İhsan
OTURMAK
2010-2011 Dönemi
SSA Resim Dersi 3. sınıf Fotoğraf grubu
ÖNSÖZ
Bu raporda dile getirdiğim her kelime benim 2009
yılından beri yaptığım çalışmaların genel bir
değerlendirmesidir. İki yıl kadar bir sürede yapmış olduğum bu
çalışmalar; benim geçmişte ne yaptığımdan çok gelecekte
yapacaklarımın bir göstergesidir.
Buradaki çalışmaların her biri kendi içinde ayrı
bir olguyu barındırırken tüm çalışmalar çoğu yönüyle ortak bir
düşünceyi savunmaktadır. Ve bu düşünce oluşturulurken
çalışmaların hiçbirinin birbirlerinden bağımsız hareket etmemesi
sağlanmaya çalışılmıştır. Bu hareketler: hem desensel, hem renk,
hem de düşünce anlamındadır. Tabi ki bu hareket ve düşünce
şeması tek başına oluşturulmuş bir sistem değildir. Gerek
arkadaşlarımızla içinde bulunduğumuz atölye ortamı, onlarla
yaptığımız tartışmalar; gerekse Avni hocamızın yönlendirişi,
olaylara bakış açımızı özgünleştirmesi ve yaptığımız çalışmalar
üstünde düşünce üretmemizi sağlaması, bu sistemin bir parçası
oldu. Bu açıdan baktığımda 2010-2011 yılına kadar geçen bu
sürenin beni olgunlaştırdığını ve zenginleştirdiğini
düşünüyorum.
İhsan OTURMAK
Haziran 2011
GİRİŞ
Resme başladığım ilk günden bu güne kadar kendime
resim namına sorduğum bir şey var: ’ Ben bunu ne için yapıyorum?
’ . Bu sorunun, resmin başında gelmesini ısrarla istememe
rağmen nedense bu soruyu resmin ortasında ya da sonunda kendime
sorarken buluveriyorum. Bu soru hep aynı yerde olur. Ancak bunu
neden başa alamadığıma bir türlü cevap bulamam. Bir insan neden
kendini yönlendirme konusunda bu kadar sıkıntı çeker
anlamıyorum. Kendimize laf geçirmek bu kadar zor mu? Acaba biz
gerçekten kendimizle konuşamıyor muyuz? ,Bazen düşünüyorum da ;
insanlar, resmin kendi içindeki sistemine dalıp düşüncelerini
göz ardı mı ediyor? Renkler, desen, hareket ve kompozisyonların
o katı ilişkisi bizim düşünce üretmemizi mi engelliyor?
Kendimizden ödün mü veriyoruz. Biz matematiğe , kimyaya, fiziğe
çok mu meraklıyız. Bu bilimlerin resimde illa da olması mı
gerekiyor. Sanatı şekil bakımından matematik kurallara
sığdırmaya çalışmak, dehaların özgürlük ve yaratıcılıklarına
bazı kısır engeller getirir diye bir söz söylendiğini
hatırlıyorum Kübistler için. kübistler düşüncelerini bu
sistematik kuralara sığdırmak zorunda mıydılar? Gerçekten
renklerin psikofizik etkisini göz ardı mı ettiler?. Ya da Van
GOGH gibi bu psikofizik etkiyi kullansaydılar çok mu şey
değişecekti. Resmin bizim düşüncelerimizi aktaran bir araç
olması gerekirken neden bu türlü sıkıntılar yaşıyoruz. Laibnez
’in bir sözü vardır. Der ki: ‘Bütün sanatçılar eserlerinin
kusurlarını söyleyebilirler ancak bunun nedenini asla fark
edemezler. Bu nedenle sanat eseri hakında verilen yargılar
zihinden ziyade hayali ilgilerdir.’ İnsan düşünmeden geçemiyor.
Acaba olmayan şeyler üstünden hesaplar mı yapıyoruz? Yokluğa
mı konuşuyoruz? Düşünsenize! söylediğiniz her şey , aslında
hiçbir şey.bu biraz da birlerin bile olmadığı sıfırlar arasında
varlığı aramak gibi bir şey. Sonunun böyle olmasını istemeyen
insanların başında gelen biri olarak görebilirsiniz beni. İşte
bu tür sıkıntıları yaşamış biri olarak bu sorunları çok şeyle
ilişkilendirdim. Doğamızda var olan o sayısal verilere meraklı
kişiliğimizle bunu bazen ayrıntılı hesaplar içermeyen
eskizlerle ilişkilendiriyorum. Ancak sene başında yaptığım
eskizler de bana resim içindeki ilişkilerle ilgili bilgiler
vermiştir, benim soruyu başa almama yardım ettiği söylenemez.
Bunun yanında aslında eskizsiz de resme başlamıyorum. Bazen bunu
küçük kağıtlara geçirerek bazen de tuval üstünde deneyler
yaparak bir hazırlık evresi yaşıyorum. bunlar eskiz sayılmazlar
mı? Diye çok düşünüyorum…
AÇIKLAMA
8 numaralı atölye çalışmalarımın başlangıcı portrelerle
olmuştur. Bu portreler benim atölyemi sevmemde de çok etkili
olmuştur. Peki bu sevgi nasıl başladı? Öncelikle hepimizin
resimde olmazsa olmazlarından dediğimiz resim elemanlarımız
vardır. Kimi insanlar objelerden, kimileri renk ve çizgi
ilişkilerinden, kimileri mekanlardan ve kimileri ise figürlerden
yararlanarak bu özelliklerini bize gösterirler.Çünkü insanların
kendilerini rahat ifade edebilecekleri, onların duygularını bize
taşıyacakları bir elemana ihtiyaçları vardır.İşte benim figürü
kullanma amacımda tam bu noktada devreye giriyor.Her insanın
resim yaparken karşısındaki birine söylemek istedikleri
birşeyler vardır.Bunları hangi yolu denerse denesin, hangi
elemanı şeçerse seçsin bunu bir şekilde insanlara ulaştırmak
zorundadır.bu olayı leke, çizgi, renk, valör ve ya başka bir
yolla denersiniz. Denersiniz ama iletme mecburiyetiniz vardır.
Kant der ki:’ sadece çizgiden ibaret olan resimler özgürdür ve
sınırsızdır. Tıpkı doğada özgür uçuşan kuşlar gibi.’ Bir çizgi
,bir renk ve ya bir leke insana bir şey söylemeseydi, o zaman
Kant’ın söylediği bu sözler kulağa böyle şiirsel gelirmiydi. Bir
sanatçı elemanlarla bir şey söyleyebilmelidir. Eğer bunu
başaramıyorsa yolunu değiştirmeli ya da yürüdüğü yola bir
çekidüzen vermelidir. Çünkü elemanların bize söylemeye çalıştığı
şeyler vardır. Onlar tuvaldeki yerlerinde anlamsız anlamsız
durmuyorlardır. İnanınki onlar çok duygulular ve en az sizin
onları düşündüğünüz kadar onlar da sizi düşünüyorlardır. İşte bu
noktada ben portrelerin kendilerini daha anlaşılır kıldığının
farkına vardım. Evet bir objeninde bize söyledikleri şeyler
vardır.Bir tencere ,bir bıçak ve ya bir dolap bize çok şeyler
söylüyor olabilir. Ancak bir portrenin gözündeki yaşlar kadar
etkili açık ve net değildir.Onun kağıt üstündeki duruşu kadar
estetik ve olağan olamayabilir.işte bu sebeplerden dolayı bende
ayrı bir portre hazzı doğdu. Bu haz benim kendimi farklı bir
gözle görmemden mi geliyordu? Bu portreler sayesinde kendime
dışardan bakma imkanı mı bulmuştum. Kendinize farklı bir açıdan
bakmak! Böyle sihirli bir şey olabilir mi ? teknolojiyle asla
elde edemeyeceğiniz bir şey.
Üsteki
üç portre de her türlü altyapısını kurduktan sonra
renklendirdiğim çalışmalardır.Tabi renklendirilen
çalışmalar;siyah beyaz dengeler kadar kolay olmuyor çünkü artan
her ilişki beraberinde düzelmeyi bekleyen sorunlar getiriyor.
Eğer bu sorunlar halledilirse renkliler, siyah beyaz dengelerden
daha etkili ve anlaşılır olur. Ancak bu ilişkiler halledilemezse
sizi sorunun başına götürür ve başta yapmak istediğinizin çok
altına düşersiniz. İşte bu sorunlarla karşılaşmamak için resmin
içinde var olması gereken renk, çizgi, kompozisyon, hareket ve
yön gibi elemanları çok iyi çözümlemeniz gerekir .Bu elemanlar
da ;çok ayrıntılı araştırma ve deneyler isteyen uzun bir süreç.
Yumurta ve
mutfak kompozisyonlarım, bu ilişkileri güçlendirmek için yapılan
çalışmalardır. Bir çalışma yapılacaksa eğer; öncelikle bilinmesi
gereken şeyler vardır. Bunların en başını desenin öğeleri alır.
Desenin öğeleri; inşaata başlayan bir mühendisin temeli bilmesi
gibi bir şey. Bunlardan bağımsız bir resim kesinlikle
düşünülemez. Bu resmin içindeki nesne sayısıyla ilişkisiz bir
şeydir. Çünkü bazen öyle zamanlar olur ki tek nesneyle hem
kompozisyonu, hem hareket ve yönü ,hem de orantıları dengelemek
zorunda kalırsınız. Bu dengeleme zorunluluğu insanları en küçük
hesaplar yapmaya iter. İşte bu küçük hesaplar insanları resim
yaparken duyarlaştırır ve bu duyarlılıkla siz her şeyin olması
gereken yerde olmasını istersiniz. Benim yumurta ve mutfak
çalışmalarım, bana böyle bir duyarlılık zemini hazırladı.
yumurtaların olması gereken yeri düşünüyorum, tencerenin olması
gereken yeri, bardağın kitabın ve diğer tüm nesnelerin . artık
hiçbir şey rastlantısal bırakılamazdı .Ve her şeyin bir dengesi
vardı. Bu dengeler hem bu resimde kendi içinde çoğu sorunu
çözecekti ,hem de başka çalışmalarımın özellikle portrelerimin
daha da güçlenmesini sağlayacaktı.
KURGUDAN DÜŞÜNCEYE GEÇİŞ DÖNEMİM
Uzun
bir süre renk, kompozisyon ve hareketler üstünde çalıştıktan
sonra (yumurta ve mutfak) tekrar bir portre dönemi yaşadım ama
bu dönüşüm ilk baştaki gibi otoportreler değildi.artık yaptığım
portreler başkalarının portreleriydi.Ve bu kendi portrelerimi
çizmekten daha karmaşıktı. Ben çoğu yönümü iyi bilmeme rağmen ,
birçok yönümü tam anlamıyla çözümleyemiyorum.Ve bunları resme
aktarırken sorunlar yaşıyordum.peki ben kendimi tuvale
aktardığım dönemde bu kadar sorun yaşayan biri olarak , hiç
tanımadığım insanların ifadelerini düşüncelerini tuvale nasıl
aktaracaktım. ‘bir düşünün!’ tuvalinize aktaracağınız insan
başka bir dünyadan gelmiyor. Yani sizinle aynı yerde yaşıyor.
Evet sizden düşünce anlamında çok farklılıkları olabilir ama
sizden aşırı uçta farklı değil. Sizinle aynı yemeği yiyor.
Sizinle konuşabiliyor ve söylediklerinizi anlayabiliyor. Bu
özellikler bir insanı anlamak için yeterli olabilir. Belki tam
anlamıyla değil ama anlaşılır. İşte bu ‘aynı dünyada yaşıyoruz’
düşüncesi bu dönemde yavaş yavaş aklımı kemirmeye başladı artık
insanlara farklı bir şekilde bakmaya başlamıştım. Eskisi gibi
insanların birbirlerinden çok farklı olduğunu düşünmüyordum.ve
hepsini aynıymış gibi görüyordum.bu belki yanlış bir şey ancak
kendimi, İnsanların çok zayıf ve tek tip olarak görmekten
alıkoyamıyordum.bunun nasıl aklıma girdiğni bilmiyorum ancak
tanımadığım insanları bu kadar kolay görebilmem aktarabilmem
bana bundan başka söyleyecek söz bırakmıyordu. Bundan dolayı
artık kendime şunu söylemeye başladım ‘Evet birbirimizden
farklılıklarımız çok azdı.
Biz neyiz peki
! tek başımıza yaptığımız bir şey yok mu ? bizi biz yapan
değerlere sahip değil miyiz. Topluluk içinde tekliğimizi kayıp
mı ediyorduk. Yok gerçekten dünyalıyız demek artık yetiyor bize.
Bizim farklılıklara ihtiyacımız yok. Biz bununla yetinecek kadar
zavallıyız. Hiçbir şeyin fazlasını istemiyoruz. Sınırlı mavi bir
dünyamız var bizim. Tek olduğumuzu gösteren tek şey, o yuvarlak
top. Biz sadece onun içinde kıvranıp duruyoruz sade ve yalın bir
şekilde
Bizim
söyleyecek hiçbir şeyimiz yok kendimizi hep yargılanıyormuşuz
gibi hissediyoruz. Yargılanırken bile kendimize bakıp kendimizi
göremeyecek kadar da kör ve sadeyiz.
Dünyadaki tüm
insanları bir araya getirip tek düşüncede toplamaya çalışsanız.
Bunu yapmakta inanın hiç zorlanmazsınız. Benim bahsettiğim bu
düşüce ırksal bir düşüce ya da kişinin zevkleriyle ilgili bir
düşünce değil. Benim bahsettiğim bu düşünce insanı
mekanikleşmeye aynı yöne baktırmaya zorlayan bir düşünce. Bizi,
kendimizi düşünmekten alıkoyan bir düşünce.
Bizler her
zaman gelebildiğimiz yere kadar öylece gelip birilerinin bizlere
bir şeyler söylemesini bekleriz . Evet biriktirdiğimiz bazı
bilgilerimiz var. Sahibinin başkası olduğu bilgiler. Hani çok
şey öğrenmişiz ya, hani çok şey biliyoruz ya! Bu bekleyiş
tarafımız oradan geliyor her halde.
Öylece durup
birilerini bir şeyler söylemesini bekleriz. Ne olacak bizim
halimiz?
Aslında bazen
böyle karamsar olmamam gerektiği hakkında kendimi düşünmeye çok
sevk ettim ve olaya farklı bir yönden bakmaya kendimi çok
zorladım. Çoğu kez de şöyle düşündüm ; Belki insanların
varoluşlarının gereği olarak sınırlılardı ve bunun sonucunda
karşıdan gelen olaylar karşısında kendilerini koruyamadıkları
için her önüne gelen dışsal olaylara maruz kalıyorlardı. Acaba
Aristonu dedığı gibi insan yanlızca doğaya ayna mı tutuyor? Bu
aynaların yansımaları fazla mı çarptı ki birbirine? Hepimiz
elimizde aynı aynayı tutar olduk.
Bizler
birbirimize çok benzemeye başladık. Sonuçta tüm insanların
iki kulağı, iki eli ,gözü ve ayakları gibi organları var.
İnsanlar bu organların tamam olduğunu hissederler. Ancak sahip
oldukları çok sınırlıdır. Sadece dünyada yaşamalarına yarıyordur
bu organlar. Bir tavuğu düşünün elleri yok ama bunun eksikliğini
hissetmiyor. belki daha önce onlara bir el verilseydi. Şu anda
olmayan o elin eksikliğini hissedebilirlerdi. ama şimdilik
hallerinden çok memnunlar tıpkı insanlar gibi
Bizler bir
yere gidiyormuşuz gibi davranıyoruz. Ancak bizim gidecek
hiçbir yerimiz yok. O masmavi olan dünya içinde toplumsal
bir tekleşmeye mahkumuz ve bizim bizden başka birçok birimiz
var. Ama bir, biz bir olamadık.
Biz sokakta
evde otobüste kantinde ve sınıfta birbirimiz gibi davranmayı
seviyoruz. Çünkü bu durum bizden az soru az düşünce istiyor.