KALKINMA YAKLAŞIMLARI BAĞLAMINDA ULUSLARARASI SİVİL TOPLUM KURULUŞLARININ (NGO' LARIN) KISA TARİHİ ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME

Bu makale ceterisparibus.net sitesinde yayınlanmaktadır.

 

 

 

İkinci Dünya Savaşı’ ndan  sonra ortaya çıkan kalkınma iktisadı alt disiplininde kalkınma ya da ilerleme kavramı, iktisadi büyüme olarak ele alınmıştır. Bu anlayışa göre bir ülkenin iktisadi büyümesi kabaca GSMH’ daki  artışlara bakılarak değerlendirilir. İktisadi alanın iyi yönetilmesi ve büyümenin devamlılığı esastır. “Büyüme merkezli kalkınma” olarak ifade edilen bu yaklaşımın az gelişmiş ülkelere bakışı, bu ülkelere yönelik finansal sermaye transferi ve uluslararası kalkınma yardımları yapmak ile sınırlıdır. Bu bağlamda uluslararası sivil toplum kuruluşları olarak adlandırılan  NGO’ ların (non-governmental organizations) özellikle 1950-1960’ lı yıllar boyunca gelişmiş ülkelerde “gönüllü organizasyonlar” adı altında faaliyet gösteren ve daha çok az gelişmiş ülkelerin temel ihtiyaçlardan yoksun toplumsal kesimlerine  “insani yardımlar” şeklindeki küçük ölçekli çabalar ile kaynak transferlerine aracılık ettikleri görülmektedir. Gönüllü organizasyonların faaliyetleri, büyüme merkezli kalkınma modelini sorgulama çabasında olmadan bir takım spesifik yardım projelerini gerçekleştirme ve hükümetlere ya da yerel idarelere tavsiyelerde bulunma düzeyinde kalmıştır.

 

1990’ lardan itibaren uluslararası sistemde meydana gelen gelişmelerle birlikte, büyüme merkezli kalkınma yaklaşımının ve NGO’ ların rolü değişmeye başlamıştır. Politik açıdan, S.S.C.B’ nin yıkılışı, Doğu Avrupa’nın çözülmesi, giderek artan ulusal bağımsızlık mücadeleleri, etnik kargaşalıklar, ekonomik açıdan; çevre kirlenmesiyle ekolojik dengenin bozulmaya başlaması, sürdürülebilirlik gerçeği, sosyolojik açıdan; AIDS, uyuşturucu .. gibi sorunlar, insanı kalkınmanın bir metası olarak gören kalkınma modellerinin ve genel anlamda Ortodoks İktisadın sorgulanmasına neden olmuştur. Büyüme merkezli kalkınma anlayışının dünyayı getirdiği nokta, açlık, etnik ayrılıklar ve ekolojik felaketler olarak dile getirilirken, kalkınma sorunsalında büyüme merkezli anlayıştan “insan merkezli” kalkınma anlayışına geçilmektedir.

 

 

Bu anlayışın temel özelliklerini genel çizgileriyle aşağıdaki şekilde ifade etmek mümkündür;

1- Kalkınma iktisadi büyümenin ötesinde insan yaşamının koşullarının iyileştirilmesiyle ilgili olmalıdır. Uzun dönemli çıkarları dikkate alan, kültürel farklılıkları, ekolojik dengeleri ve ekonomik büyümenin sürdürülebilirlik boyutunu dikkate elen bir kalkınma anlayışı oluşturulmalıdır.

2- Disiplinler arası birleştirici bir yaklaşıma geçilmelidir. Buna göre toplumun her alanında ekonomi temelli görüşün, yerini sosyal, politik ve kültürel boyutları da içeren diğer disiplinler ile birleştirici bir görüşe bırakması gerekmektedir.

3- Ortak çıkarların söz konusu olduğu gerçeği ile uzun dönemli çıkarlar için dünyayı bir bütün olarak uluslar üstü algılayan, sorumlulukların gelişmiş az gelişmiş tüm ülkelerin dayanışmasıyla paylaşıldığı bir yönetim anlayışı kurulmalıdır. Bu yeni kalkınma anlayışında insanın ve doğal kaynakların doğru yönetimi, eşitlik, sosyal adalet önemli yer tutmaktadır. Ortodoks kalkınma anlayışının az gelişmiş ülkelere yönelik politika çözümü olarak önerdiği merkezi devletin yönetimine dayanan görüşünün, uluslararası finansal akımların bu ülkelerde borç krizine yol açmasıyla sonuçlandığı iddia edilmektedir. Oysa yeni kalkınma anlayışında ileri sürdüğü yeni yönetim anlayışı ile dış borçların yarattığı krizin ortadan kaldırılması mümkün olmamakla beraber, dış borçların yanlış dağıtılması engellenerek bağımlılığın ortadan kaldırılmasına yardımcı olacağı ileri sürülmektedir.

4- Demokratikleşme, sivil toplumun yaygınlaştırılması, ademi merkeziyetçilik, yerel yönetimlere daha fazla sorumluluk verilmesi, kaynakların yönetiminde yerel sivil topluluklara hükümetin yanında söz hakkı tanınması bu anlayışın NGO’ lara verdiği önemi vurgulamaktadır.

Bu bağlamda 1990’ lardan itibaren ise NGO’ lar, varolan çerçevelerini gerek uluslararası sistemde gerekse kalkınma iktisadında meydana gelen gelişmelere paralel olarak sorgulamaya başlamışlardır. Büyüme merkezli kalkınma anlayışının az gelişmiş ülkeleri getirdiği nokta ve sürdürülebilir bir kalkınma anlayışının kurulması zorunluluğu, gelişmiş ve az gelişmiş ülke NGO’ larını ortak hareket etmeye doğru yöneltmiştir. NGO’ ların giderek makro ekonomik teori ve politikalarını öğrenmeye yönelik çabalara girişmeleri ve kalkınma iktisatçılarının bu konuya yönelik akademik çalışmalarını hızlandırmaları söz konusu olmuştur. Yeni kalkınma anlayışının öngördüğü şekliyle NGO’ ların kalkınma sürecindeki rolü ile ilgili ileri sürülen tezler, uygulamaya dönük, geniş tabanlı, küçük ölçekli kurumlar olarak politik yaptırımlar açısından devlete göre daha etkin oldukları yönündedir. Buna göre NGO’ lar devlete göre politikaların hayata geçirilmesinde daha etkindirler. Çünkü geniş örgütlenme biçimi olarak devletin bir araya gelme ve liderlik anlamında NGO’ lara göre zayıf ve yavaş kaldıkları ileri sürülmektedir. Ayrıca NGO’ ların, sivil toplumun yaygınlaştırılmasında öncü kurumlar olarak kamu sorumluluğunu talep etme anlamında da politikacılardan ve bürokratlardan daha etkin oldukları iddia edilmektedir Özellikle sivil toplumun yoksul kesimlerinin taleplerinin gerçekleştirilmesinde politikaların uygulanması ve gerektiği yerde reformların yapılması konusunda daha başarılı olacakları düşünülmektedir. Sonuç olarak; NGO’ lar, yeni kalkınma anlayışı doğrultusunda uluslararası sistemin yönetimine ilişkin olarak sorumluluğu devlet ile paylaşacak aday kurumlar olarak  gündeme getirilmektedirler.

 

Bazı Eleştiriler

Uygulamaya dönük olan NGO’ ların doğrudan gözlemlerle programlarını yönlendirdikleri ancak varolan bu yapılarıyla, araştırma ve analiz yapma araçlarından ve ekonomi söyleminden yoksun oldukları, dolayısıyla entelektüel sorgulama ve teorik araştırmalar açısından zayıf kaldıkları tezini kuvvetlendirmektedir.

Büyüme merkezli kalkınma anlayışından insan merkezli kalkınma anlayışına doğru gerçekleşen paradigma değişiminde, NGO’ ların küçük toplum projeleri ile yetinmelerinin yeterli olmayacağı, bu çabalarını makro ekonomik politika stratejileriyle birleştirmeleri gerektiği savunulmaktadır. Örneğin, yoksul kesimlerin temel ihtiyaçlarının karşılanmasının zengin kesimin tüketiminin sürdürülebilir bir düzeye indirgenmesine yönelik politikaların uygulanmasıyla mümkün olacağı düşünüldüğünde, güç ilişkilerinin varolan yapısının değişip güç ve önceliklerin yoksul kesime kaydırıldığı bir düzene bırakması gerekmektedir. Ancak bu kuruluşların programları, spesifik reform ve yardımların ötesinde makro ekonomik teori ve politikaları değiştirebilecek şekilde kökten bir mücadeleye yönelik gözükmemektedir.

Öte yandan uluslararası sistemde meydana gelen gelişmeler, gelişmiş ve az gelişmiş ülke NGO’ larının ortak hareket etmelerini gündeme getirirken, gelişmiş ülke devletleri ve uluslararası finans kurumlarıyla sıkı ilişkiler içerisinde olmalarını da beraberinde getirmektedir. Afrika’da açlığa karşı insani yardır kampanyaları gibi NGO’ ların sürdürdükleri çeşitli programlara baktığımızda, finansal kaynaklarının gelişmiş ülke devletleri ve uluslararası  finans kurumlarının yardımlarına dayandığı görülmektedir. Ayrıca bu finasal desteğin sağlanması için NGO’ ların faaliyetlerinin “etkinlik” ve “üretkenlik” açılarından adı geçen kurumlar tarafından denetlenmesi ve programlarına yön verilmesi de söz konusu olmaktadır. Sonuç olarak; NGO’ ların kalkınma sürecinde anlamlı bir mücadele içinde olmaları  kuşkulu hale gelmektedir.

 

ÖNCEKİ SAYFA