Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi Güzel Sanatlar Eğitimi Bölümü
Resim Anasanat Dalı / dB çalışma alanı

SSA Resim Dersi
ÇALIŞMA RAPORU

Ana Sayfa + Belgelik Sergileri  + H62 Yayınları

 

 

Aras Yazıcı
2015-2016 Dönemi
SSA Resim Dersi 3. sınıf Özgün Bas. grubu
 


ÖNSÖZ
 

Amaçsızlık bizi monotonluğa sürükleyebilir ve yerimizde saymamıza neden olabilir. Hele ki bir de tutucu bir yanımız var ise değişmek ve gelişmek bizim için hepten zor olacaktır. Belirli bir amaç doğrultusunda ilerlemek, değişim ve gelişim için gereklidir. Belirli bir amaç doğrultusunda ilerledikçe geride gözden geçirmemiz gereken bir geçmiş oluşturmaya, farklı bakış açıları kazanmaya, bakmak yerine görmeye, keşfetmeye, merak etmeye, araştırmaya, anlamaya ve sorgulamaya başlarız. Böylelikle çalışmak bizim için daha anlamlı bir hale gelir. Çalıştıkça kendimizi ve geçmişimizi var ederiz. Ara ara geçmişe dönüp hesaplaşırsak hangi yönde ilerlemekte olduğumuzu ve hangi yönde ilerlememiz gerektiğini biliriz. Geçmiş şimdide ve gelecekte atacağımız adımlar üzerinde büyük bir öneme sahiptir. Kendimizi şimdide var eder, geçmişte biçim alırız. Geçmiş ile hesaplaşmanın önemi buradan ileri gelir. Bu çalışma raporu geçmiş ile hesaplaşmadır. Bu raporda 2014-2015 ve 2015-2016 eğitim dönemlerinde H. Avni ÖZTOPÇU’ nun R8 numaralı atölyesinde geçirmiş olduğum çalışma sürecini bütünüyle inceleyerek kaynaklarıyla birlikte açıklamaya çalışacağım. Lisans eğitimim boyunca bahsi geçen çalışma raporunda ve daha birçok alanda bana danışmanlık yapan H. Avni ÖZTOPÇU’ ya sonsuz teşekkür ederim.


 

 

GİRİŞ

"Çalışmak gerekir, çalışmak. Emeğin ne olduğunu bilmediğimiz için mutsuzuz böyle, yaşam böylesine karanlık görünüyor bize. Bizler çalışmayı hor gören insanlardan doğduk." (Anton Çehov Üç Kızkardeş'den İrena) (1)
Çalışmak gerekir. Bir amaç uğruna çalışmak. Ne için çalıştığını bilmek gerekir. Not için, diploma için, para için, isim için ya da “Kendi alanımızın hakiki adamı olmak” için? (1)
“Çalışkan olmak elvermez - karıncalar da çalışkandır. Ne için çalışıyorsun, amacın ne, onu söyle!” (1)

 

Eğitim süreci, 2012 yılında R8 numaralı atölyedeki desen dersi ile başladı. Desen dersinde bize kaynaklık eden “95/96 Notları” na çok şey borçluyum. Bu notları neredeyse her gün tekrar tekrar okuyor, anlamak için büyük bir çaba sarf ediyordum. Vaktimin çoğunu atölyede geçiriyor, atölyede konuşulan her şeyi dikkatle dinliyor ve atölye dışında bunları düşünüp sindirmekten kendimi alamıyordum. Sürekli düşünüyor, sorguluyor ve çalışıyordum. Değişimin başladığını ve artık bir yola girdiğimi hissediyordum. Fakat yine de nasıl bir yola girdiğimi, atölyede konuşulanları, “95/96 Notları” nı kısacası üzerinde düşündüğüm birçok şeyi idrak etmem uzun zaman aldı. Belki bu alanın adamı olarak doğmamıştım fakat kimsenin baskısı altında kalmadan ilgilendiğim şeyler bana bu alanda ilerlemem gerektiğini işaret ediyordu. Atölyede zaman geçirdikçe bu alanın sadece kişinin kendi içinde sınırlı olmadığını, Felsefe ve doğayla ilişki içerisinde olduğunu ve tüm bunların karşılıklarının birbiri içerisinde bulduğunu farketmeye başladım. Aynada oto portre çalışmaları ile başlayan desen dersinin çok önemli bir soruyla son bulması adeta bir dönüm noktasıydı. “Gördüğümüz gördüğümüz müdür?”

“Zavallı Fletch. Gözünle gördüklerine sakın inanma. Görünenlerin hepsi sınırlıdır. Anlayarak bakmaya, bildiklerinin ötesine geçmeye çalış. O zaman uçmanın anlamını da daha iyi öğreneceksin.” (2)

 

Benim için yalnızca “Dakikalar içerisindeki ruh halinin bıraktığı leke” olan desen artık çok şey ifade ediyordu. Biçimin özüne doğru ilerledikçe leke yerine “sistematik yaratı süreci” olduğu düşüncesi oluşmaya başladı. Ve "sistematik yaratı süreci"nin yalnızca resimde değil, tiyatroda, müzikte, kısacası sanatın her alanında ve tüm bunların ötesinde yaşamın her alanında olduğunu farketmeye başladım. Tüm sanat disiplinlerinin birbirleri arasında büyük bir zemin oluşturduğu çok açıktı. Desen, bu zemini benzerlik yönünden fazlasıyla karşılıyordu. Yani demek istediğim zemin, ayakta durabilecek bir yapı inşa etmekle aynı şeydi. Desen görme, yaratma ve düşünme yöntemidir. Sınırsız yaratı gücü karşısında neyi, nerede ve nasıl yapacağınız çok önemliydi. Tüm bunların seçimi bize aitken "seçim" bizler için çok önemli bir yere sahiptir. Henri Matisse desen için şöyle der: desen çizmek "seçmek, ayıklamak, tabiatın özünü göstermektir." (1) En basit haliyle konuşurken karşı tarafın duymasını istediğimiz sesleri özenle seçer, ayıklarız. Böylelikle karşı tarafın zihninde bir resim canlanır. Bu resmin elemanlarını milyonlarca elemanın içerisinden biz seçeriz. Bu elemanlar kelimeler (aslında çıkardığımız sesler) iken, her kelime tek başına bir anlama, başka bir kelimeyle birlikte başka bir anlama gelmektedir. Tüm bu kelimeleri ana yapıyı ayakta tutacak şekilde biz seçer ve bir araya getiririz. Biliriz ki kelimeler bütününün (cümlenin) bozulması ana yapının (anlamın) çökmesine sebep olur.

 

“Bir sistem yaratmalıyım. Yoksa bir başkasının sisteminin kölesi olurum, uslamayacağım ve karşılaştırmayacağım. Benim işim yaratmaktır.” (9)

 

Gördüğümüz gördüğümüz müdür?

Görme ruhun gözler vasıtasıyla düşünerek algılamasıdır.

 

“Yaşadığımız çevreyi algılamaya, tanımaya ve anlamlandırmaya görerek başlıyoruz. Gelişen ve bizi yönlendiren görme edimi, yaşadığımız toplumun değerlerine, aldığımız eğitime, hayata bakış açımıza, düşündüklerimiz ve inandıklarımıza göre biçim kazanıyor. Bu biçim doğrultusunda, gördüklerimizi dile getirme çabasıyla görsel imgeler yaratıyoruz.” (3) Bu sebeple gördüğümüz gördüğümüzün imgesi, görünendir. Gerçek görünenin arkasında gizlidir. “... ne gördüğümüzü söylememiz boşunadır; çünkü gördüğümüz söylediğimizin içine hiçbir zaman yerleşmiş değildir.” (4) “Düşünme ile dil, görme ile dil arasında sıkı bir ilişki vardır.” (5) Dolayısıyla görme eyleminde dil ve düşünme büyük rol oynar. Gördüğümüzü düşünerek ve dile getirme (söylediğimizin içine yerleştirme) çabası ile gördüğümüz bir hamur gibi şekillenir.

 

“Düşündüklerimiz ya da inandıklarımız, nesneleri görüşümüzü etkiler. İnsanların cehennemin gerçekten var olduğuna inandıkları Ortaçağ da ateşin bugünkünden çok değişik bir anlamı vardı kuşkusuz. Gene de onlardaki bu cehennem kavramı -yanıkların verdiği acıdan olduğu ölçüde- ateşi her şeyi yutan, kül eden bir şey olarak görmelerinden doğmuştur.” (3) Gördükleri ateş gördükleri ateş değildir. Görmek zorunda bırakıldıkları, belki de görmek istedikleri ateştir. Gördüğümüz gördüğümüz değildir. Çünkü kafalarımızın içine algılarımızı, düşüncelerimizi, dilimizi değiştirebilecek kadar giriliyor.

 

Baktığımız nesne üzerinde düşünemediğimiz sürece onu gerçekte hiç de görmeyiz. Görmek her zaman tanımaktır. Gözün zihne teslim etmediği, onun da alıp düşünceye dönüştürmediği etkinin biçimi yoktur. Ona biçim veren biziz. Bir ağacı düşünme gücümüzle görürüz; bu güç olmasaydı o yalnızca bir renk duyumu olurdu. Düşüncemi ona yöneltmeden önce ağaç, gözün kendisinin bile üretmiş olabileceği yeşil bir lekeden ibarettir. Bu yeşil rengi dışarıdan gelen bir etkinin ürettiğinden emin olabilmek için düşünmem gerekir. İnsanın nedene ilişkin “orijinal fikir” ini ona yöneltmem, onu sınıflandırmam, ona geçmiş deneyimlerimi eklemem gerekir. Ancak o zaman “o” yeşil lekenin ne olduğunu bilirim, bu bilgi sayesinde de yalnızca yeşil bir leke görmekle kalmayıp uzun deneyimlerim sonucunda onu bir ağaç olarak dahası, bir meşe, kayın köknar olarak tanıyabilirim. (6) Gördüğümüzü görünür hale getiren, anlamamızı ve algılamamızı sağlayan birçok etken varken nasıl olur da gördüğümüzün gördüğümüz olduğunu iddia ederiz?

 

”Kavramsız idrak kördür.” demek düşünme olmasaydı, sadece duyu verileri bize objeyi vermezdi, demektir. (1) Görme ruhun düşünme gücü ve duyu verilerinin iş birliği ile ruhun objeleri algılaması, anlaması demektir.

 

Gördüğümüz gördüğümüz değil ise gördüğümüz nedir? Gördüğümüz yalnızca duyularımızla algılayabildiğimizdir. Gördüğümüz gördüğümüzün imgesidir. Gördüğümüz görünendir. Görünmeyeni anlamaya çabalamalıyız. Dil, Görme, Düşünme ile…
 



Kontrolsüz güç, güç değildir.

 

Desen dersinde yaşadığım portre ve yumurta sürecinde enerjimi tam olarak neyin üzerine yoğunlaştırmam gerektiğini bilmiyordum. Kontrolsüz, sistemsiz bir gücü doğrudan kağıdın üzerine kusuyordum. Sert çizgiler, kontürler, örümcek yuvaları, tek ton çizgi değerleri, orantısızlık, anatomik bozukluk ve iki boyutluluk (yapıların dönmemesi) gibi problemler meydana geliyordu. Desen bir tür terapi ya da rahatlama değildi. Aynada kendi portremi çalışırken yapıları (planları) çözebilmek için heykel çalışmaya başladım. Planlarla bir tür seçme-ayıklama sürecine girmiştim. Yine de planları ve ana yapıyı görmeyi anlamam uzun zaman almıştı. Bu problemi tam anlamıyla aşmak için yeni bir çalışma sürecine ihtiyacım vardı. Bu süreç "yumurta" ve beraberinde gelecek "anatomik heykel" çalışmalarıydı.

 

Resim 1

Yumurta çok özel bir biçime ve mükemmel bir tasarıma sahiptir. Ve 3 yumurta ile resimsel anlamda birçok numara yapılabilir. Fakat 25x50 cm ile sınırlanan ölçü, durumu biraz karmaşıklaştırıyor sanırım. Yine de akademik anlamda oldukça geliştirici bir çalışma olduğunu düşünüyorum. Konuyla ilgili eskiz çalışmalarına başlamadan önce geçmiş dönemlerde yapılan çalışmaları inceledim. Neredeyse hepsi yatay ve birçoğunda yumurtaların yanında organik eleman ya da kumaş kullanılmıştı. Bu sıradanlıktan sıyrılmak ve genel geleneksel algıyı kırmak için keser ve yumurtalarla biçimsel araştırmalar yapmaya başladım(Resim 1). Resim bilgi ve deneyimimin yetersizliği nedeniyle iyi bir sonuç alamadım ve durum dahada karmaşık bir hal aldı. Buna rağmen tuval bezi üzerine yağlı boyayla iki deneme yaptım ve felaketle sonuçlandı(Resim 2)(Resim 3)

Resim 2

Kurgu denemeleri iyi sonuçlansaydı bunu bezin üzerine nasıl uygulayacağımı merak ediyordum. Çünkü daha önce yağlı boya kullanmamıştım. Bu denemeyle bir kez daha anladım ki geleneksel eritme yöntemi benim gibi sabırsız ve hiperaktif birine göre değildi. Yaparken nefes alamıyor adeta sıkışıyordum. Kurgu araştırmalarına küçük siyah ağırlıkla devam ettim. Yine sonuç alamadım. Mekan içerisinde 3 yumurta, ışık-gölge oyunlarıyla 3 yumurta ve bir yumurtanın aynadan yansıması gibi denemelerle de sonuç alamayınca dik kompozisyon denemeye karar verdim. Dik kompozisyon tam olarak istediğim birşeydi. Geçmiş çalışmaların birçoğu yataydı. Kumaş üzerine bir şişe ve üç yumurtayı özel bir ışıkta kurguladım.

 

Resim 3

 

Resim 4

 

Rembrandt’ ın “Anatomi Dersi” resminde yaptığı gibi (Resim 4) resmi üç plana böldükten sonra birinci planı (öndeki planı) gölgede, üçüncü planı (arkadaki planı) karanlıkta bırakarak ışığı ikinci plana (ortadaki plana) düşürdüm. Derinlik etkisini arttırmak ve şişenin etkisini azaltmak için şişeyi ikinci planın en uzak bölgesine koyarak karanlıktan parıldamasını sağladım. Kumaş kıvrımlarının arasındaki iki yumurtayı farklı derecelerdeki ışıklar ile patlatıp üçüncü yumurtayı şişenin gölgesinde bıraktım. Kumaş kıvrımlarıyla şişeye doğru giderken önce iki yumurtayla karşılaşıyor. Sonra gizlenen üçüncü yumurta fark ediyordunuz. Şişenin biçimini anlamaya çalışırken parıltıları gözünüzü alıyor ve bu parıltıların arkasında karanlığın içinde beliren kırmızı ile şişenin yeşili resme dahada anlamsız bir yücelik kazandırıyordu. Fakat ne de olsa üç yumurta ve bir şişe hafife alınacak bir şey değildi. En azından bir sonuç almıştım. Her ne kadar keser ve yumurta kadar içime sinmese de kompozisyonun dik olması bile benim için yeterliydi. Bu süreç boyunca her hafta çalıştığım anatomik heykeller sayesinde yağlı boyayı nasıl kullanmam gerektiğini keşfettim. Koli kartonu üzerine iki çalışma denedim (Resim 5). Bu denemeler uygulandığı yüzeyle iyi bir ilişkiye giriyordu ve tuvale geçirildiğinde aynı etkileri vermeyeceklerdi. Böylelikle eritme yöntemi yerine tuş yöntemi ile yumurta çalışmasını sonuçlandırdım.

 

Resim 5

 

Öncelikle anatomik heykelin açısına karar verdim (Resim 6)(Resim 7). Her hafta aynı açıdan 70x100 cm kâğıtlara desenini çalışmaya başladım. Yavaş yavaş işin içine boyayı dahil etmeye, tek renk ile fırçayı kalem gibi kullanmaya çalıştım (Resim 8). Açıyı ve oranı yakaladıktan sonra boyayla planları seçip ayıklamaya başladım. Renkli denemelerde kahverengi ile en uygun etkiyi arıyordum(Resim 12),(Resim 10). Dokuzuncu heykelde kırmızı ve kırmızının tonlarıyla boyayı yoğun bir şekilde kullandım. Resmin etkisi bu şekilde olmalıydı. Renk kırmızı, boya olabildiğince yoğun(Resim 13). Resmin etkisine karar verdikten sonra yoğun boyanın tahtaya tutunabilmesi için çöpten bulduğum bir tahtaya keten yağı attım. Seçip ayıkladığım planları yoğun ve koyu tonlardan oluşan heykelin zeminini açık renk olarak tahtanın kendisini bıraktım. Tahtanın kendisini bırakmak bir açıdan "Köylü Ekrem'in düşüncesi"ni yansıtıyordu (resmi malzemeye saygı duyarak, doğayla birlikte ortaklaşa yapma düşüncesi). Anatomik heykeli seçip açıklamış olabilirdim fakat tahta bana ait değildi ve ağacın çizgileri anatomik heykelin yanında bize doğayı hissettiriyordu. Atomu parçalar gibi heykeli moleküllerine ayırıp istediğim sonucu aldım(Resim 14). Böylelikle boyayı uygulama konusunda kendimi kırmış oldum. Anatomik heykelde bu problemi aşmasaydım yumurtayı sonuçlandıramaz sonraki çalışmalarımın temelini atamazdım.

Anatomik heykel bu hale havadan gelmemişti yaşadığı bir süreç vardı. Dolayısıyla onuncu çalışmayı izleyicinin karşısına çıkartmak diğerlerine haksızlık etmek anlamına gelirdi. Bunun yanısıra 10 çalışmanın oluşturduğu bir bütünlük ve etki söz konusuydu. Bu nedenle anatomik heykel çalışması, 9 tanesi 70x100 cm çerçevesiz kağıt üzerine, 1 tanesi ise 45x100 cm çerçeveli tahta üzerine her biri farklı zaman dilimlerinde çalışılmış tek bir çalışmadır. Hiçbiri birbirinden bağımsız düşünülemez. Tüm heykeller bir bütün halinde ve bir süreç dâhilinde değerlendirilmelidir. Bu çalışmayı boya kullanımı açısından değerlendirirsek tuş yönteminden boyanın maddeselliğine geçiş çalışmasıdır. “İnsan” çalışmasındaki “süreç düşüncesi” bu çalışmada kendiliğinden doğmuştur.

 

Resim 6

Resim 7

Resim 8

Resim 9
 

Resim 10

 

Resim 11

Resim 12

Resim 13

 

Resim 14

 

 

Geleneksel Yaklaşımı Reddetmek
 

Geleneksel yaklaşım temizdir ve her şey olması gerektiği gibidir. Resim yapmak için terebentine, keten yağına, çeşitli kıllardan üretilmiş fırçalara, en iyi marka yağlı boyalara ve gıcır gıcır tuvallere ihtiyaç duyar. Heykel için alçı, izleyiciyle buluşturmak için sanat galerisi, sanat galerisi için bir sergi, sergi için bir kokteyl gerekir. Tüm bu gereklilikler sanatı sınırlamak ve kalıplara yerleştirmek için adeta birer araçtır. Bu araçlar iğreti sanatın yolunu açacağından sanatın samimiyetini ortadan kaldıracak, gücünü zedeleyecektir. "Geleneksel yaklaşımı reddetmek" kendi karşıtlığımı belirleyerek kendimi var etmem konusunda büyük bir öneme sahiptir. Ne olduğumu ya da ne olacağımı tam olarak bilemeyebilirim. Fakat ne olmadığımı çok iyi biliyorum. Geleneksel yaklaşım karşıtlarıyla benim kendi kendimi var etmeme olanak sağlıyor. Bu nedenle reddettiğim geleneksel yaklaşıma çok şey borçluyum. Farklı yüzeylere çalışma isteğim geleneksel yaklaşımı reddetme istediğimden kaynaklanıyor. Fakat zamanla anladım ki resim uygulandığı boyayla, yüzeyle, bulunduğu mekânla ilişkiye giriyor. Resim böylesine çeşitli ilişkiler içerisindeyken her resim şase üzerine gerilmiş beze çalışılıyor ve ne tesadüftür ki şaseleri genellikle 4 köşeli kare ya da dikdörtgen gibi biçimlere sahip oluyor. Üstelik resimlerdeki çerçeve kullanımı ile bu ilişki önlenmeye çalışılıyor. Çerçeve kullanımı bu ilişkiyi ancak azaltılacaktır. Bu ilişkiyi ortadan kaldırmak mümkün değildir.

Bu düşüncenin olgunlaşması için bir probleme ihtiyaç vardı. Bu problem, geleneksel yaklaşımdan uzaklaşma düşüncesinin doğurduğu “İşgal Evi’nde açılan sergi” sayesinde ortaya çıktı. Serginin İşgal Evi’nde açılmasının başlıca nedeni koşulların uygun olmamasıydı. Uygunsuz koşullar sergi planlamasında birçok ilişki problemine yol açtı. İşgal Evi’nin özgün yapısına ve ruhuna duyulan saygıdan dolayı doğrudan müdahale edilememesi durumu (tıpkı “Mutfak” çalışmasındaki tahta gibi), sergilenecek çalışmaların mekânla ve mekân içerisinde bulunan şeylerle olan birlikteliğinden doğan yeni ilişki ve farklı etkilerin önemini ortaya çıkartıyor. Bu durum başa çıkılması gereken bir problemi-vakayı doğuruyor. Bu problem-durum-vaka yaratıcılığı, doğaçlamayı, rastlantısallığı ve saygılı birlikteliği doğuruyor. Bu düşünce “çöpten bulunan yüzeylerin üzerine çalışma” nın temelini oluşturmaktadır.

 

Bir mekan ve bir zaman olarak "Mutfak"
 

Kurgu eskizi tamamlandıktan sonra renk deneyleri yapıldı. Sıcak-soğuk renklerin karşıtlığı üzerine şişenin vurgusu arttırıldı. Şişenin vurgusuna hizmet eden bir başka durum ise ışığın doğrudan şişenin üzerine düşürülerek ışığın kapakta patlatılması ve şişe içindeki boyanın maddeselliğinin kullanılmasıdır. Boyanın maddesi en çok şişede hissedilmektedir. Bununla birlikte sıcak renklerin şişede kullanılması enerjinin şişede toplanıp hapsedilmesine yol açmaktadır. Şişeden sonra boyanın maddeselliğini en çok hissettiğimiz yer bize en yakın olan, karanlıkta kalan duvardır. Resimde vurgulanan şişe dışında yalıtılmış bir dünya bize kapısını aralar. Yalıtılmış bir mekan, ışık ve mekanda var olan zaman. Resmin karşıtlık üzerine kurulu bir sistematiği vardır. Renk karşıtlığı, boyaların maddesel karşıtlığı ve pentür karşıtlığını resimde gözlemlemek mümkün. Geleneksellikten uzaklaşma ve farklı yüzey kullanımı kararlılığını sürdürmekte ve git gide olgunlaşmaktadır. Resim yine çöpten bulunan bir tahta üzerine yapılmıştır. Tahtadaki çatlaklıklar ve kırıklar korunarak malzemeye saygı içerisinde resim oluşturulmuştur. Çevremizde olup bitenleri durduramayız ya da susturamayız fakat onlarla uyum ve saygı içerisinde yaşayabiliriz. Tahta ve tahtanın durumu da artık resmin bir parçasıdır. Tuval ya da resim yapılan bir yüzey olmaktan çıkmıştır(Resim 15).

"... Maddenin nesnel varlığının tanınması ve bu varlığın doğru, materyalist kavranışının yanı sıra Ahundov mekan ve zaman konusunda harfi harfine şöyle der: “…gerek zaman gerekse mekan, evrenin asıl nitelikleridir.” (“İkinci Mektup”) Zaman ve mekan sorununu çözerken, zaman ve mekan maddenin nesnel varlığın biçimini soyarak, somut varlığın zaman ve mekan dışında olamayacağına işaret eder. Mekan ve zamanın maddeden ayrılmazlığı, her şeyin ancak zaman ve mekan içinde var olabileceği yönündeki anlayış, M. F. Ahundov felsefesinin ayırıcı niteliklerinden biridir. Bu ayırı özellik, yani varlığın ancak zaman ve mekan içinde var olabileceği anlayışı, temel felsefi yönelimleri -materyalizm ve idealizm- ayırmak için önemli bir noktadır." (7)

 

Resim 15

 

Işık ve oluşan gölgeler bize mekan ve zamanın imgesi hakkında ipucu vermektedir. Mekan, ışığın resimde oluşturduğu bir imge  iken zaman tahtanın yanmasında ve çürümesinde var olur. Işık ve gölgeler bize mekanı hissettirsede resimde görülen imge algılanabilir boyutun yansımasıdır. Şişenin gölgesi algılanabilir boyutun durumudur. Resim, ikinci boyutun içindeki üçüncü boyutun imgesidir. Resmin uygulandığı yüzey (tahta), dördüncü boyutun durumu olan zamandır.

 

 

İnsan
 

Çalışmaların bütünü için bkz. entityartproject.wordpress.com
 

Resim 16

 

"O halde, kendi başına var olan varlığın kendi kendisini gerçekleştirmek  için aradığı yer, insan, insanın kendisi, onun kalbidir. Bunu bulmak için O, dünya “tarihini” göze almıştır. İnsan kalbi, kendini gerçekleştirmenin bizim bilebildiğimiz biricik yeridir; o transcendent oluşun gerçek bir parçasıdır. Çünkü her ne kadar her şey, sürüp giden bir yaratılma içinde, her an, kendi başına var olan varlıktan, tepki ile geistın birlikte rol oynadıkları bir işlev sayesinde meydana geliyorsa da; kendi başına var olan varlığın bizce bilinen her iki niteliği, ancak ilk kez insanda canlı olarak birleşirler: İnsan onların birleştiği noktadır. Dünyanın kendisine göre şekil kazandığı Logos, insanda birlikte gerçekleştirilmesi olanağı olan bir akttır. O halde bizim görüşümüze göre, insan olma ve tanrılaşma baştan beri karşılıklı birbirine muhtaçtırlar: Ne insan, bu en yüksek varlığın, kendi başına var olan varlığın iki niteliğini kendisinde taşıdığını bilmede insan olma amacına ulaşabilir; ne de Ens a se; insanın birlikte çalışması olmadan kendi amacına varabilir. Geist ve tepki, varlığın bu iki niteliği, -onların olup durmakta olan içiçe girmeleri bir yana bırakılırsa- ulaşmak istedikleri hedef bakımından, kendi içlerinde tamamlanmış değildirler; onlar, kendilerini ortaya koydukları insan geistının tarihinde ve dünyadaki hayatın gelişmesinde gelişip, oluşmaktadırlar." (8)

 

Resim 17

 

Kullanılan karakteristik ağaç dallarıyla “Bekleme” simgesi haline gelen sandalye, simgeden imgeye evrilmiştir(Resim 17)(Resim 18). Oluşan imge; kırılan bir aynanın yüzlerce parçası arasından karakteristik yapısı gereği özellikle seçilen bir ayna ile desteklenmiştir. Kendine has bir biçime sahip olan ayna, sandalyeyi daha da özgün bir imge haline getirmiştir. Heykelin başlangıç noktası koç başıdır(Resim 16). Oluşan bu imge henüz bir düşünce iken; ölü hayvandan ürküyor, ona hiçbir şekilde dokunamıyordum. Kendimi aşmam ve korkularımın üzerine gitmem gerektiğine inandığım için kurban bayramında hayvan kesim alanından yeni kesilmiş bir koç başı ve bir çift boynuz aldım. Savaş alanında spiral bir koç boynuzu ve başını arıyordum sanki. Her an kanlar içinde yeni bir hayvan kesiliyor. Korkunç bir kokunun, kopmuş bacakların ve pisliklerin arasında yürüyordum. “Evet bu heykeli kesinlikle yapmalıyım!” diyordum kendime her adımda. Kafayı ve boynuzları siyah bir poşetin üzerine koydum. Bıçak ve maket bıçağıyla önce derisini yüzdüm. Ardından doku, kas ve eti kemikten ayırdım. Hayvanın alnına bir üçgen açarak beynini temizledim. Kafatası ve boynuzları çeşitli işlemlerden geçirdikten sonra toprağa gömdüm ve bir süre toprakta beklettim. Kafatasını topraktan çıkarırken topraktaki o canlıları gördüm. Tıpkı bizim gibilerdi. Sonra kafatasına, gülümseyen dişlerine dokundum ve bu imgeyi yarattım…
 

Resim 18

 

Zaman ancak An’ da var olur. Geçmiş; zamanın işgalinden kalan yıkıntılar gibidir. Herkese farklı görünen bir siluettir. Gelecek ise belirsiz, biçimsiz, boş bir yüzeydir. Geleceği biçimlendiren An’ dır. An’ ın biçimlendirdikleri ise geçmişi oluşturur. Her şey An’ da olup biter. Bir daha asla işitemeyeceğimiz bir sestir An. Çünkü öyle parçalar bir araya gelmiştir ki bir daha asla bir araya gelemeyecektir o parçalar. Sonsuz değişim içerisinde zamanı var eder o An; An ’da var olan zaman. Bizler de tıpkı an ve zaman gibi An’ da var eder; An’ da var oluruz. An’ ın izleri geçmişte görülse de geçmiş de gelecek de An’ dır, An’ dadır. Bizler yaratıcılar olarak An’ ı yaratacağız. Ta ki kısacık ömrümüz bitene kadar. Fakat bir ayna daima An’ ı gösterecektir size. Zamanı, değişimi, dönüşümü, var olan ve olmakta olan her şeyi gösterecektir. Değişmeyen tek şey ayna olacaktır. İşte o ayna, An’ dır.
 

 

Resim 19

 

Anatomik heykelde temeli atılan süreç düşüncesi üst bir boyuta taşınmıştır. Gelenekselden uzaklaşma ve farklı yüzeyler üzerine çalışmanın ötesinde yeni bir imge yaratımı, düşüncenin bir imge ve bir süreç halini alarak somutlaştırılması, farklı yüzey ve malzemelerin resmin elemanı haline gelmesi söz konusudur. Mutfaktaki yeni bir sistem yaratma düşüncesi imge yaratımı ve bu imgenin kullanımı ile olgunlaştırılmıştır. İmge ve elemanlar tüm gerçekliği ve samimiyeti ile izleyicinin karşısındadır artık. Sanatın varlık nedeni ve bireyin varlık serüveni rayına girmiştir.

"İnsan"çalışması üzerinde çalıştığım en uzun soluklu çalışmadır. İnsan üzerine düşünmeler, sorgulamalar ve araştırmalar 2009 yılında"Doğa" çalışması ile başlamıştır. "Doğa" çalışması ilk ses-görüntü ilişkisi denemesi; insanın kosmosdaki yerini, insanın varoluş durumunu ve ilkel dürtülerini konu alan; herhangi bir araştırma yapılmaksızın doğrudan hissedilen, düşünülen ve yaratılan fikirlerin ortaya çıkardığı hareketli görüntü kurgusudur. Bu çalışma, ilerleyen yıllarda geliştirilecek olan çalışma ve araştırmaların ilk eskizidir.

 

Resim 20


 
 

Resim 21


 

Resim 22

 

 

Resim 23

 

 

Resim 24

 

 

Resim 25

 

 

Resim 26

 

 

Resim 27

 

 

İnsan yaşlandıkça ölüme yaklaşır

Sona yaklaştıkça dine sığınır

İnanma ve korunma ihtiyacı duyar

Doğma erdemini göstermiş yalnız bir varlıktır insan

Doğduğu ve ilk adımını attığı toprak üzerinde

Tek, eşi benzeri olmayan korkusu doğadır

Patlayan bir gök, bir yanardağ

Mermi gibi yağan yağmur

Düşen bir yıldırım, ölümcül dalgalar

Uçsuz bucaksız deniz

Acımasız yok oluş

Kaçınılmaz çürüyüş

Kısa varoluşun

Sonsuz yokluğu

Bir bitkiye gübre

Bir hayvana yem

İlkel korku

Eşsiz bir güce inanma ihtiyacı

Tanrı

Ne de olsa Tanrıya sığınılır

Ne de olsa Tanrıdan af dilenir

Gün geçtikçe artan ibadet mi?

Tanrıya yakın olmak

Doğayla içiçe yaşamak demektir

Toprağın üzerine dökülen asfalt mı?

Tanrıyı hissetmenin yolu

Doğadan geçer

Korunaklı beton sığınaklar mı?

Tanrıyı yaşamak

Doğanın gücünü gerektirir

Doğada doğmak

Doğada ölmek

Korunaklı beton sığınaklarda yetişen insan

Tıpkı serada yetişen bitkiler gibidir

Yanılabilir

Aldatılabilir

Çaresiz

Lezzetsiz

Verimsiz...


 

Resim 27

 

İnsan araştırmalarının ilk imgeleştiği çalışma, 2015 yılında gerçekleştirilen "Oturan Adam" isimli heykel yerleştirme çalışmasıdır. Çöpten bulunan tahtalar birbirine vidalanıp zımbalanarak oturan insan figürü oluşturulmuştur. Oluşturulan figürün suratına siyah çerçeveli dikdörtgen bir ayna yerleştirilmiştir. Katlanan tahta bir sandalye siyaha boyanıp bu figürün sandalyesi haline getirilmiştir. Tamamlanan heykel üretildiği atölyeden çıkıp toplumun arasına karışmıştır. Sırasıyla Kadıköy-Pendik minibüsünde, Kadıköy boğa heykelinin yanında ve Kadıköyde bir çok kafenin önünde konumlandırılarak insanlara karşı oturtulmuştur. Heykelin dış dünyayla, insanların ise heykelle olan ilişkisi gözlemlenerek fotoğraf ve hareketli görüntü aracılığıyla kayıt altına alınmıştır. Bir çok insanla heykel üzerine konuşulup tartışılmıştır. Oluşan ikinci bir imge ise aynı yıl üretilen "Yatan Adam" heykelidir. Bu heykel de alçıdan üretilmemiştir. Pantolon, tişört ve ayakkabının birbirine dikilmesiyle oluşturulan heykel, insan olmadan insanı imgelemenin ilk girişimidir.

 

Resim 28
 

İnsan araştırmaları-düşünmeleri herhangi bir bilgiye, düşünce sistemine ya da kaynağa dayanma durumunda değildir. Tamamen bireyin kendi öz düşünmelerine ve salt bilgisine dayanmaktadır. Bireyin kendi yolunda algısını zorlaması sonucu bazı yargı ve düşüncelere varmasıyla ortaya çıkan basamaklar, ürettiği çalışmalardır. İnsan araştırmaları sürecinde ürettiğim tüm düşünce ve çalışmalar benim için hakikate uzanan basamaklardır. Bu basamaklar kendimi yaratma yolunda attığım adımların en belirgin ve en somut delilleridir. Bilginin ya da düşüncenin somutlaşması, tarihe kök salması ve kalıcı bir hale gelmesi açısından önemlidir.

 

Sanat sonuç mudur? Süreç midir?
 

Bir resme ya da heykele baktığımızda ortaya çıkmış bir sonuç görürüz. Fakat sonuçtan çok süreç önemlidir. Bir fikri veya düşünceyi sonuçlandırmak, tek başına sonucun yavan olmasına, yetersiz kalıp düşüncesini karşılamamasına sebep olur. Süreçle sonucu ilişkilendirdiğinizde yine bir şeyler eksik kalır. Süreç-sonuç ilişkisinin yanına “Atmosfer”i ya da “Mekan”ı da getirseniz o şeyleri elde etmeniz mümkün olmayacaktır. Süreci büyük bir ciddiyetle yaşamak gerekir. Hiç bir detayı atlamadan. Sanat olarak tanımlanan şeyin sadece sonuç olup olmadığını derinlemesine düşünmek gerekir. Sanat eseri izleyici yani insan olmadan düşünülemez. İzleyiciye tesir etmeyen eleman olarak sonucun hiçbir önemi yoktur. Dolayısıyla izleyiciye etki edecek bir sonuç, sonuca tepki verecek bir zihin gereklidir. Süreçten ve yaratıldığı atmosferden koparılmış bir sonuç etki edebilir, var olabilir mi? Sanatçı hiç değilse bu problemi aşmak için çaba gösterebilir.

 

Resim 29
 

Yaşadığım parçalanmanın ve bölünmüşlüğün imgeleştirilerek sabitleştirilmesi ve sabitlenen bu imgelerin hareketli görüntüdeki karşılığıdır. Toplanan objeler yaşanan durumların, farklı mekân ve alanların yarattığı bir imgedir. Objeler, tüm gerçekliklerine ve varoluş durumlarına saygı duyularak; içerisinde bulundukları yaşantıdan(örneğin 3 anahtarın daima cebimde olan anahtarlar olması gibi) oldukları gibi koparılıp yalnızca izleyici ile ilişki kurabilecekleri bir mekâna yerleştirilmişlerdir.


Bu çalışmadaki amaç; kendi yaşadığım problemler üzerine yoğunlaşarak bu problemlerin kaynağını tespit etmek, kendimi anlamak-tanımak-keşfetmek-aşmak, tüm bu problemlere yaratıcı bir çözüm önerisi getirmek, tüm problemlerden sıyrılarak bütünü görmek.

 

Resim 30

 

 

" "Sanat" adı verilen bir şey yoktur aslında, yalnızca sanatçılar vardır; yani bir zamanlar renkli toprakla bir mağaranın duvarına becerebildiklerince bizon resimleri çiziktiren, bugünse boya satın alıp reklam afişleri yapan ve yüzyıllardan beri daha birçok başka şeyler üreten insanlar." (10)

 

Paranoya; bir tük hastalık mıdır? Nörolojik bir problem midir? İnsanın özündeki en temel davranışlardan birisi midir? İnsan yaratıcıdır. Buradaki yaratıcı, yaratan varlık anlamındadır. Doğa dışında çevrenizde görüp göremeyeceğiniz her şeyi insan yaratmıştır. Bu yaratı beraberinde paranoyayı getirmiştir. Paranoya bir hastalık ya da nörolojik bir problem değil; kuruntu, bir kurgudur. İnsan doğanın karşısına dikilmiş ilginç bir varlıktır. “Yaşayan bir canlı” olarak insan ile “doğanın karşısına dikilmiş ilginç bir varlık” olan insanın arasında bir fark vardır. Biri bir biçime-bedene sahipken diğeri biçimsizdir. Bu biçimsiz varlık yaratılarıyla var olur. Çevrenizde gördüğünüz “doğal olmayan” yaratılar o biçimsiz varlığı algılamanıza yardımcı olacaktır.

İnsan var olmadan sanat var olamaz. Sanat insan zihninin bir ürünü; uydurulmuş en güzel palavradır. Ben, hür bir insan olarak bu palavraya inanmayı tercih ettim. Dünyaya geldiğim ilk andan itibaren yaratılanları gözlemlemeye, sorgulamaya ve yaratmaya başladım. Cevaplarıma, davranışlarıma ve seçimlerime yansıyan bu yaratı ve deney arzusunun, hayatı anlamlandırmak ve kendimi aşmak için bir araç olduğunu fark ettim. Kendimi ve daha birçok şeyi yaratırken, insanların tüm bu eylemler bütününün bizi, insanı ve sanatı oluşturduğunu gördüm.
 

"İnsan dünyanın rastlantıya bağlılığıyla, kendisinin, şimdi garip bir şekilde dünyanın dışına atılan kendi varlık – çekirdeğinin rastlantıya bağlılığını keşfettikten sonra ancak iki türlü hareket edebilirdi. O, bir kez buna hayret edebilir, mutlak olanı kavramak, ona katılmak için kendi geistını harekete getirebilirdi. İşte her türlü metafiziğin kaynağı budur; tarihte pek geç ve pek az ulusta ortaya çıkmıştır. Fakat insan kendisindeki önüne geçilmez korunma-itkisi tarafından da harekete getirebilirdi: O zaman yalnız kendi tek varlığını değil, içinde yaşadığı toplumu da korumak için, hayvanın tersinde olarak kendisinde baştan beri bulunan aşırı hayal – gücünü harekete geçirir, bu varlık – alanını sayısız şekillerle doldurabilirdi; dua ve törenlerle, bu güçte kendisine bir sığınak bulmaya, sırtını kendisine yardım edecek bir güce dayamaya çalışabilirdi. İnsanın doğaya, yabancılaşma ve doğayı obje yapma aktıyla, yani kendi kendisi olma ve kendisi hakkındaki bilinçle içine yuvarlanır göründüğü hiçliğe düşmemek için başvurduğu korunma, sığınma şekillerinin arkasında bir nihilizm saklıdır... " (8)
 


 Bilinç Böyle Korkak Ediyor Hepimizi...

Dün gece bir rüya gördüm. Hatta rüya içinde rüya gibi birşeydi. İçinde sen de vardın. Kaçışan insancıklar vardı. Korkularım vardı. Endişelerim, paranoyalarım. Rüya olduğunu biliyorum. "Bilinç böyle korkak ediyor hepimizi" (11)
 

Resim 31

 

"Gregor Samsa bir sabah korkulu bir rüyadan uyanınca yatağının içinde kendini korkunç bir hamam böceği olarak buldu. Arkası üstü yatmıştı. Sırtı demir bir levha gibi kaskatıydı. Başını şöyle bir kaldırınca karnını gördü: Aman o ne kocaman bir kümbetti o: koyu renkli, koskoca, bölük bölük kavisli bir kümbet! Yorgan kümbetin üst kısmından aşağı doğru kaymış, neredeyse yere düşecekti. Gregor'un o koca vücuduna nisbetle acınacak derecede incelmiş bacakları rüzgara tutulmuş gibi titriyordu." (12)

 

Resim 32

 

 

 

 

 

KAYNAKÇA

 

1 -  ÖZTOPÇU, H. Avni: 95/96 ders notları, H62 Yayınları, Ekim 2005

2 -  BACH, Richard: Martı Jonathan Livingston, Epsilon Yayınları, 1970

3 -  BERGER, John: “Görme Biçimleri”, Metis Yayınları, 1986

4 -  FOUCAULT, Michel: “Bu bir pipo değildir”, Çev. S. Hilav, Y.K.Y., İstanbul, 1995

5 -  MENGÜŞOĞLU, Takiyettin: “Felsefeye Giriş”, 1968

6 -  BAHR, Hermann: “Modernizmin Serüveni”, Çev. Doğan Şahiner Y.K.Y.

7 -  Ahundov: “Aklın İflası”, Çev. Arif Berberoğlu, Aylak Adam Kültür Sanat Yayıncılık, 2014

8 -  SCHELER, Max: "İnsanın kosmos'daki yeri", Çev. Tomris Mengüşoğlu, Yaprak Yayıncılık, 1988
9 -  MARSHALL, Peter: “Bir Anarşist Olarak William Blake”, Çev. Rahmi G. Öğdül, Altıkırkbeş Yayınları, 1997
10 -  GOMBRICH, E. H.: "Sanatın Öyküsü",  Çev. Bedreddin Cömert, Remzi Kitabevi Yayınları, 1986
11 -  SHEAKSPEARE, William: "Hamlet",  Çev. Sabahattin Eyüboğlu, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2016
12 -  KAFKA, Franz: "Değişim",  Çev. Vedat Güncel, Ataç Kitabevi, İstanbul, 1959