Doğal tekeli sağlayan koşullar: Tek ürünlü tekel
modelinde pozitif ölçek ekonomileri doğal tekel için yeterli bir koşuldur,
ancak gerekli değildir. Birden fazla ürünün söz konusu olduğu modelde ise pozitif
ölçek ekonomileri ne yeter ne de gerekli bir koşuldur. Çok ürünlü bir
endüstride doğal tekele işaret eden koşul, ürünlerin ortak üretiminden
kaynaklanan ekonomilerin bulunmasıdır
REGÜLASYONUN NEDENLERİ ve İŞLEVİ:
1. NORMATİF YAKLAŞIM
Bu çerçevede tekelci gücün yol açtığı sorunlar
devlet müdahalesinin yalnızca meşruiyetini değil, aynı zamanda yönünü de
belirlemektedir. Şayet etkinlik tek bir firmanın varlığını gerekli kılmaktaysa,
bir yandan endüstriye girişin kontrol altına alınmasına, öte yandan toplumsal
refah kaybına yol açacak tekelci bir fiyatın önüne geçilmesine yönelik bir
düzenlemeye ihtiyaç vardır. Bu normatif bakış açısıyla regülasyon, tüketiciler
lehine gelişen bir süreci ifade etmektedir.
Regülasyon ekonomisinin başlıca iki işlevi vardır: Bunlardan
ilki optimum çözümün (etkinliğin) tanımlanmasıdır. İkincisi ise regüle edilen
ancak nihayetinde kârını maksimize etmek isteyen firmayı optimum çözüme
yönlendirecek teşvik mekanizmalarını geliştirmektir. Bu çerçevede düzenleyici
kurumdan en basit ifadeyle sosyal refahın artırılması ile firma kârının
maksimizasyonu arasında bir denge sağlaması beklenmektedir.
Bu aşamada optimum çözümü tanımlayabiliriz: Bu çözüm
en yüksek toplam artığı veren, bir başka deyişle elde edilen yarar ile
maliyetler arasındaki farkın en büyük olduğu noktada gerçekleşmektedir. En
yüksek toplam artık, marjinal maliyetin taleple kesiştiği (fiyata eşit olduğu)
noktada oluşmaktadır ve bu noktadan sonra gerçekleştirilecek üretim,
maliyetlerin tüketici yararını aşmasından dolayı toplam artığın azalmasıyla
sonuçlanacaktır.
Esasen bu çok iyi bilinen mikro iktisat kuramının yukarıdaki şekilde tekrar edilmesinin önemli bir nedeni vardır: Marjinal maliyet fiyat eşitliği ile elde edilen bu optimum çözüm, düzenleyici kurumlar için temel bir referans teşkil etmektedir. Ancak doğal tekellerde Pareto-optimum sonuç, ulaşılması oldukça güç bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle regülasyon mekanizmalarına atfedilen ilk işlev olan optimum sonucun tanımlanması ilk bakışta kolay gibi görünmekle beraber, aslında karmaşık bir değerlendirmeyi gerektirmektedir. Fiyatın “görünür el” tarafından neden marjinal maliyete eşitlenemeyeceği ve böyle bir durumda doğal tekeller için optimum çözümün ne anlama geldiği sorularına verilecek cevaplar bu ilk işlevin ortaya konması bakımından önem taşımaktadır.
1.1. Doğal Tekellerde Optimum Çözüm
Lineer Fiyatlama
MC=P fiyatlama : Marjinal maliyetin fiyata eşitlenememesinin
en önemli nedeni pozitif ölçek ekonomilerinin varlığıdır. Ortalama maliyetlerin
azalan bir eğilim göstermesi, marjinal maliyetin ortalama maliyetin altında
seyrettiğini göstermektedir; bu nedenle marjinal maliyete dayalı bir fiyatlama
firmanın zarar etmesiyle sonuçlanmaktadır.Bu durumun en önemli nedeni pozitif
ölçek ekonomilerinin kaynağı olan sabit maliyetlerdir. Örneğin şayet bir
firmanın, üretilen birim başına bir c değişken maliyetine ve K büyüklüğünde bir
sabit maliyete sahip olduğu kabul edilirse, toplam maliyet C(Q) = cQ + K olarak
gerçekleşecek ve P0’nin (fiyatın) marjinal maliyete (c’ye)
eşitlenmesi, firmanın K büyüklüğü kadar zarar etmesiyle sonuçlanacaktır .
Bu durumda düzenleyici kurum firmayı doğrudan
sübvanse etmek gibi bir tercihle karşı karşıya kalmaktadır. Ancak bu çözüm
çeşitli sakıncaları da beraberinde getirmektedir. Öncelikle zararının tazmin
edileceğini bilen bir firma üretim maliyetlerini düşürmeye yönelik
motivasyonunu yitirecektir. Bir başka deyişle bölüşümde etkinliği hedefleyen bu
çözüm üretimde etkinsizlikle sonuçlanacaktır. Bu aynı zamanda ekonominin başka
bir bölümünden kaynak çekilmesi anlamına gelecektir ki başlı başına siyasi bir
karar olması bir yana, bu tür bir çözüm için vergi yoluyla yaratılacak kaynağın
ekonominin diğer bölümlerindeki etkinliği bozucu bir etkisi söz konusudur. Son
olarak bu tür bir kaynak transferi yetkisinin düzenleyici kuruma verilmesi,
regüle edilen firmanın kurum üzerindeki baskısını artırması ve tüketicilerin
çıkarını koruduğu varsayılan kurumun zamanla firmanın etkisi altına girmesi
tehlikesini de beraberinde getirmektedir.
Yukarıda yer verilen nedenlerden dolayı, doğal
tekellerde, Pareto-etkin sonuca yol açan marjinal maliyet fiyat eşitliği,
“toplam refahı maksimize eden en iyi birinci sonuç” sağlanamamaktadır. Daha
doğru bir deyişle, söz konusu etkinlik tanımına yeni bir koşul eklenmiştir:
Firmanın zarar etmeden faaliyet göstermesi. Bu çerçevede, “Bir doğal tekelde
toplam refahı maksimize eden optimum sonuç nedir?” sorusunun cevabı takip eden
bölümlerde değerlendirilmeye ve “en iyi ikinci çözümlere” ilişkin tartışmalara
yer verilmeye çalışılacaktır. Akla gelen en iyi ikinci çözüm, fiyatın ortalama
maliyete eşitlenmesidir.
AC=P çözümü: Bu çözüm firmanın zarar etmesini engellemek için
fiyatın ortalama maliyete eşitlenmesidir. Yukarıdaki şekilde de görüldüğü üzere
bu durumda firma toplam maliyetlerini karşılamakta; faaliyetlerini sürdürmesine
yetecek bir getiriyi elde etmektedir. Ancak bölüşümde etkinliği sağlayan
marjinal maliyet-fiyat eşitliği sağlanamadığından, bir refah kaybı söz
konusudur. Üretimin Q2’den Q1 noktasına gerilemesiyle
sonuçlanan bu refah kaybı şekilde ABC üçgeni ile gösterilmiştir. Bölüşümde
etkinlik amacı ile firmanın zarar etmeden faaliyet göstermesi koşulu arasındaki
çelişkiyi gidermeye yönelik bu çözümden daha iyi alternatifler mevcuttur.
Şu ana kadar ele alınan fiyatlama sistemleri
literatürde lineer (her birim ürün için fiyatın aynı olduğu) tarifeler olarak
anılmaktadır. Bir de lineer olmayan yani talep edilen miktara göre fiyatın
değiştiği tarife yapıları vardır ki, bunların en tipik örneğini çift parçalı
tarifeler oluşturmakta ve elektrik, doğalgaz ve telekomünikasyon
endüstrilerinde oldukça yaygın olarak uygulanmaktadır.
Çift taraflı tarife, söz konusu ürünün marjinal
maliyetine eşit olan bir fiyat (P) ile tüketicilerin bu ürünü satın alırken
tüketim miktarları dikkate alınmaksızın ödemek durumunda oldukları belirli bir
sabit ücretten (K) oluşmaktadır. T ve q satın alınan ürünün toplam tutarını ve
miktarını ifade etmek üzere T(q)=K +Pq eşitliği ile gösterilmesi mümkündür . K
büyüklüğündeki sabit ücretin belirlenmesinde çeşitli yöntemler kullanılmakta
olup, bunların en basiti toplam sabit maliyetlerin tüketici sayısına (N)
bölünmesidir (K/N).
Bu tür bir çift taraflı tarife bir yandan
fiyat-marjinal maliyet eşitliği yoluyla bölüşümde etkinliği sağlayıcı, diğer
yandan sabit maliyetleri tüketiciler üzerine dağıtarak firmanın zarar etmesini
önleyici niteliktedir. Ancak bu tür bir tarife yapısının önemli bir sorununa
dikkat çekilmektedir: Tüketicilerin homojen olmadığı dikkate alındığında,
marjinal maliyeti ödemeye hazır ancak sabit ücreti ödemek istemeyen
tüketicilerin pazar dışına çıkmaları söz konusudur. Bu da yeni bir etkinsizlik
anlamına gelmektedir ve bu durumda optimum çözüm için daha düşük bir sabit
ücret ile marjinal maliyetin biraz üzerinde bir marjinal fiyatın tespit
edilmesi zorunluluğu ortaya çıkmaktadır. Ayrıca genelde bir kamu hizmetinin
sunumu söz konusu olduğundan, bu tür tüketicilerin pazar dışına çıkması arzu
edilir bir sonuç değildir. Etkinlik ile eşitlik arasındaki bu çelişki biraz
daha komplike tarife sistemleri ile azaltılabilir .Bu tür bir tarife sistemine
telekomünikasyon sektöründe yaygın bir şekilde uygulanan bir örnek verilebilir.
Sabit ücret (Aylık) $ |
Fiyat/Birim |
5 |
0.10 |
10 |
0.05 |
20 |
0 |
Bu tarife sistemiyle tüketicilere üç tercih önerilmekte ve böylece bir yandan telefonunu fazlaca kullanmadığı için yüksek bir sabit ücret ödemek istemeyen abonelerin pazar dışına çıkması önlenirken, diğer yandan görüşme sayısı yüksek abonelere daha yüksek bir sabit ücret karşılığı daha düşük bir marjinal fiyat önerilerek -ölçek ekonomileri gereği tüketim arttıkça birim maliyetler düştüğünden- etkinlik sağlanmaktadır.
Regülasyon mekanizmalarının ilk işlevi olarak
görülen optimum çözümün tanımlanmasında asıl sorun maliyet ve talep
bilgilerinin değerlendirilmesinde değil, bu bilgilerin nasıl elde edileceğinde
yatmaktadır. Bir başka deyişle düzenleyici kurumlar asimetrik enformasyon
sorunu ile karşı karşıyadır. Düzenleyici kurumun endüstrideki koşullar ve regüle
edilen firmanın performansı hakkında tam bir bilgi sahibi olduğu varsayılırsa,
optimum fiyatların ve firmayı maliyet azaltmaya yöneltmeye sağlayacak
uygulamaların tespiti yalnızca bir hesaplama sorunudur. Oysa ki gerçekte,
firmanın gerek endüstrideki maliyet ve talep koşulları, gerekse de maliyet
düşürmeye yönelik kendi performansı hakkında düzenleyici kurumdan daha fazla
bilgiye sahip olduğu kabul edilmektedir. Düzenleyici kurumun başlıca amacı
(etkinlik) ile firmanın amacı (kâr maksimizasyonu) arasındaki çelişki, firmayı
gerçek bilgileri saklamaya ya da bilgilerle oynayarak düzenleyici kurumu
yanıltmaya yönlendirmektedir. Regülasyonun dinamik bir süreç oluşu bu sorunu
daha da karmaşık bir hale getirmektedir. Düzenleyici kurumun başlangıçta bu
bilgilere sahip olduğu ve optimum çözümü getiren bir fiyatı tespit ettiği kabul
edilse dahi, teknoloji ve/veya talep koşullarının zamanla değişmesi ya da süreç
içinde firmanın maliyetlerinde etkinlik sağlaması olasılığı bilgi akışını
zorunlu kılmaktadır. Düzenleyici kurumun firmanın maliyetlerindeki düşüşü
gözleyememesi, firmanın aşırı kâr elde etmesi ve etkinlikten uzaklaşılması ile
anlamına gelmektedir. Düzenleyici kurumların belirli aralıklara fiyat
kontrollerine ve düzenlemelerine gitmelerinin nedeni de, arada geçen zamanda
firmanın elde etmiş olduğu etkinliği fiyata yansıtmasını sağlamaktır. Ancak bu
tür bir fiyat kontrolü ve revizyonunun başarıya ulaşması firmaya ilişkin gerçek
bilgilere ne derece ulaşıldığına bağlıdır.
Asimetrik enformasyon yalnızca düzenleyici kurum ile
firma arasında sınırlı olmayıp, aynı zamanda endüstrideki bu iki aktörle
tüketiciler arasında da gözlemlenmektedir. Gerek tüketicilerin gerekse de
firmaların tüketici tercihleri ve gelirleri hakkında tam bir bilgiye sahip
olmaması, örneğin sabit bir ücretin pazarda tüketici kaybı ile sonuçlanıp
sonuçlanmayacağının ya da ne kadar büyüklükte bir portföyün pazar dışına
çıkacağının belirlenememesi, optimum çözümü güçleştiren bir başka asimetrik
enformasyona işaret etmektedir. Asimetrik enformasyon sorunu karşısında,
optimum çözüme ulaşılmasının tek yolu, firmaların maliyetlerini düşürmeye ve
bunu fiyatlarına yansıtmaya teşvik edecek mekanizmaların geliştirilmesinde
yatmaktadır. Bu aşamada, bu amaçla geliştirilen regülasyon modellerinden yaygın
bir uygulama alanı bulan getiri oranı ve tavan fiyat regülasyonuna değinilmesi
yerinde olacaktır.
1.2. Optimum Regülasyon Arayışı: Getiri Oranı ve
Tavan Fiyat Modelleri
a) Getiri Oranı (Maliyet Artı) Regülasyonu
“Maliyet artı” olarak da bilinen getiri oranı regülasyonu,
en basit şekliyle regülasyona tabi firmanın elde edebileceği maksimum getirinin
belirlenmesini amaçlayan bir fiyat kontrol mekanizması olarak tanımlanmaktadır
Firmanın getirilerinin maliyetlerine eşitlenmesi
ilkesine dayanan bu yöntemde, harcamaların denetimi firmaların bilgilerine
dayanarak gerçekleştirilmektedir. Harcamaların firma toplam maliyetlerinin
yaklaşık %80-85’ini oluşturmasına ve zaman zaman reklam harcamalarının ya da
üst yönetimin maaşlarının sorgulanmasına karşılık, düzenleyici kurumların
genellikle bu kalemler üzerinde durmadıklarını ifade etmektedir. Bu bakımdan
fiyatın belirlenmesi esasen firmanın yatırımı üzerinden ne oranda getiri elde
etmesi gerektiğinin tespitine dayanmaktadır.
Fiziksel sermayenin tespitinde çeşitli yöntemler
kullanılmakta olup, ilgili yöntemin seçimi düzenleyici kurumların
yetkisindedir. Firmanın sabit yatırım tutarından amortismanın düşülmesi bu
yöntemlerden en klasik olanıdır.
Eşitliğin sağ tarafının belirlenmesiyle firmanın
uygulayacağı fiyat da tespit edilmektedir. Fiyat bir kez belirlendikten sonra,
bir sonraki fiyat kontrol dönemine kadar geçerliğini korumaktadır. Fiyatın
sabit kaldığı bu ara dönemde firmanın, maliyetlerini düşürerek daha fazla
getiri elde etmesi mümkündür. Bu nedenle bu ara dönem, maliyetlerin aşağı
çekilmesine yönelik bir teşvik işlevi görmektedir. Ancak getiri oranı
regülasyonuna tam da bu noktada ciddi eleştiriler yöneltilmiştir.
Eleştirilerin önemli bir kısmı, söz konusu
regülasyon modelinin, firmanın performansının değerlendirilmesinden ziyade
giderlerinin tazmin edilmesine dayandığını, fiyatın bir anlamda ortalama
maliyetlere eşitlenerek etkinlikten uzaklaşıldığını savunmaktadır. Giderlerinin
karşılanacağını bilen firmanın maliyet düşürmeye yönelik herhangi bir
motivasyonu bulunmamaktadır.
Getiri oranı regülasyonu, sermaye yoğunluğunu teşvik
ettiği bu nedenle gereksiz yatırımlara yol açtığı yönünde eleştirilere de maruz
kalmaktadır. Averch-Johnson etkisi olarak bilinen teoriye göre firma, getiri
oranını artırmak için aşırı sermaye kullanımına gitmekte ve aktiflerini şişirme
eğilimine girmektedir. Bu nedenle regülasyon süreci aşırı ve etkin olmayan
yatırımlarla sonuçlanmaktadır. Sonuç olarak getiri oranı regülasyonu, asimetrik
enformasyon sorunu dikkate alındığında maliyet-artı özelliğinden dolayı
etkinlik hedefiyle uyuşmamaktadır.
b) Tavan Fiyat Regülasyonu
En basit şekliyle, firmaların kârlarından çok
uygulayabilecekleri maksimum fiyata sınırlama getiren bir fiyat kontrol
mekanizması olarak tanımlanabilecek tavan fiyat regülasyonu, getiri oranı
modelinin temel eksikliğini gidermeye yönelik geliştirilmiş ve ilk defa
İngiltere’de uygulama alanı bulmuştur. Bu fiyat enflasyon endeksine (çoğunlukla
tüketici fiyat endeksine) göre ayarlanmakta;. bu ayarlamaya endüstri
verimliliğindeki değişmeler ve ayrıca
firmanın elinde olmayan nedenlerden dolayı oluşan maliyetler eklenmektedir.
Bu tür bir mekanizma teorik olarak firmanın maliyet
düşürme çabasını teşvik edici niteliktedir. Firmanın bir sonraki fiyat
belirleme dönemine kadar sağlayacağı her maliyet düşüşü karını artırması ile
sonuçlanacaktır. Bu nedenle tavan fiyat uygulaması literatürde yüksek-teşvikli
mekanizma olarak anılmaktadır.
Ancak fiyat
tespit dönemleri arasındaki süre firmanın maliyet düşürücü teknikler bulma ve
uygulamaya sokma çabasını etkileyecektir. Düzenleyici kurum yeniden fiyat
belirlenmesi aşamasında önceki dönemde firmanın sağladığı maliyet etkinliğini
dikkate alma ve tavanı buna göre aşağı çekme eğiliminde olacaktır. Bu iki fiyat
kontrol dönemi arasındaki sürenin kısa tutulması halinde, sağladığı etkinliğin
kısa bir süre sonra fiyata yansıtılacağını bilen firma maliyet düşürmeye
yönelik motivasyonunu kaybedecektir. Tavan fiyat uygulamasının getiri oranı
regülasyonundan önemli ölçüde ayrılabilmesi için bu sürenin yeteri kadar uzun
tutulması gerekmektedir. Tavan fiyat uygulamasına yönelik bir başka grup
eleştiri ise, hizmetin kalitesindeki devamlılığa, daha doğru bir deyişle
firmanın maliyet etkinliği yerine kaliteyi düşürme ihtimaline işaret etmektedir
.
Bu eleştirilere rağmen
regülasyonun ekonomik tarihi dikkate alındığında, tavan fiyat modelinin
etkinliği sağlamada daha başarılı bir yöntem oluşturduğu üzerinde bir görüş
birliğinden bahsetmek mümkündür. Littlechild, British Telecom’un özelleştirme
sonrası yeniden yapılandırılmasına ilişkin İngiliz hükümetine verdiği raporda,
getiri oranı regülasyonunun firma kârının kontrolüne dayanması nedeniyle
sektörün tamamını ya da büyük bir bölümünü kapsadığına değinerek, şebeke
endüstrilerinin rekabete açılması sürecinde tavan fiyat kontrolünün önemli
işlevine dikkat çekmektedir.
Bu çerçevede tavan fiyat modelinin, etkinliğin
sağlanmasında regülasyonun tek başına yeterli bir araç olmadığı yönündeki
görüşlerin ağırlık kazandığı ve gerek ABD’de gerekse de İngiltere’de
deregülasyona ve serbestleştirmeye yönelik reform arayışlarının hız kazandığı
1980’li yılların ilk yıllarında ortaya çıkması şaşırtıcı değildir. Hiçbir
modelin etkinlik sorununa tam anlamıyla bir çözüm getirememesi bir yana, geçmiş
uygulamalarla, neredeyse her şebeke endüstrisi için bir düzenleyici kurumun
oluşturulması, bilgi toplamaya ve firma performansını kontrol etmeye yönelik
mekanizmaların geliştirilmesi, çoğu zaman gerçekleştirilen kaynak
transferlerinin ekonominin diğer sektörlerinde etkinsizlikle sonuçlanması gibi
nedenlerden dolayı regülasyonun kendi başına maliyetli bir süreç olduğunun
anlaşılması bugünkü reformların temel gerekçesini oluşturmuştur. Esasen bu
çerçevede normatif teori regülasyonun neden etkinlikle sonuçlanmadığına ilişkin
kapsayıcı bir açıklama getirememektedir. Regülasyon ekonomisinde pozitif
teoriler olarak anılan yaklaşımların da temelde normatif teorilerin bu açıdan
birer eleştirisi olarak ortaya çıktığı gözlemlenmektedir.
2. POZİTİF TEORİLERE GÖRE REGÜLASYON
Coase’a göre piyasa mekanizmasının başarısızlığına
dayanan teori, optimumu sağlayan koşulların ne olduğu üzerinde yoğunlaşmakta,
ancak bu koşulların hayata nasıl geçirileceğini açıklayamamaktadır. Normatif
yaklaşımın eleştirisine dayanan ve regülasyon (ve deregülasyon) sürecinin nasıl
geliştiğine yönelik açıklamalara girişen yaklaşımlar literatürde pozitif
teoriler olarak anılmaktadır.
Normatif yaklaşıma dayalı pozitif teoriler,
regülasyonun hem firmalar hem de tüketiciler tarafından talep edildiği
düşüncesine dayanmakta ve politik süreç içerisinde temel olarak tüketicilerin
firmaların tekelci gücünden korunmak, firmaların ise batık maliyetli
yatırımlarının ve gelecekteki kârlarının tüketicilerin taleplerinden
etkilenmemesini sağlamak amacıyla hareket ettiğini savunmaktadır. Gelecekteki kârlarını
tehdit eden rekabete açma ve kamulaştırma ihtimaline karşı haklarının garanti
altına alınmasını talep eden firmaların yerel ve ulusal siyasi güçlerle
işbirliği arayışına girerken, tüketicilerin siyasi temsilcileri aracılığıyla
makul fiyatlar ve arz güvenliğine dikkat çektikleri bu politik çerçevede,
teori, regülasyona yönelik taleplerin nasıl karşılanacağı, bir başka deyişle bu
eşitliğin arz tarafının ne olacağı sorusuna cevap aramaktadır. Bu çerçevede
iyimser yöndeki pozitif teoriler, -pazardaki ekonomik rekabetin en az maliyetli
üretimle sonuçlanması gibi- politik aktörler arasındaki rekabetin de en az
maliyetli çözüm olan regülasyonla sonuçlanacağını öne sürmektedir.
Pozitif teoriler içerisinde önemli bir yer tutan
diğer bir grup yaklaşım ise “çıkar grubu teorileri” olarak anılmakta olup,
regülasyon sürecine daha eleştirel değerlendirmeler getirmeleri bakımından
dikkat çekicidir. Çıkar grubu teorileri temel olarak “regülasyonun en az
maliyetli çözüm” görüşünü savunan varsayımları reddetmekte ve çıkar grupları
arasındaki rekabetin toplumsal açıdan arzu edilir sonuçları getirmeyecek ölçüde
oligopolistik olduğuna işaret etmektedir: Farklı çıkar gruplarının organizasyon
maliyetlerine ve elde edecekleri yararlara bağlı olarak farklı pazarlık güçleri
söz konusudur.. Stigler bu nedenle, regülasyonun, doğası gereği rekabetten
korunmak isteyen firmalar tarafından talep edildiğini ve regüle edilen firma
lehine işleyen bir süreç olduğunu ileri sürmektedir. Stigler’i takiben
grupların regülasyonu kontrol altına almasını sağlayan koşulları inceleyen
Peltzman’ın görüşleri çıkar grubu teorilerinin temel varsayımlarına açıklık
kazandırmaktadır:
(1) Regülasyona yönelik yasal düzenlemeler, refahı
yeniden bölüştürmektedir. (2) Yasama organı üyelerinin davranışlarında temel
motivasyon mevkilerini koruma arzusudur; bu durum yasal düzenlemelerin politik
desteği en fazla sağlayan şekilde oluşturulacağı anlamına gelmektedir. (3)
Çıkar grupları kendi lehlerine yönelik yasama faaliyetine karşılık politik
destek önermektedir
Bu varsayımların genel sonucu regülasyonun daha iyi
organize olan ve regülasyondan daha fazla yararlanacak grubun çıkarlarına göre
şekillenmesidir. Çıkar grupları tek tek bireylerden oluşmaktadır ve bu
bireylerin elde edecekleri marjinal faydanın büyüklüğü grubun politik süreçte
etkinliğini belirlemektedir. Firmaların sayıca az olması, her birinin
tüketicilere göre daha iyi organize olması, buna karşılık maliyetlerin
milyonlarca tüketici tarafından paylaşılması nedeniyle göreceli olarak bireysel
tüketici zararının, firmanın elde ettiği yarardan az olması, regülasyon
sürecinin neden firmalar lehine ortaya çıktığını ve geliştiğini açıklamaktadır.
Çıkar grubu teorilerine göre regülasyonun regüle
edilen firma lehine işlemesine rağmen, kar maksimizasyonu ile sonuçlanmamasının
nedeni tüketici gruplarının (özellikle sanayi kuruluşları gibi büyük
tüketicilerin) politik baskısıdır.
REGÜLASYON OLMAKSIZIN OPTİMUM ÇÖZÜM
Bazı yazarlar, genel anlayışın aksine, doğal tekelin
varlığını regülasyon için yeterli görmemekte ve optimum ya da buna yakın bir
çözümün regülasyon olmaksızın tek üretici ile de elde edilebileceğini
savunmaktadır. İlki “potansiyel rekabet” , ikincisi ise “pazar için rekabet”
kavramına dayanan teorilerin bu nedenle dikkate değer olduğu düşünülmektedir.
1. POTANSİYEL REKABET: YARIŞABİLİR PAZARLAR TEORİSİ
Yarışabilir Pazarlar Teorisi temel olarak, diğer
firmaların pazara giriş ihtimalinin mevcut firmayı tekelci davranıştan
alıkoyacağını ve bu nedenle potansiyel rekabetin bir doğal tekelde dahi en
etkin çözümü sağlayacağını öne sürmektedir. Baumol, Panzar ve Willig
yarışabilir pazarı “giriş-çıkışın serbest ve maliyetsiz olduğu” bir pazar
olarak tanımlamaktadır. Burada serbest giriş, yasal bir engelin olmaması ve
yeni firmanın mevcut firmaya göre bir maliyet dezavantajının bulunmaması, bir
başka deyişle hedef pazarda mevcut firmayla aynı üretim tekniklerine ve talep
yapısına sahip olabilmesi varsayımına dayanmaktadır. Çıkışın maliyetsiz olması
ise firmanın pazara girerken katlandığı sabit maliyetleri çıkarken karşılayabilme;
örneğin firmanın, satın aldığı makine ve teçhizatı aynı fiyattan (amortismanı
düşerek) satabilme olanağının bulunmasını ifade etmektedir. Burada sabit
maliyetleri batık maliyetlerden ayırmak yerinde olacaktır: Batık maliyetler
geriye karşılanması mümkün olmayan ve asıl işlevi dışında başka bir amaç için
kullanılamayan sabit maliyetlerdir. Bu bakımdan teori “yarışabilir pazar”da
batık maliyetlerin bulunmadığı varsayımına dayanmaktadır.
Bu koşullar altında tekel etkin üretime zorlanacak;
aksi takdirde ya pazara giren firma daha düşük bir fiyatla tekelin tüm pazarını
ele geçirecek ya da tekel, fiyatını düşürerek buna cevap verdiğinde, yeni firma
giriş maliyetlerini karşılayarak pazar dışına çıkacaktır: Sonuç her iki durumda
da fiyatın düşmesidir. Train teoriye göre esasen bu tür bir girişin gerçekte
hiçbir zaman gerçekleşmeyeceğine, giriş tehdidinin tekeli sıfır kârla etkin
üretime yönlendirdiğine dikkat çekmektedir. Böylece, üretimde etkinlik ve
ortalama maliyet fiyatlaması sağlanarak en iyi ikinci optimum çözüme
ulaşılmaktadır.
Teorinin uygulanabilirliği hakkında ciddi şüpheler
var:
Teoriye karşı ilk temel eleştiri batık maliyetlere
ilişkin varsayıma yöneliktir. Vickers ve Yarrow, özellikle şebeke
endüstrilerinde önemli ölçüde batık maliyetlerin bulunmasının, teoriyi önemli
ölçüde zayıf kıldığını; az miktarda batık maliyetin dahi teorinin dayandığı
maliyetsiz giriş ve çıkış varsayımını sorgulanır bir hale getirdiğini ifade
etmektedir.
İkinci eleştiri yeni firmaların piyasaya girişine
ilişkindir. Çoğu durumda, mevcut firmanın fiyat indirmesi, yeni firmanın
gerekli üretim kaynaklarına sahip olmasına kıyasla daha kolay ve hızlı
gerçekleşen bir süreçtir. Mevcut firma, yeni bir firmanın faaliyete geçtiğini
gözlemlediği anda, rakip firma pazara yerleşemeden fiyatını düşürecek, yeni
firma pazar dışına çıktıktan sonra da yükseltecektir. Esasen bunu bilen
potansiyel rakip, tekelci firma pozitif bir kâr elde etmesine rağmen pazara
girmekten kaçınacaktır.
Teoriye göre düzenleyici kurumun asıl işlevinin,
tekelin fiyatlarını ve kararlarını düzenlemekten ziyade, yarışabilirliği
sağlayacak koşullara –serbest giriş, maliyetsiz çıkış ve tekelci firmanın
girişe verdiği cevabın sınırlanmasına- ilişkin politikaların geliştirilmesi
olduğunu ifade etmektedir. Nitekim, Baumol ve Willig de teorinin, regülasyon
sürecinin sona erdirilmesine yönelik bir argüman olmaktan ziyade, süreci
yönlendirici bir katkı sağladığına işaret etmektedir.Düzenleyici kurum, pazara
giriş-çıkış koşullarını oluşturabilirse, optimum çözüm kendiliğinden gelecektir.
Ancak Train’in de belirttiği gibi teorinin öngördüğü şekilde girişe izin
verilmesi her zaman bu sonuca ulaşılacağı anlamına gelmemektedir. Bu durum,
doğal tekelin sürdürülebilirliği kavramı ile açıklanmaktadır.
Train, optimum çözümün sürdürülebilir olup olmasının
endüstrinin maliyet yapısına göre değiştiğine; örneğin tek ürünlü firmanın
–daha evvel kalıcı-geçici doğal tekel tartışılmasında değinildiği gibi- bir
noktaya kadar artan daha sonra ise azalan bir maliyet yapısı ile karşılaştığı
endüstrilerde girişin muhtemelen etkin olmayacağına, buna karşılık yalnızca
pozitif ölçek ekonomilerinin görüldüğü tek ürünlü doğal tekellerde, ya da ortak
sabit maliyetleri yüksek çok ürünlü doğal tekellerde pazara girişin
gerçekleşmesi halinde de sürdürülebilir bir optimumun mümkün olduğuna dikkat
çekmektedir.
2. PAZAR İÇİN REKABET: FRANCHISING (DEMSETZ) MODELİ
Tekel hakkının ihale yoluyla bir firmaya verilmesi
oldukça eski bir fikir olmasına ve 19yy’ın ikinci yarısından itibaren ABD’de
yaygın olarak uygulanmasına rağmen, teorik olarak en kapsamlı şekilde Demsetz
tarafından 1968’de yayımlanan “Kamu Hizmetleri Neden Düzenlenmektedir?”
başlıklı makalesinde ele alınmıştır. Bu nedenle franchising fikrine
Demsetz-Chadwick modeli de denilmektedir. Demsetz’e göre regülasyon oldukça
maliyetli bir süreçtir; bu nedenle yeterli sayıda firmanın katılması şartıyla
düzenlenecek ihale sonunda tekel hakkının en düşük fiyat teklifini veren
firmaya verilmesi, regülasyon zorunluluğunu ortadan kaldıracağından optimum
çözümün sağlanması için en uygun yoldur.
Franchising modeline göre, ihale süreci, firmaların
rekabet etmesini sağlayarak en iyi teklifin ortaya çıkmasıyla sonuçlanacaktır;
burada “pazarda rekabet” yerine “pazar için rekabet” söz konusudur. Vickers ve
Yarrow’a göre bu model, hem rekabetin avantajlarını hem de doğal tekelin tek
firma etkinliğini bir araya getirdiği için dikkate değer bir yaklaşımdır.
Modele ilişkin ilk sorgulanan husus ihale aşamasında
firmalar arasında öngörülen rekabetin etkinliği üzerinedir. Bu modelde
rekabetin etkin bir çözümle sonuçlanabilmesi, yalnızca teklif veren firmaların
birbirinden bağımsız ve çok sayıda olmasına bağlı değildir; aynı zamanda pazara
ilişkin bilgiler bakımdan da eşit konumda olmaları gerekmektedir. Her firma,
diğer firmaların da aynı teknoloji ve maliyetlere sahip olduğunu bildiği
takdirde, ihalenin yalnızca sıfır kâr ve en az üretim maliyetini içeren bir
teklif ile kazanılabileceğini fark edecektir. Bu durumda, ihaleyi düzenleyen
kuruma birbirine benzer tekliflerin arasından en iyisini seçmek kalacaktır.
Hangi teklifin seçileceğinin refah kriteri bakımından bir önemi yoktur. Üretim
bir düzenleyici kuruma ihtiyaç duyulmaksızın mümkün olan en etkin şekilde
gerçekleştirilecektir. Waterson ise bu durumdan da öncelikli olarak, firmaların
gerçek anlamda bağımsız hareket etmeleri gerektiğini belirterek; rekabeti
sınırlayıcı bir anlaşma yoluyla teklif şartlarının ve hatta ihaleyi kimin
kazanacağının önceden belirlenebileceğine, geçmişte ABD’de ve İngiltere’de buna
benzer anlaşmaların ortaya çıkarıldığına ve bu nedenle söz konusu ihtimalin
azımsanamayacak derecede önemli olduğuna dikkat çekmektedir. Waterson’ın dikkat
çektiği bir başka nokta da, ihale için en iyi koşullar sağlansa bile, ihale
sonucunda elde edilecek fiyatın ortalama maliyetin altına düşmeyeceğine ilişkin
eleştirilerin varlığıdır. Demsetz ise firmalardan çok parçalı tarife
tekliflerinin talep edilmesi ile sorunun çözülebileceğini belirterek bu
eleştiriye cevap vermektedir.
İhale sürecinin rekabet yoluyla etkinliği sağlayıp sağlayamayacağı
bir yana, franchising modeline ilişkin en önemli tartışmalar optimum çözümü
içeren sözleşmenin nasıl düzenleneceği üzerinde yoğunlaşmaktadır. Özellikle
şebeke endüstrilerinde sabit yatırım maliyetlerinin yüksekliği uzun süreli
sözleşmeleri gerekli kılmaktadır. Train’e göre bu durum teorinin önemli
eksikliklerinden birini beraberinde getirmektedir: “Uzun süreli sözleşmelerin
en önemli sakıncası talep ve maliyet koşullarında ileride oluşabilecek
değişikliklere kapalı olmasıdır. Ancak statik olmayan bir dünyada optimum
fiyatlarda değişmektedir. Fiyatı sabitleyen bu tür sözleşmeler ise koşullar
değiştiğinde ya franchising alan firmanın iflasına ya da söz konusu firmanın
aşırı kâr etmesine yol açacaktır. Bu nedenle gelecekteki olası değişmelerin sözleşmeye
dahil edilmesi gerekmektedir ki sözleşmede iki yöntemden birinin izlenmesi
mümkündür:
(1) Hangi gelişmeler karşısında fiyatın
değişeceğinin belirlenmesi ya da (2) fiyatların periyodik olarak gözden
geçirilmesine ilişkin bir prosedürün geliştirilmesi. Tüm koşulların önceden
öngörülememesi ilk yöntemin en öncelikli eksikliği olarak ortaya çıkmaktadır.
Ayrıca bu değişmeleri tespit edecek bir kurumun oluşturulması zorunluluğu
doğmaktadır. Öte yandan franchisingi alan firma teknolojik gelişmeden kaynaklanan
maliyet azalmasını gizleme ya da fiyatına tamamen yansıtmama eğiliminde
olacaktır. Bu asimetrik enformasyon sorunu da dikkate alındığında, firmayı
optimum sonuca yönlendirecek mekanizmaları da geliştirmesi gereken kurumun,
temel işlevi bakımından doğrudan regülasyon sürecindeki düzenleyici kurumdan
farkı kalmamaktadır. İkinci yöntemin benimsenmesi, yani fiyattaki değişmelerin
periyodik olarak gözden geçirilmesini sağlayan bir prosedürün geliştirilmesi
halinde de, denetim işlevi ilk yöntemdekinden farklı değildir. Sonuç yine
klasik anlamda regülasyondur” .
Franchising modeline ilişkin bir başka sorun
ihalenin yenilenmesi sürecinde ortaya çıkmaktadır. Mevcut (eski) franchisor,
rakiplerine göre bilgi üstünlüğünün yanısıra, insan kaynaklarının eğitimli olmasından
ve uygulama yoluyla öğrenme sürecinden gelen avantajlara da sahiptir. Söz
konusu firmanın bu üstünlüğü yeni ihalede etkin rekabetin önünde çok önemli bir
engel oluşturmaktadır.
Yukarıda tartışılan sorunlar modelin her zaman
uygulanamaz olduğunu göstermemektedir; özellikle sermaye yoğun olmayan
hizmetlerde etkili bir yöntem olarak kullanılabilmektedir. Ancak modelin
önerileri özellikle sabit maliyetlerin yüksek olduğu şebeke endüstrilerinde
etkin olmayan bir rekabet ve gereğinden az bir yatırım seviyesi ile
sonuçlanmaktadır. Armstrong, Cowan ve Vickers’a göre sermaye yoğunluğu
farklılığına dayalı bu tür bir ayrım, şebeke altyapıları ile bu şebekeler
üzerinden verilen hizmetlere yönelik farklı yapısal politikaların
geliştirilmesi gerektiğini ortaya koyması bakımından önemlidir.
* Bu metin Ömür Paşaoğlu’nun ‘Doğal Tekellerde Regülasyon ve Rekabet: Bir Örnek: İngiliz Elektrik Sektörünün Yeniden Yapılandırılması’ başlıklı Uzmanlık Tezi’nden alınmıştır.