dB 13. sayı    mart 2017

 
Köy Enstitüleri


Pakize Türkoğlu
 
ders BELGELİĞİ çalışma grubu söyleşileri; katılan öğrenciler ........  mart 2015 (?)

 

Köy enstitülerinin yüksek kısmında güzel sanatlar bölümü vardı. Yani ayrıca resim bölümü değil, bütün sanatları içeren tiyatro, müzik, resim... Böyle bir bölüm vardı ve köy enstitülerinin yüksek bölümünden çıkanlar köy enstitülerinde resim öğretmenliği, müzik öğretmenliği eğitimlerini de alıyorlardı. Köy enstitüleri denildiği zaman, orada üretici eğitim vardır. Bu bambaşka bir yöntem. Üretici eğitim, bugün sizin aldığınız eğitimde yaparak öğrenme deniyor. Yaparak öğrenme: Üretim amaçlı olmayan, küçük objeler yaparak, kutular yaparak, ufak tefek işe yaramayan eşyalar yaparak eğitim vermek demektir. Bu pahalı bir eğitim. Batı endüstri toplumlarının zengin zamanlarında hayata geçirilmiş bir yöntem. Kötü değil ama çok pahalı. Öğrenci orada da öğreniyor, resim öğreniyor, mimarlık öğreniyor, çok güzel öğreniyor ama çok malzeme ve zaman tüketerek öğreniyor. 1955'de köy enstitüleri kurulurken herkes okur-yazar olacak diye yasaya koyulmuş. Halkı mesleğe yöneltecek, üretimi durduracak bir eğitim olacak gibi birçok ilkeleri vardı. “Böyle bir eğitimle, bu yöntemle, sadece bir öğretmen yetiştirmek için bile 100 yıl gerekiyor.” diyor İsmail Hakkı Tonguç. İşte o zaman düşünüyor ki bu biraz da zorunluluktan oluyor. Kendisi Gazi Üniversitesi Eğitim Fakültesi Resim-iş Öğretmenliği bölümünden mezun. Zaten iş derslerine de giriyor. Orada yaptıkları araçlar, ufak tefek araçlar ve objeleri büyük üretime dönüştürerek belki bunun üstesinden gelebiliriz. Yani üretim yaparak her okulun eğitim giderlerini azaltılırız. Hem de insanları üreterek öğrenmeye yöneltebiliriz diyor. Bunu yap dene diyorlar ama bundan önce eğitmen kurslarında deniyor. Mesela fasulye yetiştirmek, hepimiz yapmışızdır; bir bitki yetiştirmek. Bir saksıya bir fasulye koyuluyor. Çocuklar sabahleyin görüyor fasulye büyümüş. Gerçekten o fasulye büyüyor. Bu, fasulye tarlasında yapılıyor. Şimdi mesela kibrit çöpleriyle gayet güzel evler, maketler yapılıyor. Şimdi ise bunu, bina yapmaya dönüştürüyor. Eğitimde büyük bir devrim. 21. yüzyıla da örnek olacak bir şey. Bu üretici eğitim yöntemi. Böyle hazır binalar yapılarak kurulmuyor. Köy enstitüleri hiçbir eğitim kurumunu ve mevcut sistemi rahatsız etmeden kendi kendine kendi sistemini ayrıca kurup geliştiriyor. Bu şekilde amaçları ortaya çıkıyor. Büyük bir arazi üzerinde(600-1000 dönüm). Yola yakın yerlerde, şehrin yakınlarında, köye de yakın olacak şekilde köyde eğitim olduğu için bu arada anti parantez bir şey söyleyeyim nüfusun %85'i köylerde oturduğu için köylerde eğitim, Türkiye'deki eğitim aslında kentlerde kasabalarda nüfus az. Onun için köylere yakın, demir yollarına yakın yerlerde kuruluyor. Ve bu üretici yöntem ile kendi kendini kuruyor. Yani müdüre; al şu anahtarı seni şuraya tayin ettik git şu okulu aç denmiyor. Müdüre sen Aksu Köy Enstitüsüne tayin oldun deniyor. Aksu Köy Enstitüsü'nün arazisi çok büyüktü, yalnız eski küçük bir ev vardı. Ben orada okudum. Öğrenciler bina yapıyor, kaldırım yapıyor ama bu bir amelelik değil, ders içinde yapıyorlar. Şimdi kaldırım taşlarını yerleştirmek bir matematik ve geometri işi. Geometri ve inşaat öğretmeni birlikte işliyorlar o dersi. Tarımla ilgili olarak bataklık kurutma dersimiz vardı mesela. Bahçemizde üzerinde sinekler uçan bataklıklar vardı.  Bataklık kurutma yöntemlerine göre hepimizi topladılar ve anlattılar. Bataklık kurutma dersi 2-3 gün sürdü. 1 hafta 10 gün sonra orası dümdüz bir alandı ve ağaçlar dikilmişti. Sabah kalktığımız zaman insan kendi yaptığı şeye şaşırıyor. Matematik dersindeyiz bir gün, kareyi öğretiyordu öğretmen bize, tahtaya büyük bir metrekareyi çiziyor. Köy enstitülerinde yaz kış ders yapılırdı. Ağustos ayında Antalya çok sıcaktı. Sınıfın pencereleri açık. Pencereden birileri baktı, birkaç kişi. Sonra dolaşıp kapıya geldiler. Müdürümüz kapıyı açtı; pencereden bakanları öğretmenimize ve bize tanıttı. “Genel Müdür, İsmail Hakkı Tonguç.” dedi. Yanında başka enstitü müdürleri de vardı.

Tonguç:

-Sabit Bey hangi ders? Nedir konunuz?

Sabit:

-Efendim, çocuklara metrekareyi öğretiyorum.

Tonguç:

-Bakın ne kadar sıcak etraf. Bu dersleri dışarıda yapsanız olmaz mı? Bahçede ağacın altında.

Sabit:

-Ama efendim kara tahta lazım. (kara tahtaya karşıydı tabi Tonguç)

Tonguç:

-Tahtayıda omuzlayıp gitsinler çocuklar.

Omuzlayıp gittik, tabi biz çok sevindik. Daha birinci sınıftayız. Ağacın altında otururken Tonguç enstitü müdürüne:

-Burası ne olacak?

(Enstitülerin planı önceden yapıldı.) Orası boş araziydi ama önceden planlanmıştı. Mimarlar arasında bir yarışma açıldı. Bir plan yapıldı, Aksu’nun planında orası portakal bahçesi olacaktı.

Tonguç:

-Bu arazinin planını yapalım öyleyse.

Ders matematik, konu metrekareydi fakat kara tahta yerine ağaç çivisi, ip, çapa gibi malzemeler kullanılarak tarım ve matematik öğretmeni ile birlikte portakal bahçesinin planı yapıldı. Boydan boya arazi ölçüldü. O bahçede yüzlerce metrekare oldu. Metrekareleri gördük. Her birimize bir iş düşünce biz çok sevindik. İşte bu üretici dersin örneği. Bir şey üretiliyor. Orada gerçek portakal ağaçlarıyla, gerçek bir portakal bahçesi planı yapıldı. Hatta bize soruldu; “Portakalların aralıkları kaç metre olmalı?” diye. Kimse bilemedi tabi kaç metre olduğunu. Antalya’da biliyorsunuz portakal bahçeleri var. Biz çok sevindik bundan sonra her zaman böyle ders işleyelim dedik. Akşam İsmail Hakkı Tonguç öğretmenlerle toplantı yapmış. Arkadaşlar nöbetçiydi, duymuş onları bize anlattı.

Sabit Bey demiş ki: “Dershanelerine son verilecektir. Kesinlikle sınıfa girip masa üstünde çizgilerle ders yapmak yok. Ders üretim alanında, üreterek yapılacak.”

İşte köy enstitüleri bu temel üzerine kurulmuştur; üretici eğitim. Şimdi güzellik konusuna gelince, bakın resim demiyorum güzellik diyorum. Kitabımda da bunu güzellik tohumları diye yazmışım. Resim dersimiz var fakat iş dersi şeklinde. Arkadaşlar marangozhanede tahtalar biçiyorlar. Bize getiriyorlar. Mesela bende çok güzel bir kutu yapmıştım kendime işe yarar bir kutu. İlk işe yarar kutu olarak ya da eşya olarak bize resim öğretmenimiz bir ödev verdi: “Kamil sen marangozhanede bir tahta çanta yapacaksın sen de üstüne posta çantası yazacaksın. Güzel, şık bir şekilde yağlı boyayla.İkiniz birlikte çalışacaksınız, ölçeceksiniz, biçeceksiniz.” dedi. Biz bir hafta uğraştık. Daha birinci sınıftım o zaman yağlı boya kullanmayı bilmiyorum, resim öğretmenine de fazla danışmak istemiyorum, o zaman öğretmen yapmış oluyor. Resim öğretmeni yoktu da ek branşı resim olan bir öğretmen vardı. Bu tabi bir örnek ama her şey köy enstitülerinde böyle, güzellik iş ile birlikte gidiyor. Yani ben resim yapacağım, ben resim öğretmeniyim diye öteki işler kalmıyor. İş başta geliyor. Sonra Tonguç kendisi bunu köy enstitülerine yazdığı mektuplarda "Artık gözüm güzellik görmek istiyor." diyor. Çünkü artık binalar yapıldı, birçok şeyler yapıldı. Ama öğrenciler bir an önce alınsın diye acele yapıldığı için iş ağır bastı. “Artık güzelliğe önem vermek istiyorum.” dediği güzel yapılmalı. O kadar güzel ki o mektupları, kendisi aynı zamanda resim öğretmeni olduğu için bu konuya çok özen gösteriyor. Diyor ki: Mesela tavan, Adalet Ovaloğlu okumuş orayı şaşırmış, olamaz böyle bir şey, uyduruyorlar demiş. Tavanlara diyor, yuvarlak renkli şeyler yapın. Elbise askılıklarına güzellik katarak yapın. Köylü heybelerinin motiflerini alın gibi isteklerde bulunmuş. Bu noktada müthiş bir güzellik arayışı var. Daha önce çadırlarda eğitmen kurslarına başlamıştı enstitüler. Çadırların kenarına çiçekler dikin, diyor. Sofraların üstüne örtü koyun ve üstüne bakır kapların içinde çiçekler koyun, diyor. Buradan başlıyor güzellikler tabi bunun resmi de yapılıyor. Sonra resim öğretmenleri geldi. Yani ikinci dünya savaşı zamanıydı. Fotoğrafçılık mesela köy enstitülerinde çok ilerideydi. Benim fotoğraflar var mesela birçok hep öğrencilerin çektiği fotoğraflar. İsmail Hakkı Tonguç’un kendi çektiği fotoğraflar var köy enstitüleri ile ilgili o fotoğraflar hep işin fotoğrafları mesela. İşin fotoğrafları, hareketli fotoğraflar. Bir yerde birisi iş yaparken, arıcılık dersinde çekilmiş fotoğraflar. Benim mesela hiç haberim yok mandolin çalarken bir fotoğrafım var. Ağacın altında oturmuşum mandolin çalıyorum, çekmiş. Küçücük bir kızım orada. Tabi o kendi fotoğraf çekmelerinden yani fotoğrafçılık da resim bölümü derslerinden birisi Gazi Üniversitesi Eğitim Fakültesi'nde, köy enstitüsüne tayin olan resim öğretmenlerine fotoğrafçılığı da aşılıyor. Ama İkinci Dünya Savaşı sırasında fotoğraf malzemelerini bulmak zor olduğu için o kadar ilerlemiyor ama zaten fotoğrafçı yetiştirmiyor. Neden önem veriyorlar fotoğrafçılığa? Kasabalarda bir tane fotoğrafçı var köylerde mümkün değil, çocukların fotoğrafını çekecek öğretmen onun için öncelik. Bir odaya çekilip resim yapmak yerine, zaten oraya isteyen istediği zaman gidebiliyor. İsteyen resim atölyesine gidiyor, isteyen iş atölyesine gidiyor, isteyen dikiş atölyesine gidiyor, isteyen dokuma atölyesine gidiyor boş zamanlarında. Çocuklar çoğunlukla boş zaman içinde üretim yapıyorlar. Resme yönelik yani resim yeteneği olan çocuklar da ortaya çıkıyor. Bir örnek anlatayım. Tonguç Kayseri’ye gidiyor, köy enstitüsüne. Orada müdür bir çocuğun yaptığı resmi getirip gösteriyor ona. Bu resimde bir köylü kadını kızının bitini ayıklıyor. Tonguç şaşırıyor. Müdüre diyor ki: “Biliyor musun bu Avrupa’da bir kitaptaki bir resim. Avrupalı birisi yüz yıl önce aynı kızının bitini tarakla ayıklayan bir kadın resmi yapmış.” diyor. Sonra İsmail Hakkı Tonguç Ankara'ya geliyor. O kitaptan bir tane alıp gönderiyor Turgut’a. Müdüre de Turgut’u güzel sanatlar için hazırlamalarını söylüyor. Yani köy enstitülerinde ileri öğrenme, hazırlanma, yöneltme, yönlendirme öğretmenlerin saptamalarıyla oluyor. O kadar çok alan var ki herkes istediği alana yönelerek kendi yeteneğini gösteriyor. Tabi ilkokul öğretmeni olacağı için müzik, resim, beden eğitimi fen dersleri kadar önemliydi o zaman. Ben kendi ilkokulumda okurken en çok sevdiğimiz ders resim dersiydi. Renkler, kalemler çocuklar için en muazzam şey resim dersi. Şimdi ben Alanya’da ilkokulu okumuştum. Deniz tarafını mavi ile boyuyoruz, kara tarafını yeşil ve sarımsı kahverengiyle. Ben hep yeşil boyardım; çünkü ben daha köylü çocuğuydum. Yani resimle böyle kendimi gösteriyorum. Mesela bir çocuk vardı bizim sınıfta çok güzel resim yapardı. O bir yetenekti, akrabalarından birisi de yetenekliydi. Bunların ikisi de sonradan resim alanında ilerlediler. Şimdi köy enstitülerinde böyle yetenek, güzel sanatlar konusu illa sanatçı yetiştirmek için değil. Öğretmenin bu donanımda olması için. Resim öğretmeni eğitimi görenlerin arasında mutlaka sanatçılar da çıkacaktır. Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü'nde, Güzel Sanatlar Bölümü, bir de Yapı Kolu Bölümü var. Yapı kolu, mimari içerikli programı olan bir bölümdü. Bir de köy enstitülerinde yüksek bölümde de bölümlerin adı böyle özentili konulmuyor. Özellikle Yapı Kolu deniyor. Mesela Hayvan Bakımı Kolu deniyor. Özellikle buna indirgemek için yapılıyor. Şimdi bizim Yapı Kolu dediğimiz kolda müthiş şeyler ürettiler. Heykeller ürettiler, planlar yaptılar. Demin sözünü ettiğim hocamız, ressam Malik Aksel,  bizim sanat tarihi öğretmenimizdi. Benim kolum da köy ev ve el sanatları bu el ve ev sanatlarının içinde yemek var, örgücülük var, köylerde yapılan kadın sanatları var, birçok şey var. İç süslemeciliği diye bir ders vardı. Köylere gittiği zaman öğretmen çocuklara dümdüz resim yaptırmak yerine iç süslemeciliği yaptıracak ki köy evleri modernize olacak. Yani program çok amaçlı yapılıyor ve çok gerçekçi yapılıyor. Sonra o sözünü ettiğim Kayseri’den gelen arkadaş yüksek kısma geldi ama o zirai işletme ekonomisini seçti. Resim seçmek istemedi. Resim yapıyordu ama hepimizin karikatürlerini yapardı. Bende müzik çok çalışmıştım. Beni de müzik bölümüne ayırmak istediler. Sesim güzel değildi oysa ama işte bir köy kızı müzik çalışmış 5 sene mandolin, keman, akordiyon, piyano... Orada Güzel Sanatlar Bölümü'nden hocalar beni kandırmak istiyorlar işte Cüneyt Gökçer orada hocaydı. Şimdi o güzel sanatlar bölümünde yetişen resim-iş öğretmeni olacak arkadaşlar yani resim, iş ve resim bölümü (aynı Gazi Üniversitesi'ndeki gibi) seçen arkadaşlar, sandalye yapabilirler, masa yapabilirler ama resim de yapıyorlar. Böyle bir şey onların branşı. Heykel dersleri var Yapı Kolu'nda, iç süslemeciliği dersi vardı. Mesela bu Mimar Sinan Üniversitesi'nde bir hoca vardı. Ünlü heykeltıraş Nusret Suman. Vagonlarla onun heykellerini getirdiler Hasanoğlan'daki Yüksek Köy Enstitüsü'ne. Yapı Kolu'nda müthiş heykeller üretildi. Mesela bir tohum eken köylü heykeli yapmışlardı öğrenciler. O çalışmalar yapılırken sabah bir kalkıyoruz bahçe heykellerle dolu boydan boya. Bir Yunan çocuk heykeli karşımızda duruyor. Onun için küçük şehir gibi oldu heykellerle, çok büyük bir olay oldu. Hatta Talip Apaydın anılarında anlatıyor: “Bir sabah çok erken kalkmıştım, pelerinli biri duruyordu bahçede, korktum. Meğer o Yunan çocuk heykeliymiş.” diyor. Sonra mesela bizde kantincilik sizdeki gibi değildi. Kantinde ayaküstü bir şeyler atıştırır giderdik. Zaten kantinden gidilecek daha güzel yerler vardı ama kantini de öğrencilerin yaptığı resimlerle ve yaptıkları iç süslemeciliği çalışmalarıyla biz oluşturduk. Bu iç süslemeciliği çalışmalarında Hakkı İzzet diye bir hoca vardı. Türk motiflerini, desenlerini yaptırıyordu. Benim tabi elim yatkındı nakışa. Annem çok güzel nakış yapardı. Bir yarışma açtı hoca aramızda. Demet çiçek hazırlamıştık misafirhanenin duvarları için. Yarışma bitince çok güzel oldu misafirhanenin duvarları. Herkes kendi demet resimlerini yapıp yerleştirdi. Kız arkadaşımla ikimiz birinci geldik. Hoca onunkini beğeniyor. Arkadaşlar benimkini beğeniyor böyle bir şey. Tonguç geldi, dolaştı. Sonra yanıma gelip: “Bu senin resmin mi?” dedi bana. Herkes heyecanlanıp: “ Nasıl anladınız?” dedi. Tonguç'ta, “Anlaşılmayacak bir yanı yok ki.” dedi. Akdeniz’deki zakkum çiçekleri, bir deve dikeni mavi, pembe, yeşil. Arkadaş da sarı koymuş ağaç onunki de güzel ama. Şimdi o kadar çarpıcı bir zakkum rengi ki Akdenizli gibi. Şimdi orada da üretici eğitim uygulanıyor bakın. Misafirhanede kimler kalıyor? Bizim hocalarımız, Ankara’dan gelen 15-20 profesör, zaten Ankara’da 15-20 profesör anca var hepsi bize derse geliyordu. Onlara bir yatak, bir misafirhane lazım. Öğrenciler bir bina yaptılar bir tane, biz de içine suyolu, böyle motifler, resimler. Her hocanın odasında mutlaka bir çalışmamız duruyordu. Şimdi batıda zannediliyor böyle yapılıyor. Şimdi aslında kopya olduğu için. Batı da çok tutumludur. Bahaus yöntemini uygularken, orada aslında iş ile birlikte çıkıyor güzel sanatlar. Onlar ziyan etseler bile, onlar eğitimi bu kadar ayırabiliyorlar. Şimdi batı da zor ama batı böyle yapmıyor şimdi. Aslında onlar üretimle ilişkileri bizden çok daha fazla. Mesela en azından öğrenci hazırlarken başka türlü, daha tutumlu davranıyorlar. Ben Almanya’ya bir konferans vermeye gitmiştim, bir meslek lisesi sınıfına götürdüler. Bunlar çeşitli ülkelerden gelen işçi çocuklarıydı. Kısa yoldan hayata meslek lisesinde yetişip, iş bulmak isteyenlerdi. İki öğretmen birden giriyordu. Biri Almanca öğretmeni, biri teknik öğretmen. Birinin elinde bir çivi ile bir çekiç var. Şimdi Türkiye’de olsa buna gülerler. Almanca öğretmeni onlara Almanca öğretiyor. Öteki öğretmenin elinde de çivi ve çekiç var bu diyor tornavidayla sağlam olması için böyle yapacaksınız diyor, ama bunu Almanca konuşuyor. Almanca öğretmeni de açıklıyor. Öteki derste nasıl Türkiye’de matematik derslerini İngilizce yapıyorlar. Kısa yoldan onlar Almanca öğrenmek zorundalar. Almancayı ve işi kısa yoldan öğretmek için böyle bir yöntem bulmuşlar. En önemli şey şu: O ülkenin gerçeğine göre yapmak her şeyi; güzel sanatları bile. Güzel sanatlar sadece oturup resim yapıp bilmem kaç milyar liraya satmak olayı değildir. Bir ara fakültede şöyle bir şey oldu. Bölüm yeni açıldığı zaman akademiden gelen hocalar bu konuyu böyle kavramıyorlar. Onlar zorlanamaz ama öğretmen yetiştirmek başka bir programdır. Akademiden sadece ressam yetiştirmek başka bir programdır. Hatta çatışıyorlardı biz resim öğretmenleriyle. Nitekim çocuklardan o sene mezun olan öğrencilerimden Onay, Selâhattin, Timur; bunlar çok iyi resim öğretmeni oldular. Çok sıkıştırıyordum öğretmenlik bilgisi derslerinde falan, öğretmen olmadılar. Ama ne yaptılar çok iyi ressam da olmadılar yani. Neden öyle oldu? Çünkü akademiden gelen hocalar onları ressamlığa özendirdi. Ressam olmak zorunda değilsiniz. Ama yetişirken o eğitimi alırken resim öğretmenidir orada amaç. Sizi resim öğretmeni olarak amaçlandırdıklarında siz belki de ressam olursunuz o ayrı bir şey. Amaç, resim öğretmeni olmaktır. Resim öğretmeni de oldukça donanımlı olmalıdır. Şimdi resim öyle bir şey ki doktorlar bile birçok şeyi resimle saptıyorlar. Benim çok kullandığım bir test var mesela, Koç Lisesi'nde rehber öğretmenlik yaparken küçük çocukların sorunları oluyor, bocalıyorlar, kafaları karışık oluyor. Çocukları bu teste tabi tutuyorum. Yağmurda yürüyen bir kadın resmi yap diyorum. Resim o kadar önemli bir şey ki, yağmurda yürüyen bir kadın resmi yap dediğimde şemsiyesini tutmuşsa çocuğun daha sorunu olmuyor. Tabi bu bir yorum, yaklaşım, sonuç yüzde yüz değil tabi. Ama çocuğun hiç aklına gelmiyor yağmurda yürüyen kadının eline şemsiye vermek. Yani kafasında bir  karışıklık, bir eksiklik olarak görülüyor. En önemli testler hep resimlerle yapılıyor. Resim yalnızca güzellik için değil, aynı zamanda her şey için. Yani resim öğretmeninin önemini belirtmek için böyle bir şey söylüyorum. Şimdi çağımızdaki bu değişim, hızlı gidiş, birçok şeyler de değişti ama pedagojik açıdan klasik temel saptamalar hiçbir zaman yerini kaybetmez. Bunlar evrensel şeylerdir. Köy enstitülerinde her şey temizdir. Konfor tamamdır. Ama temizlik de güzelliğin bir parçasıdır. Zaten Tonguç’un eğitim görüşü: “Eğitim uygar bir ortamda yapılmalıdır. Uygar olmayan ortamlarda yapılanlar eğitimsel etki yaratmaz.”

Bu da Gazi Üniversitesi Eğitim Fakültesi'ndeyken kitabına yazdığı bir söz. Şimdi sınıf uygar değilse, konfor yoksa pis ise orada güzel bir şey olmaz, eğitimsel etki olmaz deniyor. Köy enstitülerinin kuruluşunda bu ilke var. Evet, çok ilkel yerlerde, sıfırdan başlandı ama hemen bir hafta 10 gün sonra, bir ay sonra her şey tertemiz düzenine giriyordu. Cumhuriyet kurulduğundan beri güzel sanatlara ve resme çok önem verilmişti. Şimdiki cumhurbaşkanı başbakanken, sanatla ilgili çok kötü şeyler yaptı. Kars’taki heykeli yıktırdılar. Ankara Belediye Başkanı kötü sözler söyledi, falan. Ama ondan önceki dönemlerde de programlarda resim derslerine ve güzel sanatlara önem verilen bir akış olduğu halde Türkiye’de yaygınlaşmamasının nedeni yüzde yüz eğitimin gerçekleştirilmemesinden kaynaklanıyor. Yani sadece resim eğitimi değil, halkın eğitimi en az halkın ortaokul düzeyinde eğitim görmemiş olmasından ileri geliyor. Resim öğretmenliği çok önemli. Ben hala öyle görüyorum. Avrupa’da da öyle. Şimdi yine Tonguç’un Gazi Eğitim'de hoca olduğu dönemde Gazi Eğitim'e gelen öğrencilere bakıyor. Gazi Eğitim'e gelen öğrenciler lise ya da öğretmen okulu mezunuydu. Çizgi çizerken eğri çiziyorlar. O zaman düşünüyor, niçin bunlar eğri çiziyor? Almanya’da eğitim görmüştür, Almanya’da küçücük çocuk bile dümdüz çizgi çiziyor. İşte o zaman diyor ki, eğitim uygar bir ortamda yapılmalıdır. Uygar olmayan bir ortamda yapılanlar eğitimsel etki yapmaz. Almanya’da yollar dümdüz, pencereler dümdüz. Bir alman gelmişti bizim eve sürekli tavana bakıyor. Neden bakıyorsun dedim. Eğri bu tavan dedi. Almanların gözü öyle yani her şeyi düzgün. Anaokulundan başlanıyor. Anaokulundan resim, boya ve kalem veriyorlar çocuk ev yapıyor. Çocuk bir taraftan da eliyle ev yapıyor tuğlalardan. Almanya’daki düzgünlük oradan kaynaklanıyor. Yani bizde anaokullarında eli güçlendirecek şeyler yaptırılmıyor pek çocuklara. Orada o Alman teknolojisi anaokulundan başlayan o şeye bağlı. Yaşam felsefemizde, Osmanlı Dönemi'nde ben ilkokula giderken kimse valizimi taşımazdı. Hamala taşıtırdık. Okula giden bir çocuk akrabamız vardı, onu getirip götüren kişi onun torbasını taşıyordu. Kendisi asla eline almıyordu. Sonra ben köy enstitüsüne gittikten sonra, biz varlıklıydık köyde. Yani öyle çok yoksul değildik. Benimkini de taşıyabilirlerdi ama ben taşıtmazdım. Nasıl taşıtmazdım? Çünkü biz enstitüde öyle öğrendik. Adam bana derdi ki: “Sen nasıl okumuşsun? Okumuş insan iş yapar mı?” derdi. Bu bir felsefe. O dönemde, üstüne lacivert bir elbise giyen kişi asla işe elini sürmüyor. Başka bir örnek anlatayım. Rauf İnan, Çifteler Köy Enstitüsü müdürü, istasyonda çocukları geçirmiş Eskişehir’de. Öğrencileri bir yere geziye göndermiş kendisi de kalmış. Şimdi bizim böyle asker kumaşından golf pantolonlar, ceketler, müdür, muavin, öğretmen, öğrenci herkes bunu giyerdi. Trenden inen bir hanım Rauf İnan’a: “Valizimi taşır mısın?” demiş. O da almış valizini kadının evine götürmüş. Kadın: “Yavaş yürü.” diyormuş Rauf İnan’a, hamal zannetmiş onu. Kadın: “Benim işim var.” diyormuş. O da “Yavaş yürüyemem.” diyormuş. Kapıda para vermek istemiş, Rauf İnan istememiş: “Ben Çifteler Köy Enstitüsü müdürüyüm, size yardım etmek için bunu taşıdım.” demiş. Kadın mahvolmuş, kıyameti koparmış. Kocası da mühendismiş. İkinci gün enstitüye Rauf İnan’ı ziyarete gitmişler. Şimdi ben müdürüm valiz taşımam demiyor adam yani. Sonra biz gezi çantalarımızda, sırt çantası diye bir şey Türkiye’de yok, kızlar hele asla, erkeklerde de yok. Biz Yüksek Köy Enstitüleri'nde geziye çıkacaktık, önce çantalarımız dikildi. Gayet güzel, şık, yazlık elbiselerimiz var. İstanbul’a geldik geziye Haydarpaşa Lisesi'nde kalıyoruz. Benim Antalyalı bir akrabam, hemşerim tıp fakültesinde bir öğrenci vardı ona haber verdim; oraya geleceğiz diye, o da geldi. Dedi ki: “Ben Alman hocamdan izin aldım akrabam gelecek diye.” dedi. Alman hocası biliyormuş köy enstitüsünü ama bizimkiler bilmiyor tabi o zaman. O sürgün olanlar yani Almanya’dan kaçan hocalar tıp fakültesinde, seni dedi çok rica etti getir diye dedi, oraya götüreceğim, hem böyle sırt çantanla dedi. Gittik herkes böyle sırt çantalı bir kız, pantolon, mont. Herkes bakıyor ediyor ama Alman o kadar sevindi o kadar sevindi ki, Türkiye artık şey yapar dedi. Başka bir şey söyleyeyim köy enstitülerinin güzel sanatlarla ilgisi bakımından veya köy enstitülerinin getirdiği ilkeler bakımından Türkiye’nin en büyük sorunu bugün kentleşme ve kentlileşme. Kent kültürü yok oluyor. Kent güzel, kurulmuş bir yer. Kente sonradan gelenler, yani köyden gelenler kentlileşecekler, ama kent kültürü yok oluyor. Şimdi İstanbul bir köy. Halbuki ne olması gerekiyor, kentleşmesi gerekiyor. Bir kere şimdi davranış kültürü gibi çevre kültürü kalkıyor. Çevre güzellikler yok ediliyor. Bu çok önemli bir şey. Türkiye’nin bugün birinci sorunu bu korkunç gidiş. Durmazsa zaten Bilim-Teknik’te Doğan Kuban yazıyor. Teknoloji diye bir adam yok teknolojiyi kullananlar var. Yani bizde yok etme gibi kullanılıyor bazı şeyler. Paris’te şu kadarcık yerde oturuyor bir aile ama Paris’te hiçbir şey yokedilmiyor. Paris bir kent. Şimdi onlar da zorlanıyorlar çünkü dünyadan birçok kişi oraya Paris’te oturacağım diye gidiyor. Ama bir bina yaptırmıyorlar kolay kolay. Paris’te 2 ay kadar kaldım her yerini biliyorum. İstanbul’da 2 sene kaldığı zaman gidemez. Çünkü her gün bir yer yıkılıyor, her gün bir şeyler değişiyor. Bunlar da güzelliği ilgilendiren şeyler. Türkiye’de eğitim çok karmaşıklaştı. Cumhuriyet kurulduğu zaman bu batıdan alınan programlar, yani batıdan almak şart değil köy enstitüleri hiçbir şeyini batıdan almadı. Ama köy enstitülerinden önceki programlar da kötü değil güzeldi. Yani kentleşme var içinde. Mesela eğitim mimarisi diye bir şey var. Şimdi sizin o fakülteyi Umut İnan yaptı. Adam senelerce onun üzerinde çalıştı. Nasıl aydınlık, yüksek öğretmen okulu olarak yaptı orayı. İçeri girdim daha insanın içi aydınlanıyordu böyle, o kadar güzel yapmıştı ki sizin o bölümlerin olduğu yeri. Nasıl nefisti, nasıl güzeldi. Bak kapkaranlık şimdi. Bir iki sefer gittim, yani 2 senedir gitmiyorum. Kapkaranlık bir yer olmuş her yer. Bu çok yanlış bir şey. Mimari denen şeye saygı göstermek gerekiyor. Adam onu yapmak için uzun süre uğraşmış, ışık oradan gelsin buradan gelsin diye. Eğitim mimarisi diye bir şey var. Eğitim mimarisi kalmadı işte. Yarışmalar açılıyordu, okul mimarisi adı altında. İsmail Hakkı Tonguç’un bir sözü: “Laik eğitim toplumda bolluk yaratıcı, mutluluk yaratıcı bir eğitim oluyor.” Yani açıklandığı zaman halk bunu anlamıyor. O zaman kimse dindarlık konusu yapmaz. Çünkü dine hiç engel değil ki. Din kültürü yaymak diye bir şey yok. Devletin din kültürünü yayması gerekmiyor. Yani zaten Cumhuriyet kurulduğu zaman din camilerle, ayinlere kalmıştı. Cumhuriyet ilk kurulduğu zaman, 20 kadar İmam Hatip Okulu vardı. Fakat çok hoca olduğu için gitmemiş kimse. Diğer okullara gitmişler, ondan sonra da kapatılmış. Yani kuşaklar arası ayrıcalıklar, çatışmalar, farklar buradan ileri geliyor. Osmanlı Dönemi'nde kimse valizini eline almıyor, okumuş adam. Bir hamal diye biri onu taşıyor. Ama bugün dünyada herkes kendi valizini kendisi taşıyor. Bu ne demek? İnsanlar arasındaki ayrıcalıklar artık azalmış demek. Köy enstitülerinin getirdiği ilkelerin ipuçlarını taşıyan bazı şeyler var. Mesela diyor ki: “Üretmeden, tüketmeyiniz. Ormanlarınızı, ekilebilir topraklarınızı koruyunuz.” diyor. Tüm bunlar, köy enstitülerinde hem ders konuları olarak hem de davranış olarak yer alıyor. Mesela köy enstitüsü öğretmenleri köylere gittikleri zaman ilk işlerinden birisi orman yapmak, ağaç diktirmek, yol yapmak oluyordu. Ekonomik durum dünyada bozulunca, dünyaya bunları öneriyor. Birleşmiş milletler aynı şeyler köy enstitülerinde yapılıyordu. Zaten köy enstitüleri Türkiye’ye göre 50 yıl ileride bir hareketti. Biraz da onun için herkes şaşırdı. Öğrenci araba kullanıyordu. Mesela bugün de kullanıyorsunuz ama iş için kullanıyorsunuz. Traktör öğreniyoruz mesela. Dünya’da hala parasal gider karşılanamadığı için okur-yazarlık bile öğrenilemiyor. Dünyanın hiçbir yerinde böyle bir üretici eğitimi öneren yok. John Dewey YÖK dünya eğitimcisi, tüm dünyanın kabul ettiği bir öncü eğitimci: “Türkiye’deki köy enstitüleri hayalimdeki okullardır.” diyor. Amerika’ya gittiğimiz zaman orada espri gibi bir şey söyledi. John Dewey Türkiye’ye gelmiş bir ara. Öğrencileri iş yaparken görünce, burada öğrencileri çocuklar mı yapıyor demiş, hayır çocuklar yapmıyor biz yapıyoruz demişler. Yani çocuklar kendilerini çocuk olarak görmüyorlar.

Kurgu-Montaj
Aslıhan Mumcu
Aras Yazıcı

Kamera
Hilal Deniz Çılbır

İletişim
Aslıhan Mumcu

Görüşme Ekibi
Aslı Kocataş
Aslıhan Mumcu
Burak Kaya
Hilal Deniz Çılbır

Yazı Alanı
?

Yazı Kontrolü
?

dB Copyright © 2015

   

54’06 Renkli 1080p

Video dosyası USB Flash Bellek ve DVD ortamlarında saklanmaktadır. Belge içeriği şu şekildedir; İçerisinde video ve metin dosyası bulunan 1 adet USB Flash Bellek ve DVD, Videonun yazılı metnini ve bilgilerini içeren 10 adet fiziki çıktı. Videodan alınan 11 adet fotoğrafın fiziki çıktıları ve fotoğraf makinesi ile çekilmiş 1 adet fotoğrafın fiziki çıktısı olmak üzere toplam 12 adet fotoğraf yer almaktadır.

13 Haziran 2015 tarihinde Youtube.com sitesindeki Kunduzca kanalında yayınlanmıştır.

Youtube görüntüleme verilerine göre 21.06.2015 Tarihine kadar toplam 97 kişi tarafından görüntülenmiştir.

Bu belgeleme, ders BELGELİĞİ Çalışma Ekibi tarafından 21.06.2015 tarihinde gerçekleştirilmiştir.