hedefler saçılmış
bulutlar darmadağın

ders BELGELiGi + KUNDUZ + H62 

H62


ORHAN PAMUK


Felaketler insanın içindeki cemaat duygusunu güçlendirir zannediyordum. Çocukluğumun büyük İstanbul yangınlarından ya da iki yıl önceki depremden hemen sonra ilk dürtüm felaketi başkalarıyla paylaşmak, konuşmak olmuştu. Bu sefer ise, New York’ta ikiz kuleler yanıp çökerken, İstanbul’un küçük bir adasında, iskele yakınında at arabacılarının, verem hastalarının ve hamalların gittiği bir kahvede televizyonun karşısında kötü bir şekilde yalnız hissettim kendimi.

İkinci uçak kuleye çarptıktan hemen sonra televizyonlar canlı yayına başlamışlardı. Kahvedeki küçük kalabalık ekrandaki inanılmaz görüntülere mesafeli bir hayretle bakıyordu, şaşarak ama derinlemesine etkilenmeden. Bir ara oturduğum yerden ayağa kalkıp, kahvedeki kalabalığa, “Ben o binalar arasında yaşadım, o sokaklarda parasızlık içinde gezindim, o kulelerde insanlarla buluştum, Manhattan’da da üç yılımı geçirdim,” demek geldi içimden. Ama insanın gitgide kendini yalnız hissettiği bir rüyadaki gibi sesim çıkmadı.

Olup bitenleri görmeye dayanamadığım, daha çok da gördüklerimi birileriyle paylaşmak istediğim için sokaklara çıktım. Bir süre sonra iskelede vapur bekleyen kalabalık arasında ağlayan bir kadın gördüm. Kadının havasından, etrafındakilerin bakışlarından, Manhattan’da bir yakını olduğu için değil, dünyanın sonuna yaklaşmakta olduğumuz için ağladığını hissettim hemen. Buna benzer bir telaşla ağlayan kadınları önce çocukluğumda Küba krizinin üçüncü dünya savaşına dönüşebileceği hissedildiği günlerde, İstanbullu aileler kilerlerini mercimek ve makarna paketleriyle doldururlarken görmüştüm. Çayhaneye dönüp, dünyanın geri kalanının yaptığı gibi, karşı koyulmaz bir tutkuyla ekrandaki görüntülere baktım bir süre.
Daha sonra tekrar sokaklarda yürürken, komşularımdan birine rastladım.
“Orhan Bey, gördün mü, Amerika’ya bomba attılar" dedi. Öfkeyle ekledi: “İyi yaptılar.”
Hiç de dindar olmayan, küçük tamir işleriyle bahçıvanlık yaparak ay sonunu getirmeye çalışan; akşamları içip karısıyla kavga eden bu kızgın ihtiyar, daha televizyondaki korkunç görüntülere bakmamış, yalnızca birilerinin Amerika’ya bir kötülük yaptığını duymuştu. Daha sonraki günlerde pişman olacağı bu ilk tepkisine benzer öfkeleri daha pek çok kişiden duydum. İlk anda, herkes, aynı ağızla ve dille terörün vahşetini, yapılan şeyin ne kadar iğrenç ve korkutucu olduğunu, dünyanın pek çok yerindeki insan gibi söylüyor söylemesine. Masum insanların öldürülmesini lanetleyen bu sözlerden sonra da “ama” ile başlayan ve Amerika’nın dünyadaki siyasi ve ekonomik rolüne ilişkin, çekingen ya da öfkeli eleştiriler işitilmeye başlanıyor. “Batı” nefretine dayanan, İslam ve Hıristiyanlık arasında yapay düşmanlıklar yaratmaya çalışan ve akıl almaz bir vahşetle masum insanları öldüren terörün gölgesinde Amerika’nın dünyadaki rolünü tartışmak hem çok zor, hem de belki ahlaki olarak da uygun değil. Ama bu vahşi teröre duyulan haklı öfkenin ateşiyle başka masum insanların hiç adil olmayan bir adalet anlayışı ve milliyetçi öfkeyle öldürülmesine yol açabilecek sözler ortalıkta çok kolay edildiği için insan birşeyler de söylemek istiyor.
Herkes artık Afganistan’da ya da dünyanın bir başka köşesinde Amerikan ordusunun, halkını yatıştırmak için masum insanları bombalamasının “Doğu” ile “Batı” arasında yaratılmaya çalışılan yapay gerginliği arttıracağını, bunun da cezalandırılmaya çalışılan terörün işine yarayacağını biliyor. Terörün inanılmaz bir acımasızlıkla öldürdüğü insanların hayatları üzerinden Amerika’nın dünyadaki hakimiyetini sorgulamayı ahlaki olarak kabul etmek bugün imkânsız. Ama dünyanın fakir milletlerinin, kenarda köşede kalmış ve kendi tarihleri konusunda kendileri bile karar veremeyen ulusların milyonlarca insanının körü körüne de olsa Amerika’ya neden böyle öfkeli olduklarını da anlamak işimiz olmalı. Bu öfkeye her zaman hak vermek zorunda da değiliz. Üstelik pek çok Üçüncü Dünya ve İslam ülkesinde, Amerikan düşmanlığı, haklı bir öfkeden çok, ülkedeki demokrasi eksikliğini gizlemek ve yerel diktatörün gücünü pekiştirmek için kullanılıyor. Suudi Arabistan’da olduğu gibi İslam ile demokrasinin bağdaşmayacağını dünyaya kanıtlamaya yemin etmiş gibi davranan bu kapalı toplumlarla Amerika’nın yakın ilişkiler kurması da, İslam ülkelerinde laik demokrasilerin yerleşmesi için uğraşanları hiç cesaretlendirmiyor. Aynı şekilde, Türkiye’de olduğu gibi yüzeysel bir Amerikan düşmanlığı ülkeyi yönetenlerin uluslararası finans kuruluşlarından aldıkları paraları yolsuzluklar ve beceriksizliklerle çarçur etmesini ve ülkedeki tahammül edilmiş boyutlara varan zengin-fakir ayrımını da gizlemeye yarıyor. Bugün sırf Amerikan askerî gücünü göstermek ve simgesel bir eylemle teröristlere bir “ders vermek” için askerî harekatlara sınırsız onay verenler, Amerikan uçaklarının nereleri bombalayacağını video oyunu oynar gibi neşeyle televizyonlarda tartışanlar, aceleyle ve düşüncesizlikle alınmış savaş kararlarının İslam ülkelerinde ve dünyanın yoksul bölgelerinde milyonlarca insanda Batı düşmanlığını körükleyeceğini ve aşağılanma ve eziklik duygularını yeşerteceğini bilmeliler. Eşi insanlık tarihinde görülmeyecek kadar vahşi ve aynı derecede de yaratıcı yöntemlere başvuran teröristleri besleyen şey ne İslam, hatta ne doğrudan yoksulluğun kendisi ama Üçüncü Dünya ülkelerini bir kanser gibi saran eziklik ve aşağılanmışlık duyguları.
İnsanlık tarihinde hiçbir zaman dünyanın zenginleriyle yoksulları arasındaki ayrım bu kadar büyük olmadı. Zengin ülkelerin zenginliği, onların kendi başarısıdır ve dünyanın yoksullarının derdi olmamalıdır denebilir. Ama insanlık tarihinde hiçbir zaman zenginlerin hayatı televizyonlar ve Hollywood filmleri aracılığıyla yoksulların gözüne bu kadar çok sokulmadı. Kralların hayatları hakkında masallar, yoksulların eğlencesidir de denebilir belki. Ama daha kötüsü, dünyanın zenginlerinin ve hakimlerinin şimdiye kadar hiçbir zaman bu kadar haklı ve mantıklı da görünmemesidir.

Bugün demokrasisi olmayan, yoksul bir Müslüman ülkesinin sıradan vatandaşı herhangi bir Üçüncü Dünya ülkesinde ya da eski sosyalist cumhuriyetlerin kalıntılarında ay sonunu zor bela getirmeye çalışan bir devlet memuru, dünyadaki zenginlikten kendisine çok az düştüğünü, bir ‘Batılı’ya göre, çok daha zor ve yıkıcı hayat koşullarında, çok daha kısa bir hayat yaşamaya mahkum olduğunu bilmez yalnızca. Ayrıca aklının bir köşesiyle de sefaletinin kendisinin ya da babasının ve dedesinin kabahati ve akılsızlığı olduğunu da sezer. Dünya nüfusunun büyük bir çoğunluğunun yaşadığı ve mantığını kaybetmeden, teröristlere, aşırı milliyetçilerle köktendincilere kapılmadan atlatmak zorunda olduğu bir aşağılanma konusunda ne yazık ki Batı dünyasının çok az bir fikri var. Ne yoksulluğu ve akılsızlığı sevimlileştiren büyülü gerçekçi romanların, ne de popüler seyahat edebiyatının egzotizminin sokulabildiği bu lanetli özel bölgede dünyanın nüfusunun aşağılanan, küçümsenen hafif bir gülümseme ve acıma ve şefkat duygularıyla geçirilen büyük çoğunluğunun acıklı manevi hayatı var. Bugün ‘Batı’nın sorunu, yalnızca hangi teröristin hangi çadırda, hangi mağarada, hangi ücra şehrin hangi sokağında gizlenmekte, ya da yeni bombasını hazırlamakta olduğunu bulup onun kafasına yeterince bomba atmak değil, Batı dünyasının dışında kalan yoksul, aşağılanmış ve “haksız” çoğunluğunun maneviyatını anlamak.

Oysa savaş çığlıkları, milliyetçi nutuklar, alelacele başlatılan askerî harekatlarla bunun tam tersi yapılıyor. Shengen ülkelerinde alınan yeni vize tedbirleri, Müslümanlar’ın ve yoksul ülkelerden gelenlerin Batı ülkelerinde hareketlerini zorlaştıracak polisiye önlemler, İslam’a ve Batı dışı olan her şeye karşı şüpheci bir tutum, bütün bir İslam medeniyetini terör ve fanatizmle özdeşleştiren kaba ve saldırgan bir dil, dünyayı her geçen gün barıştan, soğukkanlılıktan uzaklaştırıyor. İstanbul’un bir adasındaki yoksul bir ihtiyarı New York’taki terörü bir an da olsa öfkeyle onaylatan, ya da İsrail’in baskılarından yılmış Filistinli genci, kadınların yüzüne kezzap atan Talibancılar’a hayranlıkla bakmasına yol açan şey ne İslamiyet, ne Doğu-Batı savaşı denen saçmalık, ne yoksulluğun kendisi, ama bu aşağılanma, anlaşılamama ve sesini duyuramama çaresizliği.
Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran modernleşmeci zenginler de ülkenin yoksul ve geri kısımları kendilerine direnince onları anlamak yerine üzerlerine polisiye tedbirler, yasaklar ve orduyla gittiler. Sonunda modernleşme çabası yarım kaldı, Türkiye’de anlayışsızlığın hüküm sürdüğü sınırlı bir demokrasi oldu. Şimdi Doğu-Batı savaşı çığlıklarını bu sefer bütün dünyada işittikçe, dünyanın da Türkiye gibi ancak sürekli sıkıyönetimle yönetilen bir yere dönüşmesinden korkuyorum. Kendinden memnun ve aşırı haklı Batı milliyetçiliğinin, dünyanın geri kalanına tıpkı Dostoyevski’nin yer altı adamı gibi, iki kere ikiye beş dedirtmesinden de çok korkuyorum. Yüzlerini gösteriyorlar diye kadınların yüzüne kezzap atan “İslamcıları” en çok besleyecek olan şey de Batı’nın bu saldırgan anlayışsızlığı olacak.


http://www.sabah.com.tr/

hedefler saçılmış / bulutlar darmadağın