TÜRK AYDINLANMASI VE DOĞA BİLİMLERİNİN
IŞIĞINDA EĞİTİM KURAMININ BAŞMİMARI
YÜCE BİR MAARİF VEKİLİ
Canan Yücel Eronat Hanımefendi’ye
milletinin gençlerine duyduğu güven içinde babasının hâtıralarını
özenle koruduğu için, minnet, saygı ve sevgiyle...
Ufkun dudağında bir küçük ses yok
Toprağın göğsünde artık nefes yok
Hasan-Âli Yücel (1919)
Hasan-Âli Yücel1 adı anılınca akla ilk
gelen O’nun 28 Aralık 1938’den 5 Ağustos 1946’ya kadar “yedi yıl,
yedi ay ve dokuz gün” süre ile yaptığı efsânevî Maarif Vekilliği, şimdiki
terimle millî eğitim ve kültür bakanlığıdır. Bu bakanlıktaki başarısı
o derece baş döndürücüdür ki, bundan önceki ve sonraki yaşamında ve görevlerinde
büyük bir insansever ve vatansever bakış açısından mevlevi dervişi,
felsefeci, filozof, sanatkar, (musikişnas, şair, yazar), bilimadamı (edebiyat
tarihçisi, bilim tarihçisi, eğitim tarihçisi), eğitimci (öğretmen, müfettiş),
devlet adamı ve gazeteci olarak yaptığı, pek çok sıradan insan için
cidden pek büyük başarılar olarak kayda geçecek faaliyetini hemen hemen
tamamen gölgeler. Hasan-Âli Yücel’in ne kendisinden önce ne de sonra aynı
makamı işgal etmiş kişilerce gösterilebilmiş olan bu inanılmaz başarının
sırrını araştırmak, hem onun temsilcisi olan kişiyi daha iyi tanımak, hem
de başarının nedenlerine inerek onu belki başkalarının da tekrar etmesine
imkân verebilecek nedensel bağların köken ve karşılıklı ilişkilerini
anlayabilmek için gereklidir. Bu yazının amacı, eğitimci Yücel’in başarısının
kişiye, yere ve zamana atfedilecek nedenlerinden kanımca en önemlisi olan
O’nun şahsına ait bölümünün bir analizini yapmaktır. Bu analizden çıkan
sonuç, Hasan-Âli’yi yalnız büyük bir Maarif Vekili değil, aynı zamanda
o müşkülpesent ve her zaman gayrimemnun bilgin eleştirmen İbnülemin Mahmut
Kemâl İnal’ın deyimiyle “Yüce bir Maarif Vekili” yapan kendisinin eğitim
çalışmalarında tamamen doğa bilimlerinin yöntemini, kendi deyimiyle, “müsbet
ilimlerin” kılavuzluğunu, benimsemiş olmasıdır. Bunda da hiç kuşkusuz
üniversitede almış olduğu ve ondan sonra her zaman ve her fırsatta geliştirmeye
çalıştığı felsefe bilgisinin rolü olmuştur.
Bilim Kavramı ve Doğa Bilimleri
Türkçe’de bilim bilmek sözcüğünden türer ve İ. Z. Eyuboğlu’nun
etimoloji sözlüğüne göre “bilinen, bellekte iz bırakan” anlamına
gelir2. Batı dillerinin pek çoğunda kullanılan
science terimi bir Hint-Avrupa dil kökü olan ve “ayırabilmek, farketmek”
anlamlarına gelen skei-’den türemiştir. Latince science Yunanca epistéme’nin
karşılığıdır ki, bu Yunanca kelime “anlayış, bilgi, bilim” anlamlarına
gelir ve “bir şeyin önünde durmak, bir şeyle yüz yüze gelmek” anlamında
bir kökten gelmiştir. Arapça ‘ilm kelimesi bilmeyi belirttiği gibi, Çince
“bilim” anlamına gelen xuéshù aynı zamanda “bilgi, öğrenim” anlamındadır
ve “öğrenmek, incelemek” anlamındaki xué’den üretilmiştir. Bu kısa
listede görülen, tüm büyük kültür dillerinde “bilim” yerine kullanılan
kelimenin olumlu bir anlamı olduğu ve bilmeyi simgelediğidir.
Kendi kendimize neleri bilebildiğimizin bir tahlilini yapmağa kalksak, bildiğimizi
iddia ettiğimiz şeylerin iki tür olduğunu görürüz. Biri tikel nesneler
hakkındaki bilgilerimizdir. Meselâ şu elinizde tuttuğunuz dergi, karşınızda
duran o pencere, o pencerenin camı veya çerçevesi veya mandalı bu tür tikel
bilgilere örnektir. Dünyadaki okyanuslar, Asya kıtası, hattâ dünyanın
kendisi, içinde bulunduğu Güneş sistemi vs. hep bu tür tikel
nesnelerdendir. Bir de olaylar vardır. Olaylar arasında yalnızca bir defa
cereyan edenlerin bilinmeleri açısından tikel nesnelerden pek bir farkları
yoktur. Bu akşam sinemaya gitmiş olmam böyle tikel bir olaydır. Evden çıkışım,
yolda sinemaya giderken olanlar, sinemada cereyan edenler ve eve dönerken karşılaştıklarım
zaman ve mekânda aynen tekrarı mümkün olmayan şeylerdir.
Dünyanın Güneş etrafında dönüşü hakkında bilebileceklerim ise iki değişik
açıdan incelenebilir. Her bir dönüş aynen benim sinemaya gitmem gibi zaman
ve mekânda tekrarlanamayacak hadiselerin bir zinciridir. Bunun böyle olduğunu,
meselâ son yıllarda gezegenimizin iklim tarihini açıklamak için kullandığımız
Milankoviç döngüleri çok açık bir şekilde bizlere göstermektedir. Ancak,
bir de dünyanın güneş etrafında milyonlarca yıldan beri yaptığı bir
“ideal” dönüş vardır. Bu dönüşün izlediği yola biz dünyanın yörüngesi
diyoruz. Bu yörünge bazen daha eliptik (teknik terimle “eksantrisitesi büyük”)
bazen daha dairesel oluyor, ama hiçbir zaman belirli sınırların dışına taşmıyor.
İşte bu sınırlar içinde, Güneş-Dünya ikilisini etkileyen çekim güçlerini
de idealize ederek hesaplanan yörüngeye biz ideal yörünge diyoruz ve Güneş
Sistemini genelde betimlemeye çalıştığımız zaman bu ideal yörüngeden
sadece “yörünge” olarak bahsediyoruz. Bu ideal yörünge gibi, ideal bir
elektrik akımı, ideal bir manyetik alan, ideal güçler vs. de vardır. Bu
idealler grubu bizim zekâmızın yarattığı ve çevremizdeki doğayı anlamamıza
yardım eden yapay bir bilgi hazinesidir. Olayların idealleri olduğu gibi,
tikel varlıkların da idealleri vardır. “Bardak” dendiği zaman hepimiz
kabaca ne tür bir nesneden bahis açıldığını anlarız ama bunun “hangi
bardak” olduğu sorulduğu an, artık bize belirli bir bardağa ait tikel
bilgilerin verilmesini bekleriz. Benzer şekilde gezegen, otomobil, diş fırçası
bu tür ideal isimlerdir. Bu ideal isimlere felsefede genel isimler veya
evrenseller adı verilir.
Burada dikkat edilmesi gereken husus tikel nesnelerin en azından belirli bir
detay sınırında ve az veya çok bir hatâ payı içerisinde bir fâni tarafından
kesin olarak bilinebilmelerine imkân olmasına rağmen, aynı durumun
evrenseller için geçerliliğinin olmamasıdır. Evrenseller, sayısız—veya
bir fâninin birarada hiçbir zaman göremeyeceği kadar büyük sayıda—bireylerin
ortak özelliklerinin temsilcileridir. Meselâ bu yüzyıla kadar canlılar âleminin
hayvan ve bitkiler olarak iki alt âleme ayrılmasına rağmen şimdi bunlara
bir de tek hücreliler ayrı bir alt âlem olarak eklenerek eskiden “hayvan”
tanımına giren pek çok tek hücrelinin bu evrensel kavramın dışına çekilmesi
gerekmiştir. Evrenselleri belirleyen gerçek veya potansiyel sayı büyüklüğü—hattâ
sonsuzluğu—evrenseller hakkındaki bilgimizin, tikel nesneler ve/veya olaylar
hakkındaki bilgimizden pek temelli bir şekilde değişik olması gerektiğini
gösterir. Bu değişiklik şudur:
Evrenseller hakkındaki bilgilerimiz her zaman ve tamamen varsayımsaldır, hiçbir
zaman kesinlik arzedemez. Biz bu “bilgileri” kafamızdan bir kurgu çerçevesinde
uydururuz. Bu uydurmacalara da varsayım, hipotez, teori veya doğal yasa adlarını
veririz. Bu uydurmacalar bilimciler tarafından sürekli olarak sınanır. Sınavları
hep başarıyla geçen uydurmacalar korunurlar, buna mukabil bir sınavda tökezleyen
uydurmacalar evrensel geçerliliklerini kaybetmiş oldukları için, bilimin
evrensel gerçekleri sınıfından dışlanırlar. 300 yıl süreyle insanlığın
kesin doğruyu bulduğunu sanmasına neden olan Newton’un çekim kanunu ve ona
bağlı mekanik, Einstein’in görecelilik kuramı tarafından tahtından
indirilmiş, yalnızca ışık hızından çok yavaş cereyan eden olayların
izahı için geçerliliğini koruyan bir kısmî kuram durumuna konulmuştur.
Newton’un mekaniği aynı şekilde atom ve daha küçük boyutlardaki olayları
da izah edemediği için burada da Schrödinger tarafından kuantum mekaniği
geliştirilmiştir.
Demek ki bilim, adının tüm kültür dillerindeki ifâdesinin tersine, hiçbir
zaman “bilemez.” Bilim tarihi bir yanılgılar resmigeçidinden ibarettir.
Ancak, günümüzde kendimiz, çevremiz, dünyamız, hattâ evrenimiz hakkında
bildiklerimiz atalarımızın bildiklerinden o kadar çoktur ki, günümüzde tüm
insan bilgisi en çok her bir yılda bir ikiye katlanmaktadır! Bu hız, daha geçen
yüzyılın ortasında her yüz yılda birdi. Şimdi şu soru karşımıza çıkmaktadır.
Tüm geçmişi bir yanılgılar tarihinden ibaret olan bir faaliyet nasıl
oluyor da bu kadar olumlu işler yapabiliyor, bu kadar çok bilgi üretebiliyor?
Bunun sırrı tamamen haddini bilmektedir. Tüm bilimsel kuramlar, yukarıda işaret
ettiğimiz gibi uydurulduktan sonra eldeki gözlemlerle sınanırlar. Sınavı
geçemeyen kuramlar derhal terkedilir, sınavı şimdilik geçenler bilimcinin
bir âleti olarak kullanımda kalırlar; tâ ki ters bir gözlem, onu da geçersiz
kılana kadar. O zaman bilimci, yanlışlanan kuramın açıkladığı tüm gözlemleri
ve açıklayamadığı gözlemi de açıklayacak yeni bir kuram uydurmağa çalışır.
Bu şekilde yeni uydurulan kuramlar giderek kendilerinden öncekilerden daha
zengin gözlem demetlerini açıklayan zengin zekâ ürünleri ve aynı zamanda
evren yorumları olarak insan bilgisini zenginleştirmeğe devam ederler. Ancak
bilimci, bilimin başdöndürücü başarılarına rağmen incelediği nesneler
karşısında kendi aczini bildiğinden hiçbir zaman son gerçeğe ulaştığını
iddia edemez; hattâ buna tesadüfen ulaşmış olsa bile bunu farkedemeyeceğini
bilir. Bilimi, insan bilgisine katkı yaptığını iddia eden ve içinde
kesinlik iddiaları bulunan tüm inanç sistemlerinden ayıran ve onların
hepsinden daha başarılı kılan işte bu haddini bilirlik ve aynı zamanda
inatçı sorgulamacılık/eleştiricilik özelliğidir. İnsan, ilk günlerinden
beri halk arasında “deneme-yanılma yöntemi” de denilen bu yöntemle
bilgisini genişletmiş, kesin ve tartışılmaz bilgiye ulaştığını iddia
eden hiçbir otoriteyi ciddiye almayan, ancak her gördüğünü ve duyduğunu sürekli
sorgulayıp eleştiren toplumlar tarihte uygar ve müreffeh olabilmişlerdir.
Yukarıda bilim metodu diye tanıttığım metod, bilim MÖ 6. yüzyılda eski
İyonya’nın Milet şehrinde Tales ve Anaksimander tarafından icat edildiğinden
günümüze kadar doğa bilimlerinin ayrılmaz bir çalışma prensibi olmuştur.
Aslında kuramsal bilgi kullanma ihtiyacında olan tüm düşünce sistemleri,
yukarıda anahatlarıyla tanıttığım sistemi kullanmak zorundadırlar ve
kullanmışlardır. Ancak ne yazık ki sosyal bilimler adı altında toplanılan
tarih, kültürel antropoloji, sosyoloji, psikoloji ve benzerlerinin mensupları
her ne hikmetse bilimin genelleyici karakterinden ürkmüşler, insan
bilimlerinde genellemelere yer olmadığını söyleyecek kadar ileri gitmişlerdir.
Meselâ geçen yüzyılın sonlarına doğru romantik Alman tarihçisi Wilhelm
Dilthey kendinden önceki Schleiermacher ve von Ranke gibi dindar felsefeci, ilâhiyatçı
ve tarihçilerin geliştirdiği, bireyi “anlamak” (das Verstehen) yoluyla
ancak tarih yapılabileceğini iddia ederken3,
Amerikalı kültürel antropolog William Graham Sumner da her kültürün kendi
değer yargıları üzerinde incelenmesi gerektiğini, kültürlerin
birbirleriyle karşılaştırılmalarının mümkün olmadığını öğretiyordu4.
Ancak ne Dilthey bu “anlamak” ile nasıl bir yöntem izlenmesi gerektiğini
ve gerçeğe olan yakınlığımızın “anlamak” çerçevesinde nasıl ölçülebileceğini
anlatabiliyor, ne de Sumner, yalnızca kendi içlerinden incelenen kültürlerin
nasıl bir kıstas çerçevesinde değerlendirilebileceğini ortaya
koyabiliyordu. Bilhassa post-modernist dünyada giderek daha çok moda olan
romantik/öznel bakış açılarının aslında erken habercileri olan bu görüşlerin,
doğa bilimlerindeki yöntemlerle karşılaştırılmalarının mümkün olmadığı
ortadadır. Doğa bilimlerinin amacı, bilimciyi çevresinden haberdar etmektir.
Bu nedenle hem tikel nesnelerin tasviri, hem de bu tikel nesnelerin genel
nitelikleri ve bunları etkileyen süreçler hakkında ileri sürülen kuramlar
bilimciyi ilgilendirir. Sosyal disiplinlerde ise tikel tasvirin ötesine geçmek
aynı doğa bilimlerinde olduğu gibi öndeyim yapmayı gerektirdiğinden, bu öndeyimin
de kehânetle karıştırılma ihtimali bulunduğundan, sosyal “bilimciler”
genelleyen ve öndeyim yapabilecek kuramlardan korkmaktadırlar. Bu korku ne yazık
ki sosyal disiplinlerin araştırma ve düşünce yöntemlerini büyük ölçüde
kısırlaştırmakta, bunları bilimsellikten uzaklaştırmaktadır. Bu nedenle
bu yazıda eğitim, yalnızca doğa bilimleri açısından ele alınacaktır.
Elde edilen neticeler kuşkusuz sosyal disiplinler kuram ve öndeyim korkularını
yendikleri, öndeyim ile kehâneti birbirinden ayırabildikleri zaman aynen
onlar için de geçerli olacaktır.
Bilimin Karakteri Işığında Sahte ve Gerçek Eğitim Yöntemleri
Beklenilenin ve yaygın olarak iddia edilenin tersine, tarih boyunca eğitim ve
araştırma birbirlerine tamamen zıt temeller üzerine oturan iki faaliyet
olmakla kalmamış, genelde birinin başarılı olduğu yerde diğeri başarısız
olmuştur5. Ancak tâ eski Hellas’ta, bilhassa
Aristo’dan bu yana büyük öğretmenlerin bilgiyi belirli takrir, kuram ve
yasalar halinde âdeta komprime haplar haline getirerek öğrenciye “yutturmuş”
olmaları, iyi eğitimin yanlışlıkla yaygın eğitim olarak algılandığını,
eğitimin yaygınlığının zaman ve mekândaki garantisinin de eğitimle öğrenciye
verilecek şeyin paketlenmiş hazır bilgi olması gerektiğinin sanıldığını
göstermektedir. Daha basit bir deyişle iyi eğitim, eğitilenin fazla sıkıntı
çekmeden öğrenebileceği (ve bu yüzden çok sayıda kişiye kolayca öğretilebilecek)
hazır şablonlar halinde yapılan eğitim olarak görülmüştür.
Ancak bilim—yani öğretilmesi gereken nesne—yukarıda gördüğümüz gibi,
karakteri gereği her an değişebilen ve genellikle gelişen bir bilgi kütlesi
ve düşünce sistemidir. Bilimin dile getirdiği ifâdeler herkes tarafından
kontrol edilebilen tiptedir, bu ifâdelerin üretiminde kullanılan yöntemler
birbirlerini naksetmezler ve üretilen varsayımlar, kuramlar hep gözlemle en
iyi uyuşan en basit ifâdelerden oluşurlar. Sürekli kontrol pek sık varsayımlarımızda,
kuramlarımızda, yasalarımızda açıklar bulur, bunları ortadan kaldırır
ve yenilerinin uydurulmasını gerektirir. Bu şekilde tüm kütlesi her an bir
devrimle yıkılabilecek ve gerçekten de hep küçüklü büyüklü bir devinim
ve devrim içinde yaşayan bilim, eğitimin ve hele kitlesel eğitimin
gerektirdiği paketlenmiş, hazır bilgi haplarının uzun süre geçerliliğini
garanti imkânına sahip değildir.
Bu durumda eğitim iki yoldan birini seçmek durumundadır: Ya kolay, fakat
sahte yolu seçip bilimin gelişmesini yansıtmaktan âciz, ancak hazmı kolay
paketler içerisinde bilgiyi fosilleştirerek öğrenciye sunacak ve öğrenciyi
aldatacak, veya zor fakat gerçek yolu tercih ederek öğrenciye doğrudan hazmı
kolay hazır bilgi paketlerini değil, bilgiyi bizzat edinmenin yani üretmenin
yollarını öğretmeye teşebbüs edecektir. Kolay fakat sahte yol, hem öğrenci
hem de öğretici için zahmetsiz olduğundan ve genelde hem eğitim sistemini
hem de bu sistem içinde eğitilenleri ve eğitenleri başarılı gösterdiğinden
tarih boyunca hemen her kültürde ezici bir çoğunluğun tercihi olmuştur.
Bu kolay fakat sahte dediğimiz yolun tercihinin bir diğer nedeni de, insanların
gerçeğin çıplak olarak karşımızda durduğuna, öğrenmek için gözlerimizi
iyice açmaktan başka birşey yapmamıza gerek bulunmadığına olan asılsız
ve yanlış inançlarıdır. Bu varsayım beraberinde otomatikman niçin
herkesin aynı “çıplak duran” gerçeği görmekte zorlandığı sorusunu
getirir. Bu soruya verilen standart cevap, kişinin kafasını dolduran “yanlış
fikirlerin” veya gönlündeki “zararlı hurafenin, bâtılın” kendisini kör
ettiği, en açık gerçekleri bile görmesini engellediği tezinden ibarettir.
Önerilen tedavi ise, kişinin kafasındaki ve/veya gönlündeki zararlı fikir
ve hurafenin temizlenmesidir. Bu temizleme, muhtelif dinlerde ve dışa kapalı
bazı kurumlarda görülen inisiyasyon merasimlerinden, muhtelif cin ve şeytan
def etme veya çıkarma dualarına, engizisyonun işkencelerine kadar bir dizi
esoterik/mistik/sadistik şekiller alabilir veya Sokrat’ın sürekli sorgulama
yöntemi kadar masum da olabilir.
Yakın tarihimizde Atatürk inkılâpları denilen hızlı değişim
hareketlerinin eğitim ile ilgili kesiminin temelini oluşturan düşünce, işte
yukarıda kolay fakat sahte dediğimiz eğitim stilinden milletçe zor fakat gerçek
eğitime dönmemiz gerektiği olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu, medrese eğitiminin
hemen tamamen kolay fakat sahte eğitim olduğunu 18. yüzyılın başı ile 19.
yüzyılın sonu arasında geçen sürede yavaş yavaş anlamış, bunu bertaraf
etmek için de perakende tedbirler almaya yeltenmiştir. Bu tedbirler, gerçek eğitimi
istemeyen bilgisizler ve art niyetliler arasında Sultan III. Ahmet ve onun
Osmanlı’nın Müslüman cemaati içine matbaayı sokan başveziri Nevşehirli
Damat İbrahim Paşa’ya karşı Patrona Halil isyanını, Sultan III.
Selim’e karşı Kabakçı Mustafa isyanını, Sultan II. Mahmut’a karşı da
nihalet Vak’a-yi Hayriyye ile noktalanan bir seri başkaldırmayı alevlemiş,
bilhassa halk arasında cahil ve mütaassıp din adamlarının yarattığı
huzursuzluğu, devlete güvensizliği ve kargaşayı asla önleyememişti.
Osmanlı Devleti içerisinde modern bir üniversitenin açılması bu nedenlerle
yarım yüzyıla yakın bir süre ertelenmiş olduğu gibi, Mühendishâne ve
benzeri diğer önemli sivil eğitim okulları da bir türlü kendilerine
gelememişlerdi. Mustafa Kemal bu durumu kökünden değiştirmek niyetindeydi.
Bu nedenle, inkılâplarıyla eğitim kurumlarında kolay fakat sahte eğitimden
kalan ne varsa temizleme harekâtına girişti. Önce hedefin ve bu hedefi
gerektiren nedenlerin açıkça ortaya konulması gerekiyordu. Bunu en açık ifâde
ettiği yerlerden biri de Büyük Taarruz’un başarıyla neticelenmesi sonucu
Bursa’ya kendisini İstanbul’dan tebrike gelen öğretmenlere yaptığı
heyecanlı konuşmasının eğitimle ilgili kısımlarıdır:
“...bugün, vâsıl olduğumuz nokta halâs-ı hakikî değildir. Bu
fikrimi izah edeyim: Bir milletin mâruz-ı felâket olması demek, o milletin
hasta, marîz olması demektir. ... Binaenaleyh, halâs, hey’et-i içtimaiyyedeki
marazı teşrih ve tedavi etmekle elde edilir. Marazın tedavisi ilmî ve fennî
bir tarzda olursa şifâbahş olur. Yoksa bilakis maraz müzmin olur ve gayr-i
kabil-i tedavi bir hale gelir. Bir hey’et-i içtimiyyenin marazı ne olabilir?
Milleti millet yapan, terakki ve tefeyyüz ettiren kuvvetler vardır: Fikir
kuvvetleri ve içtimaî kuvvetler ...
Fikirler manasız, mantıksız safsatalara mâlî olursa, o fikirler marîzdir.
Kezâlik hayat-ı içtimaiyye akıl ve mantıktan ârî, bîfâide ve muzır
birtakım akideler ve an’anelere meşbû olursa meflûc olur.
Evvelâ fikir ve içtimaiyat kuvvetlerinin menbâlarını tathirden başlamak
lâzımdır. Memleketi, milleti kurtarmak isteyenler için, hamiyet, hüsnüniyet,
fedakârlık elzem olan evsâftandır. ... Fakat bir hey’et-i içtimaiyedeki
marazı görmek, onu tedavi etmek, hey’et-i içtimaiyeyi asrın icâbâtına göre
terakki ettirebilmek için, bu evsaf kâfi gelmez; bu evsâfın yanında ilim ve
fen de lâzımdır. İlim ve fen teşebbüsâtının merkez-i faaliyeti ise
mekteptir. Binaenaleyh mektep lâzımdır.
...
Hanımlar, beyler. Memleketimizin en mâmur, en lâtif, en güzel yerlerini
üç buçuk sene kirli ayaklariyle çiğneyen düşmanı mağlup eden zaferin sırrı
nerededir, bilir misiniz? Orduların sevk ve idaresinde ilim ve fen düstûrlarını
rehber ittihâz etmektedir. Milletimizi yetiştirmek için asıl olan
mekteplerimizin, dârülfünûnlarımızın teessüsünde aynı mesleği takip
edeceğiz. Evet, milletimizin siyasî, içtimaî hayatında, milletimizin fikr-i
terbiyesinde rehberimiz ilim ve fen olacaktır. Mektep sayesinde, mektebin
vereceği ilim ve fen sayesindedir ki Türk milleti, Türk sanatı, iktisadiyâtı,
Türk şiir ve edebiyatı, bütün bedâyiiyle inkişâf eder.”6
Atatürk, bu konuşmasında, ordunun sevk ve idaresinde kullandığı ve
milletimizi yetiştirmek, üniversitelerimizi kurmak için izleyeceğimiz yol için
de kılavuz olacağını müjdelediği ilim ve fen düstûrlarına somut bir örnek
vermemiştir. Ancak Kurtuluş Savaşı’ndaki çarpışmalar tek tek incelendiği
takdirde hemen her birinin sırayla 1: problem vâzı—2: çözüm varsayımının
ortaya atılması—3: bunun deneyle incelenmesi—4: çözüm varsayımında
yanlış görülenlerin değiştirilmesi—5: değiştirilmiş çözümle sonuca
gidilmesi safhalarından geçilerek kazanıldığı görülür. Bunun en yaygın
bilinen örneği Sakarya Meydan Muharebesi esnasında izlenilen hareket tarzıdır.
Atatürk, bunu Nutuk’ta aynen bir bilim adamının bir bilimsel yayın içinde
vak’a takdimi şeklinde ve bu vak’anın incelenmesi esnasında cereyan eden
hipotez yanlışlanması ve yeni hipotezin vâzında kullanılması doğal olan
ifâdelerle dile getirmektedir7:
“Meydan muharebesi 100 kilometrelik cephe üzerinde cereyan ediyordu. Sol
cenahımız, Ankara’nin elli kilometre cenubuna kadar çekilmişti. Ordumuzun
cephesi, garba iken cenuba döndü, arkası Ankara’ya iken şimale verildi.
Tebdili cephe edilmiş oldu. Bunda hiç beis görmedik. Hattı müdafaalarımız,
kısım kısım kırılıyordu. Fakat derakap kırılan her kısım, en yakın
bir mesafede yeniden tesis ettiriliyordu. Hattı müdafaaya çok raptı ümit
etmek ve onun kırılmasıyle, ordunun büyüklüğü ile mütenasip, uzun
mesafe geriye çekilmek nazariyesini kırmak için memleket müdafaasını başka
bir tarzda ifade ve bu ifademde ısrar ve şiddet göstermeyi faydalı ve müessir
buldum. Dedim ki ‘Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh, bütün
vatandır. Vatanın her karış toprağı vatandaşın kaniyle ıslanmadıkça,
terk olunamaz. Onun için, küçük büyük her cüzütam, bulunduğu mevziden
atılabilir. Fakat küçük, büyük her cüzütam, ilk durabildiği noktada,
tekrar düşmana karşı cephe teşkil edip muharebeye devam eder. Yanındaki cüzütamın
çekilmeye mecbur olduğunu gören cüzütamlar, ona tâbi olamaz. Bulunduğu
mevzide nihayete kadar sebat ve mukavemete mecburdur.’
İşte ordumuzun her ferdi, bu sistem dahilinde her hatvede âzami fedakârlığını
göstermek suretiyle düşmanın faik kuvvetlerini imha ederek, yıpratarak
nihayet onu, taarruzuna devam kabiliyet ve kudretinden mahrum bir hale getirdi.”8
Aslında Mustafa Kemal’in Türkiye’yi kurtarma harekâtına başlaması da
başlı başına bir bilimsel problemin saptanması, bunun çözümü için
ortaya atılmış olan varsayımların gözden geçirilerek eleştirilmesi,
onlardan üstün olduğu eldeki verilere göre tahmin edilen yeni bir varsayımın
oluşturulması ve tatbik sahnesine konması ve bunun ortaya çıkan veriler
gerektirdikçe değiştirilmesi şeklinde cereyan etmiştir. Nutuk’un ilk açış
bölümleri problemin takdimini ve kabaca eldeki verileri (“Samsun’a çıktığım
gün umumî vaziyet ve manzara—Mukabil halâs çareleri—Millî teşekküller,
siyasî maksat ve hedefleri—Memleket dahilinde ve İstanbul’da millî varlığa
düşman teşekküller—İngiliz Muhipleri Cemiyeti—Amerika Mandasi İstiyenler—Ordumuzun
vaziyeti—Müfettişlik vazifemin geniş salâhiyetleri—Umumî manzarayı dar
bir çerçeveden görüş”), bundan sonraki bir bölüm (“Düşünülen
kurtuluş çareleri”) problemin halli için başkalarının varsayımlarını,
onu izleyen bölüm (“Benim kararım”) kendi varsayımını ve
nihayet onu izleyen üç bölüm de kabaca kendi varsayımının tatbikinde
izlenecek yöntemi ortaya koymaktadır (“Ya istiklâl, ya ölüm—Tatbikatı
safhalara ayırmak ve kademe kademe yürüyerek hedefe varmak—Millî sır”).
Tüm faaliyetini, romantik hislere kapılmadan ve kehânetlerde bulunmadan,
bilimin de tek yol olarak tanıdığı deneme—yanılma yöntemini kullanarak yönlendiren
bir insanın, eğitimin yeni yetişen nesillere her şeyi bilimsel temelde öğretmesini
istemesinden daha doğal ne olabilirdi?
Bursa konuşmasının devamında Atatürk bu arzusunu şu sözlerle dile getirmiştir:
“Hanımlar, beyler.
Memleketimiz içinde efkâr-ı medeniyenin, terakkiyât-ı asriyenin bilâ ifâte-i
ân intişâr ve inkişâf etmesi lâzımdır. Bunun için bütün erbâb-ı
ilim ve fennin bu hususta çalışmayı bir vecîbe-i namus bilmesi iktizâ
eder.
...
Hanımlar, beyler.
Görülüyor ki, en mühim ve feyizli vazifelerimiz maarif işleridir. Maarif
işlerinde behemahal muzaffer olmak lâzımdır. Bir milletin halâs-ı hakikisi
ancak bu suretle olur. Bu zaferin temini için hepimizin yekcan ve yekfikir
olarak esaslı bir program üzerinde çalışması lâzımdır. Bence bu programın
esaslı noktaları ikidir:
1. Hayat-ı içtimaiyyemizin ihtiyaca tetâbuk etmesi.
2. İcâbât- asriyeye tevâfuk etmesidir.
Gözlerimizi kapayıp mücerret yaşadığımızı farz edemeyiz.
Memleketimizi bir çember içine alıp cihan ile alâkasız yaşayamayız. ...
Bilakis müterakkî, mütemeddin bir millet olarak medeniyet sahasının üzerinde
yaşayacağız. Bu hayat ancak ilim ve fen ile olur. İlim ve fen nerede ise
oradan alacağız ve her ferd-i milletin kafasına koyacağız. İlim ve fen için
kayıt ve şart yoktur.
Hiçbir delil-i mantıkîye istinâd etmeyen bir takım an’anelerin,
akidelerin muhafazasında ısrar eden milletlerin terakkisi çok güç olur.
Terakkide kuyût ve şurûtu aşamayan milletler hayatı makul ve amelî müşahade
edemez. Hayat felsefesini vâsi gören milletlerin taht-ı hâkimiyet ve
esaretine girmeye mahkûmdur.
Muallim hanımlar, muallim beyler. Bütün bu hakikatlerin milletçe hüsn-i
telakki ve hüsn-i hazm edilebilmesi için her şeyden evvel cehli izâle etmek
lâzımdır. Binaenaleyh, maarif programımızın, maarif siyasetimizin temel taşı
cehlin izâlesidir.”9
Bu hedeflerin bulduğu en özlü ve en yaygın olarak bilinen ifâde ise 1924 yılında
Samsun’daki öğretmenlerle konuşurken söylediğidir:
“Efendiler.
Dünyada her şey için, maddiyât için, maneviyât için, hayat için,
muvaffakiyet için, en hakikî mürşit ilimdir, fendir; ilim ve fennin
haricinde mürşit aramak gaflettir, cehalettir, dalâlettir. Yalnız, ilmin ve
fennin yaşadığımız her dakikadaki safhalarının tekâmülünü idrâk
etmek ve terakkiyâtını zamanında takip etmek şarttır. ‘Bin, ikibin,
binlerce sene evvelki ilim ve fen lisanının çizdiği düsurları, şu kadar
bin sene sonra bugün aynen tatbika kalkışmak elbette ilim ve fennin içinde
bulunmak değildir.”10Milletinin sırtından
ve kafasından koparıp atmayı düşündüğü eğitime bir örneği de gene
aynı konuşmasında, vermişti:
“Hoca efendi bu fikrini izah için ‘Vettini vezzeytûni ilâh ...’ âyetini
kendince tefsir ettiler. İncir ve zeytin çekirdeğinden düstûr çıkardılar.
Birindeki kesreti diğerindeki vahdeti işaret ettiler. Âyetin medlûlu bu
mudur? değil midir? Bir şey demiyeceğim. Yalnız bu seyahatim esnasında
bittesadüf bu âyetin mazmununu ben diğer bir hoca efendiden sormuştum. Bunun
için yarım saat kadar mütâlaaya ihtiyacı olduğunu söyledi. Ömrünü
medreselerde ulûm-i diniyye tederrüs ve tedrisiyle geçiren bir zat bir kitabın
bir satırını Türkçe ifade edebilmek için böyle bir ihtiyaç dermeyan
ederse, millet, efrâd-ı millet ne desin? Onun için efendiler genç neslin
dimağını yormadan onun her şeyi ahz ve bel’e müsait elvâhı, hakikat
izleriyle tezyin olunmalıdır.”11
Bunun aksi yönde gelen tekliflere ne derece öfke ve şiddetle baktığı da 18
Eylül 1924 Perşembe günü aynı Karadeniz seyahatı esnasında Rize ve Atina
müftülerinin medreselerin tekrar açılmasını isteyen dilekçelerine verdiği
cevapta açıktır:
“Tevhini tedrisat mı istiyorsunuz? Bu millet mektep yapmayacak mı? Şimdiye
kadar geri kalmamızda en büyük âmilin ne olduğunu bilmiyor musunuz? Hayır!
Medreseler açılmayacaktır. İaşenizi mi düşünüyorsunuz? Müsterih olun,
ibadetinizle uğraşın, bırakın bu milleti. Yoksa bu kararı veren
Meclis’te sizden büyük âlimler mi yok? Millet bildiği gibi yapacak.”
Bu sözleri hiddetle sarfettikten sonra yanında duran valiye dönerek:
“Bu adamlar burasını İran gibi mi yapmak istiyorlar?” demiştir12.
Atatürk’ün yukarıda kendi ağzından ve kaleminden işitip okuduğumuz görüşlerini
şöyle özetlemek mümkündür: Yaptığımız her işte bilimi ve teknolojiyi
(O’nun terimleriyle ilmi ve fenni) temel almaya mecburuz. Bunları nereden
alabilirsek alıp, herkese eğitim yoluyla öğretmemiz şarttır. Bilimsel yöntem
ise, insanın kendi dışındaki çevreyi gözleyip, bu çevreyi anlamak için
belirli fikirler geliştirmesi ve bu fikirleri gene gözlemle, deneyle sürekli
kontroldan geçirmesidir. Atatürk, gayet açık bir şekilde konuşmalarında
Kurtuluş Savaşı’nı bilimsel yöntemle sevk ve idare olunan ordularımızın
kazandığını söylüyor. Nutuk’ta da pek çok yerde bilhassa bu gözlem—problem
vâzı—çözüm önerisi—çözüm uygulaması—çözüm önerisinin
uygulama ışığında tadili—tatminkâr çözüme varış yöntemini ya
imâ ediyor veya açık-seçik anlatıyor. Bunun dışında aslı esası olmayan
gelenek ve inanışlara modern Türk toplumunuda yer verilmemesi gerektiğini söylüyor.
Bu anlatılanlardan Atatürk’ün, sık sık kendisinin de ifâde ettiği gibi,
yeni Türk devletini doğa bilimi (kendi deyişiyle müsbet ilim) temeline
oturtmak istediğini anlıyoruz. Bu temel zaten Atatürk’e göre tüm bilimin
ve akılcı düşüncenin temelidir. İşte bu temel üzerinde eğitimin görevi,
artık anlamı bilinmeyen şeylerin ezberi , hattâ anlamı bilinse bile
herhangi bir şeyin ezberi olamazdı. Atatürk, kolay fakat sahte eğitimin
bilim temelli modern bir toplumda yeri olamayacağını çok açık bir şekilde
görerek halkına tekrar tekrar anlatmıştı. Gerçek eğitim, insanda yaratıcılığı
geliştiren, bağımsız düşünceyi teşvik eden, bilgi üretimini kamçılayan
eğitim olabilirdi. Hasan-Âli’yi “Yüce bir Maarif Vekili” yapan
kendisinin eğitim çalışmalarında tamamen doğa bilimlerinin yöntemini,
kendi deyimiyle, “müsbet ilimlerin” kılavuzluğunu, benimsemiş olmasıdır.
Bu muhakkak ki herşeyden önce üniversitede almış olduğu ve ondan sonra her
zaman ve her fırsatta geliştirmeye çalıştığı felsefe bilgisinin bir
tesiridir. Ancak, Atatürk’ün bu konudaki görüşleri hiç şüphesiz
O’nun benzer yöndeki eğilimlerini güçlendirmiş, ülkesinin ve halkının
tek kurtuluşunu doğa bilimi temelli sağlam eğitimde aramasına yol açmıştır.
Aşağıda da göreceğimiz gibi, Hasan–Âli Yücel Atatürk’ü ve O’nun
ideallerini en iyi anlamış olan, en yaratıcı şekillerde ve en korkusuzca
uygulama sahasına geçiren takipçisiydi. O’nun 1946 yılında millî eğitimimizin
başından uzaklaştırılması ile Türkiye kendini bugün içinden kurtulmağa
çalıştığımız felâket girdabının kenarında buldu.
Hasan-Âli Yücel’in Bilim Anlayışı
Hasan-Âli Yücel’in bilim anlayışı iki değişik ortamda karşımıza çıkmaktadır.
Birincisi ve kanımca daha az önemli olanı yazmış olduğu Mantık ve Felsefe
ders kitaplarında yeri geldikçe bu konuda anlattıkları, ikincisi de kendisi
bizzat bilimi kullanmak durumunda kaldığı zaman söyledikleridir. Bunlardan
birincisini daha az önemli bulmamın nedeni, ders kitaplarını kaleme alırken
büyük yazarımızın kendini yıllık ders müfredatına ve okulda genellikle
çocuklara öğretilmesi gerekenlere bağlı hissetmesi sonucu ders kitaplarındaki
tasvir ve tartışmaların daha ziyade genel kalıplara bağlı kalmış olmasıdır.
Halbuki filozof Hasan-Âli bilimi bizzat kullanmak zorunda kalınca kendi doğru
bildiklerini izlemede daha rahat hareket edebilmiştir.
Hasan-Âli’ye göre bilimi bilim olmayandan ayıran özellikler şunlardır:
1) Bilimsel ifâdelerin herşeyden önce belli bir kesinlikleri vardır: “Suyun
bin hacım oksijenle iki hacım hidrojenden mürekkep olduğunu şüphe duymaksızın
biliriz”13. 2) Bilimsel ifâdelerin ikinci
özelliği bunların genellik özelliklerinin bulunmasıdır: “Suyu
terkibeden Oksijenle İdrojen, yalnız deneyini yaptığımız damlada değil,
her su molekülünde aynı nispette vardırlar”14.
3) Nihayet bilimsel ifâdeler, belli bir yöntemle çalışılarak elde edilmiş
sonuçları dile getirirler. “Meselâ suyun analizini yapmak için içerisinden
elektrik akımı geçirilir. Oksijenle İdrojen (—,+) kutuplarda toplanarak
elde edilir. Bilim dışındaki esassız, her zaman şüpheye müsait bilgilerde
metot yoktur”15. Dikkat edilirse, Hasan-Âli
burada bilimsel ifâdelerin özelliklerini anlattığı halde bu ifâdelere
bilimin nasıl vardığını—bunların belli metodların ürünü oldukları dışında—söylememektedir.
Bu konu kendisinin ders kitaplarında karşımıza doğa bilimlerinin araştırma
yolları konusu incelenirken çıkmaktadır. Hasan-Âli önce gözlemin nasıl
yapıldığını anlatmaktadır. Burada, gözlemin fiziksel yöntemlerinden başka
gözlemcinin dikkat, sabır ve tarafsız düşünebilme yeteneği gibi mânevi
vasıflarına temas ettikten sonra kendisinin “evvelden iktisap edilmiş
kanaatlarının esiri” olmaması16 gerektiğini
önemle belirtmiş olması kendisinin bilim görüşü hakkında bir sonuca
varacağımız zaman akılda tutmamız gereken hususlardan biridir. Gözlemden
sonra deney yöntemini anlatan yazar, nihayet varsayım yöntemine gelmekte
buradan sonra da tümevarım ile varsayımların, doğa kanunlarının nasıl
ortaya çıkarıldığı konusunu işlemektedir. Buraya kadar yazılanlarda,
herhangi bir naif pozitivistin yaklaşımından başka birşey görmedik. Ancak,
tümevarımı inceledikten sonra Hasan-Âli’nin bu yöntem hakkındaki kişisel
tereddütleri ortaya çıkmaya başlamaktadır:
“Hususî tecrübelerden umumîlerine irtika ederken yaptığımız
istikraların—mutlak olmasalar bile—tabiatteki yeknesaklığa istinat ettiğini
ve bu itibarla sahih olduğunu kabul ederiz. Olabilir ki tecrübî ilimler bize
ancak izafî bir yakin telkin etsinler. Ne olursa olsun bu, gerek fikir ve gerek
fiil sahasında bize kâfi gelmektedir.”17
Burada Hasan–Âli tümevarımın neticelerinin kesin olmayabileceğini ve tümevarım
yönteminin ancak doğada bir tekdüzeliğin önceden varsayılarak kullanılabileceğini
görmüştür. Bununla da kalmayarak, elde edilen sonuçların ancak göreceli
bir kesinlikten başka birşey sunamayacakları da açıkça ifade edilmiştir.
Hemen sonra Hasan-Âli deneyimimize dayanan hislerimizin araya girmesinin de doğa
ve madde hakkında mutlak bir bilgiye sahip olmamızı imkânsız kıldığını
eklemektedir. Fakat her şeye rağmen, aynı deney üzerinde çalışan pek çok
bilginin dünyanın değişik yerlerinde aynı sonuçlara varmalarının sonuçlarımızın
sağlığını isbat ettiği notunu da eklemeden edememiştir18.
Peki, yani Hasan-Âli tüm olumsuzluklara rağmen bizlerin kesin bilgiye ulaşabileceğimizi
mi sanmaktadır? Asla! Bu konuda O’nun bilimsel hoşgörü hakkında söyledikleri
bilimin doğası hakkındaki fikirlerini kanımca en doğru olarak ortaya
koymaktadır:
“Bir de hakikî ilim adamları mütevazi ve müsamahalı olmalıdırlar. İnsan,
ilmi arttıkça cehlinin hudutlarını daha iyi görür. Bilgisi en çok adam,
bilmediklerini en iyi bilen adamdır. Çünki ilim, bir mânada, bilmediğini
bilmek demektir. Bu hakikata vakıf olan için tevazu ne kadar tabiîdir?...
İlimde müsamahaya gelince, bunun sebebi en kat’î sandığımız
bilgilerin bile değişmesi, başka türlü izah edilebilmesi imkânıdır.
Muhakkak böyledir diyeceğimiz birşeyin öyle olmaması pek muhtemeldir. Her
zaman hata etmemiz imkânı vardır. Bu şerait altında bir ilim adamı için müsamahalı
olmaktan daha zarurî ne olabilir?”19
Yukarıdaki alıntının özellikle ikinci paragrafı bilimdeki her türlü
kesinlik iddiasının geçersizliğini en açık bir şekilde ortaya koymakta,
her bilimsel sonucun bir gün daha iyisinin ortaya çıkarılabileceğini hattâ
her doğrunun günün birinde yanlışlanabileceğini ifâde etmektedir. Peki,
bu kesin olmayan bilime güvenmeye devam mı edeceğiz? Hasan-Âli bu konuda
tereddütsüzdür. Genç bir maarif müfettişi olarak katıldığı Birinci Türk
Dil Kurultayında Hüseyin Cahit Yalçın’ın Türk dilini kendi dalgalanmalarına
bırakmak, ona dışarıdan etki etmeye çalışmamak şeklindeki tezine yönelttiği
eleştirisinin kapanış cümleleri, bize Hasan-Âli’nin bilim, bilimin kapsamı
ve bilime itimad konsundaki düşüncelerinin belki de en güzel ifâdelerinden
birini sunmaktadır:
“Efendiler, dil her tabiî mevcudiyet gibi tesir kabul eder. Fakat bu tesir
tabiî mevcudiyetlerde olduğu gibidir. Dil de şahsî arzulara tâbi bir
oyuncak değildir. Görüyorsunuz ki, burada elektrik lâmbaları yanıyor, biz
onların ışığiyle okuyabiliyoruz, birbirimizi görebiliyoruz. Elektrik
kanunları keşfedilmeden evvel bu kuvvet bizi aydınlatmak, bize müfit olmak
yerine yıldırım şeklinde bizi öldürüyordu, evimizi delik deşik ediyordu.
Nasıl oldu da biz bu kuvveti esir edebildik ve ampulün içerisine sokabildik?
Kanunlarını bulmak ve o kanunlar vasıtasiyle o tabii kuvvetleri esir etmek
suretiyle ona müessir olalım, yoksa arzumuza onu alelıtlak tâbi kılmak
suretiyle değil!....
Bunu yapmak için lâzımgelen şeyin birincisi ilimdir, bilgidir. Fakat
ikincisi onun kadar mühim, onun kadar canlı ve onun kadar müessir bir şeydir:
insan iradesi, insan iradesi.”20
Burada Hasan-Âli’nin her doğal olayın anlaşılasında mutlaka bilime müracaatın
yanı sıra, bilimi de yapabilmek için en gerekli şeyin insan iradesi olduğunu
imâ ettiğini görüyoruz. Burada üstüne basa basa söylediği insan katkısını
Pozitivizmin eksik yanlarını anlatırken daha da açarak tartışmıştır:
“A. Comte, meydana çıkarılmamış Fenomenler üzerine kurulmuş araştırma
ve çalışma hipotezlerini, Müspet Bilime girmez diye reddetmiştir. Halbuki
bu hipotezler, ileride kurulacak bilim araştırmaları için son derece
verimlidir. Müspet Bilim, yalnız müşahade altına alınmış fenomenleri
kaydetmekten ibaret olmamak lâzım gelir. Bir de yeni yeni araştırma alanlarını
Bilime kazandırmak vardır ki, bilimin en çekici ve yaratıcı tarafı da
budur. Halbuki sıkı bir Positivism böyle alanlara girmeyi, bilime uygun görmiyerek
yasak etmiştir. Bilimin felsefesi olarak karşımıza çıkan bu sistem,
neticede Bilimi kösteklemektedir.”21
Bir önceki alıntıda insan iradesinin öneminin altını çizen Hasan-Âli,
burada da insan hayal gücünün, insan yaratıcılığının eseri olan araştırma
ve çalışma hipotezlerinin, bilime yeni yollar açacak atılımların önemini
anlatmakta, bilimcinin kesinlikle eldeki gözlem malzemesinden, bir diğer deyişle
veriden öteye geçmesinin şart olduğunu vurgulamaktadır. Surî ve Tatbikî
Mantık’da doğa bilimlerinin çalışma tarzını anlatırken, varsayımlar
hakkında şunları yazmıştır: ”22
Yukarıda verilen uzun pasajda kanımca en önemli noktalar varsayımların
bilimdeki hayatî rollerine dikkat çekilmiş olması kadar, varsayımların üretilmesinde
de insan beyninin veriden bağımsız, serbest bir şekilde ürettiği
fikirlerin öneminin anlatılması, bunların nasıl üretilebileceklerinin ise
öğretilebilir veya öğrenilebilir bir yönteminin olmadığının altının
çizilmesidir. Hasan-Âli özetle yaratıcı kafa olmadan bilim olamaz
demektedir. Bir başka ifade ile nakl-i ilim, bilim değildir demektedir.
Hasan–Âli’nin bu düşüncesini dile getirmek için seçtiği kelimeler,
insana Albert Einstein’in Prusya Bilimler Akademisi’ne seçilmesi nedeniyle
2 Temmuz 1914 tarihinde yaptığı konuşmada söylediklerini hatırlatmaktadır:
“Teorisyenin yöntemi şunu da beraberinde getirmektedir: O, kendisine
temel olarak prensipler adı verilen bazı genel kabullere ihtiyaç duyar. Bu
kabullerden sonra bazı sonuçlar çıkarır. O önce o prensipleri arayacaktır,
sonra da prensiplerden çıkarılacak sonuçları geliştirecektir. İkinci görevi
yerine getirebilmek için okulda uygun bir eğitim alır.... Yukarıda
bahsedilen görevlerden birincisi, yani çıkarımlara kaynak olabilecek
prensiplerin tesbiti ise bambaşka bir türdendir. Burada öğrenilebilecek,
sistematik olarak kullanılabilecek ve hedefe götüren bir yöntem yoktur. Araştırıcı,
daha ziyade tecrübenin bize gösterdiği veri grupları üzerinde kesin bir şekilde
ifâde edilebilecek bazı genel hatlar farkederek doğadan bahsi geçen genel
prensipleri adeta duymalıdır.”23
Bu nasıl yaratılacakları konusunda öğrenilebilecek bir yöntem bulunmayan
varsayımlar, bir defa telâfuz edildikten sonra ise sürekli bir şüphe altına
alınmalıdırlar Hasan-Âli’ye göre:
“Âlim, kendi vazettiği faraziyelerden henüz tahakkuk edip etmediklerine
nazaran daima şüphe etmelidir. ... âlimin şüphesi bir “Septik„ in şüphesi
gibi değildir.; belki ikisi arasında tezat vardır. Septik, kendine inanan,
fakat ilme inanmayan bir adamdır ve ilmi inkâr edecek kadar cür’etkârdır.
Hakikî âlim ise, ancak kendinden ve kendi tefsirlerinden şüphe eder; fakat
ilme inanmıştır.”
Hasan-Âli aklın tek başına her şeye kaadir olduğuna inanlardan değildi.
Bilhassa bu açıdan dogmatizm hakkında söyledikleri çok önemlidir:
“Dogma Nedir, Dogmacılar kimlerdir?
Dogma, ilk defa ortaya atanlar tarafından düşünülmüş, fakat sonra onu
kabul edenlerin çoğu tarafından düşünmeden alınmış inanma klişeleridir.
Bizim nascılık diye tercüme ettiğimiz Dogmacılık, felsefedeki dar
anlamile aklın her şeyi bileceğine ve doğrunun ancak kendilerinde olduğuna
inananları gösterir. Fanatisme denilen taassubun süt annesi budur. ... Mizaç
itibarile dogmacılar, ‘dediğim dedik’ diyen soydandırlar. Tartışmaya
dayanamaz, fikir alışverişinde bulunamazlar. Zekâları tek cephelidir,
idrakleri iki duvar arasına açılmış bir yola benzer. Bu vasıfta olan
insanlar, her devirde, her yerde, hattâ her meslekte vardır. ...”24
Buraya kadar gördüklerimizden Hasan-Âli’nin bilim telâkkisi hakkında şu
sonuç çıkmaktadır. Ders kitabı yazarken öğrencilerine olabildiğince
zamanının “geçerli” felsefi nosyonlarını vermeye çalışan felsefeci
Hasan-Âli, sık sık filozof Hasan-Âli’nin itirazlarıyla karşılaşmıştır.
Filozof Hasan-Âli, bilimin yöntemlerinin gözlem, deney ve bunlardan tümevarımla
varsayımlar üretmek olduğunu söyleyen felsefeciye, tümevarımın kesinlikle
güvenilmez bir yöntem olduğunu, deney ve gözlemden önce varsayımın
gelmesinin gerektiğini, ancak aklın ürettiği varsayımların her adımda sıkı
bir gözlem kontrolundan geçirilmeleri gerektiğini hatırlatarak, bilimde nihâî
otoritenin hiçbir zaman olmadığını, bilimin sürekli bir gelişme ve büyüme
hâli içinde olduğunu iddia etmiştir. Bilime bu bakışı ile filozof Hasan-Âli
kendini yalnız sevgili önderi Mustafa Kemâl ve gençliğinin en parlak bilim
yıldızı Albert Einstein ile tam bir uyum içinde bulmakla kalmamış, yüzyılımızın
en büyük bilim filozofu diye bilinen ve eleştirel akılcılık ekolünün
yaratıcısı Karl Popper ile de paralel bir konuma düşmüştür.
1932 yılında Maarif Müfettişi ve 1938 yılında Maarif Vekili olduğu zaman
Hasan-Âli’nin kafasında bulunan “müsbet ilim” kavramı işte bu yukarıda
şekillendirmeye çalıştığım düşünce tomarından ibaretti. Karl
Popper’in daha sonra kristallenecek olan fikirleri kadar kesin ve berrak bir
şekilde dile getirilmemişse de Hasan-Âli’nin en azından çağdaşı bilim
felsefecileri düzeyinde bilim kavramına hakim olduğu, hattâ tümevarımın
ve hipotezlerin rolü konusunda diğer çağdaşlarından çok Popper’e yakın
olduğu kesindir. Aşağıdaki bölümde bu bilim kavramının müstakbel Maarif
Vekilinin ellerinde Türk eğitimine nasıl yön verdiğine bakacağız.
Hasan-Âli Yücel ve Bilimsel Eğitim
Hasan-Âli Yücel bakan olduğu zaman, zaten Atatürk’ün döneminde bilimsel
eğitimi tüm yurda yaymak konusunda fikri temeller atılmış, pek çok
tedbirin de alınmasına başlanmıştı. Ancak Atatürk’ün rüyalarını gerçekten
birer rüya olmaktan çıkarıp yaşanan hakikat yapabilmek maksadıyla ortaya
çıkarılması gereken hem düşünsel hem de fiziksel alt yapının kurulmasına
başlayıp, bunun Türkiye Cumhuriyeti’nin kendi imkânlarıyla çok da
zorlanmadan gerçekleştirebileceği realist bir proje olduğunun isbatı,
Hasan-Âli’nin eseri olmuştur. Yedi yıl, yedi ay ve dokuz gün süren bakanlığı,
hiç tartışmasız Türk entellektüel tarihinin altın doruğu olmuştur.
Hasan-Âli’nin akıllı, bilgili ve coşkulu yönetiminde tüm yurt bir okula
dönüşmüş, bir yandan okul binaları yapılırken diğer yandan dünya klâsikleri
dilimize kazandırılarak hem o okullarda çalışan ülke çocuklarının, hem
de onların öğretmenlerinin, anne ve babalarının, ailedeki diğer büyüklerinin,
kısaca çocuğun içinde büyümekte olduğu ortamdakilerin ufku giderek genişletilmiş;
bir yandan yeni üniversiteler açılır, eskileri modernleştirilirken, diğer
yandan o üniversitelere gidenlerin ve orada eğitim yaptıranların ruhsal
ihtiyaçlarına cevap verecek konservatuar açılmış, sergiler düzenlenmiştir;
bir yandan ard arda bilimsel kongreler düzenlenerek bilim adamlarının bir
araya toplanıp sorun ve önerilerini tartışacakları bir ortam yaratılmış,
buradan bilim cemiyetleri doğmuş, diğer taraftan ansiklopedi yayınları başlatılarak
hem bilimcilerin bilgi ve buluşlarını halka sergileyebilecekleri bir platform
oluşturulmuş, hem de yüzyıllardır akla ve bilgiye susamış halkın bu
susuzluğunu dindirecek bereketli havuzlar yaratılmıştır. Enerjik bakan o açılıştan
bu kongreye, o toplantıdan bu törene koştururken kafasında sürekli projeler
geliştirmiş, o andaki eğitim ihtiyaçlarımıza ve bilhassa Osmanlı’nın
cahil ve sefil bıraktığı ve âdeta Atatürk’ün kendisine vasiyet ettiği
Anadolu köylüsünün bilgiye ve dolayısıyla refaha kavuşturulabilmesi için
orijinal modeller üretmiştir. Türkiye’nin ne mutlu bir şansıdır ki genç
ve dinamik bakan, o zaman dikkat ve müdahalesine muhtaç hemen her konuda belli
bir uzmanlık düzeyine ulaşmış bir üstad durumundaydı. O’nun muazzam
bilgisi ve keskin zekâsı belki o zamanlar tam olarak takdir edilemedi. Ancak
bugün tarih kendisini bir dâhi olarak selâmlamaktadır.
Hasan-Âli bakan olduğu zaman, Türkiye’deki eğitimde gördüğü en büyük
ilerleme, hiç kuşkusuz lâiklikti. Çünkü, “Cumhuriyet, lâiklik
ilkesiyle milletimizin ana meselelerini tabiat üstü görüşten alıp tabiat içi
anlayışa getirerek cemiyet hayatımızda kesin, verimli bir değişme yaptı....
Bugün artık ne biliyorsak müspet bilgiden ne istiyorsak deneyli teknikten öğreniyoruz.
Bilimin ve tekniğin sustuğu yerden sonradır ki, fiziğin ötesine aşıyoruz.
Ancak bu alan, tek insanla, tek tanrının birleştiği yerdir. Tek için, kendi
varlığında her türlü inanış ve anlayış, bu birleşmede tam serbesttir.”25
Akıl dışı inançların bireyin tek başına kendi sorumluluğu olması,
dinsel konuların tamamiyle devlet mekanizmasının dışına çekilmesini
gerektiriyordu: “Hususî itikatlar bir vicdan meselesi olduğuna göre
hayatın yaratıcılığı içinde serbest ve tabiî bir tarzda olgunlaşan
ferdin vicdanını muayyen bir dini inanç şekline uydurmak devletin işi değildir.”26
Lâiklik, Türk eğitimcisine, eğitim şekil ve programlarını kayıtsız ve
şartsız olarak bilim, Atatürk’e ve Hasan-Âli’ye göre, doğa bilimi
temeli üstüne oturtma imkânı veriyordu. Cumhuriyetten önceki eğitimde bu
yoktu. Sultan II. Abdülhamit dönemi eğitimini anlatırken, Hasan-Âli bizzat
içinde yetiştiği o sistemi şu sözlerle dile getiriyor:
“Bu karanlık devirde fikir açacak bilgilerden meselâ tarih dersleri
mahdud bahislere ve sahifelere inhisar eder; müşahade kabiliyetini uyandıracak
fen dersleri, tatbikatsız ve ezberden okutulurdu. Bunların yerine bol bol
arabi, farisi, akait, ilmi kelâm ve sair iskolâstik bilgilere ehemmiyet
verilirdi. ... Resmi tedris usulü, ne tefekkür ve muhakemeye, ne tecrübe ve müşahadeye,
ne vatani ve millî hislere dayanmaz; ezbercilik ve dincilik sınırları dışına
çıkmamasına dikkat edilirdi”27
Halbuki Hasan-Âli, hayatını yazmış olduğu büyük ve bilgin Alman şâiri
Goethe’nin dediği gibi şunun farkındaydı: “Hayat ve hürriyet
isteyen, her gün onları yeniden fethetmelidir.”28
Peki, bunu nasıl yapacaktık? Bu konuda dâhi bakan, 8 Kasım 1943’de Ankara
Üniversitesi’nin yeni Fen Fakültesini açarkan bakın ne diyor:
“Her ilerleme, hiç kimse tereddüt etmemelidir ki, pozitif bilimin ışıkları
altında olmaktadır. Tarih içinde, Avrupa Rönesansı’ndan sonraki asırlarda
ilerleyen milletlere ayak uydurmada zaman kaybetmiş bir millet olarak biz,
aradaki açığı kapatmaya mecburuz.
...
Medeni bir kütle olarak geçmiş yakın devirlerimizde gördüğümüz en
fena alışkanlık yalnız zekâya güvenmek, yalnız sağduyularla yeterlenmek
ve deneme esasını kabule yanaşmayan vehimlerle millet hayatında gölge
oyunları oynatmaktır. Pozitif bilim, günlük hayata girmedikçe, cemiyetin işleri,
o işleri bilenlerin toplu fikirlerine dayanmadıkça, hayat, fakir realiteler
halinde kalmaya mahkûmdur.
...
Bizim öğrencilik devirlerimizde, bugün yetiştirmekte olduğumuz gençlerin
bir türlü akıl erdiremeyecekleri bir öğretim usulü vardı. Tek deney
yapmadan fizik, tek madde görmeden kimya okutulurdu. Öğrendiğimiz fizik,
karatahta fiziği: okuduğumuz kimya tebeşir kimyası idi. Belki bugün birçok
maddi eksikliklerimiz vardır; fakat zihniyetimiz, pozitif bilimin ilkelerine ve
metodlarına tam uyar hale gelmiştir.
...
Bu fakültede, İstanbul Fen Fakültemizde olduğu gibi, bilim zihniyeti ve
arama ruhu hakim olacaktır. Nakilcilik devrinden kurtulmaya uğraştığımız
bu zamanda, denemeden çıkan bilgilerin sentezi ile tüme varıcı bir endüktif
metodla29 fen adamı yetiştirmek istiyoruz. Bu
fakülteden ışıklanacak gençler, yarın kendi bilgi alanlarında cüretle düşünebilecek
ve düşündüklerini gerçekleştirmek için kendilerine inanarak teşebbüse
geçebilecek iktidard olacaklardır. Büyük buluşlar, beşerî bilim tarihinde
gördüğümüz gibi, hep bu yoldan olmuştur. İlmin de muhtaç olduğu bir
cins cesaret ve cüret vardır. Bu Fakülte, o duyguyu aşıladığı nispette dünya
ilmine yeni bilginler ve yeni bilgiler katacaktır. Karatahta fiziğini ve tebeşir
kimyasını, dünün iskolastiği gibi her iki Fen Fakültemizde hakiki manasında
yok etmek istiyoruz. Onun için, insan zekâsına en geniş uçma ve yükselme
imkânını veren pozitif bilim, memleketimizin hayat desteklerinden biri
olacaktır.”30
Pozitif bilim, yani doğa bilimleri, Hasan-Âli için yalnız okulda derste görülen
bir şey değil, memleketimizde bizzat hayatın temel dayanağı olmalıydı.
Hayatın dayanağı olan doğa bilimi, aynı zamanda hürriyetin de müjdecisidir,
zira “Hürriyet fikri, zaten, bilimden doğar. Cehaletten, ancak esaret çıkar.”31
Büyük filozof-eğitimci-devlet adamının yalnızca yukarıdaki sözlerini
okuyanlar, bunların bir fen fakültesinin açılışı esnasında bir politikacının
o fakültenin ruhuna uygun seçip söylediği sözler sanabilirler. Bu kanı
tamamiyle yanlıştır. Yukarıda söylenilenler, Hasan-Âli’nin bütün benliği
ile inandığı kanaatleridir. Bakın, Ankara Üniversitesi’nin Dil ve
Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin yıldönümünde doktora diplomalarını verdiği
törende bu konuda neler söylemiş:
“Biz bilim deyince geniş manasında disiplin ve tertip anlıyoruz. Bunun
bir kısmı beynin içinde, bir kısmı kendimizin dışında oluyor. Beynimizin
içindeki insan lojiği, dışındaki disiplin de deney dediğimiz tecrübelerdir.
Deney ve araştırmasız bilim olamaz, bilim onsuz kurulamaz. Görüyoruz ki,
Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi gibi konusunun büyük bir parçası nazarî
olan bir bilim kurumu dahi Türk biliminin yüzünü güldürecek faydalı araştırmalar
yapabiliyor. Bu araştırmalar çok önemlidir. Devam edecek bu deney ve araştırmalar,
bilimin görülmemiş realiteleri meydana çıkarmasını ve yeni hakikatleri
bilgimize katmasını sağlayacaktır. Bu araştırmaların ortaya koyduğu
tezler genç bilginleri hazırlamak için tutulacak en iyi bir yoldur.
Milletimize iftihar kaynağı olacak dünya ölçüsünde büyük zekâlar, büyük
adamlar, bu yoldaki çalışmalarla doğacaktır.
...
Hakikat, ideal sayılmaya değer en nurlu bir amaçtır. Saadetinizi, ona
yaklaşmakta bulunuz, genç arkadaşlarım.”32
Hasan-Âli’nin bilim telâkkisini bilmeyenler, O’nun eğitim ruhunun yabancısı
olanlar, yukarıya aldığım pasajdan kendisinin eğitimde teorik ve deneysel
diye iki ayrı yol olduğunu imâ ettiğini zannedebilirler. Bu böyle değildir.
Bilim O’nun telâkkisinde tek olduğu gibi bilimin eğitimi de bir bütündür.
Bu konudaki düşüncelerinin en açık görüldüğü yerlerden biri, Yüksek Mühendis
Okulu’nu İstanbul Teknik Üniversitesi haline dönüştürürken, Gümüşsuyu
binasında 20 Kasım 1944’de yaptığı uzun ve heyecanlı konuşmadır. Bu
konuşmadan aşağıya aldığım uzunca pasaj söylevin ortalarındandır:
“Bizde teorik ve pratik çalışmaların ayrılığı, öğretim hayatımızın
eski bir derdidir. Nazarî bilgilere vukuf iddia ederek kendilerini pek derin ve
yüksek düşüncelerde gösteren bilginlere rastladığımız gibi, teorik
mahiyetteki bilgileri bir fantazi sayarak sırf pratikle verimli işler görülebileceğini
ileri süren basitçi aydınlarımız vardır. Kültür tarihimizde riyaziyatçı,
edebiyatçı tabirleriyle başka bir bakımdan bu ayrılğı gösteren yanlış
ve eski düşünceye dikkatle parmağımızı basmalıyız. Bu yanlış düşünüş
şu sanıda açık olarak görülür:
‘Olaylar üstünde düşünüp onların bağlandıkları kanunları bulmak
demek olan pozitif bilim, salt rasyonel olan matematiğe muhtaç olmaksızın
var olamaz. Şu halde salt matematiğe yüksek fikir işlevi olarak zekâyı bağlayanlar
ayrı, bunların madde üstünde tatbikatını yapanlar ve arayanlar ayrıdır.’
Archimedes’den beri gelip geçmiş ve madde âleminde her türlü olay
serilerinin bağlı oldukları kanunları bulmuş büyük bilginleri şu anda kısaca
gözümüzün önüne getirirsek hangisinin bu ayrılığa inanabilmiş olduğunu
görürüz? Hangi büyük bulucu bilgin vardır ki, deney denilen araştırma
disiplinine ruhunu uydurmaksızın bir hakikata erebilmiştir? Bir deneyi yüzlerce
ve icabında binlerce defa tekrar eden ve beşer zekâsının en yükseklerine
sahip olan bilginler, acaba bu araştırmaları basit bir işçi duygusu ile mi
yapmışlardır? Onların varmak istedikleri hakikat bir bütün olmasaydı,
dimağın iç faaliyeti ile ki—o da başlı başına bir deneyden başka bir
şey değildir— dimağın dışında yapılan tecrübeler, faydacı bir iş bölümü
ile iki bilgin arasında taksim olunabilirdi. Fakat genel bilim tarihi, eşit
yetkide ve tecessüs kudretinde olmak üzere böyle iki bilgini, tek hakikati
bulmakta erdikleri şerefe beraberce nail etmemiştir. Bilimsel yetkisi çok üstün
bir heyetin önünde bu fikirleri söylemeye cüret edişimin sebebi, Teknik Üniversitemizin,
pratik amacı olduğu için bu kurumumuz hakkında yanlış bir düşünceye düşmesi
ihtimali olanları uyarmak, diğer taraftan bir kısım konuları bazı fakültelerimizle
tedahül ettiği için, oralarda böyle bir pratik amaç olmasa bile, salt
bilimin de deneysel mahiyeti bulunduğunu, bu güzel günün fikir havasından
istifade ederek söylemektir.”33
Yüksek öğretim kurumlarında araştırma Hasan-Âli tarafından asla bir yan
görev olarak değil, bil’akis eğitim işlevinin ayrılmaz bir parçası
olarak düşünülüyordu. Araştırma olmadığı takdirde eğitim kalitesinin
arzu edilen üstün düzeyde tutulmasının mümkün olmadığı kanısındaydı:
“Araştırma meselesine gelince; burada iki noktayı beraberce mülâhazaya
almak lâzımdır. Birinci nokta, beşer zekâsının bin sıkıntı ve gayretle
bulduğu hakikatları yeniden arayıp bulma zahmeti; ikinci nokta, bulunmuş
hakikatları bulunmamış gibi alarak, yeni hakikatları bulmak maharetini
kazanma gayreti... Öğretim metodlarında hazırı kullanma ve bununla
yeterlenme, netice olarak bize şunu verir. Öğretici daima söyleyip anlatan,
öğrenci daima dinleyip anlayandır. Bu metodla öğrenciyi pasiflikten
kurtarmak imkânsızdır ve böyle öğretilen bilgi, hayata geçebilecek
kudreti kazanamaz. Kuvvet-fikir olamaz, ölü fikir olur. Öğretimde yaratıcı
metod, daha evvel kazanılmış bilgilerin bir kısmına dayandırarak, öğrenciyi,
bulunmuş bile olsa, bulunmamış hakikatları buluyormuş gibi yetiştirebilmektir.
... Sabah erkenden laboratuvarına girip çalışmalarına bir gün önce bıraktığı
yerden başlayarak akşamın karanlığını bulanlar, bilim zevkinin en yükseğine
erenler olacaktır.”34
Üniversitelerde araştırmasız eğitime tahammülü olmayan bilgin Maarif
Vekili, orta eğitimde de prensiplerin bundan değişik olduğu veya olması
gerektiği fikrinde değildi. Daha Orta Maarif Müdürü iken kaleme aldığı Türkiyede
Orta Öğretim adlı belgesel eserinde Cumhuriyet’in orta öğretim politikasını
şu şekilde dile getirmiştir:
“Cumhuriyet devrinde orta tahsil müesseselerimizin hedef bildiği ana
prensiplerden biri de müsbet ilimdir. Hâdiseleri olduğu gibi görmek, onlara
hiç bir mistik ve metafizik mülâhaza karıştırmaksızın kanunlara yükselmek,
öğretimde esaslı gayelerimizden biridir. Bununla gençler, tecrübe ve müşahadeye
alıştırılıyor ve böylece dünyevî bir terbiye ve talâkki ile kâinata
bakabilmek melekesini kazanmış oluyorlar. Denemeden inanmak, indî mütalealarla
hayat ve dünyayı görmek sakîm usulünden kurtuluyorlar. Böylece yarınki
Cumhuriyet eliti, hem vatan sever, hem insaniyet dostu, hem ilim sahibi olmuş
bir şekilde yetişecektir. Yeni programlar ve onun esas hedefleri hulâsa
olarak bunlardır.”35
Hasan-Âli, orta öğretime büyük önem veriyordu, zira “Türkiye’de
Orta Öğretim mevzuunu tetkik etmek, ayni zamanda Türk münevverinin hangi
prensiplere dayanılarak, hangi gayeler için yetiştirildiğini incelemek
demektir.”36 Ama hem O’nun hem de
devletin genelde en çok başını ağrıtan mesele ilköğretimdi. Cumhuriyet
rejimi elde kalan memleket harabesini Osmanlı İmparatorluğundan devraldığı
zaman, hemen her konuda olduğu gibi, eğitim konusunda da görülen manzara tam
bir felâketti. Bilhassa Anadolu halkının, çilekeş Anadolu köylüsünün
yavruları uygarlığın sunabileceği her türlü nimetten uzaktılar, uzak
tutulmuşlardı. Anadolu’da ilköğretimin durumunu 1924 yılında, yani
Cumhuriyetin ilk yılında Maarif Vekili olan Vasıf Çınar şu üzüntülü ifâdelerle
dile getiriyordu:
“Ben Marif Vekili sıfatıyla tamamen kaniim ki, Türkiye’de ilk tedrisat
yoktur. Bütün mekteplerimiz 3.200’dür. Mevcut iptidai muallimler 5.600’dür.
Salahiyetle, vukufla ve iş başında bulunmak itibariyle söylüyorum ki, Türkiye
Cumhuriyetinde tedrisatı iptidaiye yoktur. Kemali hicapla söylüyorum ki, Türkiye
Cumhuriyeti’nin bazı köylerinde bir tek mektep bile yoktur. Hatta bu sözümü
3-4 vilayete bile tatbik edebilirsiniz. Buralarda daha 30 sene mektep açılması
ve yapılması imkânı yoktur.”37
Osmanlı’nın bıraktığı bu enkaz en kısa zamanda imar edilmeliydi. Bu
konuda Atatürk, Vâsıf Çınar’ın konuşmasından iki yıl önce, Büyük
Millet Meclisi’nin üçüncü toplanma yılı başında Meclis küsüsünde görüşlerini
dile getirmişti. Hasan-Âli O’nun bu konuşmasını Türkiye’de orta öğretimin
tarihi hakkında yazdığı hacimli eserinin baş kısmına şu sözlerle almıştır:
“Millî şef, vatanın bağrında düşmanla döğüşen milletinin maarifi için
en doğru yolu göstermişti. 1 Mart 1922de birinci devrenin üçüncü toplanma
yılı başında Büyük Millet Meclisi kürsüsünden söylediği bu
hakikatleri, bu işte de onun en doğruyu bulduğuna delil olarak buraya
nakledeceğiz:
“Efendiler!
Asırlardan beri milletimizi idare eden hükûmetler tamimi maarif arzusunu
ızhar edegelmişlerdir. Ancak bu arzularına vusul için şarkı ve garbı
taklitten kurtulamadıklarından, netice milletin cehilden kurtulamamasına müncer
olmuştur. Bu hazin hakikat karşısında, bizim takibe mecbur olduğumuz maarif
siyasetimizin hututı esasiyesi şu olmalıdır: demişdim ki bu memleketin
sahibi aslîsi ve heyeti içtimaiyemizin unsuru esasisi köylüdür. Binaenaleyh
bizim takip edeceğimiz maarif siyasetinin temeli, evvelâ mevcut cehli izale
etmektir.
Efendiler! Bu hedefe vusul, tarihi maarifimizde mukaddes bir merhaleyi teşkil
edecektir. Bir taraftan izalei cehle uğraşırken bir taraften da memleket evlâdını
hayatı içtimaiye ve iktisadiyede fîlen müessir kılabilmek için elzem olan
iptidaî malûmatı ameli bir tarzda vermek usulü maarifimizin esasını teşkil
etmelidir.”38
Yukarıya ancak genel kısmını aldığım bu önemli konuşma Atatürk’ün eğitimin
her safhasında hem teorik hem de pratik eğitimin bir arada yürütülmesi
gerekliliğini çok açık bir şekilde anlamış ve anlatmış olduğunu göstermektedir.
Atatürk’ün bu görüşünü, Vasıf Çınar’ın Maarif Vekili olarak
1924’de yaptığı tesbitle birleştirince, Cumhuriyet hükûmetlerinin
bilhassa ilk öğretim konusunda karşılarında duran görev zihnimizde
kristalleşir. Bunu Hasan-Âli bir defa şu sözlerle ifâde etmiştir:
“Bizim karşımızda ancak şu mesele vardı:
Türkiye’de yurttaşların %25’i şehir ve kasabada, % 75’i köyde yaşıyordu.
Halbuki ilk öğretim çağında bulunup okul ve öğretmen bulabilen çocuklarımızın
%75’i şehir ve kasabada, %25’i köyde idi. Bu nispeti ters orantısından
kurtarmak ve normal hâle getirmek lâzımdı.
‘Biz bunu nasıl yapabiliriz’ diye düşündük. Bütün dünya
memleketlerinin ilk öğretim durumlarını incelettik, broşürler halinde bastık
ve 1939’da topladığımız Birinci Maarif Şurasına sunduk. Alınacak
tedbirleri de gösterdik. Ayrıca Millî Şef İnönü’ye arzettik. Uzun
geceler, bunları satır satır beraberce inceledik. Her iki yönden varılmış
neticeleri karar haline getirip kanun tasarısını böylece hazırladık. Tasarı,
bugün 20. yılını idrâk ettiğimz günde [yani 17 Nisan’da] Büyük Millet
Meclisinde kabul edildi”39
Bahsi geçen kanun Cumhuriyet tarihinin en büyük eserlerinden birinin, meşhur
Köy Enstitülerinin kuruluş kanunudur. 1940-1942 yılları arasında kurulan
17 Köy Enstitüsü şu esaslara göre kurulmuştur:
“1. Köyden kız-erkek ilk okulu bitirmiş çocuklardan almak.
2. Onları köy hayatının şartlarına uygun bir çevre içinde 5 yıllık
eğitime tâbi tutmak.
3. Yalnız okuyup yazma öğreten ve müfredat organlarındaki dersleri
okutan pasif bir insan değil, Cumhuriyetin ve inkılâbın adamı olarak köyde
önder olma vasfında, köy hayatında işe yarar öğretmen yetiştirmek.
4. Okuyup yazacakları ve yaşayacakları yerleri, başlarına bilirkişi
koyup bunların kendilerine yaptırmak.
5. Öğretmen çıktıkları zaman gidecekleri köye toprakla, bahçe ile ve
köy işleriyle vazifelendirip kendilerini devamlı surette bağımlı kılmak”40
Bu program dünyada eşine pek ender rastlanan bir başarıyla yürürlüğe
konmuş, Köy Enstitüleri kendilerini plânlayan, yapan ve yöneten
kahramanlarla ve hiç şüphesiz en başta bu kahramanlara ilham veren, onları
yönlendiren ve kollayan bilgin Maarif Vekili Hasan-Âli Yücel ile birlikte bir
aydınlanma destanı yazmışlar, Anadolu’nun bin yıla yaklaşan o feci
talihini kırarak insanlığın ilk uygarlığının icat edildiği bu dünya
cennetini tekrar uygarlığa kazandırmışlardır. Köy Enstitüleri ne yapmıştır?
Bakın bunun cevabını 1955 yılında Hasan-Âli nasıl veriyor:
“Uzun lâfın kısasını söyleyeceğim. Bugün Türkiye ilk okullarında
1.822.498 öğrenci var. Yukarıda söylediğim nisbete41
vurursanız bunun 1.300.000’i şehirlerde, 500.000’i köylerde olmak lâzım.
Halbuki değil!... 1.289.547 köylerde, 563.051 öğrenci şehirdedir. (Maarif bütçesi
hakkında Encümen raporundaki rakamlara göre) O eski nisbet, 15 yıl içinde
nasıl tersine döndü? Nasıl muvazenesini buldu? Kimler bu doğru denklemi
kurabildi? Soruyorum. O ‘nalbant’ denilen memleket evlâtları, yani Köy
Enstitüleri mezunları sayesinde değil mi?”42
Hasan-Âli’nin büyük bir iftihar ve biraz da pek haklı bir kızgınlıkla
dile getirdiği bu sonuç, yukarıda da gördüğümüz gibi, Osmanlı’nın bıraktığı
maddi ve manevi enkazın imar edilmesi projesinin en önemli parçası, hattâ
temel taşı olarak Atatürk tarafından teşhis edilmiş bir problemin halli
yolunda atılmış en büyük adımdır. Köy Enstitüleri tam anlamıyla Atatürk’ün
ruhuna uygun, O’nun bakış açısının ve tavsiyelerinin doğal uzantısı
olarak kurulmuş müesseselerdir. Fakat bizi burda ilgilendiren, bunun da ötesinde,
bu Enstitülerin kuruluş planlarının yapılması esnasında Hasan-Âli ve
arkadaşlarının nasıl bilimsel bir yöntem izleyerek, nasıl eldeki verileri
aynen Atatürk’ün Samsun’a gitmeye karar vermesi arifesinde ve Sakarya
Meydan Muharebesinde ve daha pek çok durumda yaptığı gibi irdeleyip problemi
vazetmiş olmaları, daha sonra bütün dünyada benzer problemler için
vazedilmiş çözüm önerilerini eleyip eldeki probleme en iyi çözümü bulmuş
olmaları ilgilendirmektedir. Hiç kuşkusuz, Köy Enstitülerinde de Hasan-Âli’nin
ilkokullarında da eğitim aynen o zamanın orta ve yüksek kademeli okullarında
olduğu gibi bilimseldi. Ama bunun da ötesinde, tüm eğitim sorunu da onu yönetenler
tarafından bilimsel bir ruh içinde ele alınmıştı. Bu açıdan, benim
Cumhuriyet tarihinde görebildiğim kadarıyla, Atatürk’ün Türkiye’yi
“muasır medeniyet seviyesinin üzerine çıkarma” projesinin bir tek eğitim
kanadı O’nun ölümünden sonra İkinci Dünya Savaşı yıllarının
yokluklarına rağmen tamamen O’nun doğru olarak tesbit ettiği yolda hiç
aksamadan 1946 yılına kadar, yani Hasan-Âli Yücel’in gerici baskısı altında
Maarif Vekâletinden uzaklaştırılmasına kadar sürmüştür.
Yukarıda en kaba hatlarıyla, Hasan–Âli Yücel’in, eğitimin her
kademesinin bilimsel olmasını istediğini, buna ölçek olarak da doğa
bilimlerini aldığını gördük. Atatürk’ün tavsiye ve vasiyetine tamamen
paralel olan bu tutum, zaten çağımızın akılcı tutumuna eşittir. Ancak
Hasan-Âli Yücel’i sadece büyük bir maarif vekili değil, fakat yüce bir
maarif vekili yapan tabiî ki O’nun sırf okullara olan ilgisi değildi. Ancak
bu küçük yazının sınırları içinde O’nun tüm çalışmalarının başlıklarını
dahi sayamayız.
Ancak O’nun tercüme faaliyetinden çok kısa da olsa bahsetmek istiyorum. Bu
faaliyet, Hasan-Âli’nin gözünde milletinin uzun yıllardır karartılmış
ufkunda doğacak olan güneşlerden biriydi. O, bu yöntemle Türk diline, Türk
kütüphanesine kazandırılacak eserlerin milletinin mensuplarının zekâlarına
idman yaptıracağını, onları pek çok yeni hedeflere döndüreceğini ve bu
suretle bilimsel düşünmeyi, dolayısıyla uygar olmayı teşvik edeceğini ümid
ediyordu. Başlattığı bu muazzam seride, kendi plânına göre hem batının
hem de doğunun klâsikleri olacaktı. Bakanlıktan uzaklaştırıldıktan
sonra, politik hasımları tarafından millî kültürümüzü gûya hırpalamak
gibi zırva bir iddia ile suçlanan bilim ve sanat tarihçisi, sanatçı Hasan-Âli,
1939 yılında Birinci Neşriyat Kongresini açarken Osmanlı eserlerine genç
nesillerin de ulaşabilmesi için tedbir alma gereğinden bahsetmişti:
“Geçmiş asırlardaki ilim ve sanat adamlarımızın büyük kıymet taşıyan
eserlerinden ve tarihimizi, kültürümüzü aydınlatan esas kaynaklardan yarınki
nesillerin doğrudan doğruya faydalanmalarına artık imkân kalmadığı malûmunuzdur.
Onları bu değerli eserlerden müstağni sayabilir miyiz? Ve mahrum etmeye gönlümüz
razı olur mu? Bütün bunları nasıl ve ne şekilde bir plân yaparak doğrudan
doğruya istifade edilecek bir hale getirmeliyiz?”43
Tercüme eserlerin üretilip basılmasındaki amacı da gene en iyi kendisi 23
Haziran 1941 tarihinde tercüme serisindeki ciltlere yazdığı önsözde dile
getirmiştir44:
“Hümanizma ruhunun ilk anlayış ve duyuş merhalesi, insan varlığının
en müşahhas şekilde ifadesi olan sanat eserlerinin benimsenmesiyle başlar.
Sanat şubeleri içinde edebiyat, bu ifadenin zihin unsurları en zengin olanıdır.
Bunun içindir ki bir milletin, diğer milletler edebiyatını kendi dilinde,
daha doğrusu kendi idrakinde tekrar etmesi; zekâ ve anlama kudretini o eserler
nispetinde artırması, canlandırması ve yeniden yaratmasıdır. İşte tercüme
faaliyetini, biz, bu bakımdan ehemmiyetli ve medeniyet dâvamız için müessir
bellemekteyiz. Zekânın her cephesini bu türlü eserlerin her türlüsüne
tevcih edebilmişmilletlerde düşüncenin en isilnmez vasıtası olan yazı ve
onun mimarisi demek olan edebiyat bütün kütlenin ruhuna kadar işliyen ve
sinen bir tesire sahiptir. Bu tesirdeki fert ve cemiyet ittisali, zamanda ve mekânda
bütün hudutları delip aşacak bir sağlamlık ve yaygınlığı gösterir.
Hangi milletin kütüphanesi bu yönden zenginse o millet, medeniyet âleminde
daha yüksek bir idrak seviyesinde demektir. Bu itibarlatercüme hareketini
sistemli ve dikkatli bir surette idare etmek, Türk irfanının en önemli bir
cephesini kuvvetlendirmek, onun genişlemesine, ilerlemesine hizmet etmektir. Bu
yolda bilgi ve emeklerini esirgemiyen Türk münevverlerine şükranla
duyguluyum. Onların himmetleri ile beş sene içinde, hiç değilse, devlet eli
ile yüz ciltlik, hususî teşebbüslerin gayreti ve gene devletin yardımı ile
onun dört beş misli fazla olmak üzere zengin bir tecüme kütüphanemiz
olacaktır. Bilhassa Türk dilinin, bu emeklerden elde edeceği büyük faydayı
düşünüp de şimdiden tercüme faaliyetine yakın ilgi ve sevgi duymamak, hiçbir
Türk okuru için mümkün olamıyacaktır.”
Yüce Bir Maarif Vekili
Yukarıdaki belki de okuyucuya gereğinden uzun gelen paragraflarda önce günümüzde
modern bilim kavramının ne olduğunu anlatmağa çalıştım. Bu kavram hemen
tüm doğa bilimleri için geçerli olmakla beraber, henüz pek çok sosyal
disiplin bahsi geçen kavramın ifâde ettiği çalışma tarzını
benimseyememiştir. Bu nedenle hâlâ bilim veya bilimsel yöntem dendi mi akla
doğa bilimleri gelmektedir. Hattâ bazı bilim filozoflarının eserlerine bir
göz atılacak olursa, bunların bilim sözcüğünden hemen tamamen fizik
bilimini anladıklarını görürüz. Ben bilim kelimesinin bugünlerde genelde
doğa bilimlerini hiçbir tereddüde mahal vermeyecek şekilde tanımladığı
kanaatindeyim. Yukarıdaki paragraflarda aynı kanaatin, üç çeyrek asır önce
hem asker ve devlet adamı Mustafa Kemâl hem de filozof, bilimci ve sanatçı,
aynı zamanda devlet adamı Hasan-Âli tarafından paylaşıldığını gördük.
Osmanlı İmparatorluğunun harabeleri üzerine yeni bir devlet kurar ve çağdaşlarının
hemen hepsinden farklı olarak ortaçağ kalıntısı bir ümmetten modern bir
millet yaratmağa çabalarken, Mustafa Kemâl kendisine, aynen komutan iken yaptığı
gibi bilimsel yöntemi kılavuz edinmeye karar vermişti. Kurtuluş Savaşı’nın
ateş ve dumanı arasında, zaferden emin olan komutan, bir taraftan da zaferden
sonra milletini nasıl oluşturacağını düşünmüş, bunun en önemli aşamasının
millî bir eğitim olduğunu görmüştü. İşte o millî eğitim, bilgiyi hazırlop
veren kolay fakat sahte eğitim olamazdı. Mustafa Kemâl eğitimin öğrenmeyi
öğreten, kişiyi ömür boyu bağımsız ve üretken kılan bir faaliyet olması
gerektiğini biliyordu.
Yakın tarihimize bir göz attığımızda, Mustafa Kemâl’in Türkiye’yi dünyanın
en ileri ve en müreffeh ülkelerinden biri yapma idealinin bir politikacının
kütleleri tavlamaya yönelik boş lâfları değil, fakat bir dâhinin iyi düşünülmüş
samimî inancı olduğunu görenlerin başında O’nun ölümünden iki aydan
daha kısa bir süre sonra millî eğitimimizin ve kültürümüzün başına
getirilen Hasan-Âli Yücel’in bulunduğunu görürüz. Hasan-Âli, bakan olduğu
zaman, zaten maarif teşkilâtından gelen çekirdekten bir eğitimciydi. Ama
bunun üstünde O, Yenikapı Mevlevihânesinin ulvî havasında içten inandığı
dininin en entellektüel şeklini ve onunla birlikte gelen şiir ve musikî
terbiyesini hazmetmiş, İstanbul Darülfünununda Osmanlı kültürünün
verebileceği en iyi felsefe bilgisi ile kendi arkadaş çevresinden özümleyebildiklerinin
sentezinden çıkardığı felsefe ve bilim anlayışını dâhi beyninin süzgecinden
geçirmiş, devletinin kendisini gönderdiği Fransa’da Avrupa uygarlığını
inceleyerek kendisinin içinde yetiştiği kültür camiasının eksikliklerini
iliklerine kadar hissetmiş, ona olan saygısını ve sevgisini asla yitirmeden
toplumunu dünyadaki tek gerçek uygarlık olduğuna aynen Mustafa Kemâl gibi
inandığı Avrupa uygarlığına dahil etmek için kendini hazırlamış bir
aydın, bir üstün insandı. 10 Kasım 1938 günü saat 9’u beş geçe
Dolmabahçe’de Türk’ü aydınlatan meş’ale Mustafa Kemâl’in cansız
elinden düştüğü zaman onu ilk kapan ve çok sevgili önderinin nâşının
üzerinden tekrar göklere kaldıran Hasan-Âli olmuştur.
Hasan-Âli âdeta millî eğitim ve kültür bakanı olmak için doğmuş,
bilmeden kendini bu istikamette hazırlamıştı. Bu bakanlıkların gerektirdiği
bilgi dallarının hepsinde yayın yapmış bir uzmandı. Fakat kanımca en önemlisi,
Hasan-Âli profesyonel bir felsefeci olarak bilimin ve uygarlığın mahiyeti
hakkında söylenenleri öğrenmiş, bir filozof olarak da zamanının
felsefesinin bilgi bilimi de denilen epistemoloji dalında bilimin niteliği ve
özellikleri konusunda ortada dolaşan fikirleri tatminkâr bulmayarak, bilimde
nihâî otoritenin bulunmadığına ve bulunamayacağına karar vermiş olmasıdır.
Bu şekilde Hasan-Âli bir başka yazımda işaret ettiğim gibi gerçek bir
demokrat olmuştur. Bir demokratik idarenin başıboşluk olmadığını, özgürlüğün
de sınır ve kuralları olduğunu anlamıştır. Bu çerçeve içinde eğitim
programlarına el atmış ve gençleri herşeyden ve herşeyden önce bilimsel düşünce
tarzını gerçekten özümlemiş bireyler olarak yetiştirmemiz gerektiğini
idrak etmiştir. Bu programları yaparken, filozof Hasan-Âli eğitim politikasının
ana hatlarının doğa bilimi temellerinde çizilmesi gerektiğini tespit etmiş,
felsefeci ve bilim adamı Hasan–Âli fen ve felsefe eğitimini, sanatçı ve
musikişinas Hasan-Âli sanat programlarını, bilim ve edebiyat tarihçisi
Hasan-Âli de edebiyat programlarını tesbit etmiş, bir zamanların coğrafya
asistanı ilk Türk Coğrafya Kongresini toplayarak bir Coğrafya Kurumu’nun
kurulmasına vesile olmuş ve hem fen hem de sosyal bilimler üzerinde duran bu
çok önemli bilim kolunun ülkemizde teşkilatlanmasını ve modernize olmasını
sağlamıştır. Sanatçı Hasan-Âli Devlet Konservatuarını kurarken, bilimci
ve edebiyatçı Hasan-Âli hem tercüme serisinin hem de ilk Türk
ansiklopedisinin temellerini atmıştır. Bütün bu işler ve buraya yazamadığım
daha niceleri O’nun kafasındaki uygar Türkiye’nin bileşenleriydi. Canından
çok sevdiği önderi Mustafa Kemâl’den devraldığı meş’aleyi Avrupa’nın
Olympos’una dikmekti kararı. Mustafa Kemal’in hayalleri O’nun da
hayalleriydi. Her konuşmasında Türk milletinin büyüklüğünden, o millete
olan görevlerimizden bahsetmek âdetiydi. Her dâhideki o önüne geçilemez aşk
ve tutku O’nda da vardı. Okuyarak, öğrenerek, deneyerek, tartışarak dünyanın
en ileri ulusu olacağımızdan hiç kuşkusu yoktu. İşte tüm bu faktörler
bir araya gelerek O’nu yalnız büyük bir Maarfi Vekili değil, Yüce bir
Maarif Vekili yaptılar. O yücelikle O, Atatürk’ün münzevî zirvesine
belki de en çok yaklaşan insan oldu.
Son Söz
Peki sonra ne oldu? Onu burada anlatmayacağım45.
Umarım o çok fecî ve çok acıklı hikâyeyi gelecek nesiller öğrenmek
zorunda kalmasınlar. Fakat şu kadarını söyleyeyim ki, Hasan-Âli’nin tüm
hayâlleri duman olup gitti. Tabiî O’nunkilerle beraber Atatürk’ünkiler
de. Kırklı yılların sonunda Hasan-Âli’ye saldıran kafalar, o aynı
gerici kafalar, şimdi bizzat Atatürk’e saldırmaya kadar getirdiler işi.
Zaten Hasan-Âli daha sağlığında Türkiye’deki mücadelenin politik uçlar
veya etnik gruplar arasında değil, gericilikle ilericilik arasında cereyan
etmekte olduğunu söylemişti. Bu mücadeleyi kimlerin kazanacağını sanıyordu?
Sözü, Carlyle’ın Kahramanlar’ının Reşat Nuri Güntekin tarafından yapılan
tercümesine yazdığı önsözdeki kahraman tasviriyle gene O’na bırakıyorum:
“Yüzü geriye dönük olanlar elbette rahatsızlık duyacaklardır. Hayvanına
ters binmiş bir yolcu gibi bunların başı döner; geriden uzaklaştıkça eşyayı
küçülmeye başlar görürler; sıkıntıdadırlar, ıstıraptadırlar ve
bazan bunda samimidirler de ... Yüzü istikbale dönükler, uzakta küçücük
gördükleri ideallerini ona yaklaşmak için sarfettikleri emekle her zaman büyümekte
görürler; onu, daima daha aydın, daha canlı bulurlar. Onun için
iyimserdirler, bahtiyardırlar, hayatları daima verimli olur. Yürürler ve
beraberlerinde başkalarını da yürütürler. Yeni insanlar, kendi yarattıkları
tanrıların insanlarıdırlar. Bu türlü ideallerin doğduğunu duyanlaradır
ki, Kahraman diyoruz. Onlar yeni hayata acıkmış yoldaşlarına göğüslerini
yarıp kendi elleriyle ılık kanları dolu yüreklerini yiyecek diye
verebilenlerdir. Fedakâr olmadıkça, özgeci olmadıkça bu sırra ermeye, bu
mertebeye yücelmeye yol yoktur”46
A. M. C. Şengör
Türkiye Bilimler Akademisi ve Avrupa Akademisi Üyesi
İTÜ Maden Fakültesi Jeoloji Bölümü ve
Avrasya Yerbilimleri Enstitüsü Öğretim Üyesi
Notlar
1Hasan-Âli Yücel hakkında modern ve
genel bir çalışma için bkz. Çıkar, M., 1994, Hasan–Âli Yücel und die Türkische
Kulturreform: Veröffentlichung des Kultusministeriums/1635, Pontes Verlag,
Bonn, 120ss.+44 resim + 1 levha; aynı yazar 1997, Hasan–Âli Yücel ve Kültür
Reformu: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 208 ss., +34 resim
+ 1 katlanır levha; bu eserin bir tanıtımı için bkz. Arıkan, Z., 1997, Yücel
ve Kültür Reformu: Tarih ve Toplum, c. 28, sayı 166, ss. 63-64. Ayrıca bkz.
Uraz, M., 1938, Hasan Âli Yücel—Hayatı, seçme Şiir ve Yazıları: Son
Devrin Meşhur Şair ve Edipleri Serisi: 10, Semih Lûtfi Kitabevi, İstanbul,
128 ss.; İnan, M. R., 1995, Atatürkçü Destansal Millî Eğitim Bakanı Hasan
Âli Yücel: Eğit-Der Yayınları 3, 128 ss.+ 6 fotoğraf levhası; Kut, D.,
1996, Hasan Âli Yücel: Köy Enstitüleri, Amaçlar—İlkeler—Uygulamalar’da:
Köy Enstitüleri, Çağdaş Eğitim Vakfı Yayınları Tanıtım Dizisi: 1,
Ankara, ss. 127-132; Kayalı, K., 1997, Bir Türk aydınının trajik portresi:
Tarih ve Toplum, c. 28, sayı 166, ss. 205-210; Koraltürk, M., 1997, Hasan Âli
Yücel (1897-1961): Tarih ve Toplum, c. 28, sayı 166, ss. 211-213.
2Eyuboğlu, İ. Z., 1991, Türk
Dilinin Etimoloji Sözlüğü, genişletilmiş ve gözden geçirilmiş ikinci
basım: Sosyal Yayınlar, İstanbul, s. 91
3Dilthey’ın tarih görüşünü
yansıtan fikirlerinin güzel .bir derlemesi için, bkz. Dilthey, W., 1983,
Texte zur Kritik der historischen Vernunft: yayına hazırlayan Hans-Ulrich
Lessing, Vandenhoeck & Ruprecht, Göttingen, 306 ss.
4Sumner bu fikirlerini şu meşhur
kitabında geliştirmiştir: Sumner, W. G., 1907, Folkways—A Study of the
Sociological Importance of Usages, Manners, Customs, Mores, and Morals: Ginn
& Company, Boston, iv+[i]+692 ss.
5Bu konuda daha geniş bilgi için bkz. Şengör, A. M. C., 1997, Gerekli olan ömür boyu akılcı eğitimdir: İTÜ
Vakıf Dergisi, 1997, No. 23 (Temmuz, 1997), ss. 44-49
6Atatürk, Gazi M. K., 1952, Öğretmenlere
(27. X. 1922): Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri II (1906-1938)’de, Türk
İnkılâp Tarihi Enstitüsü Yayınları: 1, ss. 43-44
7Bu konuda bilhassa Prof. Doğan
Kuban’ın “Atatürkçülük üzerinde yorumlar ve çağdaş uygarlığa katılma
sorunu” adlı enfes konferansının 178. sahifesindeki şu çarpıcı cümlenin
içinde bulunduğu paragrafa bakın: “‘Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa
vardır’ sözünü, ben her türlü dogmatik tutumu reddeden bir anlayışın
ifadesi olarak görüyorum”: Atatürk Konferansları, IV, Türk Tarih Kurumu
Basımevi, Ankara, 1970.
8[Atatürk], Gazi M. K., 1927[1973],
Nutuk, onüçüncü basılış, c. II (1920-1927): Millî Eğitim Basımevi, İstanbul,
ss. 617-618.
9Atatürk, 1952, ss. 44-45
10Atatürk, 1952, s. 197; bu konuşmanın
tarihi 22. IX. 1924’tür.
11Atatürk, 1952, s. 201
12Metel, R., 1966, Atatürk ve
Donanma: T. C. Genkur. Bşk. Deniz Kuvvetleri Komutanlığı, İstanbul, s. 65;
Bu eserde verilen metinde tevhini tedrisat yerine tevhidi tedrisat geçmektedir.
Atatürk’ün bunu söylemiş olması mümkün değildir, zira tevhid-i
tedrisat, eğitimin birliği demek olup, o zamanlar lâik eğitimin tüm yurt
sathında uygulanacak tek eğitim olmasını hedefleyen politikanın adıydı. Müftülerin
arzusu Atatürk tarafından metinden anlaşıldığı gibi ancak tevhini
tedrisat, yani eğitimin zayıflatılması olarak yorumlanmış olabilirdi. Bu sözlerin
orijinallerinin nerede yayınlandığı Metel tarafından belirtilmediği için,
orijinali kontrol imkânım olmadı.
“Burasını İran gibi mi yapmak istiyorlar?” sorusunun ne
kadar yerinde, konunun ruhuna ne derece vukuf gösteren bir soru olduğunu, bu
sualin sorulmasından elli yıl sonraki olaylar çok çarpıcı bir şekilde
ortaya koymuştur!
13Yücel, H.-Â., 1954, Felsefe
Dersleri: Maarif Basımevi, İstanbul, s. 9; ayrıca bkz. aynı yazar, 1929, Surî
ve Tatbikî Mantık, ikinci tabı: Devlet Matbaası, İstanbul, s. 2
14Yücel, 1954, s. 9; 1929, ss. 2-3
15Yücel, 1954, s. 9; 1929, s. 3
16Yücel, 1929, s. 122
17a.g.e. s. 134
18a.g.e., s. 135
19a.g.e., s. 56
20Yücel, H.-Â., 1933, [Başlıksız
eleştiri yazısı]: Birinci Türk Dil Kurultayı—Tezler Müzakere Zabıtları’nda,
T. C. Maarif Vekâleti, Devlet Matbaası, İstanbul, s. 284
21Yücel, 1954, s. 49
22Yücel, 1929, ss. 135-138
23Berlin’de Akademi önünde yapılan
bu konuşma için bkz. Einstein, A., 1914, Prinzipien der theoretischen Physik:
Sitzunsberichte der Königlich Preussischen Akademie der Wissenschaften, v.
XXVIII, pp. 739-742; bu konuşmanın metni daha sonra Einstein’in ilk defa
1934 yılında Amsterdam’da yayınladığı Mein Weltbild (=Benim Dünyaya Bakışım)
adlı kitabında tekrar yayınlanmıştır: Einstein, A., 1934[1981], Mein
Weltbild: Ullstein Materialien, Frankfurt/M, ss. 110-113; yukarıda benim aldığım
pasaj ss. 110-111’dedir.
24Yücel, H.-Â., 1960, Hürriyet
Gene Hürriyet: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları seri 1, sayı 14,
Ankara, s. 70-71.
25Yücel, H.-Â., 1997, Hasan-Âli Yücel
Köy Enstitüleri ve Köy Eğitimi ile İlgili Yazıları-Konuşmaları: Köy
Enstitüleri ve Çağdaş Eğitim Vakfı, Ankara, s. 205
26a.g.e., s. 113
27Yücel, Hasan-Âli, 1938, Türkiye’de
Orta Öğretim: Devlet Basımevi, İstanbul, s. 12. Bu eser T. C. Kültür
Bakanlığı tarafından H.-Â. Yücel Külliyatı’nın III. cildi olarak
1994’de tekrar yayınlanmıştır. T. C. Kültür Bakanlığı Yayıınları
1681, Başvuru Kitapları Dizisi 31, s. 15
28Yücel, H.–Â., 1993, Millî Eğitimle
İlgili Söylev ve Demeçler: T. C. Kültür Bakanlığı Yayınları 1573, Türk
Klasikleri Dizisi 28, H. Â. Yücel Külliyatı I, s. 167.
29Hasan-Âli’nin endüktif yani tümevarım
(eski terimle ıstıkra) yöntemi hakkındaki düşüncelerinden yukarıda
bahsetmiştik. O endüktif metodu Sir Francis Bacon’u izleyerek doğa
bilimlerinin en güvenilir metodu farzediyordu. Ancak, buna rağmen ve
Bacon’dan farklı olarak endüktif metodun kesin güvenilirliği olmadığını
biliyor, üstelik bilimin bilhassa yeni alanlara sıçraması için doğrudan
zekânın yaratıcılığına ve onun eseri olan varsayımlara ihtiyaç olduğunun
altını çiziyordu. Hasan-Âli’nin tümevarım hakkında söyledikleri bu çerçeve
içinde alınmalıdır.
30a.g.e., s. 214-215
31Yücel, 1960, s. XV
32Yücel, 1993, s. 221
33a.g.e., s. 256
34a.g.e., ss. 256-257
35Yücel, 1938, s. 236; 1994’de Kültür
Bakanlığı tarafından yapılan yeni baskıda s. 227
36a.g.e., s. X, yeni baskıda VII
37a.g.e., s. 144
38a.g.e., s. 17; yeni baskısı, s.
19
39Yücel, 1997, ss. 378-379
40a.g.e., s. 303
41İlkokula giden çocuk sayısının
%75 köylerde, % 25 şehirlerde.
42a.g.e., s. 304
43Yücel, 1993, s. 4
44Hasan–Âli bakanlıktan uzaklaştırıldıktan
sonra O’nun önsözü de kitaplara artık basılmaz olmuş, O’nun önsözü
ile basılan eserlerin ikinci ve daha sonraki baskılarından dahi önsöz çıkarılmıştır.
Bu da O bakanlıktan uzaklaştırıldıktan sonra Türk millî eğitimin ve kültür
yaşamının ne ilkel ellere teslim edilmiş olduğunun pek hazin bir şahididir.
45Arzu edenler Mustafa Çıkar’ın
1. dipnotta verilen monografisinde hem bu meş’um hikâyenin, bu “ikinci
Menemen olayı”nın ana hatlarını hem de gerekli kaynakları bulacaklardır.
46Carlyle, [1943], Kahramanlar, Türkçeye
Çeviren Reşat Nuri Güntekin: Semih Lûtfi Kitabevi [yayımlandığı yer
belirtilmemiş], s. [VI]