KÜRESELLEŞME, İYİ
YÖNETİM ve NGO'LAR |
1989’ta
Doğu Bloku’ nun yıkılışı
ile birlikte soğuk savaşın bitmesi, “küreselleşme” söyleminin başlangıcı
olarak kabul edilebilir. Bu tarih ile başlayan bir dizi gelişme,
ulus-devletlerin yönetimde tek ve egemen güç olduğu ulusal ekonomi
önceliklerinin yerini, küresel önceliklere teslim ettiği bir dünya ekonomik
sisteme bıraktı. Sermayenin uluslararası düzeyde önündeki engellerin giderek
kaldırıldığı, teknolojinin, özellikle enformasyon teknolojisinin ulusal
sınırlar tanımadan hızla yayıldığı bir süreç yaşanmaya başladı. Bu süreçte, dünya sistemi daha önce
olduğundan çok daha yoğun bir biçimde uluslararası sermayenin kontrolü altına
girmektedir. Ekonomik, sosyal, yönetsel, kültürel bir çok alanda farklı
yaklaşımlar sunmakta ve toplumsal yapılar üzerinde yönlendirmeler yapmaya
çalışarak kendi hedeflerine ulaşmaya çalışmaktadır. 1990 larla
beraber yaşanan tüm bu gelişmeleri politik, ekonomik, teknolojik, toplumsal
ve kültürel boyutları ile ayrı ayrı incelemek
gerekir. Politik açıdan bakıldığında
1989 önemli bir dönüm noktasıdır.
“1989, ulus-devletler ve müttefik gruplar arasındaki belirli bir
mücadele şeklini, Soğuk savaşı sona erdirmişti. Bu mücadeleyi besleyen temel
güç, Soğuk savaştı ve gerek askeri güç
gerekse ekonomik ve sosyal düzenlemeler bakımından ulus-devlete duyulan
ihtiyacı güçlendirmekti” (Küreselleşme Sorgulanıyor, G.Thompson,
s.208). 1989 Devrimiyle birlikte nükleer savaş tehlikesi ortadan kalkmaya
başlayınca, askeri güç ülkeler arasındaki başat konumunu fiilen kaybetmiştir.
Böylece ulus-devletler varlıklarını güçlendirmek ve egemenlik iddialarını
sürdürmek için savaşı daha fazla temel dayanak olarak gösteremeyeceklerdir. Teknolojik gelişmeler
açısından bakıldığında, yeni iletişim ve bilgi teknolojilerinin gelişimi ve
uluslararası ölçekte yayılması ile ulus-devletlerin kendi ülkeleri üzerindeki
kontrol mekanizmalarının gevşemeye başladığı görülmektedir. Böylece devletin
resmi ideolojisi ile yaratmaya çalıştığı tektip insan
ve homojen kültür girişimleri zayıflamaktadır. Bu bağlamda uluslararası NGO’ ların (non-governmental
organization=sivil toplum kuruluşları) aralarında
iletişim sistemleri kurmaları, bilginin ne kadar hızlı yayıldığının ve
uluslararası sivil topluma doğru bir gidişin söz konusu olduğunun açık
göstergesi olarak kabul edilmektedir. Kısacası ulusal kültürlerin (yerellik),
kozmopolit kültürlerle birlikte var olduğu bir döneme girilmektedir. “Devlet
büyük ihtimalle böyle yakın cemaatlerin birarada
varolabilmesini sağlayacak ve çatışmalarını çözümleyecek kamusal bir güç gibi
hareket ederek bu farklılığın üstesinden gelmesini sağlayacak yeni bir mantık
bulacaktır”. (a.g.e, s.215) Küreselleşme
ile birlikte ekonomik ilişkilerde yaşanan gelişmeler ışığında ulus-devletin
değişen rolüne baktığımızda, etkin ekonomik yönetici rolünün son bulduğunu,
uluslararası sermayenin ihtiyaç duyduğu sosyal ve kamusal hizmetleri
sağlamakla yükümlü tutulduğu bir çizgiye doğru gittiği görülmektedir. Artık
makro ekonomik değişkenler konusunda uluslar arası sermayenin tercihlerinin
belirleyici olacağı, Neoliberal minimal devlet anlayışının bir uzantısı
olarak ulus-devletlerin piyasanın ihtiyaç duyduğu altyapı ve diğer kamu
mallarını en düşük maliyetle sağlayacağı bir sürece girilmektedir. Sermayenin dünya çapında kendi hukuk
sistemini oluşturması, devletin ulusal ekonomiler üzerindeki egemenliğinin ortadan kalkacağının en
önemli göstergesi olarak görülmektedir. Böylece bu süreç ile birlikte
ulus-devleti analiz birimi olarak alıp yeni dünya düzenini anlamaya
çalışmanın imkansız hale geldiği iddia edilmektedir. Bu bağlamda devletin
belirleyici merkez kurum olduğu ulusal ekonomi modeli yerini, liberal
politikaların tekrar hakim olmaya başladığı, devletin güvenlik ve hukuk
işlevlerinin dışında kalan her türlü işlevini piyasaya bıraktığı neo-liberal ekonomi modeline bırakmaktadır.
Dünya sisteminin artık yeni bir aşamaya geldiği, devletin güvenlik ve
hukuk işlevlerinin dışında kalan her türlü işlevini piyasaya bırakması gerektiği,
böylece sermayenin küreselleşmesi ile uluslar arasındaki eşitsizliğin ortadan
kalkacağı; devletin küçültülmesi ile önceden devlet tarafından üstlenilen bir
takım işlevlerin artık politik olmayan, aksine apolitik olan piyasa
tarafından gerçekleştirileceği; karar alma süreçlerine doğrudan katılımların
sivil toplum kuruluşlarının yönetimde yeralması ile
sağlanabileceği, halk katılımının ve demokratikleşmenin
gerçekleştirilebileceği belirtilmektedir.
Bu bağlamda küreselleşmeyle birlikte ortaya çıkan “küçülen devlet
anlayışı” ile devletin işlevlerinin bir bölümünün giderek devletten sivil
topluma ve onun taşıyıcısı sivil toplum kuruluşlarına devredilmesi söz
konusudur. Bu sürecin insan hak ve özgürlüklerinin yayılması ve korunması
içinde son derece önemli bir süreç olduğu, demokratikleşmenin önemli bir
göstergesi olduğu dile getirilmektedir.
Neoliberal politikaların öne sürdüğü;
devletin etkinliğini yitirdiği, dolayısıyla küçülmesi gerektiği tezi, bir
yandan Dünya Bankası, Birleşmiş Milletler.. gibi uluslar arası resmi
kuruluşlar tarafından kaçınılmaz bir ekonomik model olarak AGÜ’ lere dayatılırken; öte yandan da bu ülkelerde devletin terkettiği alanlarda NGO’ ların
önderliğinde demokratikleşmenin, çoğulculuğun ve sivil katılımın
gerçekleşmesi, kısacası sivil toplumun oluşması adına desteklenmektedir.
Küreselleşme ile birlikte devletin yeniden tanımlanması ve beraberinde
gelen sivil toplum tartışması, kamusal alan-özel alan ayrımı, uluslar arası
kuruluşların, ulus-devletin belirleyici olduğu yönetim anlayışına alternatif
bir yönetim anlayışını (governance) öne sürmeleri
ile tekrar gündeme geldi. NGO’ lar ise uluslararası
kuruluşlar tarafından, bu yeni yönetim
anlayışının, başka bir deyişle alternatif toplumsal projenin yeni aktörleri,
katılımcı gelişme modelinin yeni ajanları olarak sunuldu. Bu nedenle 1990’ lardan bu yana, NGO’ ların
global, ulusal ve yerel düzlemde giderek daha fazla işlev kazandıkları güç
alanlarına bakıldığında yolaçtıkları yeniden
örgütlenme biçimine eğilmek gereği ortaya çıkmaktadır. Çünkü bu yeniden
örgütlenme biçimi, yeni düzeni içinde uluslar arası sermayenin önündeki
engellerin kaldırılmasına yönelik neoliberal
politikalara işlerlik kazandırmaktadır.
Gelişmiş ülkeler, küreselleşme sürecini sermayenin çıkarları
doğrultusunda düzenlemeye ve yeniden örgütlemeye çalışırken, bu sürecin gerek
sınıflar arası ve gerekse uluslar arası dengesizlikleri arttırıcı yönlerine
müdahale etmeyi gerektirecek durumlarda “insani amaçlı” bir takım aktörlere
gereksinim duymaya başladılar. NGO’
lar, neoliberal
politikaların işlerlik kazanmasıyla terkedilen
sosyal devlet anlayışının yarattığı boşluğu dolduracak ve sistemin meşruiyet
krizine girmesini engelleyecek meşruiyet üretici ara örgütler olarak gündeme
gelmeye başladılar. Bu durum NGO’ lara, toplumsal
dayanışma gerektiren alanları (kamusal alan) doldurmak üzere yeni roller
biçilmesine yolaçtı. Nitekim özellikle uluslar
arası NGO’lara bakıldığında büyük çoğunluğunun
“yoksullukla mücadele” gibi toplumsal gelişme amaçlı programlar üzerinde
yoğunlaştıkları görülmektedir. Bu
bağlamda Dünya Bankası’ nın AGÜ’ lerde kalkınmanın yeni ajanları olarak NGO’ lara biçtiği role bakıldığında ise, küçük toplum
projeleri ile yoksul kesimlere ulaşarak yoksulluğu ortadan kaldırmak ve mikro
girişimciliği teşvik ederek kalkınmayı hızlandırmak olduğu görülmektedir.
AGÜ’ lere sunulan bu modelin arkasında “sınıfsız
toplum projesi” nin olduğu iddia edilmektedir Neoliberal politikalar, bir yandan uluslar arası
kuruluşların yapısal uyum reçeteleri ile emek üzerindeki kontrolleri garanti
altına alırken, öte yandan da mikro girişimciliği destekleyerek AGÜ’ lerde bir orta-zengin sınıf yaratmaya, böylece emeği
güçsüz bırakmaya çalışmaktadır. Bu şekilde sermayenin emek üzerindeki baskısı
kontrol altına alınarak ulus-devletlerin üzerinde sınıf mücadelesine müdahale
edilmiş olmaktadır. Sivil
toplumun gelişmesi açısından NGO’ ların temel
aktörler olarak görülmesiyle gelişmenin analiz birimi “sınıf” olmaktan
çıkmakta, yerine “insan” kavramı getirilmektedir. Gelişme iktisadı açısından
da büyüme merkezli gelişme anlayışından insan merkezli gelişme anlayışına
doğru kayma söz konusu olduğu görülür. Toplumsal gelişme anlamında sivil
toplumun gelişmesi, yurttaşa öncelik verilmesiyle ilintili olarak görülmekte,
sınıf çelişkisi analiz dışı bırakılmaktadır. Bu anlamda sendikal hareketlere,
sermaye ile emek arasındaki çelişkinin hafifleticisi olarak değil, sivil
toplumun gelişiminin bir parçası, demokratikleşmenin zorunlu unsuru olarak
bakılmaktadır. Sivil toplumun yurttaşlık düzeni olduğu, yani sınıfları,
cemaatleri, etnik grupları birim olarak ele alan bir düzen değil, yurttaşı
birim olarak ele alan bir düzen olduğu vurgulanmaktadır (Sivil Toplum
Kuruluşları, 3 Sempozyum, Tarih Vakfı, s.28). |
|