dB 10. sayı / nisan 2002

Ana Sayfa + Kapsama Alanı + dB Yazılar Listesi + Künye  

 
Yaratıcılık

Erich FROMM
 

Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları  5. Baskı
Çeviren: Ayda Yörükan

 

Genellikle “yaratıcılık” kelimesi bir eser yaratmak, özellikle bir sanat eseri yaratmak anlamında kullanılır. Gerçekten de, gerçek bir sanatçı yaratıcılığın en iyi örneğidir.  Şu var ki, bütün sanatçılar yaratıcı değildirler; sözgelişi, alışılagelmiş türden resim, bir insanın kopyasını tıpkı bir fotoğraf makinesinin yaptığı gibi tuval üzerine geçirmek için gereken teknik beceriden fazla bir şeyi dile getirmeyebilir. Oysa bir insan, görülebilen ya da başkasına açıklanabilen bir şey yaratma yeteneğine sahip olmadan da yaratıcı bir şekilde yaşayabilir, yaratıcı bir şekilde görebilir, hissedebilir ve düşünebilir. Yaratıcılık, akıl ve duygu bakımından sakat olmadıkça, her insanın gerçekleştirebileceği bir tavırdır.

“Yaratıcı” kelimesi aynı zamanda “etkin” (aktif) kelimesiyle, “yaratıcılık” da “etkinlikle”le karışabilmektedir. Bu iki terim eş anlama gelebilmekle birlikte (Aristoteles’in etkinlik kavramında olduğu gibi), çağdaş kullanımında etkinlik kelimesi çoğu zaman yaratıcılığın tam tersini ifade eder. Etkinlik, genellikle, belli bir enerjinin harcanması ile, var olan bir durumda bir değişiklik meydana getiren bir davranış olarak tanımlanmıştır. Buna karşılık, var olan bir durumu değiştiremeyen ya da göze çarpacak şekilde etkileyemeyen ve kendi dışındaki kuvvetler tarafından etkilenen ya da harekete geçirilen bir insan “pasif” olarak nitelenmiştir. Günümüz için geçer olan etkinlik kavramı, yalnızca harcanan enerjiyi ve bu enerjinin meydana getirdiği değişikliği hesaba katmaktadır. Etkinliklere yön veren temel ruhsal şartlar arasında herhangi bir ayrım yapmamaktadır.

 Yaratıcı olmayan etkinliğin bir örneği –aşırı bir durumu dile getirmiş de olsa- hipnoz halinde bulunan bir insanın etkinliğidir. Derin bir hipnotik kendinden geçiş hali içerisinde bulunan bir insanın gözleri açık olabilir, yürüyebilir, konuşabilir, bir şeyler yapabilir; “etkinlik” gösterebilir. Etkinliğin genel tanımı ona uygulanabilir, çünkü bir enerjiyi harcamakta ve bunun sonucu olarak da bazı değişiklikler çıkmaktadır ortaya. Ama bu etkinliğin özel karakterine ve niteliğine dikkat edecek olursak, gerçek aktörün (yani etkinlik gösteren kişinin) hipnotize edilmiş olan kişi değil, hipnotizmacı olduğunu görürüz; hipnotize edilen kişi, onun telkinleriyle, onun aracılığıyla bir şeyler yapmaktadır. Hipnotik bir kendinden geçiş tabii bir hal olmamakla birlikte, bir insanın etkin olabildiği ama gerçek aktör olmadığı, -etkinliğinin, hiçbir şekilde denetleyemediği zorlayıcı kuvvetlerden ileri geldiği- bir durumun aşırı ama tipik bir örneğidir.

 Yaratıcı olmayan etkinliğin sık sık rastlanan bir örneği, çoğu zaman bugünün insanın çılgınca uğraşlarının temelinde bulunan şiddetli ya da sürekli, bilinçli ya da bilinçsiz bir endişeye karşı gösterdiği tepkidir. Çoğunlukla endişeden ileri gelen etkinlikle karışmış bir halde bulunmakla birlikte, bir otoriteye boyun eğmeye ve bağımlı olmaya dayanan etkinlik, ondan farklıdır. Otorite korku, hayranlık ya da “sevgi” uyandırmış olabilir – çoğu zaman bu üçü birbirine karışmıştır ama etkinliğin nedeni, gerek biçim gerekse öz bakımından, otoritenin vermiş olduğu emirdir. İlgili kişi, otorite onun etkin olmasını istediği için etkinlik gösterir ve  otorite kendisinden ne  yapmasını  istiyorsa onu yapar.    Bu  çeşit  bir  etkinliğe  otoriter  karakterde   rastlanır. Onun için  etkinlik demek, kendinden daha üstün bir şeyin adına hareket etmek demektir. Tanrı adına, eski günler adına, görev adına harekete geçmiş olabilir, ama kendi adına değil... Otoriter karakter, harekete geçme gücünü, değiştirilmesi ve karşı çıkılması mümkün olmayan üstün bir güçten alır ve bunun sonucu olarak da kendi içinden gelen itici güçlere kulak verecek durumda değildir.*

Bir otomat gibi yapılan etkinlikler de boyun eğerek yapılanlara benzer. Burada, apaçık bir otoriteye değil de, kamuoyu, kültürel kalıplar, sağduyu ya da “bilim” tarafından simgelenen anonim bir otoriteye gösterilen bağımlılık söz konusudur. İnsan ne hissetmesi ya da ne yapması bekleniyorsa onu hisseder ve yapar; göstermiş olduğu etkinlik, kendi aklına ve duygularına dayanan yaşantılarından değil de, bir dış kaynaktan ileri geldiği için içtenlikten yoksundur.

 Etkinliğin en güçlü kaynakları arasında akıl dışı tutkuların yer aldığını görüyoruz. Cimrilik, masochism, haset, kıskançlık ve her çeşit aç gözlülükle harekete geçen bir insan etkinlik göstermek zorundadır; ama hareketleri özgür ve akla uygun olacak yerde, akla karşı ve bir insan olarak da kendi menfaatlerine karşıdır. Bu şekilde bir şeye saplanıp kalmış olan bir kimse kendi kendini tekrarlar, gitgide daha katı, daha kalıplaşmış bir hal alır. Etkin olmasına etkindir, ama yaratıcı değildir.

Bu etkinliklerin kaynağı akıl dışı olsa bile ve etkinlik gösteren kişiler özgür ve akla uygun bir şekilde hareket  edemeseler de, çoğu zaman maddi başarıya götüren önemli birtakım pratik sonuçlara ulaşmak mümkündür. Yaratıcılık kavramından söz ederken, zorunlu olarak birtakım pratik sonuçlara götüren etkinliklerle değil, yaşama süreci içerisinde insanın dış dünyaya ve kendine karşı göstermiş olduğu tepki ve yöneliş biçimi ile ilgileniyoruz. İnsanın başarısı ile değil, karakteriyle ilgileniyoruz.**

Yaratıcılık, insanın kendine-özgü  imkanlarını gerçekleştirmesi,  kendi

güçlerini kullanmasıdır. Peki ama “güç” deyince ne anlıyoruz. Bu kelimenin birbiriyle çelişen iki kavramı dile getirmiş olması tuhaftır: İnsanın bir şeye gücü yetmesi, yani yetenek ve bir başkası üzerinde güç sahibi olması, yani başkasına söz geçirmesi ya da egemen olması... Ama bu çelişmenin özel bir anlamı vardır. Güçlü olmanın bir başkası üzerinde güç sahibi olmakla eş-anlama gelmesi, yetenekle eş-anlama gelen güç’ün felce uğramasının sonucudur. “Bir başkası üzerinde güç sahibi olmak”, “bir şeye gücü yetme” nin bozulmuş seklidir. İnsanın kendi güçlerini yaratıcı bir şekilde kullanma yeteneği onun güçlü olduğunu; kullanamaması ise güçsüzlüğünü gösterir. İnsan, akıl gücü ile olayların iç yüzünü kavrayabilir ve özünü anlayabilir. Sevme gücü ile bir insanı ötekinden ayıran duvarı aşabilir. Hayal gücü ile henüz var olmayan şeyleri gözünün önünde canlandırabilir; planlar kurabilir ve böylece yaratmaya başlar. Güçlülüğün bulunmadığı durumlarda, insanın dış dünyayla olan ilişkisi bozulmuştur ve başka insanlara, sanki nesnelerden başka bir şey değillermiş gibi egemen olmak, kendi gücünü onlara söz geçirmek için kullanmak isteğine dönüşmüştür. Başkalarına egemen olma ya da söz geçirme ölümle, güçlülük ise hayatla birlikte gider. Birincisi güçsüzlükten kaynaklanır, aynı zamanda bu güçsüzlüğü daha da artırır; çünkü bir insan bir başkasını kendine hizmet etmeye zorlayabiliyorsa, yaratıcı olma ihtiyacı giderek felce uğrayacaktır.

 İnsan, güçlerini yaratıcı bir şekilde kullandığı zaman dünya ile nasıl bir ilişki kurmaktadır?

 Dış dünya iki şekilde insan yaşantısının konusu olabilir: Kopya ederek,  yani gerçeği   tıpkı  fotoğrafı çekilen  şeylerin  tam bir kopyasını çıkaran bir film gibi  algılayarak  (böyle bir  algılama bile aklın etkin bir katkısını gerektirir);   yaratıcı  bir  şeklide,   yani   onu   kavrayarak,   bu   yeni  materyali  kendi  akıl  ve duygu gücünün içten gelen etkinliği ile yeniden yaratarak ve canlandırarak...  Her insan bir dereceye kadar her iki şekilde de tepki göstermekle birlikte, bu iki yaşantıdan birinin ya da ötekinin ağır basması, insandan insana değişmektedir. Bazen bunlardan biri ya da öteki körelebilir; kopya etme ya da yaratıcı bir şekilde kavrama yeteneklerinden birinin ya da ötekinin hemen hiç bulunmadığı bu gibi aşırı durumların incelenmesi, bu olaylardan birini ya da ötekini anlayabilmek için en iyi fırsatı vermektedir bize.

 Yaratıcı yeteneğin ötekinden daha çok körelmesine kültürümüzde çok sık rastlanmaktadır. Bir insan, nesneleri olduğu gibi (ya da kendi kültürünün kabul ettiği gibi) görebilir, ama algılarını kendi içinden gelen bir güçle canlandırmayı başaramaz. Böyle bir insan kusursuz bir “gerçekçi” dir, olayların yüzeyde kalan özelliklerinde görülecek ne varsa hepsini görebilir, ama bu yüzeyin altına inerek temelli olan şeyi ya da özü kavramayı, henüz ortaya çıkmamış olan şeyleri gözlerinin önünde canlandırmayı beceremez. Bütünü değil ayrıntıları, ormanı değil ağaçları görür. Gerçek, onun için, madde biçimine girmiş şeylerin toplamından başka bir şey değildir. Böyle bir insanın hayal gücünden yoksun olduğu söylenemez, ama onunkisi hesap tutmaktan, var olan ve bilinen bütün etkenleri bir araya getirmekten ve bütün bunların gelecekte nasıl bir etkide bulunacakları konusunda çıkarsamalar yapmaktan öteye gidemeyen bir hayal gücüdür.

 Öbür yandan, gerçeği algılama yeteneğini yitirmiş olan bir insan delidir. Psikotik bir kişi kendine apayrı bir iç dünya kurar ve bu dünyada kendini tam bir güvenlik içerisinde hisseder; kendi dünyasında yaşar ve bütün insanların algılamış olduğu sıradan gerçek etkenler ona gerçek değilmiş gibi gelir. Bir insan gerçekte var olmayan, yalnızca kendi hayal gücünün ürünü olan nesneleri gördüğü zaman sanrılar (hallucination) görüyor demektir; olayları kendi duyguları açısından, gerçekte olup bitenlerle ilgisi olmaksızın ya da hiç değilse tam olarak bilmeksizin yorumlamaktadır. Paranoyak bir hasta, kendisine eziyet edildiğine inanabilir ve gelişigüzel bir uyarıyı onu küçük düşürecek ve onulmaz bir duruma sokacak bir planın belirtisi olarak görebilir. Böyle bir niyetin daha açık ve kesin belirtilerinin bulunmayışının hiçbir şeyi kanıtlayamayacağına kesinlikle inanmıştır; ilk bakışta zararsızmış gibi görünen bu uyarının gerçek anlamının “daha derin” bir bakışla ışığa çıkabileceğine inanmıştır. Psikotik bir insan için gerçek dünya silinmiştir ve bir iç gerçek onun yerini almıştır.

 “Gerçekçi” bir insan, yalnızca nesnelerin yüzeyde kalan özelliklerini görür; gözler önüne serilmiş olan dünyayı görür; bu dünyanın resmini, tıpkı bir fotoğraf makinesi gibi, zihninde canlandırabilir ve nesneleri de, insanları da bu resimde göründükleri şekilde kullanarak belli bir eylemde bulunabilir. Bir deli ise gerçeği olduğu gibi göremez; gerçeği yalnızca kendi iç dünyasının bir simgesi ve yankısı olarak algılar. Her ikisi de hastadır. Gerçekle temasını yitirmiş olan psikotik kişinin hastalığı, sosyal fonksiyonunu yerine getirememesidir. “Gerçekçi” kişinin hastalığı ise onu insani bir varlık olarak yoksullaştırmaktadır. Sosyal fonksiyonunu yerine getirme yeteneği körelmemiş olsa bile, gerçekle ilgili görüşü, derinlik ve perspektiften yoksun olması yüzünden o derece bozulmuştur ki, el altında bulunan verileri kullanmaktan ve kısa süreli amaçları gerçekleştirmekten daha fazlasının gerekli olduğu durumlarda yanılma eğilimini göstermektedir. “Gerçekçilik” , deliliğin tam tersi imiş gibi görünse de, onun tamamlayıcı bir parçasından başka bir şey değildir.

“Gerçekçiliğin” ve deliliğin tam karşıtı yaratıcılıktır. Normal bir insan hem dış dünyayı olduğu gibi algılayarak, hem de kendi güçleriyle canlanmış ve zenginleşmiş bir şekilde kavrayarak kendisiyle dünya arasında ilişki kurabilir. Bu iki yetenekten biri körelecek olursa insan hastadır; normal bir insan, bu yeteneklerden biri ya da öteki daha ağır basmış olsa bile, her iki yeteneğe de sahiptir. Hem kopya edici, hem de yaratıcı yeteneklerin var oluşu yaratıcılığın ön-şartlarından biridir; bu karşıt kutuplar arasındaki karşılıklı etki, yaratıcılığın dinamik kaynağını oluşturmaktadır. Son olarak şu nokta üzerinde durmak istiyorum: Yaratıcılık, bu iki yeteneğin toplamı ya da birleşmesi değil, böyle bir karşılıklı etkiden kaynaklanan yepyeni bir şeydir. Yaratıcılığı, dünya ile insan arasındaki özel bir ilişki biçimi olarak tanımladık. Bu durumda, yaratıcı bir kişinin yarattığı bir şey var mıdır, varsa nedir, gibi bir soru çıkmaktadır ortaya. İnsanın yaratıcı gücünün maddi şeyler, sanat eserleri ve düşünce sistemleri yarattığı doğru olmakla birlikte, yaratıcılığın en önemli objesi, insanın kendisidir. Doğum, gebelikle başlayan ve ölümle biten sürekli bir akışın özel bir aşamasından başka bir şey değildir. Bu iki kutup arasında olup bitenlerin hepsi, bir insanın kendi imkanlarını gerçekleştirmesi, iki hücre içerisinde bir imkan olarak verilmiş olan şeylere can verme sürecidir. Şu var ki, uygun şartlar sağlandığı zaman, bedenin gelişmesi kendi başına olduğu halde, ruhsal imkanların gelişme süreci kendiliğinden gerçekleşen bir şey değildir. Böyle bir gelişme, insanın aklı ve duyguları ile ilgili imkanlarını gerçekleştirmesi ve kendi benliğini ortaya koyması için yaratıcı bir etkinlikte bulunmuş olmasını gerektirir; benliğin gelişmesinin hiçbir zaman tamamlanmamış olması, insanlık durumunun trajedilerinden biridir; en iyi şartlar altında bile, insanın sahip olduğu imkanlardan ancak bir bölümü gerçekleşebilmektedir. İnsan, her zaman, tam olarak doğmadan önce ölmektedir.

                                      

 

* Şu var ki, otoriter karakter yalnızca boyun eğme eğilimini göstermekle kalmaz, aynı zamanda başkalarına söz geçirmek de ister. Gerçekte sadistic ve masochistic görünüşler her zaman karşımıza çıkmaktadır; yalnızca kuvvetlerinin derecesi ve birinin ya da ötekinin daha fazla baskı altına alınmış olması bakımından farklıdırlar. (Otoriter karakterin incelenmesi konusunda Escape From Freedom’a bakınız: ss, 141 ve sonrası)

 

** Yaratıcı düşüncenin, tamamlanmamış olmakla birlikte, ilgi çekici bir inceleme denemesine Max Wertheimer’in ölümünden sonra yayımlanmış Productive Thinking (New York: Harper and Brothers, 1945) adlı eserinde rastlıyoruz. Yaratıcılığın bazı görünüşleri Munsterberg, Natorp, Bergson ve James tarafından ele alınmıştır; bu konuda Brentano ve Husserl’in ruhsal “eylem”le ilgili incelemesine; Dilthey’ın sanat alanındaki yaratıcılık üzerindeki incelemesine ve O. Schwarz’ın Medizinische Anthropologie (Leipzig: Hirzel, 1929, ss. III ve sonrası) adlı eserine de bakınız. Şu var ki, bütün eserlerde problem, karakterle ilişkili olarak ele alınmış değildir.