Marmara
Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi
Güzel Sanatlar Eğitimi Bölümü Resim Anasanat Dalı / bir numaralı atölye
ders notları |
95/96
NOTLARI
|
Ana Sayfa +
ders BELGELiĞi |
rönesans / barok
WÖLFFLİN,
Heinrich Sanat Tarihinin Temel Kavramları
|
... 16. yüzyıl üslubundan
17.yüzyıl üslubuna geçiş yollarını açıklamaksa özel tarihi
eserlerin alanına girer, ama bunlar da, ancak ellerinde kesin
kavramlar bulunursa bu görevlerini yerine getirebilirler.
Eğer yanılmıyorsak, gelişme
aşağıdaki beş kavram çiftiyle, şimdilik formüle edilebilir.
|
1. Çizgiselden gölgesele geçiş;
yani gözün bakış yolu ve
kılavuzu olan çizginin geliştirilmesi, sonra da yavaş yavaş
önemini yitirmesi. Genel olarak şöyle diyebiliriz: Bir yanda
nesneyi, elle yoklanabilir olma karakterini canlandırabilmek
için çizgiler ve yüzeylerle tasvir; öte yanda sadece optik
görünüşe dayan, onun için de çizgiden vazgeçebilen anlayış.
Birinci durumda vurgu, nesnenin sınırları üzerindedir,
ikincideyse görüntü sınırsızlaşır. Üç boyutlu ve
konturlanmış olarak görüş nesneleri birbirinden ayırır,
«gölgesel» olarak gören göz içinse nesneler birbirlerine
ulaşmışlardır. Birincide amaç, daha ziyade, tek tek nesneleri
kalımlı, elle tutulur gerçeklikler olarak kavrama, ikincideyse
tüm manzarayı, boşlukta yüzen bir görüntü halinde görmedir.
|
2. Düzlemsellikten
derinselliğe geçiş.
Klasik sanat, bir manzaranın kısımlarını, arka arkaya sıralanmış
paralel düzlemler üzerinde yan yana gösterir. Baroksa gözü
derinliğe doğru çeker. Çizgi bir düzleme muhtaçtır, klasik
sanatta çizginin gelişmesi düzlemselliği, resmin kısımlarının
paralel düzlemler üzerine yerleştirilmesini geliştirmiştir.
Böyle aynı düzlem üzerinde olma, bir bakışta görülebilmenin en
üstün derecesini sağlar. Barokta konturların değerden
düşürülüşü, düzlemin de değerden düşmesi sonucunu vermiştir ve
göz artık nesneleri, ön plandan arka plan doğru, derinlemesine
birbirine ulamaya başlamıştır. Burada bir kalite farkı söz
konusu değildir: bu yenilik, derinlik görünüşünü daha iyi
verebilmek imkânlarının yeni elde edilmiş olduğundan ileri
gelmez, daha ziyade, kökten değişik bir sanatın doğmuş olduğunu
gösterir. Tıpkı böylece, (bizim verdiğimiz anlamda) «düzlemsi»
üslup da ilkel bir sanat değildir, çünkü sanatçının kısa görünüş
(rakursi)ye ve derinlik duygusuna tamamıyla hakim olduğu anda
ortay çıkmıştır.
|
3. Kapalı şekilden açık şekle
geçiş. Hiç şüphesiz her
sanat eseri kapalı bir tüm meydana getirmelidir ve bir eserin
sınırlanmamış oluşu daima bir acemilik işaretidir. Ama bu şarta
verilen anlam 16. ve 17. yüzyılda o kadar başka olmuştur ki klasik
sanatın kapalı şekle dayandığını ancak Baroğun çözülmüş, açık
şekliyle kıyaslayarak açık bir yolda görebiliriz. Kuralın
gevşemesi, sert «tektonik» oluş kanununun yumuşaması, ya da ne
derseniz o, sadece eseri seyirciye daha sevimli göstermek için
bulunan yeni bir çare değildir, tersine, (bu olaya ne ad
verilirse verilsin) bu, bilinçli ve amaçlı olarak yürütülen yeni
bir tasvir tarzıdır, onun için de bunu, tasvirin temel
kavramları arasına alıyoruz.
4. Çokluktan birliğe geçiş.
Klasik sanatta, bir
eserin her parçası, tüme sıkı sıkıya bağlı olmakla birlikte,
daima bir çeşit bağımsızlığa sahiptir. Bu, ilkel sanattaki
başıboşluk değildir: tekler tüme tabi olmuştur, ama kendi başına
var olmaktan çıkmamıştır. Bu, gözlemciyi ekleye ekleye görmeye,
bir parçadan ötekine geçe geçe bakmaya zorlar, bu 17. yüzyılın
kullandığı ve istediği, tüm olarak kavrayıştan çok başka bir
işlemdir. Her iki üslupta da (bu kavramı henüz asıl anlamında
almayan klasik öncesi çağın tersine olarak) birlik vardır, ama
birincisinde bağımsız kısımların ahengiyle bu birlik
sağlanmış, ötekindeyse kısımların bir motif meydana
getirmek üzere toplaşması, ya da geri kalan elemanların zorunlu
olarak egemen bir elemana bağlanarak onun güdümüne girmesiyle
elde edilmiştir.
|
5. Nesnelerin mutlak belliliği
ve oranlı belliliği.
Bu, asıl çizgiselle gölgeselin karşıtlığında yani nesnelerin
nasıllarsa öyle, tek tek ele alınması ve üç boyutlu dokunma
duyusuna göre tasviri ile, nesnelerin tüm olarak göründükleri
gibi ve daha çok üç boyutlu olmayan niteliklerine göre tasviri
arasındaki farkta kendini gösteren bir durumdur. Ama, 15.
yüzyılın şöyle böyle sezebildiği, 17. yüzyılın da tamamıyla
bıraktığı bir mutlak bellilik ülküsünü klasik çağın böyle
geliştirmiş oluşu dikkate değer bir olaydır. Bununla 17.
yüzyılda eserlerin belirsizleştiğini söylemek istemiyorum,
çünkü belirsizlik güzel bir şey değildir, anlatmak istenen
sadece, 17. yüzyılda belliliğin bir amaç olmaktan çıkmış
oluşudur. Artık şeklin gözün önüne tam olarak serilmesi zorunlu
değildir, sadece esas dayanak noktalarının verilmesi
yetmektedir. Kompozisyon, ışık ve rengin başta gelen görevi
artık şekli besbelli hale getirmek değildir; bunlar da kendi
başlarına varlıklarını sürdürmektedirler. Mutlak belliliğin
böyle kısmen belirsizleştirilmesi hiç şüphesiz, seyirciler
üzerinde yapacağı güzellik etkisi hesaplanarak olmuştur, ama
«oranlı» belliliğin sanatın bütün dallarında, tam da sanat
tarihinin, gerçekliğin tamamıyla başka bir görünüşte arandığı
bir çağında, ortaya çıkmış olması işin yalnız bundan ibaret
olmadığını gösterir. Burada da bir kalite üstünlüğü ya da
aşağılığı bahis konusu değildir. Baroğun Dürer ve Rafael’in
ülküsünden ayrılmasıyla sanatta bir kötüleşme olmamış, sadece
dünyaya yeni bir görüş tarzı gelmiştir.
WÖLFFLİN,
Heinrich Sanat Tarihinin Temel Kavramları (Çev:
Hayrullah Örs)
|
|
|