ORHAN PAMUK
Felaketler insanın içindeki cemaat duygusunu güçlendirir
zannediyordum. Çocukluğumun büyük İstanbul yangınlarından
ya da iki yıl önceki depremden hemen sonra ilk dürtüm
felaketi başkalarıyla paylaşmak, konuşmak olmuştu. Bu
sefer ise, New York’ta ikiz kuleler yanıp çökerken, İstanbul’un
küçük bir adasında, iskele yakınında at arabacılarının,
verem hastalarının ve hamalların gittiği bir kahvede
televizyonun karşısında kötü bir şekilde yalnız
hissettim kendimi.
İkinci uçak kuleye çarptıktan hemen sonra televizyonlar
canlı yayına başlamışlardı. Kahvedeki küçük kalabalık
ekrandaki inanılmaz görüntülere mesafeli bir hayretle
bakıyordu, şaşarak ama derinlemesine etkilenmeden. Bir
ara oturduğum yerden ayağa kalkıp, kahvedeki kalabalığa,
“Ben o binalar arasında yaşadım, o sokaklarda parasızlık
içinde gezindim, o kulelerde insanlarla buluştum,
Manhattan’da da üç yılımı geçirdim,” demek geldi içimden.
Ama insanın gitgide kendini yalnız hissettiği bir rüyadaki
gibi sesim çıkmadı.
Olup bitenleri görmeye dayanamadığım, daha çok da gördüklerimi
birileriyle paylaşmak istediğim için sokaklara çıktım.
Bir süre sonra iskelede vapur bekleyen kalabalık arasında
ağlayan bir kadın gördüm. Kadının havasından, etrafındakilerin
bakışlarından, Manhattan’da bir yakını olduğu için
değil, dünyanın sonuna yaklaşmakta olduğumuz için ağladığını
hissettim hemen. Buna benzer bir telaşla ağlayan kadınları
önce çocukluğumda Küba krizinin üçüncü dünya savaşına
dönüşebileceği hissedildiği günlerde, İstanbullu
aileler kilerlerini mercimek ve makarna paketleriyle
doldururlarken görmüştüm. Çayhaneye dönüp, dünyanın
geri kalanının yaptığı gibi, karşı koyulmaz bir
tutkuyla ekrandaki görüntülere baktım bir süre.
Daha sonra tekrar sokaklarda yürürken, komşularımdan
birine rastladım.
“Orhan Bey, gördün mü, Amerika’ya bomba attılar"
dedi. Öfkeyle ekledi: “İyi yaptılar.”
Hiç de dindar olmayan, küçük tamir işleriyle bahçıvanlık
yaparak ay sonunu getirmeye çalışan; akşamları içip
karısıyla kavga eden bu kızgın ihtiyar, daha
televizyondaki korkunç görüntülere bakmamış, yalnızca
birilerinin Amerika’ya bir kötülük yaptığını duymuştu.
Daha sonraki günlerde pişman olacağı bu ilk tepkisine
benzer öfkeleri daha pek çok kişiden duydum. İlk anda,
herkes, aynı ağızla ve dille terörün vahşetini, yapılan
şeyin ne kadar iğrenç ve korkutucu olduğunu, dünyanın
pek çok yerindeki insan gibi söylüyor söylemesine. Masum
insanların öldürülmesini lanetleyen bu sözlerden sonra
da “ama” ile başlayan ve Amerika’nın dünyadaki
siyasi ve ekonomik rolüne ilişkin, çekingen ya da öfkeli
eleştiriler işitilmeye başlanıyor. “Batı” nefretine
dayanan, İslam ve Hıristiyanlık arasında yapay düşmanlıklar
yaratmaya çalışan ve akıl almaz bir vahşetle masum
insanları öldüren terörün gölgesinde Amerika’nın dünyadaki
rolünü tartışmak hem çok zor, hem de belki ahlaki
olarak da uygun değil. Ama bu vahşi teröre duyulan haklı
öfkenin ateşiyle başka masum insanların hiç adil
olmayan bir adalet anlayışı ve milliyetçi öfkeyle öldürülmesine
yol açabilecek sözler ortalıkta çok kolay edildiği için
insan birşeyler de söylemek istiyor.
Herkes artık Afganistan’da ya da dünyanın bir başka köşesinde
Amerikan ordusunun, halkını yatıştırmak için masum
insanları bombalamasının “Doğu” ile “Batı” arasında
yaratılmaya çalışılan yapay gerginliği arttıracağını,
bunun da cezalandırılmaya çalışılan terörün işine
yarayacağını biliyor. Terörün inanılmaz bir acımasızlıkla
öldürdüğü insanların hayatları üzerinden Amerika’nın
dünyadaki hakimiyetini sorgulamayı ahlaki olarak kabul
etmek bugün imkânsız. Ama dünyanın fakir milletlerinin,
kenarda köşede kalmış ve kendi tarihleri konusunda
kendileri bile karar veremeyen ulusların milyonlarca insanının
körü körüne de olsa Amerika’ya neden böyle öfkeli
olduklarını da anlamak işimiz olmalı. Bu öfkeye her
zaman hak vermek zorunda da değiliz. Üstelik pek çok
Üçüncü Dünya ve İslam ülkesinde, Amerikan düşmanlığı,
haklı bir öfkeden çok, ülkedeki demokrasi eksikliğini
gizlemek ve yerel diktatörün gücünü pekiştirmek için
kullanılıyor. Suudi Arabistan’da olduğu gibi İslam ile
demokrasinin bağdaşmayacağını dünyaya kanıtlamaya
yemin etmiş gibi davranan bu kapalı toplumlarla
Amerika’nın yakın ilişkiler kurması da, İslam ülkelerinde
laik demokrasilerin yerleşmesi için uğraşanları hiç
cesaretlendirmiyor. Aynı şekilde, Türkiye’de olduğu
gibi yüzeysel bir Amerikan düşmanlığı ülkeyi yönetenlerin
uluslararası finans kuruluşlarından aldıkları paraları
yolsuzluklar ve beceriksizliklerle çarçur etmesini ve ülkedeki
tahammül edilmiş boyutlara varan zengin-fakir ayrımını
da gizlemeye yarıyor. Bugün sırf Amerikan askerî gücünü
göstermek ve simgesel bir eylemle teröristlere bir “ders
vermek” için askerî harekatlara sınırsız onay
verenler, Amerikan uçaklarının nereleri bombalayacağını
video oyunu oynar gibi neşeyle televizyonlarda tartışanlar,
aceleyle ve düşüncesizlikle alınmış savaş kararlarının
İslam ülkelerinde ve dünyanın yoksul bölgelerinde
milyonlarca insanda Batı düşmanlığını körükleyeceğini
ve aşağılanma ve eziklik duygularını yeşerteceğini
bilmeliler. Eşi insanlık tarihinde görülmeyecek kadar
vahşi ve aynı derecede de yaratıcı yöntemlere başvuran
teröristleri besleyen şey ne İslam, hatta ne doğrudan
yoksulluğun kendisi ama Üçüncü Dünya ülkelerini bir
kanser gibi saran eziklik ve aşağılanmışlık duyguları.
İnsanlık tarihinde hiçbir zaman dünyanın zenginleriyle
yoksulları arasındaki ayrım bu kadar büyük olmadı.
Zengin ülkelerin zenginliği, onların kendi başarısıdır
ve dünyanın yoksullarının derdi olmamalıdır denebilir.
Ama insanlık tarihinde hiçbir zaman zenginlerin hayatı
televizyonlar ve Hollywood filmleri aracılığıyla
yoksulların gözüne bu kadar çok sokulmadı. Kralların
hayatları hakkında masallar, yoksulların eğlencesidir de
denebilir belki. Ama daha kötüsü, dünyanın
zenginlerinin ve hakimlerinin şimdiye kadar hiçbir zaman
bu kadar haklı ve mantıklı da görünmemesidir.
Bugün demokrasisi olmayan, yoksul bir Müslüman ülkesinin
sıradan vatandaşı herhangi bir Üçüncü Dünya ülkesinde
ya da eski sosyalist cumhuriyetlerin kalıntılarında ay
sonunu zor bela getirmeye çalışan bir devlet memuru, dünyadaki
zenginlikten kendisine çok az düştüğünü, bir ‘Batılı’ya
göre, çok daha zor ve yıkıcı hayat koşullarında, çok
daha kısa bir hayat yaşamaya mahkum olduğunu bilmez yalnızca.
Ayrıca aklının bir köşesiyle de sefaletinin kendisinin
ya da babasının ve dedesinin kabahati ve akılsızlığı
olduğunu da sezer. Dünya nüfusunun büyük bir çoğunluğunun
yaşadığı ve mantığını kaybetmeden, teröristlere, aşırı
milliyetçilerle köktendincilere kapılmadan atlatmak
zorunda olduğu bir aşağılanma konusunda ne yazık ki Batı
dünyasının çok az bir fikri var. Ne yoksulluğu ve akılsızlığı
sevimlileştiren büyülü gerçekçi romanların, ne de popüler
seyahat edebiyatının egzotizminin sokulabildiği bu
lanetli özel bölgede dünyanın nüfusunun aşağılanan,
küçümsenen hafif bir gülümseme ve acıma ve şefkat
duygularıyla geçirilen büyük çoğunluğunun acıklı
manevi hayatı var. Bugün ‘Batı’nın sorunu, yalnızca
hangi teröristin hangi çadırda, hangi mağarada, hangi ücra
şehrin hangi sokağında gizlenmekte, ya da yeni bombasını
hazırlamakta olduğunu bulup onun kafasına yeterince bomba
atmak değil, Batı dünyasının dışında kalan yoksul, aşağılanmış
ve “haksız” çoğunluğunun maneviyatını anlamak.
Oysa savaş çığlıkları, milliyetçi nutuklar, alelacele
başlatılan askerî harekatlarla bunun tam tersi yapılıyor.
Shengen ülkelerinde alınan yeni vize tedbirleri, Müslümanlar’ın
ve yoksul ülkelerden gelenlerin Batı ülkelerinde
hareketlerini zorlaştıracak polisiye önlemler, İslam’a
ve Batı dışı olan her şeye karşı şüpheci bir tutum,
bütün bir İslam medeniyetini terör ve fanatizmle özdeşleştiren
kaba ve saldırgan bir dil, dünyayı her geçen gün barıştan,
soğukkanlılıktan uzaklaştırıyor. İstanbul’un bir
adasındaki yoksul bir ihtiyarı New York’taki terörü
bir an da olsa öfkeyle onaylatan, ya da İsrail’in baskılarından
yılmış Filistinli genci, kadınların yüzüne kezzap
atan Talibancılar’a hayranlıkla bakmasına yol açan şey
ne İslamiyet, ne Doğu-Batı savaşı denen saçmalık, ne
yoksulluğun kendisi, ama bu aşağılanma, anlaşılamama
ve sesini duyuramama çaresizliği.
Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran modernleşmeci zenginler de
ülkenin yoksul ve geri kısımları kendilerine direnince
onları anlamak yerine üzerlerine polisiye tedbirler,
yasaklar ve orduyla gittiler. Sonunda modernleşme çabası
yarım kaldı, Türkiye’de anlayışsızlığın hüküm sürdüğü
sınırlı bir demokrasi oldu. Şimdi Doğu-Batı savaşı
çığlıklarını bu sefer bütün dünyada işittikçe, dünyanın
da Türkiye gibi ancak sürekli sıkıyönetimle yönetilen
bir yere dönüşmesinden korkuyorum. Kendinden memnun ve aşırı
haklı Batı milliyetçiliğinin, dünyanın geri kalanına
tıpkı Dostoyevski’nin yer altı adamı gibi, iki kere
ikiye beş dedirtmesinden de çok korkuyorum. Yüzlerini gösteriyorlar
diye kadınların yüzüne kezzap atan “İslamcıları”
en çok besleyecek olan şey de Batı’nın bu saldırgan
anlayışsızlığı olacak.
http://www.sabah.com.tr/