Aldığı batı müziği eğitiminin yanında, hiçbir zaman türkü
söylemekten vazgeçmedi Ruhi Su. Konservatuar’da aldığı
eğitimiyle türküleri ustaca birleştirerek o kendine özgü
müthiş tarzını yarattı. O kendine özgü sesi ve tarzıyla Pir
Sultanlar’ı, Karacoğlanlar’ı, Nesimiler’i ve daha nice halk
ozanını günümüze taşıdı. Türkülere sevdası, onu Anadolu’nun
türkülerini derlemeye, Nazım’ın şiirlerini bestelemeye itti.
O, kaderini halkının kaderiyle birleştiren bir devrimci ozan
olarak yaşamayı seçmişti.
Kendini halkına adamış bir devrimci ozan olarak Ruhi Su,
örgütsüz bir sanatçı olmayı kabullenmedi. Örgütsüz bir
sanatçı olmazdı, çünkü devrim davası örgütsüz savunulamazdı.
Devrim davası savunulmadan da halkın sanatçısı, devrimci bir
ozan olunamazdı. Bunu bilinçle Ruhi Su yaşamını örgütlü bir
sanatçı olarak geçirdi. 1950’li yıllarda devletin “komünist
avı” sırasında gözaltına alındı, işkence gördü ve 5.5 yıl
zindanda kaldı. Opera sanatçılığı ve hocalık görevi devlet
tarafından sona erdirildi.
Mahsus mahal derler kaldım
zindanda
Kalırım kalırım dostlar yandadır
İki elleri kızıl kandadır kanda
Ölürüm ölürüm aklım sendedir...
Bu şartlarda Ruhi Su, çok sevdiği halk türküleriyle daha
fazla ilgilenme olanağı buldu... hep halkın
dilinden, hep ezilenlerin tarafında söyledi sözünü.
Hangi taşı kaldırsam anamla babam
Hangi dala uzansam hısım akrabam
Ne güzel bir dünya bu
İyi ki geldim
Süt dolu bir torbayla şöylece çıkageldim
Kime elimi verdimse
Döndürüp yüzümü baktımsa
Kısmet kapıyı çaldı, kör pınara su geldi
Ben şakıyıp durdukça öyle
Gülün kokusu geldi
Bebesi olmayana, bunalıp da kalmışa
Acılarla yüklü dargın yüreklere
Yetiştim geldim
İyi ki geldim...
Ruhi Su, bugünün çürümüş sözde sanatçılarına, her türlü
rezilliği, kültürsüzlüğü sanat diye yutturmaya çalışanlara
inat, halkı için söyleyen diliyle, hala aramızda...
Güzel bir dünya için, özgür ve eşit bir gelecek için kavga
veren bir sanatçı...
Ruhi Su
Anadolu’da ayak basmadık yer bırakmadı. Türküler
toparladı ve derledi. Ancak dönemin derlemecilik ve
yorumlama yöntemine karşıydı. Bu, geleneği sürdürme adına
tutucu bir tavırdı ona göre. O dönemde iki farklı görüş
dikkat çekiyordu:
- Halk türkülerini gerçeğe dayanan (otantik) haliyle
yorumlayarak sunmak.
- Çağdaş yüzyılın sonunda halk müziğinin önemini yitirmesi.
Bu iki görüşün
Ruhi Su açısından anlamı; “sahte halk seviciliği” adına
şablonculuk, durgunluk, “gerçekçi otantiklik” ya da halk
müziğine yabancılaşmanın altını dolduran malzeme. Ruhi Su
sorunu ve çözümünü şöyle ortaya koydu:
“Bestelemek ayrı bir iş, icra
etmek ayrı bir iştir. Halk da bir besteci olarak bu kuralın
dışında değildir. İşte bundan dolayı ‘halk gibi söylemek’
sözü de yerinde bir söz değildir. Ne halk diye belirli bir
kişi var, ne de halkın bütününü ifade edebilecek belirli bir
söyleyiş var. Aşık Veysel var, Aşık Hasan var, Ahmet var,
Mehmet var, biz varız. Biz hepimiz halkız. Her birimiz
sesimiz ve kültürümüzün şartları içinde derece derece bir
takım ayrıntılarla bu türküleri söylüyor ve
değerlendiriyoruz.”
Ruhi Su değişim-dönüşüm sanatının temsilcisidir. Sazı
eşlik aracı olarak görür ve türkülerdeki değişimi sesini öne
çıkartarak yapar. Halkın beğenisini yükseltmeyi, bu işi
yapabilmek için sanatçıları eğitmeyi savunur. Sanat ve
sanatçıyı mücadelenin bir aracı olarak görür, sanata ve
sanatçıya toplumdaki görevini gösterir.
Ruhi Su'nun
kendi dilinden sanat anlayışı
Türkiye’nin inkişafa değil,
inkişaf etmiş sanatçıya ihtiyacı var
“Halk türküleri, halkın hayatı içinde gelişe gelişe bugünkü
erişilmez sadeliğini bulmuş bir ifade vasıtasıdır. Kendi
ölçüleri içinde halkı en iyi ifade eden ve milyonlarca
insanı asırlardan beri duygulandıran bu melodilerin ve
ritimlerin herhalde bir sanat değeri olsa gerek.
Halk türkülerinin inkişafa (değişime) değil, inkişaf etmiş
sanatçılara ihtiyacı vardır. Bizim asıl beklediğimiz şey,
bütün sanat türkülerinin halkı anlatmakta veya halka birşey
anlatmakta halk türküleri kadar hayata girmiş olmalarıdır.
Sanatı, günlük hayatın gerisinden çıktısından kurtulmuş
yüksek bir insan faaliyeti olarak düşünmeye alışanlar, haklı
olarak insani hakikatle yüzyüze getiren sanatı yadırgıyor.
Halk, tabiatta ve toplum düzeninde hayatına tesir eden ne
olursa, su baskını, zelzele, kıtlık, ölüm, askerlik,
seferberlik, memleket işgali, kahramanlık, yiğitlik, aşk,
coşkunluk, gurbet, yoksulluk, din, iskan, sürgün, atına,
öküzüne varıncaya kadar her şeyin, yazı ile söyleyip yazmak
imkanından yoksun toplumlarda, türküler ve oyunlar, hem
kitabın, gazetenin gördüğü işi görür, hem tiyatronun,
konserin yerini alır.
Halk türküleri, söyleyeceğini söylemiş, donmuş bir sanat
değil, yaşayan bir varlık gibi her an değişen yeniden doğan
bir sanattır.
‘Bir senfoniyi özü ile bir halk türküsünden, bir oyun
havasında bulmak mümkündür.’ demek bir doğruyu ifede eder.
Bu sebeple, bizi çok sesli müziğe götürecek en sağlam yol,
esasında zaten polifonik (çok seslilik) bir karakterde olan
halk küziyimizin yoludur. Müziğimizin bu yolda adım
atabilmesi ise yalnız kompozitölerin değil, bütün icracılar
topluluğunun işidir...
... Türküleri
söyleyen insanların başka imkanlara da sahip olması gerekir.
Mesela fonetekle, diksiyonla, türkülerin birtakım halk
edebiyatıyla bağlantısını bulabilecek kadar folklorla ilgili
birtakım bilgiler edinmesi lazımdır...
Bunları bilen bir insan görür ki, türkülerin bir kısmı şarkı
anlamına gelen lied (şarkı) bir kısmı arya, bir kısmı da
resitatif karakterdedir. Bunlara sahip olmakla bizim şarkı
sesimiz, birtakım cilveli oyunlardan, ağlamaklı miyavlamaklı
olmaktan kurtulabilir.
Toplum bir
savaşımın içindeyse sanat da, sanatçı da o
savaşıma bir katkıda bulunmalıdır
Hangi türü olursa olsun sanat bir eylemdir. Sanatçının
düşüncesi de, sevgisi de sanatında belli olur. Devrim
sözcüğünden, uygarlığa, özgürlüğe ve insanca yaşama yönelik
çabaları anlıyorum. İster hazırlayıcısı, ister yansıtıcısı
olsun, sanatın da (sanatçının da) hem bu çabaların içinde,
hem de bu çabaların sonucu olarak var olması gerekir.
Müzik insanın olduğu yerde olan bir şeydir. Bir araçtır
müzik. Dolmuşlar, otobüsler gibi bir araçtır. Neyi yükler,
neyi bindirirsen onu alır götürürsün. Bu yüzden devrimci
müzik, ekmekten aşka kadar halkın yaşamak isteyip de
yaşayamadığının, özlemini çektiği şeylerin neşesini,
yürekliliğini verecek, yaşama sevincini artıracak bir müzik
olmalı bu. Sözleriyle de böyle olmalı, çalgıları ile de.
(Ülkemiz için sözsüz müziğin devrimci niteliğini çok sesli
olup olmaması belirler. Çoksesli müzik devrimcidir.)
Müzik yerine göre eğlendirmek, dinlendirmek, toplumun
estetik değerlerini zevkini geliştirmek işlevini de
üstlenebilir.
Toplum bir savaşımın içerisindeyse, müzik o savaşıma da
katkıda bulunmalıdır. İşlevi koşullara bağlı olarak, böylece
gelişir. Karşılıklı etki-tepki konularına da bağlıdır bu.
Koşullar değiştikçe toplumu, sanatı da değişir. Bu ilişki
karşılıklı olarak birbirini daima değiştirerek, geliştirerek
sürer.
Arabesk; aşkın ve kaderciliğin sulandırılmışıdır
“Arabesk bir
bunalım müziğidir. Bizdeki bu “arabesk müzik” deyimi uydurma
bir deyimdir. Belli ölçüler içerisinde yapılan, belli bir
müzik biçminden çok, bir darbederliği, içeriğindeki
melodramı sergileyen argo bir deyimdir bu. Böylesine
yüzeysel bir benzetmeyle yanlızca Arap müziğine değil, Hint
müziğine de, Türk sanat müziğine de, Türk halk müziğine de
benzer. Aslında bu müzik ne yenidir ne de ileri bir anlatım
gücüne sahiptir. Bütün yaygınlığına ve canlılığına karşın,
anlatabildiği hep daha sulandırılmış olarak aynı konu, hep
aynı dünya görüşüdür. Aşk ve kader. Yeni bir müzik değil,
çünkü “Fosforlu Cevriye”lerden, eski Sulukule ve meyhane
havalarından eskinin kenar mahallelerinden geliyor.”
“Toplulumuz neredeyse sanatımız da oradadır. Toplumuz
hangi koşullardaysa, nasıl bir kültür yapısı içerisindeyse,
sanatı da aynı yapıdadır. Toplumun içinde bulunduğu kültürel
koşullardan soyutlanarak sanatını ele alması olanaksızdır.
Arabesk müzik bir yozlaşmadır, ama bir gerçeği de
yansıtıyor. Bu müzik, toplumun dışında oluşmamıştır. Ticari
kurumların, iletişim araçlarının etkinliği ile yayılmış bir
müzik, ama bir ihtiyaca cevap verdiği de gerçek. Toplumdaki
gelişmenin ortaya getirdiği bir olgu bir sonuçtur. Bu müziği
beğenmiyorsak toplumumuzun içinde bulunduğu kültürel yapıyı
da beğenmiyoruz demektir.”