Uygarlık bir coğrafya sorunu mu?
Avrupa topluluğu dünyanın belirli bir bölgesini mi simgeliyor?
Bu bölgenin dışında uygarlık yok mu, olamıyor mu?
Biz, uygar olabilmek için mi Avrupa Topluluğu’na girmek
istiyoruz?
Biz, Avrupa Topluluğu’na neden girmek istiyoruz?
Doğu-Batı ayrımının temel ekseni nedir?
‘Kadercilik’, Doğu toplumlarının temel ekseni
sayılırdı.
‘Akılcılık’ da Batı toplumlarının temel ekseni.
Ama ‘Batılı toplumlar’, kadercilikten akılcılığa
geçebilmek için yıllar süren, kimileri kanlı mücadeleler
verdiler. Ortaçağın karanlıklarından kurtulmak, din
bağnazlığının katı baskısı altındaki akıl tutulmasını yenmek,
toplumların önyargıları içindeki bireyi özgürleştirmek
yüzyılları aldı.
Avrupa tarihi bu serüvenin iniş çıkışlarıyla doludur.
Yeni çağla başlayan Rönesans, aydınlanma kültürü, din
bağnazlığına karşı laiklik, matbaanın bulunuşu,
üniversitelerin kuruluşu ve hepsinin üstünde yükselen endüstri
çağı Avrupa’yı bugünlerinin uygarlığına ulaştırdı.
Uygarlık bir coğrafya sorunu değildir, bir kültür sorunudur.
Kültürünüz ‘akılcılığa’, ‘özgür düşünceye’, ‘insanın
yaratıcı var oluşuna’, ‘kendinden başkasının hakkına da saygı
duymaya’, ‘toplumsal dayanışmaya ve paylaşma’ya,
‘çalışmayı bir yaşam biçimi saymaya’, ‘sürekli eğitim isteği’ne
dayanıyorsa, siz uygarlık yolunda güvenle yol alıyorsunuz
demektir.
Ama kültürünüz ‘açık ve örtük kaderciliğe’, ‘başkaları
tarafından yönetilmeye’, ‘insanını kaderine bağlı oluşuna’,
‘kendinden başkasına aldırmamaya’, ‘ben dümenime bakarım’a,
‘çalışmadan avantadan yaşamaya’, ‘eğitimden olabildiğince
kaçmaya’ dayanıyorsa, sizi hiçbir görüntü uygar yapamaz.
Onun için de bizi uygar yapacak olan, Avrupa Topluluğu’na uyum
yasaları değil, uygarlığa yönelik eğitim ve kültür
değişimidir.
Bunu biz, Avrupa için değil, kendimiz için yapmalıyız.
Ama ne acıdır ki, ‘kendimiz’ için yapmayı aklımıza bile
getiremediğimiz değişiklikleri ‘Avrupa için’ şaşırtıcı
bir hızla yapıverdik.
Peki, yaptık da inandırıcı ve güvendirici oldu mu? Elbette ki
olmadı.
Kendine değer vermeyi bilmeyenler, başkalarının değer
vermesini nasıl bekler?
Bizim bir özelliğimiz de ‘kendinden olana değer vermemek’,
‘kendi dışındakilere çok değer vermek’ değil mi?
Kendimizi tanımayı, kendimizi öğrenmeyi neden başaramıyoruz?
Neden kendimizi olduğumuz gibi kabul ettirmeye çalışıyoruz?
Çünkü kendi eksiklerimizi görmek, kendi yanlışlarımızı kabul
etmek zor geliyor.
Çünkü, bunu yapmak cesaret istiyor ve bu cesareti
gösteremiyoruz.
En tanınmış yöneticilerimizin bile ‘doğruları görmek ve
göstermek
cesareti’
yok.
Neden başımıza gelen her felakette ‘başsağlığı ve geçmiş
olsun dilekleri’ ile yardım etmekten başka bir şey
yapamıyoruz?
Neden başımıza gelen her felakette ‘felakete uğrayanların
düzeltmemekte direndikleri yanlışları’ dile getirilemiyor?
Neden başımıza gelen felaketler bizim için uyarı, bizim için
ders olamıyor?
Neden gerçekleri bilenler bunları söylemek yerine ‘hoşa
giden geçici destekler’ vermekle yetiniyor?
Çünkü, doğruları söylemek yerine hoşa gitmek yeğleniyor da
ondan.
Çünkü, doğruları kabul etmek başka bir cesaret istiyor da
ondan.
Doğrulardan korkanlar, yalanlarla yaşamak zorunda kalırlar.
Uygarlık bir coğrafya sorunu değildir, her adımı bilinçli emek
isteyen bir yoldur.
Uygarlığı Avrupa’da değil, kendi içimizde aradığımız zaman
bulabiliriz.
Geri yanı, ‘beni al, ne iş olsa yaparım abi’den
ibarettir.