CUMHURİYET'İN EĞİTİM,
KÜLTÜR, UYGARLIK SAVAŞÇISI
HASAN-ÂLİ YÜCEL
HASAN-ÂLİ YÜCEL 17 Aralık
1897’de İstanbul’da doğar. Babası Ali Rıza Bey,
annesi Neyire Hanım’dır. Hasan-Âli, ilk çocukluk yıllarında,
Mevlevi kültürünün, dinsel kuralların ve geleneklerin sürekli
etkin olduğu bir toplumsal çevre içinde yetişir. Musikî
üstadı Mehmed Celâleddin Dede Efendi’nin yanında müzik
eğitimi görür. Bu mekânın havasını kendisi şöyle
anlatıyor: “İnsanları kibar, bahçesi ve avluları büyük,
herkesin hareketleri ölçülü ve sakin... içinde çocuğun
ve erginin rahat soluk alabileceği bir yerdi”.
Hasan-Âli daha dört yaşındayken 1901 yılında Lâleli
Semti’ndeki Yolgeçen Mektebi’ne başlar. Burada
dersler, öğrencilerin anlamını bilmedikleri Arapça
metinlerin ezberlenmesine dayanmaktadır. İzlenimlerini
daha sonra Hasan-Âli, “Bir yandan öğretme usulünün
iptidailiği, diğer yandan ne yaptığımızı, ne olduğumuzu
hiçbir suretle bilmeyişimiz, küçük yaşta zekâmızı
ezmek, şuurumuzu karartmak için kâfi sebeplerdir.” şeklinde
dile getirir.
Hasan-Âli beş altı yaşlarında iken aile Gümüşsuyu’nda
bir köşke taşınır. Babası buraya taşındıktan sonra
Hasan-Âli’yi Topkapı Semti’ndeki Taş Mektep’e yazdırır.
Burada sesinin güzelliği ve Kuran okumasındaki
yetkinlikle göze çarpar ve öğretmeni, Ali Rıza Bey’e
oğlunu hâfız yapmasını önerir.
1906 yılında dokuz yaşında olan Hasan-Âli, Mekteb-i
Osmanî’ye gönderilir. Bu okulda ilk kez tahta, haritalar
ve sıralarla donatılmış bir sınıfla karşılaşır. İki
yıl sonra II. Abdülhamid Kanun-u Esasîyi yeniden yürürlüğe
koyarak Meclis-i Mebusan’ı toplayacağını açıklar. 11
yaşında bu tarihi gelişmeleri yaşayan Hasan-Âli “Hürriyet”
ve “ İttihat ve Terakki” sözcüklerinin anlamını öğrenir.
Artık o ‘hürriyet’in ne olduğunu anlamıştır, sıra
anlatmaya gelmiştir. Önüme gelene hürriyetin ne anlama
geldiğini açıklar.
Mekteb-i
Osmani’yi başarıyla bitiren Hasan-Âli, gazete ilanlarına
bakarak zamanın liseleri idâdiler hakkında bilgi edinir.
Sonunda Vefa İdâdisine yazılır. Nisan 1915’te Vefa İdadisi’nin
son sınıfındayken, Birinci Dünya Savaşı patlak verir.
Bunun üzerine askere çağrılır. 18 yaşında askerlik görevine
Pendik’te yedek subay olarak başlar. 1916 Ağustos’unda
önce asteğmenliğe daha sonra teğmenliğe kadar yükselir.
Bu dönemi Hasan-Âli şöyle değerlendiriyor: “Talimgâh
benim için hakiki bir hayat üniversitesi oldu. Çocuk
denecek yaşta girdiğimiz askerlik ocağında bizlere
verilen en ağır işleri gördük. Orada çekiçle örs
arasında farkında olmadan çelikleştik”. Birinci Dünya
Savaşı yenilgilerle sona erer. 30 Ekim 1918’de Mondros Mütareke’si
imzalanır. Aynı yıl Aralık ayında Hasan Ali ordudan
terhis olur. Savaştan sonra, liselerin son sınıfından
askere alınan tüm gençlere, Darülfünun’da öğrenimini
tamamlama olanağı tanınır. 1918’de Hasan-Âli önce
Hukuk Fakültesi’ne kaydolur. Yaşadığı tatsız olaylar
sonucunda buradan ayrılarak Edebiyat Fakültesi’nin
Felsefe Şubesi’ne kaydolur ve Darülmuallimin-i Âliye’nin
(Yüksek Öğretmen Okulu) öğrenci kadrosuna katılır.
“Fikir yolumu felsefe şubesinde buldum.” der Yücel.
Sabahları okula devam edip, akşamları gazetede çalışır.
Okulunun olanaklarından yararlanır, geceleri orada kalır.
Hasan-Âli ile 1919 sonbaharında Darülmuallimin-i Âliye’de
tanışan Ahmet Hamdi Tanpınar bu dönem hakkında şunları
yazar: “Geceleri geç vakit ve daima havadisle dönerdi.
Milli Mücadelenin o sıkışık günlerinde toplandığımız
kahvelerde, yatakhanede, bize mütalaa salonu olarak ayrılan
odada hep bu dönüşü beklerdik. Çünkü beraberinde en
yeni cephe ve Ankara haberlerini getirirdi.”
Üniversite dönemi olayların yoğunlaştığı yıllardır.
Hasan-Âli için en önemli olay da 23 Mayıs 1919 tarihinde
yapılan ünlü Sultanahmet Mitingi’dir.
O yıllarda Türk Ocağı, vatansever İstanbul gençlerinin
umutlarını diri tutan biricik sığınaklarıdır. Türk
Ocağı ile ilgili olarak Hasan-Âli şunları yazar:
“Orada öyle meseleler, öyle hür bir ikilimin içinde
tartışılırdı ki! Kalabalıkta konuşmayı orada öğrendim
diyebilirim. Türk Ocağı bir mektepti. Milliyet, edeb ve
medeniyet mektebi..” Üniversite döneminin sonuna geldiğinde
Hasan-Âli, “Ruh ve Beden” üzerine yaptığı 30 sayfalık
bir çalışmayla 1921’de Dârülmuallimin-i Âliye’deki
öğrenimini üstün bir başarıyla bitirir. Aynı yıl,
Talimgâh Karargâhı’ndan arkadaşı olan Necati
Tansel’in kız kardeşi Refika Hanım’la evlenir.
Üniversite bitmiştir; ancak, Hasan-Âli’ye “millîci”
diye damgalı olduğu ndan hiçbir yerde iş vermezler.
Ancak fakültede bir memurluk bulur. Daha sonraki yıllarda,
zaferin kazanılmasından sonra 1923’te, İzmir
Lisesi’ne edebiyat öğretmeni olarak atanır. Mustafa
Kemal ile ilk karşılaşması İzmir’de 3 Şubat 1923
tarihinde halka açık bir toplantıda olur. Hasan-Âli
toplantıda söz alarak okulların yanında fosil haline
gelmiş medreselerin daha yaşatılıp yaşatılmayacağını
öğrenmek ister. Mustafa Kemal Hasan-Âli’yle ileriki yıllarda
tekrar karşılaşacak, Mustafa Kemal bu yüzü anımsayacaktır.
1923 yılının sonunda Hasan-Âli bebek bekleyen eşiyle
birlikte İstanbul’a döner.
1924’te önce Kuleli Askeri Lisesi’nde edebiyat öğretmenliği
yapar. Kısa bir süre sonra da İstanbul Erkek Lisesi’ne
felsefe öğretmenliğine atanır. Öğretmenlik hayatı
1927’de sona erer. Öğretmenlik yaptığı dönemde
“Felsefe Elifbası”, “Sûri ve Tatbikî Mantık” ve
iki arkadaşı ile yazdığı “Türk Edebiyatı Nümuneleri”
adlı kitaplarını yayınlar.
Doğduktan kısa bir süre sonra ölen ilk çocuklarından
sonra, 1926’da, ikizler Can ile Canan, dünyaya gelir.
1936’da üçüncü çocukları Gülümser doğar.
1927 yılı başında Hasan-Âli Milli Eğitim Bakanlığı
genel müfettişi olur. Bu dönemde yoğun bir biçimde, yazı
ve dil konularıyla uğraşır. 1928 yılında, Tevfik
Fikret’in “Tarihi Kadim-Doksan Beşe Doğru” adlı şiir
kitabını Latin harfleriyle yayınlar. Kitaplar, Harf
Devrimi’nden sonra Türkiye’de Latin harfleriyle basılan
ilk kitaplardandır.
1930’da Paris’e gönderilen Hasan-Âli burada “Maarif
teşkilatı ile mekteplerini ve buna müteferri muamele,
kanun ve nizamnameleri...”ni incelemekle görevlidir. Aynı
yılın sonunda geniş kapsamlı incelemelerle edindiği
bilgilerle ve yeni düşüncelerle dolu olarak ülkesine döner.
Paris dönüşü, Hasan-Âli’yle Mustafa Kemal hiç
beklenmedik bir şekilde karşılaşırlar. 1930’da
Mustafa Kemal Türkiye çapında bir denetleme gezisi yapmayı
kararlaştırır. Geziye her bakanlıktan, Mustafa Kemal’e
danışmanlık yapacak ve onun direktifleri doğrultusunda
araştırmalarda bulunacak uzman bir müfettiş katılır.
Maarif Vekâleti, bu son derece önemli ve zor görevi 33 yaşındaki
Hasan-Âli’ye verir. Gezide Kayseri’ye vardıktan sonra
Mustafa Kemal önce, kentin lisesine götürülür. Hep
birlikte, felsefe dersi yapılmakta olan bir sınıfa
girerler. Mustafa Kemal, yazarı Hasan-Âli olan ders kitabını
inceler ve öğretmenin anlattığı dersi dikkatle izler.
Ne var ki, derste geçen Arapça terimler pek hoşuna gitmez
ve yolculuğun ikinci durağı olan Sıvas’ta, bir akşam
yemeğinde Mustafa Kemal bu soruna değinir. Hasan-Âli’ye
kitapta anlaşılması, hatta söylenmesi güç terimler gördüğünü,
bunların Türkçe karşılıklarını bulmayı düşünüp
düşünmediğini sorar. Hasan-Âli: “Düşündüm. Hattâ
ufak tecrübeler de yaptım. Fakat bu gibi değişmelerin
fertler tarafından yapılmasını mahzurlu gördüm. Herkes
kendine göre bir ıstılah (terim) bulup kullanırsa,
ifadede beraberlik olmaz ve kimse kimseyi anlayamaz. Bunun için
bir heyet veya cemiyet kurulmalı ve ilim ıstılahları
burada tespit olunmalı fikrindeyim” der.
1932’de Türk Dili Tetkik Cemiyeti kurulur ve Eylül ayında
ilk Dil Kurultayı toplanır. Kurultaydan sonra yapılan ilk
Merkez Heyeti toplantısında çalışma kolları kurulur,
Etimoloji Kolu başkanlığına Hasan-Âli getirilir.
Aynı yıl Hasan-Âli “Mevlâna’nın Rubaileri”,
“Goethe, Bir Dehânın Romanı” ve “Türk Edebiyatına
Toplu bir Bakış” adlı yapıtlarını yayınlar. Goethe
üzerine Türk dilinde yapılan çalışmasıyla, Goethe
madalyasıyla ödüllendirilir. O şöyle demektedir: “Ben
Doğu ve Batı diye bir ayrılık görmüyorum. İnsan
eseri, insan ruhunun iştiyakları, kaygıları, korkuları
zamana ve zemine göre değişse de, özünde bir ayrılık
varsa o, tutulan yol ve usûldendir.”
1932 yılının sonunda Hasan-Âli, Ankara’daki Gazi
Terbiye (Eğitim) Enstitüsü’ne müdür olarak atanır.
Burada, Hasan-Âli’nin yakın meslektaşı ve arkadaşı
olan, eğitimci İsmail Hakkı Tonguç da ders vermektedir.
1933 yılının sonunda Hasan-Âli, Maarif Vekaleti Orta
Tedrisat Umum Müdürlüğü’ne atanır. Bu dönemde,
liselerde reform yapmayı planlar. 1938’e değin üzerinde
çalıştığı “Türkiye’de Orta Öğretim” adlı yapıtı
de bunun bir göstergesidir. Bu araştırma reformların bir
ön çalışması olarak kabul edilir. 2 yıl sonra Yücel,
1 Mart 1935 tarihinde CHP İzmir Milletvekili olarak
Meclis’e girer; çok geçmeden Cumhuriyet Halk
Partisi’nin Genel İdare Kuruluna seçilir.
1935-1937 yıllarında yayımladığı yazılarda kültür
ve eğitim konularındaki sorunları ele alır. Bu çalışmalardan
kendisini Maarif Vekilliği’ne hazırladığını açıkça
ortaya koyar. Atatürk’ün ölümünden sonra CHP İnönü’ye
Milli Şef sıfatını verir. İkinci Dünya Savaşı’nın
doğurduğu kötü koşullardan Türkiye de etkilenir. Eğitim
alanındaki tüm köklü değişim girişimlerine karşın kırsal
kesimdeki çocukların ancak %25’i okula gidebilmektedir.
Yücel 28 Aralık 1938’de 41 yaşındayken, Celâl
Bayar’ın kurduğu kabinede Maarif Vekilliği’ne atanır.
Böylece, kemalist ilkeler doğrultusunda ve İsmet İnönü’nün
de desteğiyle Yücel, hümanist kültür reformlarına başlar.
Yücel, 1 ve 2 Mayıs 1939 tarihlerinde On Yıllık Neşriyat
Sergisi ve Birinci Türk Neşriyat Kongresi’ni açar.
Kongre, memleketin her yerinde basım ve yayın işlerinin
resmî, ya da özel, bütün ilgililerce fikir ve emek katılarak,
ciddî surette gözden geçirilmesi ve ana ilkelerle devletçe
ve bireyce izlenecek yolların saptanması düşünülerek
toplanmıştır. Ülkenin yazarları, yayıncıları, eğitimcileri,
araştırmacıları, sanatçıları, milletvekilleri,
hekimleri ve bakanlık görevlilerinden oluşan Kongre, encümenlere
ayrılarak çalışmasını sürdürür.
Kongrede konuşulan konular, Türk Cumhuriyeti halkını yakından
ilgilendirir; çünkü, kongrede bilim hayatı için son
derece önemli olan konular tartışılır. Örneğin,
dilimize çevrilecek yapıtların, klasikler dahil olarak,
önce önemlilerinin ayrıntılı bir planda saptanması,
bunların yazımı ve yayımı için ilgililer arasında iş
bölümü yapılması bu kongrede görüşülür. Resmi ve
özel yayın kuruluşlarının sermaye ve güçlerini en çok
verim sağlamak üzere toplayıp işbirliği yapma yollarının
araştırılması ve buna göre genel bir yayın programının
hazırlanması tartışılır. Orta öğrenim çağındaki
gençlik için yazdırılması ya da çevrilmesi gerekli
eserlerin saptanmaları, bunların yayın programı hazırlanır.
Bir çocuk edebiyatı kütüphanesinin kısa zamanda oluşturulması
görüşülür. Aslında bu kongrede yanıt bekleyen pek çok
soru vardır, halka yönelik yayınlar için yıllara ayrılmış
bir programın oluşturulması; el yazması ya da basımevinde
basılmış olan eski kitapların yeniden basılması;
ansiklopedi ve sözlüklerin oluşturulması için hazırlıkların
yapılması; telif ve çeviri yapıtları teşvik edecek bir
sistemin oluşturulması; özel yayıncılığa devletçe
yapılan yardımın daha verimli ve esaslı bir yola
konulması; okumayı teşvik etmek ve yayınları tanıtmak
için bir propaganda sisteminin geliştirilmesi; yayınların
satış ve dağıtım işlerinin düzenlenmesi; basımevlerinde
iş verimini ve niteliğini artırma yolları; düşünsel
halklara ait mevzuatın günün koşullarına göre düzenlenmesi...
Bu konuların hepsi bu kongrede tartışılacak, sonuca bağlanacaktır
ve bunların hepsi tüm dünya insanlarını ilgilendirdiği
gibi Türk insanını da ilgilendiren önemli meseleler.
Neşriyat Kongresi olumlu yankılar uyandırır. Kongre ile
ilgili o zamanın önemli gazetelerinden olan Haber, Vakit,
Son Posta, Tan, Ulus, Cumhuriyet, Akşam da önemli yazarlar
kongrenin anlamını vurgular, ama öneri ve eleştirilerini
de eksik etmezler. Örneğin, 30 Mayıs 1939 tarihli Vakit
gazetesinde Hikmet Münir, “Hasan-Âli Yücel’in teşebbüs
ettiği Neşriyat Kongresi’nin zengin vasıflarını birer
birer saymak güçtür; fakat halkın okuma ihtiyacını
temin etmek, umumiyetle okuyanları artırmakla beraber,
kitap sanayii ile mânen ve maddeden hisseli kalem ve kılıç
erbabını her iki cihetten terfi etmek yolundaki bariz
hususiyetleri, ne yanından bakarsanız göze çarpıyor.
Allah muvafak etsin” der.
31
Mayıs 1939 tarihli Ulus gazetesinden Yaşar Nabi ise yazısına
şu cümlelerle son verir: “Program hakikaten hiçbir ilâveye
lüzum hissettirmeyecek kadar bugünkü kültür hayatımızın
sorunlarının tümünü içermektedir. Bu kongrenin neşriyat
sistemiyle ne zamandan beri özlediğimiz salâhı getirme
yolunda büyük bir adım olduğuna şüphe yoktur”.
31 Mayıs 1939 tarihli Son Telgraf gazetesinden Reşat Feyzi
ise, “doğru söz acıdır, kimseyi kırmamak bir idare-i
maslahatçılıktır, bu sistemle iş görülmez” diyerek,
maarifin son 15-20 yıl içinde bir devrim memleketine yaraşır
şekilde tam randımanlı çalışmadığını, memleket
kalkınmasına tüm anlamıyla ayak uydurulamadığını
yazarak kısaca “Neşriyat hayatımız yürekler acısıdır”
der, ama yine de böyle bir kongrenin toplanması fikrini çok
isabetli bulur. Ülkenin yayın alanındaki etkinliklerin bu
toplantıda belirlenmesi açısından Birinci Türk Neşriyat
Kongresi büyük önem taşımaktadır.
Türkiye aydınlanma yolunda yürümektedir. Tanzimat’la açılan
bu yoldaki hareket Cumhuriyet’te hız kazanır. Akılcı,
hümanist, tek sözcükle “aydınlanmacı” düşüncelere
sahip birisidir. O “Tarih ve dil devrimlerinin rönesans”
olduğunu söyler. Yapılacak işleri bir an önce gerçekleştirmeye
çalışır. Yazılarında şu tür satırlara oldukça sık
rastlanmaktadır: “Batı uygarlığı düşüncenin olduğu
kadar bilimin ürünüdür. Biz Ortaçağ’ın din değerlerini
20. yüzyılın başlarına kadar yalnız vicdan işlerinde
değil, dünya işlerinde de düstur edindiğimiz için müsbet
bilimlerden yoksun kaldık. Kafamızı, omuzlarımız üstünde
bir cami kubbesi gibi taşıdık durduk.”
17 Temmuz 1939’da , ülke çapında bilimadamlarının, eğitimcilerin,
yazar ve sanatçıların, Türk eğitim sisteminin
ilkelerini ortak bir çalışmayla belirlemek üzere bir
araya geldiği Birinci Maarif Şûrası toplanır. Yücel açış
konuşmasında, eğitim sisteminde en önemli meselenin görevlilerle
birimler arasında uyumlu çalışma olduğunu belirtir. İlköğretim,
ortaöğretim, yükseköğretim ve meslek öğretiminde yeni
düzenlemeleri içeren taslak, danışma kuruluna sunulur.
Programın en önemli meselelerinden biri, kırsal kesimde
halk eğitimidir.
Katılanların düşüncelerini açıkça ifade
edebildikleri ve önerilerin formüle edilmesinde katkılarının
olduğu göz önünde bulundurulacak olursa, toplantının
ne denli değerli ve önemli olduğu anlaşılır. Böylece
ülkenin aydınları, eğitim sistemini birlikte inceleyip,
onun için yeni bir düzen getirmişlerdir.
1939 Şubat’ında, bakanlıkta öğretmenler arasında
kurulmak istenen diyaloğun sesi olması amacıyla “İlk
Öğretim” ve “Tebliğler” dergileri yayımlanır. “İlk
Öğretim”, bakanlık yönergelerinin bildirildiği ve aynı
zamanda öğretmenlerin, kendi düşünce ve görüşlerini
dile getirmelerine olanak sağlamak için planlanmıştır.
Yücel geniş bir veli ve öğrenci kitlesiyle, radyo aracılığıyla
bağlantı kurar. Çocuk ve spor bayramlarında, tutum
haftalarında yaptığı halka sesleniş konuşmalarında özellikle
öğretim ve eğitim sorunlarını ele alır. Bu yolla
toplumda bir bilinçlenme oluşturmaya ve genel kültür düzeyinin
yükseltilmesine çalışır. Eğitim alanındaki bu yeni plânlama
sürecini, önemli kültür ve eğitim kuruluşlarının açılması
izler.
31 Ekim 1939’da reformların sonucu sayılabilecek olan
Birinci Devlet Resim Heykel Sergisi’ni açar. Sergi her yıl
Ankara’da kurulur. Sanat alanında yapılan önemli atılımlardan
sonra, Ankara’da 28 Şubat 1940 tarihinde Tercüme Heyeti
ilk toplantısını yapar. Toplantılar çok verimli sonuçlar
doğurur. Böylece kuruluşundan kısa bir süre sonra dünya
edebiyatı klasiklerinin çevirisine başlanır ve 1946
sonuna değin toplam 496 eser Türkçe’ye çevrilir. Çevirilerin
yaratıcılık üzerindeki etkisi kısa bir süre sonra şiirde
ve çağdaş Türk edebiyatında görülür.
Kültür atılımları devam eder. 1941 yılı başlarında
Ansiklopedi Bürosu kurulur. 1951’den sonra adı Türk
Ansiklopedisi olarak değiştirilen İnönü
Ansiklopedisi’nin ilk ciltleri 1943’ten itibaren yayımlanır.
Hasan-Âli Yücel zamanında eğitimin hemen her alanında
hiç görülmemiş bir canlılık yaşanır. Fakat yine de köy
ve kent arasındaki dengeyi eşitlemek üzere köy halkına
pratik bilgi verilmelidir. 1936’da Saffet Arıkan’ın
bakanlığı döneminde Köy Eğitmeni projesi uygulanmaya
başlanır. Amaç, köye hem bir öğretmen vermek hem de
modern üretim araçları ve tarım yöntemleri sağlamak ve
eğitimin mali yükünü hafifletmektir. Köye yönelik bu eğitimin
uygulaması hiç şüphesiz daha sonra kurulan Köy Enstitüleri
için uygun koşullar yaratmış ve Köy Enstitüleri’ne
geçişi kolaylaştırmıştır. 17 Nisan 1940’ta Köy
Enstitüleri Yasası çıkarılarak, köy okullarında görev
alacak olan öğretmenleri yetiştirmek üzere kent ve
kasabalardan uzak, geniş arazisi bulunan uygun yerlerde Köy
Enstitüleri kurulmaya başlanır. Bu bir başarıdır. Yücel,
bu projeyi Meclisteki şiddetli eleştirilere karşın gerçekleştirmiştir.
Fakat bu başarı 1947’den sonra Köy Enstitüleri amacından
uzaklaştırılmaya başlandığı için gölgelenmiş ve
yara almıştır. 1950’den sonra ne yazık ki Köy Enstitüleri
büsbütün kapatılmıştır.
Kültür konusundaki atılımları durmaz. Hasan-Âli 20 Mayıs
1940’ta Devlet Konservatuvarları’nın kuruluş yasasını
çıkarır. Konservatuvarların kuruluş amacı, Türkiye’de
müzik, tiyatro, opera ve bale kültürünü ve sanatını işlemek
ve yetenekli öğrenciler yetiştirmektir.
1941-1942 yıllarında Yücel, dilin Türkçeleştirilmesi,
ortak bir bilim dili oluşturulması çabalarını yoğunlaştırır.
Neşriyat Kongresi ve Birinci Maarif Şurası toplantılarından
sonra, kısa aralarla birbirini izleyen üç toplantı düzenler.
Bunlardan Coğrafya Kongresi’nde coğrafi bölgelerimizin
sınırları belirlenir.
Yüksekokulların gelişmesi, İstanbul Üniversitesi’nin
yeniden düzenlenmesi ve Ankara’da yeni yükseköğretim
kurumlarının açılmasıyla sürdürülür. Yücel’in
bakanlık yaptığı dönemde, Ankara Fen Fakültesi (1943),
İstanbul Teknik Üniversite (1944) ve Ankara Tıp Fakültesi
(1945) kurulur. Dört yıl süren bir hazırlıktan sonra 13
Haziran 1946’da 4936 sayılı Üniversiteler Kanunu çıkarılır.
Türkiye’de üniversitenin gelişiminde ikinci büyük aşama
olan bu yasanın getirdiği bilim ve teknik alanındaki en
önemli yenilikler şunlardır:
Öğrencilerini, bilim anlayışı kuvvetli, sağlam düşünceli
aydınlar ve yüksek öğrenime dayanan mesleklerle türlü
bilim ve uzmanlık kolları için iyi hazırlanmış bilgi
ve deney sahibi elemanlar, Türk devriminin ülkülerine bağlı
ve milli karakter sahibi vatandaşlar olarak yetiştirmek.
Memleketi ilgilendirenler başta gelmek üzere bütün bilim
ve teknik meseleleri çözmek için bilimleri genişletip
derinleştirecek inceleme ve araştırmalar yapmak, bu çalışmalarda
ilgili millî bilim ve araştırma kurumları ile, yabancı
veya uluslararası benzer kurumlarla işbirliği yapmak.
Araştırma ve incelemelerin sonuçlarını gösteren, bilim
ve tekniğin ilerlemesini sağlayan her türlü yayım
yapmak; yardımcılara, doktora adaylarına ve öğrencilere
yaptırmak. Türk toplumunun genel seviyesini yükseltici
bilim verilerini sözle ve yazı ile halka yaymak.
Yasa, öğretim kadar araştırmaya da ağırlık veren
maddeleriyle, üniversite programlarını ‘ansiklopedik
bilgi yığını’ olmaktan çıkarmakta, öğretimin araştırma
ile desteklenmesini ve ülke sorunlarına yönelinmesini öngörmektedir.
Yeni yasa; programların dışarıdan denetimi yerine, içerden
denetimini gerektirmekte, dolayısıyla 1933 reformundan
ileri bir atılım olarak görülmektedir.
Engin Tonguç’un sözleri ile Yücel “Cumhuriyet Milli Eğitimi’nin
altın çağının yöneticisi, kültür ve eğitim atılışlarının
başarılı önderi olmuştur.” Yücel’in bakanlığı 8
yıla yakın sürmüş, batıya açılma, aydınlanma,
gerici çevrelerin hoşuna gitmemiştir. Güya bu atılımlar
geleneklerimize, dinsel inançlarımıza aykırı bulunmuştur.
1942 yılında ona karşı bir suikast yapılır. Ertesi gün,
incelemeler, evine sıkılan kurşunun Hacettepe’den atıldığını
gösterir. Bunların hiçbiri Yücel’i durdurmaz; yabancı
kitap sergileri, mesleki teknik okullarının açılması,
yeni Dil Kurultayları, Devlet Resim Heykel Sergileri, İkinci
Maarif Şurası, üniversite ve binalarının açılışları,
Türk Tarih Kongreleri, UNESCO sözleşmesinin onaylanması
ve aydınlanma yolunun inşası için gerekli daha nice taşlar
bir bir yerlerine oturtulmuştur. Yücel, 5 Ağustos
1946’da bakanlıktan istifa eder. Kimi kişilerce suçlanır,
o günlerde çok yakınları dışında çevresinde kimsesi
kalmamış gibidir. Tarihe Yücel-Öner davaları olarak geçecek
siyasi dâva 17 Şubat 1947’de başlar. İki yıla yakın
bir süre devam eden dava 22 Aralık 1949’da Yücel’in
kazanması ile sona erer. 1950’de Yücel CHP’den istifa
eder. Bundan sonraki on yıllık dönemde de yazılarını
Cumhuriyet gazetesinde yazar. 12 Kasım 1960’da Paris’te
yapılan UNESCO 11. Genel Toplantısı’na delege olarak
katılır. Bir yıl kadar sonra yüksek ateşli bir hastalığa
yakalanır. Bu hastalıkla iki hafta boğuşur, fakat 26 Şubat
1961’de hayata gözlerini yumar.
Yücel’in ölümünden sonraki gelişmeler ve özellikle
90’lı yıllarda yoğunlaşan etkinlikler, onun Türk kültür
hayatında ne kadar büyük bir rol oynadığını göstermektedir.
Dostlarıyla yaptığı bir söyleşide Yücel, “Ben kendi
ayağımla sahneye hiç çıkmadım, ama sahneden de hiç
inmedim” demiştir. Ölümünden 37 yıl sonra, bu gerçek
bugün de geçerlidir.
Fotoğraflar Canan Eronat
arşivindendir.
Kendisine yazının hazırlanması
sırasında
yaptığı yardımlar için
teşekkür ederiz.
Kaynaklar
- Apaydın, T., “Hasan-Âli
Yücel ve Köy Enstitüleri” Hasan-Âli Yücel Günleri,
Edebiyatçılar Derneği Yayınları, Sayfa 22-26,
Ankara 1997
- Birinci Türk Neşriyat
Kongresi, Roporlar, Teklifler, Müzakere Zabıtları,
1997
- Çıkar, M., Hasan-Âli
Yücel ve Türk Kültür Reformu, İş Bankası Yayınları,
1997
- Günyol, V., “Hasan-Âli
Yücel, Can Acıtan İyilikler Kurbanı” Varlık
Dergisi, Sayı 1024
- Hasan Ali Yücel’e
Armağan, Birleşmiş Milletler Türk Derneği Yıllığı,
Ankara1997
- Kaynardağ, A., “Bir
Felsefeci Olarak Hasan-Âli Yücel”, Varlık Dergisi,
Sayı 1027
- Yücel, Hasan-Âli, Türkiye’de
Orta Öğretim, Kültür Bakanlığı Yayınları,
Ankara 1993
|