dB müzik kolu

  ana sayfa + ders belgeliği

RUHi SU

 

"Hangi türü olursa olsun sanat bir eylemdir. Sanatçının düşüncesi de, sevgisi de sanatında belli olur. Devrim sözcüğünden, uygarlığa, özgürlüğe ve insanca yaşama yönelik çabaları anlıyorum. İster hazırlayıcısı, ister yansıtıcısı olsun, sanatın da (sanatçının da) hem bu çabaların içinde, hem de bu çabaların sonucu olarak var olması gerekir."

"Toplum bir savaşımın içerisindeyse, müzik o savaşıma da katkıda bulunmalıdır."

R u h i   S U


Aldığı batı müziği eğitiminin yanında, hiçbir zaman türkü söylemekten vazgeçmedi Ruhi Su. Konservatuar’da aldığı eğitimiyle türküleri ustaca birleştirerek o kendine özgü müthiş tarzını yarattı. O kendine özgü sesi ve tarzıyla Pir Sultanlar’ı, Karacoğlanlar’ı, Nesimiler’i ve daha nice halk ozanını günümüze taşıdı. Türkülere sevdası, onu Anadolu’nun türkülerini derlemeye, Nazım’ın şiirlerini bestelemeye itti. O, kaderini halkının kaderiyle birleştiren bir devrimci ozan olarak yaşamayı seçmişti.

Kendini halkına adamış bir devrimci ozan olarak Ruhi Su, örgütsüz bir sanatçı olmayı kabullenmedi. Örgütsüz bir sanatçı olmazdı, çünkü devrim davası örgütsüz savunulamazdı. Devrim davası savunulmadan da halkın sanatçısı, devrimci bir ozan olunamazdı. Bunu bilinçle Ruhi Su yaşamını örgütlü bir sanatçı olarak geçirdi. 1950’li yıllarda devletin “komünist avı” sırasında gözaltına alındı, işkence gördü ve 5.5 yıl zindanda kaldı. Opera sanatçılığı ve hocalık görevi devlet tarafından sona erdirildi.


Mahsus mahal derler kaldım zindanda
Kalırım kalırım dostlar yandadır
İki elleri kızıl kandadır kanda
Ölürüm ölürüm aklım sendedir...


Bu şartlarda Ruhi Su, çok sevdiği halk türküleriyle daha fazla ilgilenme olanağı buldu... hep halkın dilinden, hep ezilenlerin tarafında söyledi sözünü.


Hangi taşı kaldırsam anamla babam
Hangi dala uzansam hısım akrabam
Ne güzel bir dünya bu
İyi ki geldim
Süt dolu bir torbayla şöylece çıkageldim
Kime elimi verdimse
Döndürüp yüzümü baktımsa
Kısmet kapıyı çaldı, kör pınara su geldi
Ben şakıyıp durdukça öyle
Gülün kokusu geldi
Bebesi olmayana, bunalıp da kalmışa
Acılarla yüklü dargın yüreklere
Yetiştim geldim
İyi ki geldim...


Ruhi Su, bugünün çürümüş sözde sanatçılarına, her türlü rezilliği, kültürsüzlüğü sanat diye yutturmaya çalışanlara inat, halkı için söyleyen diliyle, hala aramızda... Güzel bir dünya için, özgür ve eşit bir gelecek için kavga veren bir sanatçı...

Ruhi Su Anadolu’da ayak basmadık yer bırakmadı. Türküler toparladı ve derledi. Ancak dönemin derlemecilik ve yorumlama yöntemine karşıydı. Bu, geleneği sürdürme adına tutucu bir tavırdı ona göre. O dönemde iki farklı görüş dikkat çekiyordu:


- Halk türkülerini gerçeğe dayanan (otantik) haliyle yorumlayarak sunmak.
- Çağdaş yüzyılın sonunda halk müziğinin önemini yitirmesi.

Bu iki görüşün Ruhi Su açısından anlamı; “sahte halk seviciliği” adına şablonculuk, durgunluk, “gerçekçi otantiklik” ya da halk müziğine yabancılaşmanın altını dolduran malzeme. Ruhi Su sorunu ve çözümünü şöyle ortaya koydu:

 “Bestelemek ayrı bir iş, icra etmek ayrı bir iştir. Halk da bir besteci olarak bu kuralın dışında değildir. İşte bundan dolayı ‘halk gibi söylemek’ sözü de yerinde bir söz değildir. Ne halk diye belirli bir kişi var, ne de halkın bütününü ifade edebilecek belirli bir söyleyiş var. Aşık Veysel var, Aşık Hasan var, Ahmet var, Mehmet var, biz varız. Biz hepimiz halkız. Her birimiz sesimiz ve kültürümüzün şartları içinde derece derece bir takım ayrıntılarla bu türküleri söylüyor ve değerlendiriyoruz.”


Ruhi Su değişim-dönüşüm sanatının temsilcisidir. Sazı eşlik aracı olarak görür ve türkülerdeki değişimi sesini öne çıkartarak yapar. Halkın beğenisini yükseltmeyi, bu işi yapabilmek için sanatçıları eğitmeyi savunur. Sanat ve sanatçıyı mücadelenin bir aracı olarak görür, sanata ve sanatçıya toplumdaki görevini gösterir.


 

Ruhi Su'nun kendi dilinden sanat anlayışı


Türkiye’nin inkişafa değil, inkişaf etmiş sanatçıya ihtiyacı var

 “Halk türküleri, halkın hayatı içinde gelişe gelişe bugünkü erişilmez sadeliğini bulmuş bir ifade vasıtasıdır. Kendi ölçüleri içinde halkı en iyi ifade eden ve milyonlarca insanı asırlardan beri duygulandıran bu melodilerin ve ritimlerin herhalde bir sanat değeri olsa gerek.

Halk türkülerinin inkişafa (değişime) değil, inkişaf etmiş sanatçılara ihtiyacı vardır. Bizim asıl beklediğimiz şey, bütün sanat türkülerinin halkı anlatmakta veya halka birşey anlatmakta halk türküleri kadar hayata girmiş olmalarıdır.
Sanatı, günlük hayatın gerisinden çıktısından kurtulmuş yüksek bir insan faaliyeti olarak düşünmeye alışanlar, haklı olarak insani hakikatle yüzyüze getiren sanatı yadırgıyor.

Halk, tabiatta ve toplum düzeninde hayatına tesir eden ne olursa, su baskını, zelzele, kıtlık, ölüm, askerlik, seferberlik, memleket işgali, kahramanlık, yiğitlik, aşk, coşkunluk, gurbet, yoksulluk, din, iskan, sürgün, atına, öküzüne varıncaya kadar her şeyin, yazı ile söyleyip yazmak imkanından yoksun toplumlarda, türküler ve oyunlar, hem kitabın, gazetenin gördüğü işi görür, hem tiyatronun, konserin yerini alır.
Halk türküleri, söyleyeceğini söylemiş, donmuş bir sanat değil, yaşayan bir varlık gibi her an değişen yeniden doğan bir sanattır.

‘Bir senfoniyi özü ile bir halk türküsünden, bir oyun havasında bulmak mümkündür.’ demek bir doğruyu ifede eder.
Bu sebeple, bizi çok sesli müziğe götürecek en sağlam yol, esasında zaten polifonik (çok seslilik) bir karakterde olan halk küziyimizin yoludur. Müziğimizin bu yolda adım atabilmesi ise yalnız kompozitölerin değil, bütün icracılar topluluğunun işidir...

... Türküleri söyleyen insanların başka imkanlara da sahip olması gerekir. Mesela fonetekle, diksiyonla, türkülerin birtakım halk edebiyatıyla bağlantısını bulabilecek kadar folklorla ilgili birtakım bilgiler edinmesi lazımdır...
Bunları bilen bir insan görür ki, türkülerin bir kısmı şarkı anlamına gelen lied (şarkı) bir kısmı arya, bir kısmı da resitatif karakterdedir. Bunlara sahip olmakla bizim şarkı sesimiz, birtakım cilveli oyunlardan, ağlamaklı miyavlamaklı olmaktan kurtulabilir.

Toplum bir savaşımın içindeyse sanat da, sanatçı da o savaşıma bir katkıda bulunmalıdır

Hangi türü olursa olsun sanat bir eylemdir. Sanatçının düşüncesi de, sevgisi de sanatında belli olur. Devrim sözcüğünden, uygarlığa, özgürlüğe ve insanca yaşama yönelik çabaları anlıyorum. İster hazırlayıcısı, ister yansıtıcısı olsun, sanatın da (sanatçının da) hem bu çabaların içinde, hem de bu çabaların sonucu olarak var olması gerekir.

Müzik insanın olduğu yerde olan bir şeydir. Bir araçtır müzik. Dolmuşlar, otobüsler gibi bir araçtır. Neyi yükler, neyi bindirirsen onu alır götürürsün. Bu yüzden devrimci müzik, ekmekten aşka kadar halkın yaşamak isteyip de yaşayamadığının, özlemini çektiği şeylerin neşesini, yürekliliğini verecek, yaşama sevincini artıracak bir müzik olmalı bu. Sözleriyle de böyle olmalı, çalgıları ile de. (Ülkemiz için sözsüz müziğin devrimci niteliğini çok sesli olup olmaması belirler. Çoksesli müzik devrimcidir.)
Müzik yerine göre eğlendirmek, dinlendirmek, toplumun estetik değerlerini zevkini geliştirmek işlevini de üstlenebilir.

Toplum bir savaşımın içerisindeyse, müzik o savaşıma da katkıda bulunmalıdır. İşlevi koşullara bağlı olarak, böylece gelişir. Karşılıklı etki-tepki konularına da bağlıdır bu. Koşullar değiştikçe toplumu, sanatı da değişir. Bu ilişki karşılıklı olarak birbirini daima değiştirerek, geliştirerek sürer.

 

Arabesk; aşkın ve kaderciliğin sulandırılmışıdır

“Arabesk bir bunalım müziğidir. Bizdeki bu “arabesk müzik” deyimi uydurma bir deyimdir. Belli ölçüler içerisinde yapılan, belli bir müzik biçminden çok, bir darbederliği, içeriğindeki melodramı sergileyen argo bir deyimdir bu. Böylesine yüzeysel bir benzetmeyle yanlızca Arap müziğine değil, Hint müziğine de, Türk sanat müziğine de, Türk halk müziğine de benzer. Aslında bu müzik ne yenidir ne de ileri bir anlatım gücüne sahiptir. Bütün yaygınlığına ve canlılığına karşın, anlatabildiği hep daha sulandırılmış olarak aynı konu, hep aynı dünya görüşüdür. Aşk ve kader. Yeni bir müzik değil, çünkü “Fosforlu Cevriye”lerden, eski Sulukule ve meyhane havalarından eskinin kenar mahallelerinden geliyor.”

 “Toplulumuz neredeyse sanatımız da oradadır. Toplumuz hangi koşullardaysa, nasıl bir kültür yapısı içerisindeyse, sanatı da aynı yapıdadır. Toplumun içinde bulunduğu kültürel koşullardan soyutlanarak sanatını ele alması olanaksızdır.

Arabesk müzik bir yozlaşmadır, ama bir gerçeği de yansıtıyor. Bu müzik, toplumun dışında oluşmamıştır. Ticari kurumların, iletişim araçlarının etkinliği ile yayılmış bir müzik, ama bir ihtiyaca cevap verdiği de gerçek. Toplumdaki gelişmenin ortaya getirdiği bir olgu bir sonuçtur. Bu müziği beğenmiyorsak toplumumuzun içinde bulunduğu kültürel yapıyı da beğenmiyoruz demektir.”