BELGELiK agaçları

 
Çocuk Ağaçlardan İhtiyar Ağaçlara

Beykoz’un Anıt Ağaçları ve Anadolu Kavağı Florası
VolkanYalazay
3. sınıf / Resim 1 (2000-2002)

Ana Sayfa + Kapsama Alanı + Künye + ders BELGELiGi

 

  Üsküdar’a gelmiştik; sabah sarısı, vapur düdüğü, sonra yankısı,ağaç dallarında uzun uzun öten kumrular, her şey güzel bir gün ve gezi için anlaşmış gibiydi.

  Vapur iskelesinin karşısındaki otobüs duraklarından en son perona doğru yürüdük. Anadolu Kavağı’na gidecek olan otobüsü bir süre bekledikten sonra bindik ve kısa ama güzel bir güne doğru hareket ettik. Kaptanımız oldukça hızlıydı, sayesinde bir buçuk saatlik yolu bir saat olmadan aşmıştık.

  Bu arada Anadolu Kavağı’na gelmeden bir süre önce tarihi Beykoz Çayırı’nın yeşilinden geçtik. Çevremiz bir çok ihtiyar çınarla çevrilmişti, otobüsün yavaşlamasını, durmasını fırsat bilip etrafı iyice inceliyorduk, bu ağaçların sayıları on kadardı. Sanki burada yeşeren her ağaç kendine yüzlerce yıl bakması, her şeyini cömertçe vermesi için topraktan söz almış, toprak ta tüm enerjisiyle, verimliliğiyle, suyuyla onlara can vermiş, yüzlerce yıl analık etmişti. Otobüsten inmedik ama en yakın zamanda uzunca bir inceleme için geleceğimizi biliyorduk.

  Bu yeşil çayırın koca devlerini geride bırakarak yokuş yukarı tırmanmaya başladık, kısa bir süre sonra da Yûşa Tepesi’nden geçtik. Bu tepe ismini kutsal bir insan olan Yûşa Dede’den almış. Tepede bulunan ve şu an doldurul muş olan 1metre eninde 18metre uzunluğundaki çukurun Yûşa Dedenin mezarı olduğuna inanılır, bu inanca kendilerini fazlaca kaptırıp dedenin boyunun 18 metre olduğuna inanan ve şaşırıp kalan insanlarımız çoktur. Gerçi bazı müslümanların bu inançlarına benzer inançlara çok önceleri de sahne olmuştur bu çukur: Antik çağda Zeus'un oğlu, güçlü ve heybetli Herakles’in (Herkül) yatağı olarak biliniyormuş, bir ara da deniz tanrısı Poseidon’un oğullarından biri olan boksör kral Amykos’un mezarı olduğuna inanılmış.

  Çamlar içinde bulunan bu güzel tepeyi geçtikten kısa süre sonra aşağı inerek Anadolu Kavağı’na gelmiştik. Ufak tefek şirin bir köydü. Önce şöyle bir turladık Boğaz sahilini, bir iki dakikadan fazla sürmedi. Balıkları, karidesleri , kalamarları,ayıklayan balıkçıları ve çevrelerini saran kedileri, köpekleri izledik biraz, martılar da en güzel çığlıklarını esirgemiyordu. Fırından aldığımız sıcacık odun ekmeğini ve beyaz peyniri, siyah zeytinle bu manzara karşısında bir güzel yedik, sırtımızı da ihtiyar bir çınara dayamıştık, çok şanslı olduğunu düşündük, yak laşık üç asırdır bu güzel manzaranın ve yaşamın parçasıydı. Ama artık sadece bir iki ince dalını yapraklandırabilmişti, öyle görülüyordu ki son baharlarını yaşıyordu!...

  Tok karnımız ve mutlu gözlerimiz birleşince buradan kalkmak oldukça zordu, biz de gezimizin sonunda tekrar aynı yere gelip çok sayıda bulunan balık restoranlarından birinden midye tava alıp afiyetle yemeyi kararlaştırdık ve tok karnımıza rağmen iştahımızı kabarttık.

   Anadolu Kavağı’nın yüksek bir tepesine inşa edilen Bizans’tan kalma Yoros kalesine çıkmadan önce bizi çok heyecanlandıran ihtiyar çınarları ziyaret etmeye başladık. Zaten bu küçük köye adımımızı atar atmaz bir tanesi bizi karşılamıştı, sonra da diğeri, geriye kalanları bulmamız da pek zor olmadı, çünkü her ikisi de yüksek, heybetli Gövdeleri ile evlerin çatılarının üzerinden kendilerini gösteriyorlardı.

  Önce Midilli Ali Reis Camii’nin karşısında bulunan çocuk parkı içindeki çınara uğradık. Bu toprakların eskilerinden olan bir doğu çınarıydı(Platanus orientalis).Ağacın gövdesinin büyük bir kısmı yoldan bir metre kadar yukarıda olan parktayken bir kısmı da yol kenarındaydı. Yukarıda olan kısmında çapı 2,16metre iken yol kenarında olan kısmı ağacın kök yapısıyla uyumlu olarak gittikçe genişlediğinden 3,5 m kadar genişliğe ulaşmıştı, çok etkilendik, sanki her şeyi yaşamış , har şeyi biliyormuş gibi bir havası vardı ve beş yüze yaklaşan yaşına rağmen oldukça sağlıklıydı, hemen fotoğraflarını çektik. Dibindeki toprağa dökülen tohumları da toplayıp yedek filmin kutusuna doldurdum, yavrularını yetiştirme fikri çok hoşuma gitmişti. O sırada birbirlerine kur yapan güvercinlerin sesine doğru başımızı kaldırdık. Yükseklerde, ağacın kalın dallarında ne de mutluydular. Onları nasıl kıskandığımı anlatamam! Ağacın yanında bir de tabela vardı. Beykoz belediyesi tarafından oldukça özenle hazırlanmış. Ağacın adı, türü ve ölçüleri hakkında bilgi verilmiş, ancak yaşı belirtilmemiş. Ben de ölçülerine bakarak ve sulak, taban suyu yüksek bir bölgede olduğunu da hesaba katarak 450-500 yaş dolaylarında olduğunu tahmin ettim. Ancak bu tahminin 100 yıllık koca bir yanılgı payı da var, çünkü ağaçlarda yaşı bir tek ağaca bakarak çevresini ölçerek tahmin etmek çok yetersizdir. Yaklaşık bir tahmin için artım burgusu yöntemi uygulanmalıdır. Bu yöntemde ağacın içinden küçük bir parça alınır ve bu parçadaki yaş halkaları sayılır ve ağacın yarı çapının ölçüsüne tamamlanarak ağacın yaklaşık yaşı hesaplanır, yaklaşık sözcüğünden anlaşılacağı gibi kesin bir yaşı bulunması bu yöntemle de söz konusu değildir, çünkü ağaç kimi zamanlar yağmurlu dönemler görüp kimi zamanda kurak ve susuz yıllar geçirmiştir, dolayısıyla yaş halkaları kimi zaman geniş olup kimi zaman da dar kalmıştır, bu nedenle ölçülen parçadaki halkaların ölçülmeyen iç kısımdakilerden farklı olma ihtimali güçlüdür.

  Bu ihtiyar delikanlıyı yüzyıllardır kımıldamadan sahiplendiği toprağında bırakarak diğer ağacın çatılar üzerinde  yükselen gövdesini izlemeye başladık. Etrafımıza bakına bakına yürüyorduk ki önümüze altı tane köpek yavrusu çıktı, sevdik, oynadık, kalan ekmeğimizi ve açmalarımızı verdik; karınlarını biraz olsun doyurmak bizi mutlu etti; yürümeye devam ettik ve kısa bir süre sonra diğer dev de karşımızdaydı. Bu da bir doğu çınarıydı mahalli ismi “Ayazma çınarı”ymış. Ayazma sözcüğünün rumca kökenli olduğunu ve kutsal kaynak, kutsal pınar gibi anlamlara geldiğini biliyordum ve bu ağacın niye böylesine güzel ve heybetli olmasının nedenini anladım: kutsal sularla beslenmişti! Bu ağaç ta diğeri gibi beş yüzünü devirmeye kararlı görünüyordu. Bizi, yüksek boyundan iki metreye yaklaşan çapından ve dallarının yayılışından çok, ilginç kök yapısı etkiledi. Eğimli bir zeminde yükselen ağacın yola doğru olan kısmındaki kökler toprak üzerinde kalarak kaynaşmışlar ve çok ilginç bir görüntü oluşturmuşlardı, burada biraz oturduk, bu sırada çevremizde eski bir Osmanlı mezarlığının kalıntıları vardı.

  Artık kaleye çıkma vakti gelmişti. Köyden çıktık, az yukarıdaki askeri lojmanların yanından geçtik ve solumuzda kalan kaleye kestirmeden çıkmayıp yolu takip ettik, bizimle birlikte farklı ülkelerden gelen turistler de aynı yere yürüyorlardı.Birazdan ihtiyar bir fıstıkçamının (Pinus pinea) dibinde oturduk. Manzaramız kusursuzdu.Karşımızda iç içe girmiş ağaçlarla yeşillenmiş bir tepe, tepenin sağında da kıvrıla kıvrıla İstanbul’a doğru yol alan boğaz uzanıyordu. Yürümeyi bırakıp oturunca kuşların sesi daha da artmıştı sanki, istemeye istemeye kalktık, yukarıda daha güzel bir manzaranın beklediğini biliyorduk.

  Kalkalı henüz iki dakikayı geçmemişti ki sağımızda ahşap bir çitin yanında çatallaşarak büyüyen çok güzel bir defne ağacı gördük, dayanamadık,yaprağını koklayıp çitin diğer tarafına geçerek yine oturduk. Bu kez yanımızda getirdiğimiz küçük kamp tüpümüzün ateşinde kendimize mis gibi kokan harika bir adaçayı demleyerek, rüzgarın uğultusu, kuşların ötüşleri ve doyumsuz manzara eşliğinde yavaşça yudumladık.

  On beş dakikalık yolda iki kez dinlenmekten suçluluk duymadan yolumuza devam ettik. Yürüdükçe bize Akdeniz’de olduğumuzu hissettiren makiyi inceliyorduk.

  Akdeniz, tarak girmez saçları her dem yeşil kalan küçük çocuklarını Ege ve Marmara üzerinden tâ buralara, Karadeniz'i koklayacakları yere kadar göndermişti. Onlar da boğaz kıyısını kimi yerde bir, kimi yerde iki tepe aşarak kışın yapraklarını döküp kel kalan geniş yapraklı büyüklerine sımsıkı sarılıyor, sonra da saygıdan olacak yerlerini onlara bırakıyorlardı.

  Anadolu Kavağı’nın bu küçük sakinleri, özellikle köyün güney kanadından doğuya doğru uzanan tepede oldukça şanslılar, pek zarar görmeden büyümüşler ve küçük ağaççıklar halinde boylu maki olmuşlar; çoğu yerde de aralarına kendileriyle aynı boylarda olan fındık ağaçlarını da almışlar, ancak yinede her dem yeşil maki elemanı olarak çoğunluktaydılar bu nedenle yalancı maki (Pseudomaki) diye tabir edilen ve genellikle Karadeniz kıyılarında  görülen, küçük boylu yaprak dökenlerin çoğunlukta olduğu maki türünden ayrılıyorlardı.

  Yoroz Kalesi’nin bulunduğu tepedeki maki ise kısmi tahrip görmüş, bu nedenle maki elemanlarından boylu olanlar da var, boysuz, eğri büğrü, çalımsı olanları da, bunun yanında, boş kalıp ota bürünen ve tek tük incir ağaçları (Ficus carica) barındıran alanlar da eksik değildi.

  Makiyi oluşturan irili ufaklı bir çok tür olmasına rağmen kimileri hakim türdü. her biri derimsi yapraklarını dökmeyen her dem yeşil boylu çalı, ağaççık ya da küçük ağaç olan Akdeniz defnesi (Laurus nobilis), Kermes meşesi (Quercus coccifera) ve Akça kesme (Phillyrea latifolia) bölgedeki diğer türlere üstünlük sağlamış türlerdi. Yer yer diğerlerine nasıl üstünlük sağladılarsa birbirlerine de sağlıyorlar yer yer de eşit olarak dağılıyorlardı. birbirleriyle sıkı fıkı olduklarında aralarına bir tek ince, narin ve esnek yapısına hürmeten olacak,yabani kuşkonmazı (Asparagus acutifolius) almışlar.Ancak aralarının bozulduğu ve birbirlerinden uzaklaştıkları zaman bu boşlukları diğer çalımsı ve sarılıcı türler doldurmuştur. Özellikle yol kenarlarında çokça rastladığımız böğürtlen (Rubus), az sayıda gördüğümüz ve daha çok kuşburnu ismiyle tanıdığımız yaban gülü (Rosa canina), eğri büğrü çalımsı gövdesiyle tezat oluşturan narin çiçekleriyle Laden (Cistus) ve uzun aralıklarla çok küçük gruplar halinde gördüğümüz katır tırnağı (Sparteum junceum) bu boşlukları dolduran diğer türlerden başlıcalarıydı.

  Bu Akdenizli bitki birliği az önce bahsettiğim gibi Boğaz’ın bazen bir bazen iki tepe ilerisinde son bularak yerini geniş yapraklı ağaçlardan oluşan başka birliğe bırakıyordu. Bu, bir bakıma Akdeniz ile Karadeniz ikliminin buluşmasıydı ve kimi yerde çok net çizgilerle yan yana gelirken kimi yerde de maki elemanlarında özellikle defneler yaprak döken bu orman içlerine kadar ilerliyor, onlardan da fındık geri kalmayıp makinin içlerine giriyordu. Makinin sakinlerini bu ormanda en çok Anadolu kestaneleri (Castanea sativa) sonrada fındık ağaçları (Corylus) karşılıyordu. Tek tek ya da çok küçük gruplar halinde, çoğu meşe türü gibi yaprak döken bir ağaç olan saplı meşeler de(Qercus robur) bu birliğin üyelerindendi. Bu ağaçlardan başka yer yer rastladığımız çoban püskülleri (İlex), kızılcık (Cornus mas ) ve ormanın gölgeliklerini seven orman sarmaşığı (Hedera helix ) en sık gördügümüz diğer türlerindendi. Bir de bunların dışında saymakla bitmeyecek otlar, çiçekler her iki birliğin içinde de yaşamlarını sürdürüyorlardı. Burada hemen belirtmeli ki Yûşa Tepesine gelmeden başlayan kızılçam (Pinus brutia ) korusu doğal olmayıp ordu tarafından dikilmiş ağaçlardan oluşmuştur ancak zaman içinde bölgenin asıl sahipleri bu çamların arasına da yuvalanmıştı.

  Çevremizi saran tüm bu çeşitlilik ve güzellik yeşil tutkumuzla birleşince Yoroz Kalesi’ne çıkışımızı biraz geciktirdi,”olsun” dedik. Bu güzellikleri es geçmenin bir çiçeği burnumuzu tıkayarak koklamakla yada bir şarkıyı ku lağımızı kapayarak dinlemekle aynı şey olduğunu düşündük.

  Yürüdüğümüz yol ileriye doğru uzarken bir yol da sola dönüyordu, biz bu yola girdik ve kıvrılıp nihayet kalenin bulunduğu tepeye ulaştık.

  Köyün kuzeyinde bulunan bu tepenin insanlık tarihindeki yeri çok eskilere tâ antik çağa kadar dayanıyordu; o dönemlerde yaklaşık olarak kale ile aynı yere kurulmuş olan Zeus Ourios (güzek rüzgarın Zeus’u )Tapınağı ve on iki tanrıya adanmış bir Hieron vardı. Yunan mitolojisinde çok önemli bir yere sahip olan Altın Post’un kaçırılışını ve aranmasını anlatan Argonout efsanesine göre Phriksos altın postlu koçun sırtından uçarak Kolkhis’e giderken bu kutsal alanı kurmuştur. Altın Post’u ele geçirip Kolkhis’ten kaçmayı başaran Iason ise burada durup kurbanlar kesmiş ve sunaklar yaptırmıştır.

  Çoğu kez yanlışlıkla “Cenova Kalesi” olarak adlandırılan Yoros Kalesi ise karşı kıyıda bulunan Rumeli Kavağı'ndaki İmros Kalesi’nden yaklaşık yüzyıl kadar sonra XIII. yy ‘ın ikinci yarısında son Bizans devrinde inşa edilmiştir. Her iki kale de XIV. yy’da Cenova’lılara devrolunmuş, bu dönemler Bizans ekonomisinin iyice bozul duğu dönemlerdir. 1452 yılında da Fatih Sultan Mehmet’in eline geçmiş ve böylece hristiyanların hizmetinden çıkmıştır.

  Buraya gelen herkes bir uca oturmuş uzanıp giden mavi ile yeşile uğuldayan rüzgarla birlikte bakıyordu, bu bakış gök yüzünde usulca süzülen martılara duyulan kıskançlığın tepeye vurduğu bir bakıştı. Biz de kendimize bir yer bulup oturduk ve ayaklarımızı boşluğa uzatarak İstanbul’un o ana kadar görmediğimiz dinginliğine daldık kendi kendime defalarca sordum, “Burası gerçekten İstanbul mu?”, inanmak zordu, özellikle de derme çatma, itiş kakış İstanbul’a tezat oluşturan şu ufku mavi Karadeniz’in boşluğunu izlemek kuşkumu daha da artırıyordu; tepelerin iki yandan sıkıştırdığı boğaz, sanki Karadeniz’e açılırken derin bir nefes alıyordu. Tabi bunun tersini  düşünüp Karadeniz’in nefes verdiğini de aklımdan geçirebilirdim, ama böyle yapmadım, çünkü Boğazda Karadeniz'de çok güzeldi, haklarını veremeyeceğimiz kadar güzellerdi.

  Gözlerimize iyi bir ziyafet çektikten sonra aşağıya inmeye koyulduk, çok güzel ve dolu dolu bir gün olmasının verdiği mutluluğun ve huzurun yanında biraz da buruktuk. Bu mavi yeşil doğa parçasından sonra yine bir griliğe çarpacağımızı bilmek bizi oldukça üzdü, fakat acıkan karnımız kendilerine verdiğimiz sözü hatırlatıyordu bize; “midye tava  yiyecektik” sabah kahvaltı ettiğimiz yere oturduk yine, midyeler oldukça taze ve lezzetliydi, üstelik pahalı da değildi, Kadıköy’de yada Beyoğlu’nda yediklerimizle ise ilgisi yoktu.

  Uzun zamandan bu yana yediğimiz en lezzetli midyelerin ağzımızda bıraktığı tatla kalktık ve bu kez otobüs yerine vapura binerek Boğaz’ın rüzgarı ve kokusuyla iskeleden uzaklaştık. Boğazda karşıdan karşıya geçe geçe, bazı iskelelere uğraya uğraya Eminönü’ne varacaktık. Arkamıza bakarken bir yandan ciğerlerimize alabildiğine oksijen dolduruyor bir yandan da gitgide küçülüp gözden yiten evlere, ağaçlara bakıyorduk, mutluyduk!...