ALTI
SAYFADA MÜZİKLİ DÜNYA TARİHİ
..
Temmuz 1999, saat 9: 05. Bölgesel bir radyonun sabah “haber -
sohbet” programı. Sunucular günlük olayları, biraz da satır
aralarında dolanarak yorumluyor: Dünya Bankası Başkanı demiş ki:
Savaş ve yıkımdan sonra Balkanlar’ın yeniden inşasına ağırlık
verirken, daha büyük soykırımların olduğu yerleri “es geçmek”le
suçluyorlar bizi. Meselâ Sierra Leone’u. Evet orada yıllardır süren
bir katliam var. Çalışıp para kazanamasınlar diye insanların
ellerini kesmişler. Ama insanlık orayla ilgilenemiyor... Evet, doğrudur.
Maalesef, oraları -- yani Afrika kıtası gibi yerler -- moda değil.
İnsanlığın gündemine bir türlü giremiyor.”
Program
sunucuları tam bu noktada durup düşünmeye başlıyorlar. Sorun ağır.
Ne yapmalı? Sessizlik üç saniye sürüyor! Yayın şartları daha
fazlasını kaldırmaz ama. (Yoksa bunun ‘radyo “off-air”
oldu’ diye yorumlanması tehlikesi var.) Karar ve hakikat ânı!
Sierra Leone’u kurtarmak, yani insanlığın vicdan gündemine
sokmak lâzım. Onlar da 4. saniyede karar veriyorlar -- ve işte: Abdul
Tee - Jay’s Rokoto topluluğundan ‘Rokoto
Frenzy’. Abdul’un gitarından yükselen Krio dans müziği
nağmeleri Sierra Leone’u bu sefil dünyadan kurtarıyor ve cennete
taşıyor – en azından ertesi güne kadar. Ertesi gün programda
ABD dışişleri bakanının aynı kaygıyı dile getiren konuşmasını
okumak gerekecek tabii. Yeni bir dert: Aynı parça olmaz; Sierra
Leone’dan da çalacak başka şey yok hazırda; ne yapalım,
Kongo’dan bir sokous çalınır ve o da yüksek, canlı temposuyla
pekâlâ iş görür ve günü kurtarır, nasılolsa hepsi
Afrika’dan...
25 Mart
1999 Perşembe. Saat 08:30. Bölgesel istasyonun sabah
“talk-show”unda yılın flaş haberi: Bir akşam önce tam gece
yarısı NATO, tarihinde ilk kez bağımsız bir devlet topraklarını
bombalamış! Yakın tarihin en büyük katliam ve zorunlu muhaceret
operasyonuna son vermek için operasyon: Yani, uluslararası hukukun
etrafından dönülerek uluslararası hukuk kurtarılıyor; dünyanın
sınırları biraz siliniyor.” New York Times’dan Tina
Rosenberg’in deyişiyle, ulusal egemenliğin belleklerdeki en kötü
günü. Ne yorum yapmalı? Sunucularımız bu kez hazırlıklı.
Zaten, üçbuçuk yıl önceki ilk programlarında Bosna faciası ile
başlamışlar bu işe. Haber takibini 17 ay boyunca sürdürmüşler
ve bugünü beklemişler zaten -- biraz da akbabalar gibi. Şimdi, Reuters,
New York Times, Le Monde Internet mekânları filan çoktan taranmış,
Bosna ile paralelliği derhal çekip çakıyorlar türküyü: “N’Cana
Kala u nisa”. Yani, “Çanakkale içinde vurdular
beni”!
“Çanakkale
içinde aynalı çarşı
Ana
ben gidiyorum düşmana karşı
(...)
Çanakkale
içinde vurdular beni
Ölmeden
mezara koydular beni
(...)
Gençliğim
eyvah!
I. Dünya
Savaşı’ndan günümüze ışık hızıyla uzanan lirik bir
kahramanlık ve ölüm şarkısı.
Kosovalı
Qamili i Vogel (Küçük Kamil) ve Mazzlom Mejzini’nin güçlü
hançerelerinden yükselen bu âşinâ türkü, bir yığın
dinleyiciyi – biraz şaşkınlıkla karışık da olsa – birlikte
mırıldanmaya zorluyor. Hatta sunucuların kendileri bile bu sessiz,
yayın dışı koroda yerlerini alıyor. Garip bir ‘eşlik’ olduğu
söylenebilir: Kaçınılmaz bir hüzünle durdurulamaz bir coşkunun
içiçe geçtiği bir durum.
Burası
anlaşılabilir aslında: Avrupa’nın “hasta adamı” Osmanlı İmparatorluğu’nun,
Anzac ordularına her türlü rasyonel düşünceyi altüst eden çılgınca
direnişinin belki de en özlü biçimde dile getirilişi. Yalnız,
gariplik şurada ki, Türkiye’de hemen herkesin otomatik olarak mırıldanabildiği
bu seksen yıllık türkü, burada Türkçe söylenmiyor; Kosovalı
Arnavutlar kendi dillerinde söylüyorlar bunu. (Sunucularla
dinleyicilerse türkçe eşlik etmekteler tabii.) Ama, bir farklılık
daha var: Tempo farkı. Herkesin dedesinden ya da anasından duymuş
olduğu türkünün o bildik ağır ve hüzünlü havası, yerini
Balkan insanlarının oynak, hareketli omuzlarına göre düzenlenmiş,
en az bir ton daha hızlı bir tempoya bırakmış.
İşte,
herşey ne kadar açık. Uçları açık bir ‘zaman tüneli’bu:
1389
Kosova Polje savaşı ve 500 yıllık bir çok-kültürlü yaşam
–1648: Westphalia Barışı ve modern devlet sınırları çiziliyor
– 1914: Saraybosna suikasti ve I. Dünya Savaşı – 1916 Çanakkale
müdafaası – 1939: Naziler, Çetnikler, komünistler, direnişler,
kardeş kavgaları ve soykırımlar...
1945:
Yeniden paylaşımlar, yeni sınırlar ve yeni bir birlikte yaşama
deneyi – 1989: Berlin Duvarı’nın yıkılışı – 1992: Bosna -
Hersek katliamları ve muhaceret – 1999: Kosova katliamları ve yeni
muhaceret...
Kısacası,
600 yıllık savaş, komşuluk, ayrımcılık, sürgün, katliam, ırz
düşmanlığı, aşk, sıla özlemi, umut ve ölüm:
“Çanakkale
içinde vurdular beni”
Aynı gün,
saat 10:05. Aynı bölgesel radyoda, aynı program. Sunucular
BBC’den bir “flaş” daha çakıyorlar: Britanya yüksek yargıçları,
bir gün önce, eski diktatör Augusto Pinochet’nin Şili’de işlediği
insanlık suçlarından dolayı İspanya’ya gönderilebileceği
kararına varmışlar. Çünkü, hem Britanya hem de Şili, işkenceci
ve katilleri, bu suçları nerede işlemiş olurlarsa olsunlar, yargılayacaklarına
dair uluslararası sözleşmeleri onaylamışlar. Bu general, 17 yıl
boyunca 3000’den fazla insanın öldürülmesinden ve yüzbinlerce
kişinin sürgünde sürünmesinden 1. derecede sorumlu bir general.
İnsan hakları hukuku ona dünya sınırlarını dar mı ediyor
nihayet?
Programcılar
hazır. Süreci anlatmak yetebilir: 11 Eylül 1973’te, seçimle
gelmiş Salvador Allende Gossens’in Halk Birliği hükümetinin
devrilmesini, Allende’nin intiharını, Santiago basketbol
stadyumunda tutulan, çırılçıplak soyulan, dövülen ve öldürülen
insanları... Ve Victor Jara’yı: Bu stadyumda işkence
edilen, elleri bileklerinden kesilen ve makineli tüfeklerle
katledilen şarkıcı ozanı. Radyodan Jara’nın hüzünlü sesinden
onun unutulmaz nueva cancion’u yükseliyor: “Te
Recuerdo Amanda” (Hatırlıyor musun Amanda). (2:30)
18 yıl
sonra, 1991’de, diktatörlüğün sonunu belirlemek için aynı
stadyumda yapılan şenliğin adı da, Jara’nın son şarkılarından
birinin adıyla aynı: Canto
Libre” (Özgür Şarkı). (4:45)
Ve bir
de, Inti Illimani. Hani şu, 1973’te Allende hükümetinin kültürel
elçileri olarak Avrupa’ya gönderilen ve darbeden sonra 18 yıl
boyunca ülkesine dönemediğinden “tarihin en uzun turnesi”ni gerçekleştirmek
suretiyle ilginç bir dünya rekoru kıran ‘nueva cancion’ grubu.
Şimdi de onlar söylüyor: “El
Equipaje del Destierro” (Sürülenlerin Bagajı) (4:37).
Sonra,
sunucular Londra’da, Falklands fatihi Barones Thatcher ile
General’in çay (herhalde sütlü, İngiliz usulü) içmelerini
anlatıyorlar ince porselen fincanlardan.
..
Haziran 1999. Saat 10:35. Bölgesel radyonun programında sosyal
istatistikler: Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın son
raporuna göre Internet “iki yüzü keskin bir bıçak”. Ona erişebilmek
için gerekli bilgisayar donanımına sahip olmak üzere, ortalama bir
ABD vatandaşının bir aylık ücreti yeterli iken, Bir Bangladeşlinin
sekiz yıl boyunca bütün aylıklarını biriktirmesi gerekiyor.
Ortada adaletsiz bir durum var gibi. Çözüm? Sunucular hemen
harekete geçiyorlar: Bismillah Han’ın Raga Rageshwari’si
pekâlâ kurtarır günü.
.. 16
Temmuz 1999. Saat 9:15. Bölgesel radyodaki sohbet programının
“manşet” haberi: İrlanda’da “Hayırlı Cuma” anlaşması
çıkmaza girmiş. IRA’nın kayıtsız şartsız silah bırakmaya
razı olmadığı bildiriliyor. Orange tarikatının tam tekmil kıyafet
yürüyüşleri. Adanın kuzeyinde şiddet olanca canlılığıyla
yeniden gündemde. Üstelik tarafları aylarca dinleyen sabırtaşı
ABD diplomatı Mitchell da yok ortalarda. Peki, barış ne olacak?
Cevabı,
bir şarkı: “Where Have All The Flowers Gone”
Pete
Seeger’ın Don Kazaklarından esinlenerek bestelediği bu şarkıyı
Tommy Sands ve Dolores Keane söylüyorlar. Uğultulu
Cello’suyla eşlik edense: Vedran Smailovic. Saraybosna’da
Opera binası yerlebir edildikten ve 22 komşusu o saldırıda bir
havan mermisi ile yokolduktan sonra bile bombalar altında tam takım
orkestra kıyafetiyle sokaklarda çalmayı sürdüren o yalnız çellist.
(İrlandalı Sands’le Bosna’lı Smailoviç, Saraybosna kuşatmasının
1000. gününde New York’ta Hürriyet Anıtı önünde de, ardından,
IRA ateşkesi bozulduktan sonra Londra sokaklarında birlikte çalarken
de görülmüşlerdi.) Ayrıca bu şarkıda bir de “karışık
koro” var arkada – Katolik ve Protestan okul çocuklarından oluşan.
5. yüzyıl:
Aziz Patrick’in dini yayma çalışmaları – 9. yüzyıl:
Dublin’de Viking kralları – 1541: VIII. Henry’nin İrlanda kralı
olması - 1798 ayaklanması – 1801 birleşmesi – 1845/46: Büyük
patates kıtlığı ve açlık – 1913/19: IRA’nın kuruluşu
–1960’lar: Açlık grevleri: Bobby Sands ve arkadaşları –
1998: “Hayırlı Cuma”...
Where
Have All The Flowers Gone” (6:23)
(“Peki
ne zaman öğrenecekler?”)
24 Eylül
2000 ve sonrası: Belgrad. Yazdan güze geçiş. Kuraklıktan sonra kısa
bir rahatlama ânı, sonra yağmur ve soğukla birlikte gerçekliğin
insanın içine işlediği kent. Tam bir keşmekeş halinde geçen seçim.
Çalınan oylar. Hile hurda, şiddet. Herşey belirsiz görünüyor. Tüm
gazetelerde "ikinci tur" söylentisi. Ama, sunucular bir büyük
kehânette bulunacak cesaretteler. Alay konusu olmayı göze alarak söylüyorlar
işte: Muhalefet kazandı ve Sırbistan bu şeçimden sonra bir daha
aslâ eskisi gibi olmayacak. Tarihte ilk kez Sırpların çoğunluğu,
azgın milliyetçiliğe değil, normal bir Avrupa demokrasisine oy
verdi. Avrupa'nın böğrüne kanlı ve paslı bir hançer gibi saplı
duran bu ülkenin rejimi değişiyor. Evrim kuramının "kayıp
halka"sı bulundu: Avrupa tarihi açısından demokrasi zinciri
tamamlandı. Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi'nin aradığı
Slobo ve "kaşıkçı" Şeşeli gitti gider artık…
Uzatmalar bittikten sonra da kırmızı kart verilebilir ve verildi işte…
6 Ekim 2000 Cuma: Ve işte. Kehanetler çıkıyor. Bir akşam önce
uzatmalar bitti, 500 bin insan Belgrad sokaklarına sığmadı. Parlâmento
Binası ve Devlet Televizyonu basıldı. Halk oylarına ve sokaklara
sahip çıktı. Millenyumun ilk demokratik devrimi gerçekleşti. Canlı
yayında devrim. Çürümüş ve otokratik iktidar oy ve sokağın
birleşmesiyle bir günde yerle bir oldu. Koştunits ve hukukun üstünlüğü
galebe çaldı. Sunucular, radyonun sabah saatlerindeki ilk programında
çok önceden hazır ettikleri Belgrad Köçeği'ni çalıyorlar…
*
* *
Bölgesel
Radyo’nun sabah programı böyle sürüp gider. Yeryüzünde sürüp
gitmekte olan irili ufaklı 65 savaşa, 6 milyar insanın bitmez tükenmez
kavgalarına, her gün yeniden başlayan sevişmelerine koşut
olarak... Akıp giden programın noktalama işaretleri , metronomu ve
kilometre taşları da bu müziklerdir işte. Şöyle yani:
- Avustralya’da
daha on yıl öncesine kadar yasal bakımdan köle olarak kullanılan,
bu arada dövülen, hapsedilen ırzına geçilen ve hatta öldürülen
onbinlerce aborigine (yerli) çocuğun hikâyesini de yeryüzünün
en eski aletinin, termitler tarafından ökaliptüs ağacının
oyulmasından oluşturulmuş diciridu’nun zaman-ötesi sadası
ile anlatmaktan başka çare yoktur. Gökkuşağı-yılanı çağırmak
için: Nomad’dan “River
Crossing”.
- Belçika’daki
akıl almaz sübyancılık sorununu, Jacques Brel’in
“Les
Bonbons”u ile;
- Neredeyse
tarih kadar eski Ortadoğu sorununu çözmek için: Habeş göçmeni,
kafası traşlı İsrailli Meira Asher’in “Barış
Ver” şarkısı (Bir kilo kan karşılığında bir kilo
toprak mı dedin? -- Alıyorum!)
- Güneydoğu’nun,
kavrulmuş topraklarındaki çatlaklar kadar derin acılarını
dindirmek için: Urfalı Kazancı Bedih ve arkadaşlarının
“sıra gecesi”nde 16. yüzyıl’ın büyük Osmanlı Divan şairi
Fuzuli’nin mısralarında dile getirdikleri, Türk-İran-Arap-Kürt
havalarının içiçe geçtiği o ölümsüz şarkıyla: “Öyle
Sermestim ki”
“Öyle
sermestim ki,
İdrak
etmezem
Dünya
Nedir,
Ben
Kimem,
Saki
olan Kimdir?”
- Cezayir’de
100.000 insanın boğazlanmasıyla sürüp giden vahşeti, Cheikha
Remitti’nin çöl şarkısıyla : “Hya
B’Ghate Sahra”;
- Havel’e
göre Avrupa medeniyeti için turnusol kağıdı olan çingenelere
karşı ayrımcılık testini, biraz da çingeneleşmeyi seçmiş
Fransız müzisyen “Titi” Robin’le Farid Saadna’nın
“Guitarra Mia”sı ile ( !Ay como suena, ay!);
- Modası
bir türlü gelemeyen Afrika için, 600 yıllık aile tarihini
anlatan “griot”lardan biri ile (Youssou N’Dour, Salif
Keita...);
- Sudan’da
sünnet edilen kadınların umarsız haykırışını, Rasha’nın,
kendi kızına söylediği ninni ile : Hadada;
- Merak
ediyorsanız, bir zamanlar – garip bir şekilde– birbirinin
can düşmanı olan Türkiye ve Yunanistan’ın harabolmuş
“deprem çocukları” için bir çaremiz de var. İşte
‘California
Earthquake’ (3:25) parçasını çalıp söyleyen
Mamas and the Papas gurubu.
- Bağımsızlık
oyu verdiği için katledilen ve ardından da “ortadan
kaybolan” Doğu Timor halkı için de: Robert Wyatt’tan: “East
Timor”…
Müzik
evet. Müzikler. Kürelerin müziği. Tarihin, siyasetin ve asıl, hayatın
ayrılmaz parçası. Campbell Stevenson’ın dediği gibi, toplumsal
değişimin bir aracı, akıp giden zamanın vakayinamesi, tarihin
canlı belleği, ritüellerin ve âyinlerin önemli bir bileşeni
(...) ulusların ruh halinin aynası. (“All in the Family”, Worldwide:
Ten Years of WOMAD, Wiltshire, Virgin Records, 1992, s. 83.) Radyo
gibi kitle iletişim araçları için en büyük beslenme kaynağı.
İnsanlığın vicdanını terennüm etmenin, onu “yeniden tedavüle
sokma”nın belki de en iyi biçimi. Hayatın devamlılığının en
temel garantisi olan “biyolojik çeşitlilik” kadar gerekli olan kültürel
çeşitliliği yaymanın en önemli yolu.
Dolayısıyla,
yeryüzünde her saniye içinde 7 kişinin ilk kez bağlandığı o akıl
almaz sanal âlemin, Internet’in desteğini de yanımıza alarak,
radyolar aracılığıyla dünya müziklerinin olağanüstü çeşit
zenginliğini içeren o âvazını gök kubbeye salabiliriz. “Popüler
eğlence müziği” denen devasa ‘ghetto’dan çıkıp o toplu
vicdana, yani “paylaşılan topluluk duygusuna” (Campbell, s. 85)
bunca zaman sonra yeniden ulaşmayı deneyebiliriz.
Lascaux
mağaralarının duvarlarına 15.000 yıl önce nakşedilmiş hayvan
resimlerindeki o harikulade stilizasyonları da. Çatalhöyük’te
6500 yıl önce 10.000 kişinin, hiçbir sokak ya da kapı kullanmadan
uyum içinde birarada yaşamasındaki sırrı da, belki ancak o zaman
anlayabiliriz.
28 Mayıs
1999 Cuma. 10: 00. Bölgesel radyonun “haber – yorum” programında
Ellington ve Selçuk. Müziği sosyal bir harekete dönüştüren büyük
besteci Duke Ellington’ın bir aydır devam eden yüzüncü
doğum yılı kutlamaları, ustanın, kölelik tarihini ele alan “My
People” adlı çalışmasının çalınmasıyla sona eriyor ve
10: 05’te icracı ve besteci Münir Nureddin Selçuk’un bir
ay sürecek yüzüncü doğum yıldönümü kutlamaları başlıyor. Yüzlerce
yıllık gelenekleri altüst ederek oturduğu sandalyeden ayağa
kalkan ve Osmanlı – Türk musıkîsini de aynı anda ayağa kaldıran
üstad Selçuk, büyük şair Yahya Kemal Beyatlı’nın “Endülüs’te
Raks” şiirinden esinlenerek yaptığı besteyi dokunaklı
sesiyle Gırnata’dan İstanbul’a taşıyor: “Zil, şal ve gül
...”
Ömer
Madra Eylül 1999