|
dB
9. sayı /
nisan 2001 |
Ana Sayfa
+ dB Yazılar Listesi
+ Künye |
İstanbul
Gezintilerim Resmime Yansıdı
Albert Bitran
Cumhuriyet, 13 haziran 2000 |
Albert Bitran, sık
sık geldiği kentin yeraltı kaynaklarından beslenmeyi sürdürdü
'İstanbul gezintilerim
resmime yansıdı'
*İstanbul'daki yürümeler
aynı zamanda yokluklar, yıkılmış, tahrip olmuş yerleri gösterebilir.
Bu da resmimin bir parçasıdır.
NECMİ SÖNMEZ
(Cumhuriyet)
1929 yılında İstanbul'da doğan
Albert Bitran , 1949'da mimarlık eğitimi almak için gittiği
Paris 'te, kısa bir süre içinde sadece resimle ilgilenmeye
karar vererek soyut çalışmalar yapmaya başladığında, arkasındaki
gemileri yakarak ''dönüşü olmayan'' bir yolculuğa çıkıyordu.
Bitran tek varoluş nedeni saydığı resimlerinde önce geometrik
soyutlamalara yöneldiyse de, 1953-54 arasında önemli bir değişim
geçirerek, lekenin ağırlık kazandığı, içine kapanık ''tanımsız''
bir stil geliştirdi. 1950'lerde Paris Okulu (L'Ecole de Paris) akımı
çerçevesinde arkası arkasına açtığı sergilerle tanınan
sanatçı, büyük bir tutkuyla bağlı olduğu İstanbul'a sık sık
gidip gelerek resmini bu kentin yeraltı kaynaklarından beslemeyi
sürdürdü. 1983'te İstanbul Devlet Resim ve Heykel Müzesi 'nde
bir özgün baskı sergisi açılan Bitran'ın 1997'de
''Kemerler'' dizisine ait çalışmaları İstanbul'da üç ayrı
yerde sergilendi. ''Kemerler'' dizisi, ressamın ''sıkı dokulu''
çalışmalarında İstanbul'a nasıl baktığını anlatan ipuçlarıyla
doludur. Uzun bir süreden beri Albert Bitran'la bu ipuçlarını
tanımlamaya çalışan bir söyleşi yapmak istiyordum. Ancak bu
söyleşiyi Paris'te gerçekleştiremezdik, İstanbul'da yürümeli,
kentin ritmini gövdelerimize aktarmalıydık. Bu söyleşinin
nedenlerinden biri de, Bitran'ın da çalışmalarının
sergilendiği Yapı Kredi Kâzım Taşkent Sanat Galerisi'nde yer
alan ''Paris Okulu ve Türk Ressamları'' sergisi oldu. Sanatçıyla
yürüyüşümüze bu serginin mekânından; Galatasaray'dan başladık,
Tünel'e, Yüksek Kaldırım'a, Galata Köprüsü'ne uzanan
yolumuz, Mısır Çarşısı'na, Cağaloğlu yokuşuna,
Sultanahmet'e dek sürdü ve Küçük Ayasofya Camisi 'nde son
buldu.
- İstanbul'da
nasıl yürürsünüz?
A.B. - Hep aynı yerlerde yürüyorum.
Başka yerlere gidiyorum, ama kendimi biraz yürüdükten sonra
aynı yerde buluyorum. Yürümek hissetmektir. Eskiden yürüdüğüm
semtlerde yürüyorum, mesela Beyoğlu'ndan Maçka 'ya ve etrafı.
Beşiktaş'tan Şişli 'ye. Bir defa Yeniköy 'e kadar gittim.
Buraları sanki kütüphanem gibi, çocukluk kütüphanem. Yarı
silinmiş mekânlarda kendimi huzurlu buluyorum.
- Son dönem
resimlerinizde bu tür ''silinmiş mekânların'' uzantısı olduğunu
düşündüğüm ''Kemer'' temasına ağırlık veriyorsunuz. Gerçi
yaptıklarınız kemer resmi değilse de, kemer imgesi olmadan
resme varamazlar gibime geliyor?
A.B. - Öyle. Benim İstanbul'daki
gezintilerim aynı şekilde resmime de yansıdı , gerçekle
yorumlama arasında bir yol. Nasıl ki kemerin içindeki insanın
hareketi, gözükme tarzı açıktakine benzemezse aynı şekilde
benim kemer resimlerim de derinlik hissinin hayırlanması üzerine
kuruludur. Zannederim ki resmin hakikati iki boyutluluğundadır.
Bu bir estetik zarafet değil, resmin malzemesinden başlayıp
kurgulanılmasına dek uzanan bir doğrudur. İstanbul'daki yürümeler
aynı zamanda yokluklar, yıkılmış, tahrip olmuş yerleri gösterebilir.
Bu da resmimin bir parçasıdır. Yani bütünselliğin silinmesi
ve arkada kalanların, tıpkı hayattaki gibi, önplana çıkarılması.
Bu denemelerde çok muvaffak olduğumu zannetmiyorum. Mesela
Bonnard 'ın son resimlerini, Degas 'nın son pastellerini düşünün,
o yıkılıp ''yeniden kuruluş'' benim o kadar derinden uğraştığım
bir mesele ki, onları neden, ne kadar takdir ettiğimi
kavrayabilirsiniz. Ama bu resimler İstanbul 'da dün de bugün de
varlığını her zaman içten hissettiğim ''saklı şeylerden''
, yıkılmışlıktan, gizemlerden güç alır.
- Aslında bu
anlayış renk seçimlerinizde de varlığını duyumsatıyor.
Bazen gri ağırlıklı paletinizde bir kenarda unutulmuş gibi
sefil bir sarı, tadı kaçmış bir kırmızı, tozlu bir mavi gözüküyor.
Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
A.B. - Efendim gözüm çiğ
renk kaldırmıyor. Morları, sarıları, soğuk mavileri düpedüz
gördüğüm zaman içimden onları kapatmak, kirletmek geliyor.
Birden size kenarda unutulmuş gibi gelen renkler, resimde yer ve
anlam kazanıyor. Bazen resmi bitiriyor, bazen de kompozisyonu başka
bir boyuta taşıyorlar. Renkler benim için bir başlangıç ve
son değil, bir geçiş noktası, resmi başka yerlere götürecek
araçlardır. Aynı zamanda resim, bütün bu konuştuklarımızın
dışında kendi serüvenini kendi belirler.
- Ne tuhaf değil
mi, Yapı Kredi Kâzım Taşkent Sanat Galerisi'ndeki ''Paris
Okulu ve Türk Ressamları'' sergisinde yer alan 1958 tarihli
''Manzara'' isimli kompozisyonunuzda da biraz önce bahsettiğiniz
özellikler görülüyor. Tam 42 yıl önce.
A.B. - Bence bu esaslar, bu yol,
yerli yerinde ve açık. Elbette 42 yıl önce yaptığım tuval,
bugünkülerden hayli farklı gözükebilir. Ama temeller, iz bırakmalar,
geçmişle bugün arasında bağlantı kurabilir. Unutmayın yürüyoruz.
Yola devam etmek lazım.
- Siz
resminizi diğer ressamların çalışmalarıyla bir arada görünce
ne hissettiniz? Çünkü bu tür bir sergi Türkiye'de ilk kez düzenleniyor.
A.B. - Bu sergide soyut resmin,
bu yüzyılın en verimli sanat hadisesi olduğunu bir kez daha
hissettim. Başlangıcı ve gelişimine yakından tanık olduğum
Paris Soyut Ekolü, bu sergide de görüldüğü gibi birbirinden
çok farklı üslupların bir araya gelmesinden oluşuyordu.
Bu anlamda sergideki ressamların
eserlerini ayrı ayrı ele almaya, öncül ardıl diye
nitelendirmeye taraftar değilim. Paris okulu, başlangıcından
beri enternasyonal bir hadiseydi. Dileğim, yürüyerek yaptığımız
bu sohbete yolumuzun üstündeki İstanbul Modern Sanatlar Müzesi'nin
kahvesinde devam etmek.
''Kemerler'' dizisi, Albert
Bitran'ın ''sıkı dokulu'' çalışmalarında İstanbul'a nasıl
baktığını anlatan ipuçlarıyla doludur.
|
|