlardan biri olarak görmek
gerekir. Regülasyonun hedefleri arasında ana başlıklar olarak şunlar
sayılabilir (öneğin Joskow, 1998):
· Sözkonusu hizmetlerin tüketiciler arasındaki dağılımının etkin olmasını
sağlamak, hakim konum durumlarının hizmet dağılımında etkinsizlik yaratmasını
önlemek. Buna kısaca fiyatlama etkinliği veya dağılım etkinliği (allocative
efficiency) denebilir.
· Hizmetleri üreten firmaların o hizmetleri en düşük maliyetle üretmelerini,
yani maliyet verimliliğini sağlamak.
Genellikle bu iki ana etkinlik hedeflerine toplumsal nitelikli ve gelir
dağılımına ilişkin hedefler eklenir:
· Evrensel hizmet sağlamak, yani hizmetin belki de maliyetini bile karşılayacak
durumda olmayan bölgelere veya gelir gruplarına ulaşmasını sağlamak.
· Hizmeti üreten firmaların hakim konumlarından rant yaratmalarını önlemek,
yani aşırı kârlarını sınırlamak. Bir başka ifade ile tüketicilerin ödediği
fiyatların makul olmasını sağlamak.
Son olarak, özel kesimden yatırımcıların bu sektörlere yatırım yapmaları için
de bazı hedeflerin gözetilmesi gerekli:
· Yatırımcıların rekabetçi bir kâr elde edebilmelerini öngörmek.
· Yatırımcıların teknolojik yenilikleri yakından takip edecek biçimde yatırım
yapmalarını sağlamak
· Kuralların ileride istikrar göstereceklerine ve kendi aleyhlerine -ve belki
de adil olmayan bir biçimde- değiştirilmeyeceğine ilişkin kurumsal taahhütlerin
olması (düzenleyici taahhüt mekanizmaları)
Dikkat edilirse bu hedefler çoğu kez birbiriyle çelişebilecek, dolayısı ile
regülasyon tasarımını kaçınılmaz olarak bazı dengeler gözetmeye itecektir. Daha
da önemlisi, belirsizlik, geleceğin ayrıntılı bir biçimde öngörülememesi, ve
düzenleyici kurum ile düzenlenen şirketler arasında enformasyon dağılımının
dengesiz oluşu (örneğin şirketin düzenleyiciye göre kendi maliyetleri ve
bunların azaltılması için ne tür çabaların gösterilmesi gerektiği hakkında daha
üstün bilgiye sahip olması), kaçınılmaz olarak, regülasyon kurallarının ve
kararlarının çoğu kez "en mükemmel"den uzaklaşmasını, sapmasını
gerektirecektir. İktisatçıların deyimi ile, regülasyon baştan sona "ikinci
hatta üçüncü en iyi" (second or third best) mantığının hakim olduğu bir
dünyadır. Çok iyi bilindiği gibi böyle bir dünyada genel optimal çözümler bulmak
zordur, hangi çözümlerin optimal olduğu şartlara bağlıdır.
Regülasyon yazınında bu çelişkilere en basit örnek, fiyat belirleme alanından
verilir. Düzenleyici kurumun sektörün hakim firmanın hizmet sunum fiyatını veya
fiyat tespit etme kuralını belirlemeye çalıştığını varsayalım. Fiyat
belirlemede, maliyet verimliliğini sağlama hedefi ile aşırı rantları önleme
hedefi çelişebilir (Laffont ve Tirole, 1993). Aşırı rantları önlemenin en
kestirme yollarından biri, fiyatların belirlenmesinde "maliyet artı"
tipi bir formül izlemektir, yani toplam maliyetleri hesaplayıp bunlara bir de
normal kâr oranı ekleyip satış fiyatını buna göre belirlemek. Oysa böyle bir
formülün, şirketin maliyetleri kısmaya özendirme özelliği çok zayıftır. Şirket
maliyetleri ne kadar kısarsa kıssın kârı aynı kalacaktır, dolayısıyla
maliyetleri kısmaya yönelik faaliyetlerin kendileri maliyetli ise, ki genelde
öyledir, şirket bu faaliyetlerden kaçınacakır.
Şirketi maliyetleri kısmaya özendirecek bir formül ise, sabit bir fiyat
belirlemektir. Bu durumda şirket maliyetleri ne kadar düşürebilirse kârı o
derece artacaktır, dolayısıyla bu formülün maliyet azaltmaya yönelik özendirici
gücü, "maliyet artı" formülüne göre çok daha fazladır. Fakat bu sefer
de aşırı kârları önleme hedefi zarar görebilir: şirket maliyetlerini azaltmada
çok başarılı olursa, kârları çok artacaktır.
Peki niye düzenleyici hem fiyatı hem de maliyet azaltıcı tedbirleri birlikte
belirlemesin? O zaman yukarıda değinilen çelişki ortadan kalkmaz mı? Aslında
pratikte yapılmaya çalışılan da büyük ölçüde budur. Fakat unutmamak gerekir ki,
düzenleyicinin bu maliyet azaltıcı tedbirleri ayrıntısı ile bilme ve bu
tedbirlerin alınıp alınmadığını eksiksiz izleme imkanı yoktur, yani tam bilgiye
sahip değildir. Tam bilgiye sahip olmadığından, düzenleyici, denetimini bir
takım performans göstergelerini izlemek ile sınırlı tutmak zorunda kalacaktır.
Bu göstergeler bilgi sorununu bir miktar çözer ama tam çözemez. Bu yüzden,
etkin bir performans denetimi bile, yukarıda sözü edilen çelişkiyi azaltabilir,
ama tam olarak ortadan kaldırmaz.
Hatta, yukarıda sıralanan hedeflerin bazıları, bu çelişkiyi daha da
şiddetlendirebilir. Yine klasikleşmiş bir örnek vermek gerekirse, düzenleyicinin,
hakim firmanın az gelişmiş bölgelere de hizmet vermesini istediğini varsayalım.
Hakim firma o bölgeye hizmet götürmekten zarar edecek ise bu zararı diğer
bölgelere verdiği hizmetten daha fazla kâr ederek karşılaması gerekecektir
(buna çapraz sübvansyon -cross-subsidization- denmektedir). Bu ise firmaya,
azgelişmiş bölgede uğradığı zararı abartması için bir fırsat yaratacaktır. Yani
evrensel hizmet zorunluluğu, eksik bilgi sorununu arttıracak, bu ise aşırı kârı
sınırlama ve maliyet etkinliğini arttırma hedefleri arasındaki çelişkiyi
şiddetlendirecektir.
Burada belirsizlik, eksik ve asimetrik enformasyon, gelecekte ortaya
çıkabilecek durumları öngörememe gibi faktörlerin regülasyon sorununu nasıl
karmaşıklaştırdığının altını çizmekte yarar vardır. Sorun sadece hedefler
arasında çelişki ve gerginliklerin olması değildir. Bu son derece doğaldır. Bu
çelişkilere rağmen en iyi regülasyonun ne olması gerektiğine karar vermek zor
olmazdı, sorun bir optimizayon problemi olarak formüle edilir ve en iyi çözüm
bulunurdu. Ancak eksik ve asimetrik enformasyon ve önceden öngörülmeyen
ihtimallerin varlığı, en iyi çözümü imkansız kılmakta, kötüler arasındaki en
iyiyi bulmayı gerektirmektedir. Bu da kolay bir iş değildir.
Regülasyonun ana boyutları
Bu tip sektörlerde devletin düzenleyici görevlerinin genel olarak üç boyutu
olduğu söylenir (Vickers, 1997): Yapı, serbestleştirme ve davranış regülasyonu.
Yapı, özelleştirilecek olan şirketlerin parçalara bölünüp bölünmeyeceği ile
ilgili kararlar, özelleştirmeden sonra da birleşme talepleri ve şirketlerin
faaliyetlerine getirilebilecek sektör sınırlamaları ile ilgili kararlardır.
Serbestleştirme (liberalizasyon), piyasalara yasal giriş engellerinin
azaltılması veya kaldırılması, veya faaliyetine izin verilecek firma sayısının
saptanması ile ilgili konuları kapsar. Davranışa yönelik düzenleme ise piyasada
hakim durumdaki firmaların fiyatlama ve diğer davranışları üzerine getirilen
kısıtlamaları veya kuralları içerir.
Yapı ve serbestleştirme
Birçok ülkede özelleştirme öncesi piyasa yapısı dikey olarak entegre bir hizmet
sunucusundan oluşurdu. Bu hizmet sunucusu hem doğal tekel özelliği gösteren hem
de rekabete açılabilecek faaliyetleri yerine getirirdi. Genellikle bu firmalar
kamu mülkiyetinde idi, dolayısıyla fiyatlama, yatırım ve finansman gibi
kararlar (çoğunlukla) çeşitli idari mekanizmalar yoluyla alınırdı. Bir anlamda,
şirketin her türlü kararı regülasyona tabi idi.
Piyasa yapısına ilişkin ilk önemli karar, özelleştirme sonucunda mevcut yapının
yerini nasıl bir yapının alacağı sorunudur. Akla hemen iki ana seçenek gelir:
İlk seçenekte hakim firmaya rekabete açılabilecek faaliyetlerden el çektirilir,
ve bu faaliyetlere yeni firmaların girmesine izin verilir. Bu modelde, yeni
firmaların hakim firmaların hizmetlerinden yararlanması ise, hakim durumun
kötüye kullanılmasını önlemek için, (muhtemelen) düzenlemeye tabi tutulur.
Buradaki seçeneğe dikey ayrışma denebilir.
Diğer seçenekte ise bir yanda rekabete açılabilecek faaliyetlerde yeni
girişlere izin verilirken, bir yandan o alanlarda hakim firmanın da faaliyet
göstermesine izin verilir. Bu seçeneğe de dikey entegrasyon ve serbestleştirme
adı verilebilir. Bu seçenekte hakim firmanın tüm fiyatları regülasyona tabi
tutulabilir.
Toplumsal refah açısından ayrışmayı üstün kılan birkaç faktörden söz
edilebilir. Bunların en önemlisi, ayrışmanın olmadığı durumlarda, hakim
firmanın rekabete açılan faaliyetlerde kendine yakın firmaları kayırması veya
başka şekillerde hakim durumu kötüye kullanması ihtimalidir. Hatta, hakim
firma, çapraz sübvansyon yolu ile yeni firmaların rekabetçi alanlara girmesini
engelleyebilir ve bu yolla rekabeti kısıtlayabilir. Dolayısıyla ayrışma,
rekabetçi faaliyetlerde rekabetin artmasını özendirebilir. Bunun yanısıra,
ayrışma, hakim firmanın hesaplarının (bir bakıma çapraz sübvansiyon olanağını
ortadan kaldırdığı için) daha saydam olmasını sağlayabilir, bu da düzenleyici
kurumun kararlarını daha elverişli bir bilgi ortamında almasına yol açabilir.
Kuşkusuz kimi şartlar altında entegrasyonun toplumsal refah açısından daha
uygun olduğu da savunulabilir. Örneğin, şiddetli belirsizlik altında dikey
entegre bir yapının daha etkin çalışacağı, ayrışmış yapının ciddi koordinasyon
sorunları doğurabileceği öne sürülebilir. Rekabetin artmasının bölüşümsel
sonuçları da olacak, mevcut fiziksel varlık ve mukavelelerin bir bölümü değer
yitirecek, dolayısıyla bazı şirketler kayıba uğrayacaktır (Helm ve Jenkinson,
1997). Bu tür sorunlar, rekabetin kademeli bir biçimde oluşturulmasını
gerektirebilir.
Burada vurgulanmak istenen, özelleştirme sırasında yapı konusunda üzerinde
düşünülmüş ve bilinçli bir karar verilmesi gerektiğidir. Burada alınacak
kararın sektörün bir bütün olarak gelişimini yakından etkileyeceği
beklenmelidir. Dolayısıyla, yapı konusunda bugün alınacak kararlar, aynı
zamanda gelecekte nasıl bir yapıya ulaşılmak istendiği gözönünde bulundurularak
alınmalıdır. İngiltere deneyiminin en önemli sonuçlarından birinin, reformun
uzun dönemli hedeflerinin ve ulaşılmak istenen piyasa tasarımının yeterince
önceden düşünülmemiş olduğu söylenmektedir (Helm ve Jenkinson, 1997, s. 12).
Rekabete açılabilecek faaliyetler konusunda üzerinde karar verilmesi gereken üç
temel seçenek vardır: Birincisi, faaliyeti rekabete açıp açmamak. İkincisi
faaliyetin rekabete denetimli bir biçimde açılması, yani rekabete açmak ama
girişleri lisans ve benzeri araçlar yoluyla sınırlamak ve denetlemek. Üçüncüsü
tam serbestleştirme.
Bu seçenekler arasında karar verirken kullanılabilecek kriterlerden biri
rekabet ile regülasyon gereği arasındaki ilişkidir. Potansiyel olarak rekabetçi
faaliyetlere girişin serbestleştirilmesinin en önemli sonuçlarından biri bu
faaliyetlerde regülasyon ihtiyacının azalmasıdır. Ayrıca bizzat rekabetin
kendisi (en azından şirketler arasında karşılaştırma yapma olanağı sağlayarak)
enformasyonu arttıracağından , halen gerekli olabilecek regülasyonun daha
elverişli bir ortamda yürütülmesine yardımcı olabilir.
Serbestleştirme kararlarında önemli olabilecek diğer faktörler arasında iki
tanesi önemli görünmektedir. Rekabetin en önemli sonuçlarından bir tanesi
fiyatlama veya dağılım etkinliğini arttırmasıdır. Buna karşılık, firma
sayısının artması bazı sabit maliyetlerin artmasına, yani ölçek ekonomilerinin
azalmasına neden olabilir. Dolayısı ile kimi zaman fiyatlama ve maliyet
etkinlikleri arasında bir çelişki olabilir ve serbestleştirme konusunda karar
verebilmek için bunlardan hangisinin ağır bastığını belirlemek gerekebilir.
Girişin tamamen serbest bırakılması, aşırı girişe de yol açabilir.
İkinci faktör ise literatürde kaymağı kapma (cream skimming) olarak adlandırılmıştır.
Piyasanın serbestleştirilmesi sonucu yeni şirketler sadece kârlılığın yüksek
olduğu faaliyetlere girebilir. Normal durumlarda bu sakıncalı değildir, ancak
sakıncalı gözükebileceği bazı durumlar düşünülebilir. Örneğin, hakim firma bazı
evrensel hizmet zorunlulukları altında ise, kaymağın başka firmalarca kapılması
ve kaymak faaliyetlerde kârlılığın çok azalması, evrensel hizmetin finansmanını
güçleştirebilir. Bu durumlarda en azından, rekabetin arttırılmasının yanısıra
ek politikaların düşünülmesi gerekebilir.
Öte yandan bazı durumlarda rekabetçi faaliyetlere ilk giren firmalar bazı doğal
rekabetçi avantajlar elde edebilir, bu avantajlar yüzünden ek girişler sınırlanabilir.
Bu durumlarda ek girişlerin sağlanması ve uzun dönemde rekabetçi bir yapının
oluşması için girişleri desteklemek toplumsal refahı olumlu bir biçimde
etkileyebilir.
Bu tür soruların sayısı arttırılabilir. Tekrar etmek gerekirse, burada amaç
bütün faktörleri tartışmak değildir. Amaç, regülasyonun karmaşık bir olgu
olduğunu, yerine ve konuya göre bir çok farklı faktörün gözönünde
bulundurulması gerektiğini vurgulamaktır.
Şirket davranışlarının regülasyonu
Burada ilk akla gelen mesele özellikle doğal tekel faaliyetlerdeki hakim
firmaya uygulanacak fiyat regülasyonudur. Burada temel soruna yukarıda
değinilmişti: enformasyonun eksik ve asimetrik olduğu ortamlarda maliyet ve
fiyatlama etkinlikleri arasında bir çelişki vardır. Sorun bu çelişkinin nasıl
çözüleceğidir.
ABD'de çok uzun yıllar maliyet-artı yöntemini hatırlatan bir yaklaşım
sergilenmiştir. Adına getiri oranı regülasyonu denen bu yaklaşımda, önce bir
"adil getiri oranı" belirlenir (veya üzerinde anlaşma sağlanır),
sonra şirketin maliyetleri ve oranın hesaplanmasında temel alınacak fiziksel
sermayenin değeri tespit edilir, ondan sonra belirlenen getiri oranına ulaşmak
için ne kadar gelir gerekiyorsa o geliri sağlayacak fiyat hesaplanırdı. Zaman
içinde bu yöntem şirketleri etkin çalışmaya itmediği gerekçesi ile
eleştirilmeye başlandı.
İlk defa İngiltere'de uygulanmaya başlayan ve gittikçe yaygınlaşan "tavan
fiyat" (price cap) uygulamasında ise, firmanın ortalama fiyatlarını
öngörülen enflasyon eksi "verimlilik sabiti" kadar arttırmasına izin
verilir. Buradaki verimlilik sabiti sektörden sektöre değişir ve
kullanılmasındaki amaç şirketi daha az maliyetle çalışmaya ve verimliliğini
arttırmaya özendirmektir. Kimi sektörlerde (örneğin bir ara yüksek yatırımın
gerektiği İngiltere ve Galler elektrik sektörlerinde) bu faktör sıfırdan küçük
de olabilmiştir. Fakat sonunda bu tavan altında kalmak şartıyla fiyat
artışlarını şirketin kendisi belirler. Genellikle tavan, şirketin sunduğu
çeşitli hizmetlerin bir ağırlıklı ortalaması üzerinden belirlenir. Firma, bu
kısıta bağlı kalarak, her bir hizmetin fiyatını kendisi belirler. Tavan fiyatı
uygulaması, sonuç olarak yaygın bir kuralın örneklerinden biridir: Bilginin
yetersiz ve asimetrik olduğu durumlarda, fiyatların belirlenmesinde şirketin
bir miktar insiyatif sahibi olması, etkinliği arttırabilir (Vickers, 1997).
Öte yandan saf tavan fiyat regülasyonunun bazı açılardan yetersiz olduğu da
söylenebilir (örneğin Joskow 1998). Bunların başında ortalama fiyatların
düzeyinin belirlenmesi gelir. Bunun yüksek belirlenmesi halinde aşırı kârları
önleme hedefinin zarar görebileceği yukarıda belirtilmişti. Başka sakıncalar da
olabilir. Örneğin, eğer düzenleme sadece fiyat tavanlarından oluşursa,
maliyetleri azaltma dürtüsü, şirketi hizmet kalitesini arttıracak yatırımlarda
bulunmaktan kaçınmaya itebilir. Dolayısıyla bu yaklaşımın ek önlemlerle
desteklenmesi beklenebilir.
Zaten davranış regülasyonu sadece fiyatlar değil, şirket faaliyetlerinin çok
farklı boyutları üzerinde odaklaşabilir. Aslında fiyat tavanı uygulaması da
genel olarak özendirme regülasyonu diye adlandırılan yaklaşımın örneklerinden
biridir (mesela Sappington, 1996, Sappington ve Weisman, 1996). Bu yaklaşım,
sirketin davranışının ayıntılarını dikte etmek yerine, şirketin performansı
üzerine odaklaşıp, bu performansa nasıl ulaşacağına ilişkin seçimleri şirkete
devreder. Şirketin performansı, önceden belirlenmiş hedeflere göre
değerlendirilir.
Son yıllarda saf maliyet-artı veya tavan fiyatı uygulamaları yerine hibrid
sistemler daha fazla kabul görmektedir (Joskow, 1998). Bu tür yaklaşımlarda bir
yandan firmanın maliyetleri göz önünde bulundurulur, ancak bir yandan da
firmanın maliyetlerini azaltması özendirilir. Örneğin, maliyetlerdeki değişiklikleri
tümüyle tüketicilere veya tümüyle firmaya aktaran mekanizmalar yerine bunları
firma ile tüketiciler arasında bölüştüren çeşitli "kâr ve zarar
paylaşımı" mekanizmaları tercih edilmeye başlanmıştır.
Kurumsal seçenekler
Şimdiye kadar regülasyonun hedeflerinin ne olması gerektiği, ve bu hedeflere
ulaşmak için düzenleyicilerin neyi ne şekilde denetleyebilecekleri tartışıldı.
Bu bölümün amacı regülasyon meselesinin önemli bir başka boyutunu tartışmak:
düzenleyici kuruluşların tasarımı.
Konunun önemi giriş bölümünde vurgulanmaya çalışılmıştı. Sonuç olarak
regülasyon görevi, kanun veya başka bir yol ile bir veya birkaç kamu kuruluşuna
devredilecek, uygulama bu kuruluşlar ve çalışanları tarafından yapılacaktır. Bu
kamu kuruluşlarındaki yetkililerden beklenen, toplumsal refahı yansıttığına
inanılan hedefleri hayata geçirmesi olacaktır. Bu hedeflerin ne olması
gerektiği muhtemelen kuruluşu oluşturan kanun veya kanunlarda belirtilecektir.
Ancak yetkililer çok çeşitli kısıtlar altında çalışacak, bu kısıtların ancak
küçük bir bölümü kanunda öngörülmüş olacaktır. Dolayısıyla kuruluşu oluşturan
kanun kaçınılmaz olarak bir eksik mukavele niteliğinde olacak, bu mukavelede
öngörülmeyen durumlarda kuruluş insiyatif kullanmak durumunda kalacaktır.
Dolayısıyla kuruluş kaçınılmaz olarak bazı ihtiyari yetkilerle donanacaktır.
Ayrıca, hedeflerin kanunda yer alması bunların hayata geçirileceğinin garantisi
olmaz, uygulama farklı olabilir. Uygulama bir taraftan kanun, bir taraftan
ilgili yasal (ve anayasal) çerçeve, yetkililerin tercihleri, karşı karşıya
oldukları kısıtlar, siyasi kurumlar ve kültür, seferber edebilecekleri siyasi
güç, vb gibi faktörlerce etkilenebilir. Dolayısıyla tasarım bu gibi faktörleri
gözönünde bulundurmalıdır. Bir başka ifade ile regülasyonun ana kuralları,
kurumları ve bunları uygulayacak kuruluşlar, uygulayıcıları bu faktörler veri
alınınca kanunda belirlenen hedeflere uygun davranmayı özendirecek biçimde
tasarlanmalıdır.
Buradan çıkan önemli bir sonuç, kurumsal tasarımın yasalar, anayasa, bunların
yorumları ile uyumlu olması, olmaması halinde de ilgili ve gerekli yasal ve
hatta anayasal değişikliklerin yapılması gerektiğidir. Türkiye'nin özelleştirme
tarihi bu tür uyumsuzlukların ne kadar sorun yaratabileceğine ilişkin
örneklerde doludur. Denebilir ki, bu uyumun sağlanması için yasal ve anayasal
çerçevede ne kadar değişiklik yapılması gerektiği, tasarım sürecinde üzerinde
düşünülmesi gereken en önemli konulardan biridir.
Tasarımın göz önünde bulundurması gereken bir diğer konu, düzenleyici
kurumların inandırıcılığıdır. Bununla şu kastedilmektedir: Regülasyona tabi
olacak sektörler, batık maliyetlerin yüksek olduğu sektörlerdir. Bu sektörlerde
yaratılan varlıkların başka alanlardaki değeri düşüktür. Dolayısıyla bir kez
yatırım yapıldıktan sonra yatırımcının regülatöre göre pazarlık gücü azalır. Bu
yatırımların yapılabilmesi için yatırımcıların düzenleyici kuralların ileride
(en azından radikal biçimlerde) değişmeyeceğine, bir kere yatırım yapıldıktan
sonra idari kurumların artan pazarlık güçlerini kötüye kullanmayacaklarına
inanması gerekir. Aksi taktirde yatırım yapılmayacak, veya risk arttığından
yatırım maliyeti artacak veya yatırımcı daha yüksek bir getiri veya fiyat talep
edecektir. Bir anlamda, düzenleyici kurumların kuralların adil kalacağını
inandırıcı bir biçimde taahhüt edebilmeleri gerekir. Bu taahhütün inandırıcı
olması için düzenleyicilerin ihtiyari davranabilecekleri alanların sınırlanması
gerekir.
Literatürde çeşitli taahhüt mekanizmaları önerilmiştir (Spiller, 1995).
Bunlardan bir tanesi, kuruluş kanununda düzenleme kurallarının çok ayrıntılı
bir biçimde yazılması, böylece düzenleyici kuruluşun ihtiyari yetkilerinin
önceden kısıtlanmasıdır. Örneğin Şili'de kimi sektörlerde fiyatların
belirlenmesinde kullanılacak formüller dahi kanunda yer almıştır. Böyle bir
yaklaşımın maliyeti kuşkusuz sistemde esnekliğin azalması, düzenleyicilerin
öngörülmeyen durumlara etkin bir biçimde karşılık verme yeteneğinin
kısıtlanmasıdır. Bu yaklaşım kapasite artış ihtiyacının fazla olmadığı ve
teknolojik değişmenin çok yavaş olduğu sektörler için daha elverişli olabilir.
Hızla gelişen ve değişen sektörlerde düzenleyici kurumların daha fazla ihtiyari
yetkiye sahip olması kaçınılmaz görülmektedir. Sorun, bu yetkinin keyfi bir
şekilde kullanılmasının nasıl önleneceğidir.
İnandırıcılığı arttırmanın bir yolu, düzenleyici karar alma süreci ile alınan
kararların saydam olmasını, ve etkin ve açık bir temyiz müessesinin var
olmasını sağlamak olabilir. Karar alma süreci ve kararların saydam olması,
kararların arkasındaki akıl yürütmenin açık bir biçimde raporlanmasını, ve bu
raporların mümkün olduğu kadar bu süreçte kullanılan veriler ile
desteklenmesini gerektirir (Helm ve Jenkinson, 1997, s. 12). Mevcut sistem
içinde etkin bir temyiz mekanizmasının nasıl kurulabileceği özellikle
hukukçuların üzerinde düşünmesi gereken bir konudur.
İnandırıcılığı arttırmanın ve belirsizliği azaltmanın önemli yollarından biri,
geniş anlamda sektörel seçeneklerin ve hedeflerin önceden mümkün olduğu kadar
açık bir biçimde ortaya konmasıdır. Bunun kuruluş yasasında yapılması
düzenleyici kuruluşun yetkilerine çok geniş anlamda fakat oldukça da saydam
sınırlar getirecektir. Kuruluş yasası en azından sözkonusu hedeflerin ilan
edilmesini düzenleyici kuruluşun ilk görevlerinden biri olarak belirleyebilir.
Rekabeti korumak ve geliştirmek, düzenleyici kuruluşun açık görevlerinden biri
olarak belirlenmelidir. Rekabet kurumu, sektörlerdeki uygulamaları zaten kendi
işinin gereği gözden geçirecek ve değerlendirecektir. Ancak rekabet denetiminin
piyasaların oluşumuna kadar beklemesi ve sonra devreye girmesi hatalı
olacaktır. Düzenleyici kuruluşun yapı ve davranış regülasyonuna ilişkin
tasarrufları hayata geçmeden önce rekabet kurumunun görüşü alınmalıdır. Bu
görüşün ne kadar bağlayıcı olması gerektiği, üzerinde ciddi düşünülmesi gereken
bir konudur.
Türkiye'de idari kuruluşların gelişim çizgisini en fazla etkileyen faktörlerden
biri, kuruluş aşamasında özellikle üst düzey yönetici atamalarıdır. Kuşkusuz
atama sürecinin belirlenmesi düzenleyici tasarımın önemli unsurlarından
biridir. Fakat atama ve yetkililerin yenilenme biçimi ne olursa olsun, ilk
atamalar kurum kimliğinin oluşmasında önemli bir rol oynayacaktır. Kanımca ilk
atanacak yöneticilerin konu hakkındaki bilgisi kadar, profesyonel etiği de
gözönünde bulundurulması gereken bir faktör olmalıdır. Burada profesyonel etik
deyimi ile "yaptığı işi en doğru biçimde yapma arzusu"
kastedilmektedir. Bu arzusu olan kişiler, işin doğru yapılması için gerekli
beşeri sermayenin oluşturulmasını zaten ana ve acil bir hedef olarak
algılayacaklardır.
Kaynakça
Armstrong, Mark, Simon Cowan ve John Vickers (1994). Regulatory Reform:
Economic Analysis and British Experience, Cambridge: MIT Press.
Helm, Dieter ve Tim Jenkinson (1997). "The Assessment: Introducing
Competition into Regulatory Industries", Oxford Review of Economic Policy,
vol 13, No 1, 1-14.
Joskow, Paul J. (1998). "Regulatory Policies for Reforming Infrastructure
Sectors in Developing Countries", Annual World Bank Conference on
Development Economics konferansı hazırlanmış tebliğ, Washington, DC, April
20-21, 1998, mimeo.
Laffont, Jean J. ve Jean Tirole (1993). A Theory of Incentives in Regulation
and Procurement, Cambridge, Masss.: MIT Press.
Sappington, David E. (1996). "Principles of Regulatory Policy
Design", Ashoka Mody (ed) Infrastructure Delivery, EDI Development
Studies, The World Bank içinde.
Sappington, David E. M. ve Dennis L. Weisman (1996). Designing Incentive
Regulation for the Telecommunications Industry, AEI Studies in
Telecommunications Deregulation, Cambridge: MIT Press.
Spiller, Pablo (1995). "Regulatory Commitment and Utilities'
Privatization: Implications for Future Comparative Research", Jeffrey S.
Banks ve Eric A. Hanushek (eds) Modern Political Economy: Old Topics, New
Directions, Cambridge: Cambridge University Press.
Vickers, John (1997) "Regulation, Competition and the Structure of
Prices", Oxford Review of Economic Policy, vol 13, No 1, 15-25.