Ana Sayfa + Kapsama Alanı + Belgelik  Sergileri + Künye + H62 

KUNDUZ

Server Tanilli: Yeni Bir Yüzyılın Eşiğinde
Cumhuriyet

 

'Tarih, hiçbir toplumun önüne çözemeyeceği sorunlar koymaz.' Yani sorun varsa çözümü de vardır...

Yeni bir yüzyılın başlarındayız. Yüzyılımız, bundan
öncekinden devraldığı sorunları çözmeye çalışırken,
kuşkusuz hiç bilmedikleri de çıkacak karşısına; o da,
geleceğe yürüyüşünü onlarla boğuşa boğuşa yapacak.
Tarihin akışı böyle... 20. yüzyıl, ağır bir miras bıraktı
arkaya. 

Dünyamız yağmalanıyor; gezegenimizin, giderek soyumuzun
geleceği tehlikede; nasıl önleyebiliriz bu talanı? Bilim ve teknik ilerliyor; ama beraberinde dev sorunlara da yol açıyor; ilerlemeye evet, ama kimin için ve hangi amaçla? İnsanlar çoğalıyor, sorunlar da... Dünya nüfusunu bir istikrara kavuştururken, adil ve sürdürülebilir bir kalkınma yoluna
girebilir miyiz? Her yerde kent ve her yerde de bunalımdadır: Nereden kaynaklanıyor bu bunalım ve nasıl önlenebilir?
Özellikle insan, kent ve demokrasi ilişkisini sağlıklı olarak nasıl kurabiliriz? Kapitalizm, küreselleşmeyi de arkasına alarak yeni bir fetih çağına girmiştir. Bunun yol açtığı sorunlar nasıl çözülecek, özellikle dünya çapında bir sosyal anlaşma mümkün müdür?

Sonra, çağımızın bir temel olgusu da demokrasinin zaferidir.
Ama eşitsizlikler diz boyu ve dünya çapındadır; dahası,
liberalizm özgürlüklere karşıdır ve medya da fikirleri
saptırmakta. Bu ortamda demokrasiyi derinleştirmek nasıl mümkün olacak? Günümüzde hangi ideoloji egemendir ve ne söylüyor? Demokratik bir spor adına ne yapmalı?
Hoşgörüsüzlüğün kaynakları açıktadır: Irkçılığa ve
köktendinciliğe karşı nasıl mücadele etmeli? Yüzyılın
başlarında kadın gerçekliği nedir? Hangi sorunlara, nasıl bir çözüm getirmeli?

Bitmedi: Dünyamızın yeni sahipleri kimlerdir? Kuzey - Güney
zıtlığını nasıl gidermeli ve piyasanın diktatörlüğüne karşı ne yapmalı? Uluslararası ilişkilerin yeni çerçevesi nedir? Bu ortamda barış nasıl sağlanabilir, özellikle ''savaş ağalarının silahsızlandırılması'' nasıl mümkündür? Tutucu bir dünya görüşünü yerleştirmek, giderek yazgıcılığı ve boyun eğmeyi aşılamak için, tarih nasıl saptırılıyor günümüzde? Özellikle aydınları bekleyen ne, bu ortamda?

Son olarak, içinde bulunduğumuz bütün insafsız koşullara karşın, ''daha insanca bir dünya'' kurmak mümkündür. Ama nasıl?

İşte, yeni bir yüzyılın başında kimi temel sorular! Onlar, elbet bizi de ilgilendiriyor; bir bakıma bizim de sorunlarımız. Ayrıca, hiçbiri de çözümsüz değil. Bir büyük filozof, ''Tarih, hiçbir toplumun önüne çözemeyeceği sorunlar koymaz'' der ki pek
doğrudur; yani sorun varsa çözümü de vardır...

Dünyamızın ve insanın geleceği tehlikededir 

Dünyamızın uzaydan çekilmiş fotoğraflarının güzelliğine
diyecek yoktur: Üstüne yer yer pamuktan bulutlar serpilmiş mavi bir portakal görünüşüyle gözleri büyüler; zenginlik ve gönenç izlenimi verir insana. Gerçekten de, gür bir bitki örtüsüyle kaplıdır o ve bereketli bir hayvansal yaşamla
hareketlidir. Bu cennet görünüşlü, coşkulu, latif doğa
milyonlarca yıl egemen oldu gezegenimize. İnsansoyu da, ortaya çıktığı günden beri onunla beslendi ve Doğa Ana'yla bir ortak yaşam içinde oldu uzun süre. 

Ne var ki, 19. yüzyılın ikinci yarısı ile Sanayi Devrimi'nden beri, insan, ilerleme ve gelişme adına, doğal ortamı sistemli
olarak yıkıp yoketmeye yöneldi. Her türden yağma ve yakıp yıkma birbirini izledi; topraklarını altüst etti, sularını kirletti, atmosferini bozdu. Başını alıp giden bir kentleşme, özellikle
tropikal bölgede ormanların yokoluşu, denizlerin ve ırmakların kirlenişi, iklimin ısınması, ozon tabakasının incelmesi, asit yağmurları, onun başının dertleridir; kirlilik, öylesine sonuçlara yol açmıştır ki, dünyamızın geleceği tehlikededir artık.

Tehlike bundan ibaret değil: İnsan, genetik olarak kendini değiştirme gücünü de elde etmiştir şimdi. Bilimsel serüven hızlanıyor ve ufukta insan varlığının kopyalanması belirmiştir.
Ne ulusal planda ne de uluslararası planda henüz saptanmış olmasa da, sınırlar aşılmış değildir. Kopyalanmış bir koyun
örneğini simgeleyen Dolly olayı, 1997 ilkbaharında, hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde, herkesin karşısına canlı bir kanıt olarak çıkmıştır.

Öte yandan, üzerlerinde genetik olarak oynanmış mısır ya da soyanın Avrupa pazarlarına sürülüşü, eli kulağında tehlikeler hakkında yığınla soruya yol açmaktadır: Genetik olarak değiştirilmiş organizmalara kimin için ve hangi amaçla gerek görüldü? Pek mi zorunluydu bu? Akla da uyuyor mu?

Bilim ve teknik ilerliyor; ama beraberlerinde dev sorunlar da getirerek...

Doğa, her yönden tehditler, giderek tehlikelerle karşı karşıya, bu pek açık; ama kurtarılması için fikir ve uğraşlar da eksik değil ve üstelik pek eskiye gidiyor kökleri: İlkçağ'da Latin tarımcıları toprağı korumanın üzerinde durmuşlar; İsa 'dan sonra III. yüzyıldan başlayarak, artan nüfusa bağlı toprak
kazanmaya karşı ormanları koruma yolunda ilk önlemlere gidilmiş. Ancak ekolojik düşüncenin ete- kemiğe bürünmesi XX. yüzyılın başlarındadır.

70'li yıllardan başlayarak da kamuoyu, ekonomik kalkınma ve hızlı nüfus artışının uzun vadedeki sorunlarından kaygılanmaya başlar. Kimi eserler, aşırı nüfusa, kirlenmeye ve
doğal kaynakların tükenişine bağlı büyük çevresel felaketin korkusunu beslerler. 1972'deki Stockholm Konferansı, arkasından da World Conservation Strategy (1980), çevreye saygılı, sürdürülebilir bir kalkınma modelinin niteliklerini
tanımlamak isterler. Bunalım yıllarında belli bir hafiflemenin arkasından, dayanıklı ve kalıcı anlamına, ''sürdürülebilir kalkınma'' ya da ''çevresel gelişme'' temaları, Birleşmiş Milletler'in Ortak Geleceğimiz adlı raporunun 1987'de yayımlanışıyla gündeme girer, oturur.

Satır başı ''sürdürülebilir kalkınma'' kavramı, ilerlemeye
devam ediyor: Fikrin gizlisi kapaklısı da yok, basit:
Gelecekteki kuşaklar, en az geçmiş kuşakların tanıdıkları bir çevreyi miras olarak almışlarsa bir kalkınma sürdürülebilir. Temeli piyasaya dayanan günümüzdeki kalkınma mantığının gerçeklerle uzlaşır bir yanı olup olmadığı elbette sorulmalı, sorgulanmalıdır.

Gelecek yıllarda, öyle görünüyor ki birbirine zıt iki dinamik rol oynayacak dünyamızda: Bir yandan, mali kaygıların güdümünde ve bilimle teknikten kâr amacıyla yararlanan küreselleşmiş büyük firmaların çıkarı etkisini gösterecek; öte yandan da, bir ahlak, bir sorumluluk özlemiyle beraber, çevrenin - insanlığın geleceği için kuşkusuz yaşamsal - yasalarını göz önünde tutan daha adil bir kalkınma ve gelişme özlemi ağır basacak. Bir kolektif etik çaba olmadan, gezegenimizin acılarını dindirmek de mümkün olmasa gerek.

'Dünyamız anayurdumuzdur'

Çevreci gruplar, 60'lı yıllardan beri, fikir ya da eylemdeki kararlılıklarıyla yığınla ülkede başarılar kazandılar; Doğu'da, otoriter kalelerin yıkılışına yardımcı oldular. Ne var ki, doğaya karşı işlenen cinayetleri sadece ortaya koymakla yetinmemeli; ilk nedenlere, toplumdaki işleyiş kuralları ile yerleşmiş değerlere kadar uzanmalı ve demokratik tartışmanın içine çekmeli onları. Çünkü, bir çevresel ipliği yakaladığınızda, dünya çapında bütün bir yumak çözülmeye başlar. Ne siyasal düşünce ne de onun kurumları, bu yumağın ve insanla doğa arasındaki bir sözleşmenin ortaya koydukları sorunları çözecek çapta değildir. Kurumlar ise olsa olsa uluslararası olabilirler; onların kararlarının denetimi ulusal ve yerel otoritelere düşer. Bu demokratik zincirin hiçbir halkası savsaklanamaz; ve söz konusu zincir, piyasanın
gözboyayıcılıklarının, kimi kazananlarla yığınla kaybedenlerin uzağında, bütün canlı varlıklarla canlı küreyi birbirine bağlayan dayanışmayı paylaşmış bir bilinçten alır gücünü.

Neler söylenebilir bu konuda şimdiden? Yalnız çevrenin değil, tüm canlı topluluklar ile onların içinde yaşadıkları
fizikokimyasal bütünün uğradığı felaketler ortamında,
yerkürenin yaşaması için, ilk akla gelen, piyasanın gücü ve diktatörlüğünü sorgulamak; ve yerleşik çıkarlar ile egemen düşünce biçimlerinin korkunç ortaklığına karşı çevrebilimsel bir seçimde bulunmaktır. Sonra, gönenç kavramını da gözden geçirmeli.

Bunun gibi, ekonomi de, çok yönlü, dinamik ve içinde yer aldığı dünyayla birlikte evrilir olmalı. Bu bilim dalı, insanların hizmetinde olup onların yazgılarına hükmeden bir şey değildir. Ama belki asıl kurtarıcı sıçrama, insan olarak, insanlarla, başka canlılarla, giderek doğayla olan ilişkilerimizi kökünden değişikliğe uğratmak olsa gerek. Çevrebilimin, çevrebilim bilincinin önemi işte burada karşımıza çıkıyor.

Özetle, dünyamız - fiziksel ve biyolojik yanlarıyla - bir
bütünlük içindedir; kimliği budur onun. Ve dünyamız, Edgar Morin 'in doğru ve duygulandırıcı üslubuyla söylemiş olalım, '' Üzerinde oturduğumuz bir yer olmaktan çok daha fazla bir şeydir: Bizim evimiz, ondan da öte anayurdumuzdur o. Kuşkusuz uzaklara gidebileceğiz, başka dünyaları ele geçirebileceğiz. Ama burada kendi evimizde ve yurdumuzdayız; bitkilerimiz, hayvanlarımız, ölülerimiz, yaşamlarımız, giderek anılarımız var burada. Onu koruyup saklamalı, karşılaştığı tehlikelerden de kurtarmalıyız. Bu yolda
bilimlerin, gerekiyorsa dinlerin ve ahlakların gerçeklerine de çağrıda bulunacağız. Aydınlanma Çağı, bütün insanlara seslenerek hümanist düşünceyi doruğuna çıkarmıştı. Ona tüm canlı varlıklara acımayı, kardeşliği, dahası enternasyonalist kardeşliği eklemeliyiz!'' Gelip vardığımız noktada, bütün insanları, kendi aralarında ve hepsini de doğaya bağlayacak - dünya çapındaki - yeni dayanışma bilincinin temeli işte budur.

dB. Yazılar Listesi
(seçilmiş yazılar)