dB 10. sayı / nisan 2002

Ana Sayfa + Kapsama Alanı + dB Yazılar Listesi + Künye  

 
"Görme”nin Göreceliği



Musa Yerkan
 

2. Sınıf Desen-Res.Tek.  GR. 2001-2002 dB ©

 

Bir öğretmenin veya tenkitçinin gözüyle, yani iğreti olarak görme, bize güvenilir bir alışkanlık, sağlam bir tecrübe verir mi? Neden?

Görmeyi öğrenmek için ilk aşamada yani eğitim döneminde, bir öğretmenin veya tenkitçinin gözüyle görmek gereklidir. Çünkü: “Bildiklerimizin çoğunu, başkalarından biliriz, çünkü onlar bize bunu söylemişlerdir. Bu, her türlü kültürün ve her türlü ilerlemenin şartıdır.” Arnold Gehlen.

Görme yetisini belirli bir seviyeye getirme, nasıl görmemiz gerektiğini öğrenme ve nesneleri gözlemleyip, çalışmamızda yorumlamamız da, önemli etkenlerdir. Bir öğretmenin veya tenkitçinin gözüyle, yani iğreti olarak görme, bize güvenilir bir alışkanlık, sağlam bir tecrübe vermez. Gelmek istenen seviye kendini aşma, özgün bir yorumlama, yeni bir yaratım meydana getirme, farklı bir gözle ve açıyla görme ise, sağlam bir tecrübe vermez. Alışkanlık da yaratıcı bir eylemin oluşmasını engelleyen bir olgudur. Güvenilir bir alışkanlık ve sağlam bir tecrübe, bir kalıba girmişse, verilen kalıplarda seri üretime geçme gibi aynı tarzda ve seviyede, bir alışkanlığın sonucu olarak, birbirinin devamı ve benzeri şeyleri tekrarlamaktan ileriye gitmez.

“Görünen dünya bizim faaliyetlerimizin sonucuysa; ve işitilen dünya da aynı şekilde bizim kendi faaliyetlerimizin bir sonucuysa” insanın onu anlamlandırması, ona yüklediği değerlerle oluyor demektir. Yarattığımız, ürettiğimiz şeyler ve onları tanımlamamız, onlara karşı duygulanımlarımız da bizim faaliyetlerimizin sonucudur. Görme, nesneyi tüm yönleriyle kavramamızda yeterli değilse, bizim ötemizde dışımızda ise, biz o nesnenin farklı yönlerini keşfedip, bunu kuramsal açıdan anlamlandırıp teorize ederek yaşamsallaştırırsak, yeni bir şeyler ürettiğimizi iddia edebiliriz. Bu da öncekilerinin görmediği, öncelerinden farklı bir görme ise yeni bir şey yarattığımızı söyleyebiliriz. Ama bunu duygulara aksettirmeli, bilince çıkarmalı, ifade etmeli ve tanımlamalıyız.

“Degas’nın atölyesinde romantik Fransız okuluna bağlı bir sanatçının büyük boyda tablosu asılıdır. Tanrılar Tanrısı Jüpiter’in şimşekleri hışımla etrafına saçtığını gösteren bu dev resmin hemen yanı başında da Manet’nin küçücük bir karalaması vardır. Yamru yumru çürük bir armuttur bu.

Günlerden bir gün ziyarete gelen bir dostu; Degas’ya, hangi akla hizmetle Tanrı Jüpiter’in yanına bir perişan armudu astığını sorar.

Ressam gülerek şu cevabı verir:

-Iyi yapıldığı taktirde küçücük bir armudun, koskoca bir tanrıyı nasıl öldürebileceğini ispat için astım, dostum...

Salonların, konuları tarihin derinliklerinden veya mitolojiden alınmış dev boyda resimlerle süslendiği bir çağda, bir armuda kem gözle bakılması, değer biçilmemesi, hatta hakir görülmesi kadar tabii ne olabilirdi? Öyle ya, o devrin sanat anlayışı, var gücüyle eserin içeriğine yönelmişti. Konu ne kadar karmaşık olursa, o kadar beğeniliyordu. Bu bakımdan, tahtında oturmuş, etrafa öfke şimşekleri savuran bir tanrı, elbette ki kendi halinde bir armuttan daha çok beğenilecekti. Ne var ki, çok geçmeden olgunluğun zirvesine erişmiş, hatta çürümeye yüz tutmuş, on dokuzuncu yüzyıl toplumu ister istemez sanatta yeni ufuklar aramak ihtiyacını duyacaktı. Ama, Jüpiter’in bir armut tarafından alt edilmesi gene de yıllar yılı süren çetin bir savaştan sonra olacak, hatta bu savaşın kahramanlarından   çoğu,   zaferlerini   bizzat   göremeden   bu  dünyadan  göçüp gideceklerdi.

1874 yılında Paris’te çağın tanınmış fotoğrafçısı Nadar’ın Capucines Bulvarı’ndaki atölyesinde genç kuşak sanatçılarından bazıları resimlerini sergiliyordu. Bu sergiden sonra onlara “Empresyonistler” adı verilecekti. Sayısı binleri aşan ziyaretçiler alaycı çehreleriyle sergiyi dolaşırken bir resmin önünde bilhassa durup, kahkahayı koyu verdikten sonra uzaklaşıyorlardı. O günkü gözler için belli belirsiz lekelerden ibaret alan bu resmin altında “Intiba-Doğan Güneş” yazılı idi. O sırada otuz dört yaşında bir genç olan resmin yaratıcısı bir kenarda duruyor, Paris’in ünlü sanat tenkidcilerinin (!) eseri hakkında söyledikleri iğneleyici sözleri sineye çekmek zorunda kalıyordu. Kimi, “Başaşağı asılsa da değerinden bir şey kaybetmez” diyor, kimi “Ressam değil, badanacı mübarek, sanki eline fırçayı alıp, duvarlara rasgele sürmüş” şeklinde fikrini açıklıyordu.”

Empresyonistler bu tavrı yerine getirmeyip öğretmenlerin veya tenkidcilerin gözüyle görüp, sağlam tecrübe ve güvenilir alışkanlık elde etselerdi, bu eserleri meydana getiremezlerdi.

Kendi dönemlerinde kabul görmeyip, acımasızca eleştirilen ve değer biçilmeyen eserler olabilir. Fakat güçlü bir temele sahip olan eserlerin yarın nasıl görülüp kabul edileceği, geleceğin göstereceği, o günle ilgili bir sorundur.