Köy
enstitülerinin yüksek kısmında güzel sanatlar bölümü vardı.
Yani ayrıca resim bölümü değil, bütün sanatları içeren
tiyatro, müzik, resim... Böyle bir bölüm vardı ve köy
enstitülerinin yüksek bölümünden çıkanlar köy enstitülerinde
resim öğretmenliği, müzik öğretmenliği eğitimlerini de
alıyorlardı. Köy enstitüleri denildiği zaman, orada üretici
eğitim vardır. Bu bambaşka bir yöntem. Üretici eğitim, bugün
sizin aldığınız eğitimde yaparak öğrenme deniyor. Yaparak
öğrenme: Üretim amaçlı olmayan, küçük objeler yaparak, kutular
yaparak, ufak tefek işe yaramayan eşyalar yaparak eğitim
vermek demektir. Bu pahalı bir eğitim. Batı endüstri
toplumlarının zengin zamanlarında hayata geçirilmiş bir
yöntem. Kötü değil ama çok pahalı. Öğrenci orada da öğreniyor,
resim öğreniyor, mimarlık öğreniyor, çok güzel öğreniyor ama
çok malzeme ve zaman tüketerek öğreniyor. 1955'de köy
enstitüleri kurulurken herkes okur-yazar olacak diye yasaya
koyulmuş. Halkı mesleğe yöneltecek, üretimi durduracak bir
eğitim olacak gibi birçok ilkeleri vardı. “Böyle bir eğitimle,
bu yöntemle, sadece bir öğretmen yetiştirmek için bile 100 yıl
gerekiyor.” diyor İsmail Hakkı Tonguç. İşte o zaman düşünüyor
ki bu biraz da zorunluluktan oluyor. Kendisi Gazi Üniversitesi
Eğitim Fakültesi Resim-iş Öğretmenliği bölümünden mezun. Zaten
iş derslerine de giriyor. Orada yaptıkları araçlar, ufak tefek
araçlar ve objeleri büyük üretime dönüştürerek belki bunun
üstesinden gelebiliriz. Yani üretim yaparak her okulun eğitim
giderlerini azaltılırız. Hem de insanları üreterek öğrenmeye
yöneltebiliriz diyor. Bunu yap dene diyorlar ama bundan önce
eğitmen kurslarında deniyor. Mesela fasulye yetiştirmek,
hepimiz yapmışızdır; bir bitki yetiştirmek. Bir saksıya bir
fasulye koyuluyor. Çocuklar sabahleyin görüyor fasulye
büyümüş. Gerçekten o fasulye büyüyor. Bu, fasulye tarlasında
yapılıyor. Şimdi mesela kibrit çöpleriyle gayet güzel evler,
maketler yapılıyor. Şimdi ise bunu, bina yapmaya dönüştürüyor.
Eğitimde büyük bir devrim. 21. yüzyıla da örnek olacak bir
şey. Bu üretici eğitim yöntemi. Böyle hazır binalar yapılarak
kurulmuyor. Köy enstitüleri hiçbir eğitim kurumunu ve mevcut
sistemi rahatsız etmeden kendi kendine kendi sistemini ayrıca
kurup geliştiriyor. Bu şekilde amaçları ortaya çıkıyor. Büyük
bir arazi üzerinde(600-1000 dönüm). Yola yakın yerlerde,
şehrin yakınlarında, köye de yakın olacak şekilde köyde eğitim
olduğu için bu arada anti parantez bir şey söyleyeyim nüfusun
%85'i köylerde oturduğu için köylerde eğitim, Türkiye'deki
eğitim aslında kentlerde kasabalarda nüfus az. Onun için
köylere yakın, demir yollarına yakın yerlerde kuruluyor. Ve bu
üretici yöntem ile kendi kendini kuruyor. Yani müdüre; al şu
anahtarı seni şuraya tayin ettik git şu okulu aç denmiyor.
Müdüre sen Aksu Köy Enstitüsüne tayin oldun deniyor. Aksu Köy
Enstitüsü'nün arazisi çok büyüktü, yalnız eski küçük bir ev
vardı. Ben orada okudum. Öğrenciler bina yapıyor, kaldırım
yapıyor ama bu bir amelelik değil, ders içinde yapıyorlar.
Şimdi kaldırım taşlarını yerleştirmek bir matematik ve
geometri işi. Geometri ve inşaat öğretmeni birlikte işliyorlar
o dersi. Tarımla ilgili olarak bataklık kurutma dersimiz vardı
mesela. Bahçemizde üzerinde sinekler uçan bataklıklar vardı.
Bataklık kurutma yöntemlerine göre hepimizi topladılar ve
anlattılar. Bataklık kurutma dersi 2-3 gün sürdü. 1 hafta 10
gün sonra orası dümdüz bir alandı ve ağaçlar dikilmişti. Sabah
kalktığımız zaman insan kendi yaptığı şeye şaşırıyor.
Matematik dersindeyiz bir gün, kareyi öğretiyordu öğretmen
bize, tahtaya büyük bir metrekareyi çiziyor. Köy
enstitülerinde yaz kış ders yapılırdı. Ağustos ayında Antalya
çok sıcaktı. Sınıfın pencereleri açık. Pencereden birileri
baktı, birkaç kişi. Sonra dolaşıp kapıya geldiler. Müdürümüz
kapıyı açtı; pencereden bakanları öğretmenimize ve bize
tanıttı. “Genel Müdür, İsmail Hakkı Tonguç.” dedi. Yanında
başka enstitü müdürleri de vardı.
Tonguç:
-Sabit Bey
hangi ders? Nedir konunuz?
Sabit:
-Efendim,
çocuklara metrekareyi öğretiyorum.
Tonguç:
-Bakın ne
kadar sıcak etraf. Bu dersleri dışarıda yapsanız olmaz mı?
Bahçede ağacın altında.
Sabit:
-Ama efendim
kara tahta lazım. (kara tahtaya karşıydı tabi Tonguç)
Tonguç:
-Tahtayıda
omuzlayıp gitsinler çocuklar.
Omuzlayıp
gittik, tabi biz çok sevindik. Daha birinci sınıftayız. Ağacın
altında otururken Tonguç enstitü müdürüne:
-Burası ne
olacak?
(Enstitülerin planı önceden yapıldı.) Orası boş araziydi ama
önceden planlanmıştı. Mimarlar arasında bir yarışma açıldı.
Bir plan yapıldı, Aksu’nun planında orası portakal bahçesi
olacaktı.
Tonguç:
-Bu arazinin
planını yapalım öyleyse.
Ders
matematik, konu metrekareydi fakat kara tahta yerine ağaç
çivisi, ip, çapa gibi malzemeler kullanılarak tarım ve
matematik öğretmeni ile birlikte portakal bahçesinin planı
yapıldı. Boydan boya arazi ölçüldü. O bahçede yüzlerce
metrekare oldu. Metrekareleri gördük. Her birimize bir iş
düşünce biz çok sevindik. İşte bu üretici dersin örneği. Bir
şey üretiliyor. Orada gerçek portakal ağaçlarıyla, gerçek bir
portakal bahçesi planı yapıldı. Hatta bize soruldu;
“Portakalların aralıkları kaç metre olmalı?” diye. Kimse
bilemedi tabi kaç metre olduğunu. Antalya’da biliyorsunuz
portakal bahçeleri var. Biz çok sevindik bundan sonra her
zaman böyle ders işleyelim dedik. Akşam İsmail Hakkı Tonguç
öğretmenlerle toplantı yapmış. Arkadaşlar nöbetçiydi, duymuş
onları bize anlattı.
Sabit Bey
demiş ki: “Dershanelerine son verilecektir. Kesinlikle sınıfa
girip masa üstünde çizgilerle ders yapmak yok. Ders üretim
alanında, üreterek yapılacak.”
İşte köy
enstitüleri bu temel üzerine kurulmuştur; üretici eğitim.
Şimdi güzellik konusuna gelince, bakın resim demiyorum
güzellik diyorum. Kitabımda da bunu güzellik tohumları diye
yazmışım. Resim dersimiz var fakat iş dersi şeklinde.
Arkadaşlar marangozhanede tahtalar biçiyorlar. Bize
getiriyorlar. Mesela bende çok güzel bir kutu yapmıştım
kendime işe yarar bir kutu. İlk işe yarar kutu olarak ya da
eşya olarak bize resim öğretmenimiz bir ödev verdi: “Kamil sen
marangozhanede bir tahta çanta yapacaksın sen de üstüne posta
çantası yazacaksın. Güzel, şık bir şekilde yağlı
boyayla.İkiniz birlikte çalışacaksınız, ölçeceksiniz,
biçeceksiniz.” dedi. Biz bir hafta uğraştık. Daha birinci
sınıftım o zaman yağlı boya kullanmayı bilmiyorum, resim
öğretmenine de fazla danışmak istemiyorum, o zaman öğretmen
yapmış oluyor. Resim öğretmeni yoktu da ek branşı resim olan
bir öğretmen vardı. Bu tabi bir örnek ama her şey köy
enstitülerinde böyle, güzellik iş ile birlikte gidiyor. Yani
ben resim yapacağım, ben resim öğretmeniyim diye öteki işler
kalmıyor. İş başta geliyor. Sonra Tonguç kendisi bunu köy
enstitülerine yazdığı mektuplarda "Artık gözüm güzellik görmek
istiyor." diyor. Çünkü artık binalar yapıldı, birçok şeyler
yapıldı. Ama öğrenciler bir an önce alınsın diye acele
yapıldığı için iş ağır bastı. “Artık güzelliğe önem vermek
istiyorum.” dediği güzel yapılmalı. O kadar güzel ki o
mektupları, kendisi aynı zamanda resim öğretmeni olduğu için
bu konuya çok özen gösteriyor. Diyor ki: Mesela tavan, Adalet
Ovaloğlu okumuş orayı şaşırmış, olamaz böyle bir şey,
uyduruyorlar demiş. Tavanlara diyor, yuvarlak renkli şeyler
yapın. Elbise askılıklarına güzellik katarak yapın. Köylü
heybelerinin motiflerini alın gibi isteklerde bulunmuş. Bu
noktada müthiş bir güzellik arayışı var. Daha önce çadırlarda
eğitmen kurslarına başlamıştı enstitüler. Çadırların kenarına
çiçekler dikin, diyor. Sofraların üstüne örtü koyun ve üstüne
bakır kapların içinde çiçekler koyun, diyor. Buradan başlıyor
güzellikler tabi bunun resmi de yapılıyor. Sonra resim
öğretmenleri geldi. Yani ikinci dünya savaşı zamanıydı.
Fotoğrafçılık mesela köy enstitülerinde çok ilerideydi. Benim
fotoğraflar var mesela birçok hep öğrencilerin çektiği
fotoğraflar. İsmail Hakkı Tonguç’un kendi çektiği fotoğraflar
var köy enstitüleri ile ilgili o fotoğraflar hep işin
fotoğrafları mesela. İşin fotoğrafları, hareketli fotoğraflar.
Bir yerde birisi iş yaparken, arıcılık dersinde çekilmiş
fotoğraflar. Benim mesela hiç haberim yok mandolin çalarken
bir fotoğrafım var. Ağacın altında oturmuşum mandolin
çalıyorum, çekmiş. Küçücük bir kızım orada. Tabi o kendi
fotoğraf çekmelerinden yani fotoğrafçılık da resim bölümü
derslerinden birisi Gazi Üniversitesi Eğitim Fakültesi'nde,
köy enstitüsüne tayin olan resim öğretmenlerine fotoğrafçılığı
da aşılıyor. Ama İkinci Dünya Savaşı sırasında fotoğraf
malzemelerini bulmak zor olduğu için o kadar ilerlemiyor ama
zaten fotoğrafçı yetiştirmiyor. Neden önem veriyorlar
fotoğrafçılığa? Kasabalarda bir tane fotoğrafçı var köylerde
mümkün değil, çocukların fotoğrafını çekecek öğretmen onun
için öncelik. Bir odaya çekilip resim yapmak yerine, zaten
oraya isteyen istediği zaman gidebiliyor. İsteyen resim
atölyesine gidiyor, isteyen iş atölyesine gidiyor, isteyen
dikiş atölyesine gidiyor, isteyen dokuma atölyesine gidiyor
boş zamanlarında. Çocuklar çoğunlukla boş zaman içinde üretim
yapıyorlar. Resme yönelik yani resim yeteneği olan çocuklar da
ortaya çıkıyor. Bir örnek anlatayım. Tonguç Kayseri’ye
gidiyor, köy enstitüsüne. Orada müdür bir çocuğun yaptığı
resmi getirip gösteriyor ona. Bu resimde bir köylü kadını
kızının bitini ayıklıyor. Tonguç şaşırıyor. Müdüre diyor ki:
“Biliyor musun bu Avrupa’da bir kitaptaki bir resim. Avrupalı
birisi yüz yıl önce aynı kızının bitini tarakla ayıklayan bir
kadın resmi yapmış.” diyor. Sonra İsmail Hakkı Tonguç
Ankara'ya geliyor. O kitaptan bir tane alıp gönderiyor
Turgut’a. Müdüre de Turgut’u güzel sanatlar için
hazırlamalarını söylüyor. Yani köy enstitülerinde ileri
öğrenme, hazırlanma, yöneltme, yönlendirme öğretmenlerin
saptamalarıyla oluyor. O kadar çok alan var ki herkes istediği
alana yönelerek kendi yeteneğini gösteriyor. Tabi ilkokul
öğretmeni olacağı için müzik, resim, beden eğitimi fen
dersleri kadar önemliydi o zaman. Ben kendi ilkokulumda
okurken en çok sevdiğimiz ders resim dersiydi. Renkler,
kalemler çocuklar için en muazzam şey resim dersi. Şimdi ben
Alanya’da ilkokulu okumuştum. Deniz tarafını mavi ile
boyuyoruz, kara tarafını yeşil ve sarımsı kahverengiyle. Ben
hep yeşil boyardım; çünkü ben daha köylü çocuğuydum. Yani
resimle böyle kendimi gösteriyorum. Mesela bir çocuk vardı
bizim sınıfta çok güzel resim yapardı. O bir yetenekti,
akrabalarından birisi de yetenekliydi. Bunların ikisi de
sonradan resim alanında ilerlediler. Şimdi köy enstitülerinde
böyle yetenek, güzel sanatlar konusu illa sanatçı yetiştirmek
için değil. Öğretmenin bu donanımda olması için. Resim
öğretmeni eğitimi görenlerin arasında mutlaka sanatçılar da
çıkacaktır. Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü'nde, Güzel
Sanatlar Bölümü, bir de Yapı Kolu Bölümü var. Yapı kolu,
mimari içerikli programı olan bir bölümdü. Bir de köy
enstitülerinde yüksek bölümde de bölümlerin adı böyle özentili
konulmuyor. Özellikle Yapı Kolu deniyor. Mesela Hayvan Bakımı
Kolu deniyor. Özellikle buna indirgemek için yapılıyor. Şimdi
bizim Yapı Kolu dediğimiz kolda müthiş şeyler ürettiler.
Heykeller ürettiler, planlar yaptılar. Demin sözünü ettiğim
hocamız, ressam Malik Aksel, bizim sanat tarihi
öğretmenimizdi. Benim kolum da köy ev ve el sanatları bu el ve
ev sanatlarının içinde yemek var, örgücülük var, köylerde
yapılan kadın sanatları var, birçok şey var. İç süslemeciliği
diye bir ders vardı. Köylere gittiği zaman öğretmen çocuklara
dümdüz resim yaptırmak yerine iç süslemeciliği yaptıracak ki
köy evleri modernize olacak. Yani program çok amaçlı yapılıyor
ve çok gerçekçi yapılıyor. Sonra o sözünü ettiğim Kayseri’den
gelen arkadaş yüksek kısma geldi ama o zirai işletme
ekonomisini seçti. Resim seçmek istemedi. Resim yapıyordu ama
hepimizin karikatürlerini yapardı. Bende müzik çok
çalışmıştım. Beni de müzik bölümüne ayırmak istediler. Sesim
güzel değildi oysa ama işte bir köy kızı müzik çalışmış 5 sene
mandolin, keman, akordiyon, piyano... Orada Güzel Sanatlar
Bölümü'nden hocalar beni kandırmak istiyorlar işte Cüneyt
Gökçer orada hocaydı. Şimdi o güzel sanatlar bölümünde yetişen
resim-iş öğretmeni olacak arkadaşlar yani resim, iş ve resim
bölümü (aynı Gazi Üniversitesi'ndeki gibi) seçen arkadaşlar,
sandalye yapabilirler, masa yapabilirler ama resim de
yapıyorlar. Böyle bir şey onların branşı. Heykel dersleri var
Yapı Kolu'nda, iç süslemeciliği dersi vardı. Mesela bu Mimar
Sinan Üniversitesi'nde bir hoca vardı. Ünlü heykeltıraş Nusret
Suman. Vagonlarla onun heykellerini getirdiler Hasanoğlan'daki
Yüksek Köy Enstitüsü'ne. Yapı Kolu'nda müthiş heykeller
üretildi. Mesela bir tohum eken köylü heykeli yapmışlardı
öğrenciler. O çalışmalar yapılırken sabah bir kalkıyoruz bahçe
heykellerle dolu boydan boya. Bir Yunan çocuk heykeli
karşımızda duruyor. Onun için küçük şehir gibi oldu
heykellerle, çok büyük bir olay oldu. Hatta Talip Apaydın
anılarında anlatıyor: “Bir sabah çok erken kalkmıştım,
pelerinli biri duruyordu bahçede, korktum. Meğer o Yunan çocuk
heykeliymiş.” diyor. Sonra mesela bizde kantincilik sizdeki
gibi değildi. Kantinde ayaküstü bir şeyler atıştırır giderdik.
Zaten kantinden gidilecek daha güzel yerler vardı ama kantini
de öğrencilerin yaptığı resimlerle ve yaptıkları iç
süslemeciliği çalışmalarıyla biz oluşturduk. Bu iç
süslemeciliği çalışmalarında Hakkı İzzet diye bir hoca vardı.
Türk motiflerini, desenlerini yaptırıyordu. Benim tabi elim
yatkındı nakışa. Annem çok güzel nakış yapardı. Bir yarışma
açtı hoca aramızda. Demet çiçek hazırlamıştık misafirhanenin
duvarları için. Yarışma bitince çok güzel oldu misafirhanenin
duvarları. Herkes kendi demet resimlerini yapıp yerleştirdi.
Kız arkadaşımla ikimiz birinci geldik. Hoca onunkini
beğeniyor. Arkadaşlar benimkini beğeniyor böyle bir şey.
Tonguç geldi, dolaştı. Sonra yanıma gelip: “Bu senin resmin
mi?” dedi bana. Herkes heyecanlanıp: “ Nasıl anladınız?” dedi.
Tonguç'ta, “Anlaşılmayacak bir yanı yok ki.” dedi.
Akdeniz’deki zakkum çiçekleri, bir deve dikeni mavi, pembe,
yeşil. Arkadaş da sarı koymuş ağaç onunki de güzel ama. Şimdi
o kadar çarpıcı bir zakkum rengi ki Akdenizli gibi. Şimdi
orada da üretici eğitim uygulanıyor bakın. Misafirhanede
kimler kalıyor? Bizim hocalarımız, Ankara’dan gelen 15-20
profesör, zaten Ankara’da 15-20 profesör anca var hepsi bize
derse geliyordu. Onlara bir yatak, bir misafirhane lazım.
Öğrenciler bir bina yaptılar bir tane, biz de içine suyolu,
böyle motifler, resimler. Her hocanın odasında mutlaka bir
çalışmamız duruyordu. Şimdi batıda zannediliyor böyle
yapılıyor. Şimdi aslında kopya olduğu için. Batı da çok
tutumludur. Bahaus yöntemini uygularken, orada aslında iş ile
birlikte çıkıyor güzel sanatlar. Onlar ziyan etseler bile,
onlar eğitimi bu kadar ayırabiliyorlar. Şimdi batı da zor ama
batı böyle yapmıyor şimdi. Aslında onlar üretimle ilişkileri
bizden çok daha fazla. Mesela en azından öğrenci hazırlarken
başka türlü, daha tutumlu davranıyorlar. Ben Almanya’ya bir
konferans vermeye gitmiştim, bir meslek lisesi sınıfına
götürdüler. Bunlar çeşitli ülkelerden gelen işçi çocuklarıydı.
Kısa yoldan hayata meslek lisesinde yetişip, iş bulmak
isteyenlerdi. İki öğretmen birden giriyordu. Biri Almanca
öğretmeni, biri teknik öğretmen. Birinin elinde bir çivi ile
bir çekiç var. Şimdi Türkiye’de olsa buna gülerler. Almanca
öğretmeni onlara Almanca öğretiyor. Öteki öğretmenin elinde de
çivi ve çekiç var bu diyor tornavidayla sağlam olması için
böyle yapacaksınız diyor, ama bunu Almanca konuşuyor. Almanca
öğretmeni de açıklıyor. Öteki derste nasıl Türkiye’de
matematik derslerini İngilizce yapıyorlar. Kısa yoldan onlar
Almanca öğrenmek zorundalar. Almancayı ve işi kısa yoldan
öğretmek için böyle bir yöntem bulmuşlar. En önemli şey şu: O
ülkenin gerçeğine göre yapmak her şeyi; güzel sanatları bile.
Güzel sanatlar sadece oturup resim yapıp bilmem kaç milyar
liraya satmak olayı değildir. Bir ara fakültede şöyle bir şey
oldu. Bölüm yeni açıldığı zaman akademiden gelen hocalar bu
konuyu böyle kavramıyorlar. Onlar zorlanamaz ama öğretmen
yetiştirmek başka bir programdır. Akademiden sadece ressam
yetiştirmek başka bir programdır. Hatta çatışıyorlardı biz
resim öğretmenleriyle. Nitekim çocuklardan o sene mezun olan
öğrencilerimden Onay, Selâhattin, Timur; bunlar çok iyi resim
öğretmeni oldular. Çok sıkıştırıyordum öğretmenlik bilgisi
derslerinde falan, öğretmen olmadılar. Ama ne yaptılar çok iyi
ressam da olmadılar yani. Neden öyle oldu? Çünkü akademiden
gelen hocalar onları ressamlığa özendirdi. Ressam olmak
zorunda değilsiniz. Ama yetişirken o eğitimi alırken resim
öğretmenidir orada amaç. Sizi resim öğretmeni olarak
amaçlandırdıklarında siz belki de ressam olursunuz o ayrı bir
şey. Amaç, resim öğretmeni olmaktır. Resim öğretmeni de
oldukça donanımlı olmalıdır. Şimdi resim öyle bir şey ki
doktorlar bile birçok şeyi resimle saptıyorlar. Benim çok
kullandığım bir test var mesela, Koç Lisesi'nde rehber
öğretmenlik yaparken küçük çocukların sorunları oluyor,
bocalıyorlar, kafaları karışık oluyor. Çocukları bu teste tabi
tutuyorum. Yağmurda yürüyen bir kadın resmi yap diyorum. Resim
o kadar önemli bir şey ki, yağmurda yürüyen bir kadın resmi
yap dediğimde şemsiyesini tutmuşsa çocuğun daha sorunu
olmuyor. Tabi bu bir yorum, yaklaşım, sonuç yüzde yüz değil
tabi. Ama çocuğun hiç aklına gelmiyor yağmurda yürüyen kadının
eline şemsiye vermek. Yani kafasında bir karışıklık, bir
eksiklik olarak görülüyor. En önemli testler hep resimlerle
yapılıyor. Resim yalnızca güzellik için değil, aynı zamanda
her şey için. Yani resim öğretmeninin önemini belirtmek için
böyle bir şey söylüyorum. Şimdi çağımızdaki bu değişim, hızlı
gidiş, birçok şeyler de değişti ama pedagojik açıdan klasik
temel saptamalar hiçbir zaman yerini kaybetmez. Bunlar
evrensel şeylerdir. Köy enstitülerinde her şey temizdir.
Konfor tamamdır. Ama temizlik de güzelliğin bir parçasıdır.
Zaten Tonguç’un eğitim görüşü: “Eğitim uygar bir ortamda
yapılmalıdır. Uygar olmayan ortamlarda yapılanlar eğitimsel
etki yaratmaz.”
Bu da Gazi
Üniversitesi Eğitim Fakültesi'ndeyken kitabına yazdığı bir
söz. Şimdi sınıf uygar değilse, konfor yoksa pis ise orada
güzel bir şey olmaz, eğitimsel etki olmaz deniyor. Köy
enstitülerinin kuruluşunda bu ilke var. Evet, çok ilkel
yerlerde, sıfırdan başlandı ama hemen bir hafta 10 gün sonra,
bir ay sonra her şey tertemiz düzenine giriyordu. Cumhuriyet
kurulduğundan beri güzel sanatlara ve resme çok önem
verilmişti. Şimdiki cumhurbaşkanı başbakanken, sanatla ilgili
çok kötü şeyler yaptı. Kars’taki heykeli yıktırdılar. Ankara
Belediye Başkanı kötü sözler söyledi, falan. Ama ondan önceki
dönemlerde de programlarda resim derslerine ve güzel sanatlara
önem verilen bir akış olduğu halde Türkiye’de
yaygınlaşmamasının nedeni yüzde yüz eğitimin
gerçekleştirilmemesinden kaynaklanıyor. Yani sadece resim
eğitimi değil, halkın eğitimi en az halkın ortaokul düzeyinde
eğitim görmemiş olmasından ileri geliyor. Resim öğretmenliği
çok önemli. Ben hala öyle görüyorum. Avrupa’da da öyle. Şimdi
yine Tonguç’un Gazi Eğitim'de hoca olduğu dönemde Gazi
Eğitim'e gelen öğrencilere bakıyor. Gazi Eğitim'e gelen
öğrenciler lise ya da öğretmen okulu mezunuydu. Çizgi çizerken
eğri çiziyorlar. O zaman düşünüyor, niçin bunlar eğri çiziyor?
Almanya’da eğitim görmüştür, Almanya’da küçücük çocuk bile
dümdüz çizgi çiziyor. İşte o zaman diyor ki, eğitim uygar bir
ortamda yapılmalıdır. Uygar olmayan bir ortamda yapılanlar
eğitimsel etki yapmaz. Almanya’da yollar dümdüz, pencereler
dümdüz. Bir alman gelmişti bizim eve sürekli tavana bakıyor.
Neden bakıyorsun dedim. Eğri bu tavan dedi. Almanların gözü
öyle yani her şeyi düzgün. Anaokulundan başlanıyor.
Anaokulundan resim, boya ve kalem veriyorlar çocuk ev yapıyor.
Çocuk bir taraftan da eliyle ev yapıyor tuğlalardan.
Almanya’daki düzgünlük oradan kaynaklanıyor. Yani bizde
anaokullarında eli güçlendirecek şeyler yaptırılmıyor pek
çocuklara. Orada o Alman teknolojisi anaokulundan başlayan o
şeye bağlı. Yaşam felsefemizde, Osmanlı Dönemi'nde ben
ilkokula giderken kimse valizimi taşımazdı. Hamala taşıtırdık.
Okula giden bir çocuk akrabamız vardı, onu getirip götüren
kişi onun torbasını taşıyordu. Kendisi asla eline almıyordu.
Sonra ben köy enstitüsüne gittikten sonra, biz varlıklıydık
köyde. Yani öyle çok yoksul değildik. Benimkini de
taşıyabilirlerdi ama ben taşıtmazdım. Nasıl taşıtmazdım? Çünkü
biz enstitüde öyle öğrendik. Adam bana derdi ki: “Sen nasıl
okumuşsun? Okumuş insan iş yapar mı?” derdi. Bu bir felsefe. O
dönemde, üstüne lacivert bir elbise giyen kişi asla işe elini
sürmüyor. Başka bir örnek anlatayım. Rauf İnan, Çifteler Köy
Enstitüsü müdürü, istasyonda çocukları geçirmiş Eskişehir’de.
Öğrencileri bir yere geziye göndermiş kendisi de kalmış. Şimdi
bizim böyle asker kumaşından golf pantolonlar, ceketler,
müdür, muavin, öğretmen, öğrenci herkes bunu giyerdi. Trenden
inen bir hanım Rauf İnan’a: “Valizimi taşır mısın?” demiş. O
da almış valizini kadının evine götürmüş. Kadın: “Yavaş yürü.”
diyormuş Rauf İnan’a, hamal zannetmiş onu. Kadın: “Benim işim
var.” diyormuş. O da “Yavaş yürüyemem.” diyormuş. Kapıda para
vermek istemiş, Rauf İnan istememiş: “Ben Çifteler Köy
Enstitüsü müdürüyüm, size yardım etmek için bunu taşıdım.”
demiş. Kadın mahvolmuş, kıyameti koparmış. Kocası da
mühendismiş. İkinci gün enstitüye Rauf İnan’ı ziyarete
gitmişler. Şimdi ben müdürüm valiz taşımam demiyor adam yani.
Sonra biz gezi çantalarımızda, sırt çantası diye bir şey
Türkiye’de yok, kızlar hele asla, erkeklerde de yok. Biz
Yüksek Köy Enstitüleri'nde geziye çıkacaktık, önce
çantalarımız dikildi. Gayet güzel, şık, yazlık elbiselerimiz
var. İstanbul’a geldik geziye Haydarpaşa Lisesi'nde kalıyoruz.
Benim Antalyalı bir akrabam, hemşerim tıp fakültesinde bir
öğrenci vardı ona haber verdim; oraya geleceğiz diye, o da
geldi. Dedi ki: “Ben Alman hocamdan izin aldım akrabam gelecek
diye.” dedi. Alman hocası biliyormuş köy enstitüsünü ama
bizimkiler bilmiyor tabi o zaman. O sürgün olanlar yani
Almanya’dan kaçan hocalar tıp fakültesinde, seni dedi çok rica
etti getir diye dedi, oraya götüreceğim, hem böyle sırt
çantanla dedi. Gittik herkes böyle sırt çantalı bir kız,
pantolon, mont. Herkes bakıyor ediyor ama Alman o kadar
sevindi o kadar sevindi ki, Türkiye artık şey yapar dedi.
Başka bir şey söyleyeyim köy enstitülerinin güzel sanatlarla
ilgisi bakımından veya köy enstitülerinin getirdiği ilkeler
bakımından Türkiye’nin en büyük sorunu bugün kentleşme ve
kentlileşme. Kent kültürü yok oluyor. Kent güzel, kurulmuş bir
yer. Kente sonradan gelenler, yani köyden gelenler
kentlileşecekler, ama kent kültürü yok oluyor. Şimdi İstanbul
bir köy. Halbuki ne olması gerekiyor, kentleşmesi gerekiyor.
Bir kere şimdi davranış kültürü gibi çevre kültürü kalkıyor.
Çevre güzellikler yok ediliyor. Bu çok önemli bir şey.
Türkiye’nin bugün birinci sorunu bu korkunç gidiş. Durmazsa
zaten Bilim-Teknik’te Doğan Kuban yazıyor. Teknoloji diye bir
adam yok teknolojiyi kullananlar var. Yani bizde yok etme gibi
kullanılıyor bazı şeyler. Paris’te şu kadarcık yerde oturuyor
bir aile ama Paris’te hiçbir şey yokedilmiyor. Paris bir kent.
Şimdi onlar da zorlanıyorlar çünkü dünyadan birçok kişi oraya
Paris’te oturacağım diye gidiyor. Ama bir bina yaptırmıyorlar
kolay kolay. Paris’te 2 ay kadar kaldım her yerini biliyorum.
İstanbul’da 2 sene kaldığı zaman gidemez. Çünkü her gün bir
yer yıkılıyor, her gün bir şeyler değişiyor. Bunlar da
güzelliği ilgilendiren şeyler. Türkiye’de eğitim çok
karmaşıklaştı. Cumhuriyet kurulduğu zaman bu batıdan alınan
programlar, yani batıdan almak şart değil köy enstitüleri
hiçbir şeyini batıdan almadı. Ama köy enstitülerinden önceki
programlar da kötü değil güzeldi. Yani kentleşme var içinde.
Mesela eğitim mimarisi diye bir şey var. Şimdi sizin o
fakülteyi Umut İnan yaptı. Adam senelerce onun üzerinde
çalıştı. Nasıl aydınlık, yüksek öğretmen okulu olarak yaptı
orayı. İçeri girdim daha insanın içi aydınlanıyordu böyle, o
kadar güzel yapmıştı ki sizin o bölümlerin olduğu yeri. Nasıl
nefisti, nasıl güzeldi. Bak kapkaranlık şimdi. Bir iki sefer
gittim, yani 2 senedir gitmiyorum. Kapkaranlık bir yer olmuş
her yer. Bu çok yanlış bir şey. Mimari denen şeye saygı
göstermek gerekiyor. Adam onu yapmak için uzun süre uğraşmış,
ışık oradan gelsin buradan gelsin diye. Eğitim mimarisi
diye bir şey var. Eğitim mimarisi kalmadı işte. Yarışmalar
açılıyordu, okul mimarisi adı altında. İsmail Hakkı Tonguç’un
bir sözü: “Laik eğitim toplumda bolluk yaratıcı, mutluluk
yaratıcı bir eğitim oluyor.” Yani açıklandığı zaman halk bunu
anlamıyor. O zaman kimse dindarlık konusu yapmaz. Çünkü dine
hiç engel değil ki. Din kültürü yaymak diye bir şey yok.
Devletin din kültürünü yayması gerekmiyor. Yani zaten
Cumhuriyet kurulduğu zaman din camilerle, ayinlere kalmıştı.
Cumhuriyet ilk kurulduğu zaman, 20 kadar İmam Hatip Okulu
vardı. Fakat çok hoca olduğu için gitmemiş kimse. Diğer
okullara gitmişler, ondan sonra da kapatılmış. Yani kuşaklar
arası ayrıcalıklar, çatışmalar, farklar buradan ileri geliyor.
Osmanlı Dönemi'nde kimse valizini eline almıyor, okumuş adam.
Bir hamal diye biri onu taşıyor. Ama bugün dünyada herkes
kendi valizini kendisi taşıyor. Bu ne demek? İnsanlar
arasındaki ayrıcalıklar artık azalmış demek. Köy
enstitülerinin getirdiği ilkelerin ipuçlarını taşıyan bazı
şeyler var. Mesela diyor ki: “Üretmeden, tüketmeyiniz.
Ormanlarınızı, ekilebilir topraklarınızı koruyunuz.”
diyor. Tüm bunlar, köy enstitülerinde hem ders konuları olarak
hem de davranış olarak yer alıyor. Mesela köy enstitüsü
öğretmenleri köylere gittikleri zaman ilk işlerinden birisi
orman yapmak, ağaç diktirmek, yol yapmak oluyordu. Ekonomik
durum dünyada bozulunca, dünyaya bunları öneriyor. Birleşmiş
milletler aynı şeyler köy enstitülerinde yapılıyordu. Zaten
köy enstitüleri Türkiye’ye göre 50 yıl ileride bir hareketti.
Biraz da onun için herkes şaşırdı. Öğrenci araba kullanıyordu.
Mesela bugün de kullanıyorsunuz ama iş için kullanıyorsunuz.
Traktör öğreniyoruz mesela. Dünya’da hala parasal gider
karşılanamadığı için okur-yazarlık bile öğrenilemiyor.
Dünyanın hiçbir yerinde böyle bir üretici eğitimi öneren yok.
John Dewey YÖK dünya eğitimcisi, tüm dünyanın kabul ettiği bir
öncü eğitimci: “Türkiye’deki köy enstitüleri hayalimdeki
okullardır.” diyor. Amerika’ya gittiğimiz zaman orada
espri gibi bir şey söyledi. John Dewey Türkiye’ye gelmiş bir
ara. Öğrencileri iş yaparken görünce, burada öğrencileri
çocuklar mı yapıyor demiş, hayır çocuklar yapmıyor biz
yapıyoruz demişler. Yani çocuklar kendilerini çocuk olarak
görmüyorlar.
Kurgu-Montaj
Aslıhan Mumcu
Aras Yazıcı
Kamera
Hilal Deniz Çılbır
İletişim
Aslıhan Mumcu
Görüşme
Ekibi
Aslı Kocataş
Aslıhan Mumcu
Burak Kaya
Hilal Deniz Çılbır
Yazı Alanı
?
Yazı Kontrolü
?
dB
Copyright © 2015
54’06 Renkli
1080p
Video
dosyası USB Flash Bellek ve DVD ortamlarında saklanmaktadır.
Belge içeriği şu şekildedir; İçerisinde video ve metin dosyası
bulunan 1 adet USB Flash Bellek ve DVD, Videonun yazılı
metnini ve bilgilerini içeren 10 adet fiziki çıktı. Videodan
alınan 11 adet fotoğrafın fiziki çıktıları ve fotoğraf
makinesi ile çekilmiş 1 adet fotoğrafın fiziki çıktısı olmak
üzere toplam 12 adet fotoğraf yer almaktadır.
13 Haziran
2015 tarihinde Youtube.com sitesindeki Kunduzca kanalında
yayınlanmıştır.
Youtube
görüntüleme verilerine göre 21.06.2015 Tarihine kadar toplam
97 kişi tarafından görüntülenmiştir.
Bu
belgeleme, ders BELGELİĞİ Çalışma Ekibi tarafından 21.06.2015
tarihinde gerçekleştirilmiştir.