dB 11. sayı / şubat 2003

Ana Sayfa + dB Yazılar Listesi + Künye  

 
Avrupa ve Biz


M.Ş. İpşiroğlu - S. Eyupoğlu
 

Avrupa Resminde Gerçek Duygusu,

İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları 521, 3. baskı,

İstanbul 1972, Önsöz.

 

Bizim Avrupa anlayışımızla bir batılının Avrupa anlayışı arasında ister istemez ayrılık vardır. Batılının Avrupası, yer ve zaman içindeki değişik halleriyle, eskisi yenisiyle, kuzeyi güneyiyle, dinsel, ulusal, siyasal renkleriyle bir hayli dağınık ve katışık bir kavram olduğu halde, bizim için Avrupa, ne kadar parçalansa dağılmayacak bir bütünün, tanımı zor da olsa az çok belli bir yaşayış ve düşünüş biçiminin, kimi özenip kimi yadırgadığımız yeni bir dünya düzeninin adıdır. “Bir Avrupalı gibi yaşamak”, “Avrupa kafasıyla düşünmek”, “Avrupalılaşmak” gibi, bizim sık sık kullandığımız sözlerde, Avrupalıların tuhafına giden rahat bir toptancılık vardır. Buna karşılık biz de onların, ortak niteliklerini unutarak, kendilerini ayrı ayrı ve çoğu kez birbirine karşıt dünyalarda görmelerini garip buluruz. Bizim “Avrupa malı” der gibi, rahatça söylediğimiz Avrupa sanatı, Avrupa müziği, Avrupa resmi sözleri, batı dillerinde hiç de alışılmış, anlamları bir anda kavranan, yerleşmiş sözler değildir.

Özellikle resim sanatı bizde, kökten yenileşmiş, duraksamalara düşmeden batılaşmış olduğu için, Avrupa kavramına sıkı sıkıya bağlıdır. Avrupa sanatının bizimkinden ayrılan niteliklerini, herhalde ilk ilişkilerimizden beri en iyi resimde, canlı gibi duran insan suretlerinde görüyorduk. Aslında da resim sanatı, Avrupalı dünya görüşünün, tabiata ve insana dönük bir kültürün en açık sözcüsü idi. Tarih kitaplarında Rönesans anlatılırken, ressamlara geniş yer verilmesi bir rastlantı değildir. Humanist, realist, rasyonalist düşüncenin insandan ne istediğini bir Rönesans resmi, belli bir yere yerleştirilmiş, tabiata aykırı örtülerinden sıyrılmış, etli kemikli, ışıklı gölgeli, ölçülü biçili bir insan bedeni, fazla yorumu gerektirmeden anlatıyordu. Yalnız gerçeğin, yaşanılanın güzel olabileceğini diğer sanatlar da kendi dilleriyle söylüyorlardı, ama resim adeta tanımın kendisi oluyordu. “Yaşadığın dünyaya, insanlara kendi gözlerinle dikkatle bak, gördüklerini açık ve seçik olarak gör, kendi zekânla bulacağın bir düzene sok ve insanlara göster”. Rönesans’tan bu yana Avrupa düşüncesinin her alanda uyduğu bu öğütleri, hiç değilse XIX. yüzyılın sonuna kadar ressamlar, türlü üsluplarla söylemişlerdir. Soyut gerçeklerden hareket eden doğuda ise, sanatçılara bu öğütlerin tam tersi veriliyordu. İnsanın kendi bakışıyla gördüğü tabiatın anlatılmaya değer bir yanı olamazdı. Güzelliğe ancak, insandan insana değişmeyen, yer ve zaman dışı kavramlar ve kalıplar içinde, kendimizi silerek varabilirdik. Aslında sanatçı tabiata baktığı zaman da, onda gelip geçen, fakat değişmeyen, gelişmeyen nakışlar görüyordu:

 

Mestâne nukuş-i suver-i âleme baktık

Her birini bir özge temaşa ile geçtik  

                                                          Naili

Bizim sanatımız kendi kapalı cennetinden çıkıp Avrupa’ya açıldığı zaman, Avrupa tabiatla çoktan senli benli olmuş, sanat gözle görüleni anlatmaktan bezmeye bile başlamıştı. Dış tabiatın türlü hallerini tesbit etme olanaklarına makineyi de kattıktan sonra –fotoğrafı ancak tabiatçı resmi getiren kültür bulabilirdi-, Avrupa’nın gerçekçi sanatı yeni ufuklar arıyor, kökü yine Rönesans’ta olan, bireyci, subjektif değerlere gittikçe daha çok yer veren ressam, daha içten yaşanan bir tabiata yöneliyordu.

Avrupa’ya ve tabiata aynı zamanda açılan Tanzimat sonrası ressamlarımız, işe Avrupa’nın başladığı yerden, tabiat hayranlığıyla başladılar. Bizim eski sanatımızda realist, naturalist eğilimler yok değildi. En nakışçı minyatürlerimizde yer yer, özellikle hayvan resimlerinde, tabiata çevrilen keskin bir bakışın şaşırtıcı bağlılığı görülüyordu. Fakat asıl gidişin kenarında yalnız yüzeyde ve çizgide kalan bu tabiat görüntüleri, ilk ressamlarımızın eskiyi toptan silmelerini önleyemezdi. Tabiata Avrupa ressamının gözüyle baktılar. Şu var ki, çağdaşları olan Avrupa ressamlarında, göz-tabiatından kaçma eğilimlerini değil, eskiye bağlı tabiat taklitçiliğini gördüler. Bazen ustaların kuru akademizmini aşarak tabiat karşısında –eserlerini belki de görmedikleri- XV.yüzyıl İtalyan ressamlarının duydukları hayranlığa, safça bağlılığa vardıkları bile oldu. Şeker Ahmet Paşa’nın hayvan resimleriyle Pisanello’nunkiler arasında adeta bir devir akrabalığı sezilir. İkisinde de yeni bulunmuş bir dünyanın tazeliği vardır. Oysa. Şeker Ahmet Paşa tabiatçılığın Avrupa’da yaşlandığı bir dönemde yetişen Courbet’nin hayranıydı. Onda tabiatçılığı kırmaya, biçimleri bozmaya başlayan yeni beğeniyi değil, geleneğe bağlı yanları benimsiyordu.

Kısaca, biz Avrupa’ya ve tabiata açılırken, Avrupa kendi tabiat anlayışından kaçmaya ve işin tuhafı, bizim bıraktığımız alemin sanatına alıcı gözle bakmaya başlamıştı. İmpressionist’lerden sonra dünyanın tek büyük resim pazarı haline gelen Paris’te, türlü tarihsel nedenlerle hızlanan devrimci, yenilik düşkünü sanat akımları, özellikle resimde, gelenekleri ve değer ölçülerini altüst eder gibi oldu. Gibi oldu diyoruz, çünkü XX. yüzyıl, bütün şaşırtıcı yeniliklerine rağmen, Avrupa resminin amacını değil, belki yalnızca yollarını değiştiriyordu. Bu yüzyılın başında, birbiri ardında gürültü koparan fauvizm, kübizm, sürrealizm, fütürizm gibi çığırlar, aslında Rönesans geleneğini değil, onun kabuklaşmış yanı olan akademizmi yıkıyor, onu yeniden yorumluyor, her biri eskiden yer yer belirmiş bir eğilimi son kertesine, mantık sonuçlarına götürüyor, hep aynı gerçekçi yöne doğru yeni yollar arıyorlardı.

Hâlâ çoğumuzun tuhaflık, göz boyayıcılık diye gördüğü bu yeniliklerin ortak yanı, tabiattan, daha doğrusu üç boyutlu tabiattan kaçmak, görüleni göstermekten vazgeçmekti. Hepsinde resim eşyanın koşullarına değil, eşya resmin gereklerine, renklerin ve çizgilerin keyfine uyuyor, değişiyor, ezilip büzülüyor, dağılıp çözülüyor, tanınmaz oluyor, bazen de büsbütün ortadan kalkıyordu. Bir şeye benzemek başlı başına bir sanat değeri olmaktan çıkıyordu. Fakat bu büyük değişiklik karşısında özellikle bizlerin, yani Avrupa sanatına sonradan katılanların gözden kaçırmamamız gereken önemli nokta şudur: yeni Avrupa resmi tabiattan kaçarken gerçekçi olmaktan çıkmıyordu. Tablo hiçbir şeye benzemediği zaman bile dünya gerçeğiyle yoğrulmuş bir insan bilincinin, belli bir bireyci düşünüşün anlatımı olarak kalıyordu. Manzaranın, portrenin yerini ressamın kendi iç gerçeği alıyordu. Aslında Rönesans’tan bu yana Avrupa sanatının amacı, yalnız dış tabiata bir ayna tutmak, iyi gören bir göz –Degas’nın Monet için söylediği gibi yalnızca bir göz- olmak değil, tabiata benzetme yoluyla da olsa, yüreği, düşüncesi ve dünya görüşüyle insanı anlatmaktı. Eski ustalar tabiat karşısında kendilerini ne kadar silmiş olsalar, biz onların  eserlerinde, benzettikleri şey kadar, bazen ondan da çok kendilerini, dünyaya bakan bir tek insanı görüyoruz. Naturalizmi aşırılığa götüren XIX. yüzyılın sonunda, göz ve ışık konusunda fizikçilerle yarışa giren bazı Impressionist’lerin eserlerinde, hatta fotoğrafta bile insanın büsbütün aradan çekildiği ileri sürülemez. Kaldı ki, bu gözcü ressamlar, tabiatın geçici bir anını, bir impression’u yakalayalım derken, görünen dünyanın sınırlarına vardılar, dokunulur hale getirmek istedikleri, fazla kurcaladıkları ışık gerçeği ellerinde dağılıverdi ve ressamlar kendilerini çıplak tayf renklerine karışan en taze insan duyguları karşısında buldular. Dışarıya bakmaktan yorulan gözlerini içlerine çevirdiler, daha doğrusu dışarıya bakarken bile içlerindekini görmeye başladılar. O zaman ressamlıkta göz ve el inceliğinden çok zekâ, mantık, duyu, sezgi, düş gibi iç değerler ağır basar oldu. Gauguin: “İçinde zekâ olmak şartıyla ne istersen yap” diyor; Van Gogh sonunda içinde dönen renkli güneşlere, çoşkun ritm ve uyumlara dökülüyor; Cezanne renklerle “dünyanın sabahı”nı anlatmaya kalkıyordu. Az sonra resim sanatı, üç boyutlu dış gerçeğe sırtını çevirerek, anlatım olanaklarını kendi gereçlerinin düz bir yüzey üzerine çeşitli düzenlere sokulmasında aradı. Model aradan çekildi, ya da âdet yerini bulsun diye karşıda durup bir hareket noktası, bir yaratma vesilesi olmakla kaldı. Ressamın işi her zamankinden daha fazla kendini anlatmak oldu.

Aslında hep gerçekçi kalan Avrupa resminin böyle bir yol değiştirmesi, eski yeni bütün dünya sanat eserlerine, yeni bir gözle, yeni anlayış ve değer ölçüleriyle bakılmasına yol açtı. Dış tabiattan kaçan yeni ressamlar, ona hiç varmamış olan Rönesans öncesi ya da dışı nakış ustalarını kendilerine daha yakın bulmaya başladılar. Ortaçağ resimleri, mozayikleri, renkli camları, zenci maskeleri, doğu minyatürleri, Japon estampları gibi anlatım ve nakış gücüne dayanan eserler birden hiçbir zaman göremedikleri ilgiyi gördüler. Bunları unutturan Rönesans’ın, sanatı yanlış bir yöne sürüklediğini ileri sürenler bile oldu.

Bu arada bizim Avrupa resmiyle başlayan ilişkilerimiz oldukça garip bir duruma girdi. Bugünkü anlamıyla resim sanatı, bizde nakış ustalarının Avrupa’ya ve tabiata çevrilmeleriyle, düşünce yönlerini değiştirmeleriyle olmamıştı. Onlar, fabrika işlerinin salgını karşısında, yavaş yavaş gözden ve kudretten düşedursun, aydınlar arasında doğu süsleme zanaatlarını küçümseyen, Batılılığa özenen bir tabiatçı resim amatörlüğü başlıyordu. Ancak bu amatörlük, Akademi’yi kurduğu yıllarda bile, Avrupa’da resmin hangi gelişim noktasında bulunduğunu hesaba katmıyordu. Orada eskimeye, değişmeye yüz tutmuş değerler bizde yepyeni, hatta devrimci sayılıyordu. Avrupa’da eskinin, bizde ise yeninin ocağı olan Akademi’ye girmesi büyük bir cüret sayılan çıplak model, Avrupa’da beş yüz yıllık geçmişiyle tarihe karışmak üzereydi. Tabiat kelimesi bile sözlüklerimize bugünkü anlamıyla daha yeni girdiği halde, resimde çağdaş Avrupa’dan daha fazla tabiat meraklısı olmuştuk.

Cumhuriyet döneminde Avrupa’yla ilişkilerimiz sıklaşıp da ressamlarımız bize Paris’ten yeni eğilimleri, yani bizim eski nakışlarımızı andıran tabiat dışı bir resim anlayışını getirdikleri zaman, elbette şaşıracaktık. Koca Avrupa bula bula bizim eskilerimizi, bitpazarına dökülmüş suretli suretsiz, insanı insana, ağacı ağaca benzemeyen renk ve çizgi oyunlarını mı buluyordu? Gerçekten birçok yeni resimler bizim Karagöz figürlerine, minyatürlerin gölgesiz renk dünyasına, her şeyi geometrik biçime sokan kilim motiflerine, kelimelerin anlamlarından sıyrılıp yalın bir nakış haline gelen eski yazılarımıza ne kadar yakın görünüyordu. Fakat bu yakınlık aslında Avrupa resminin doğululaşması demek değildi. Matisse’ in resmi bir minyatüre benziyordu, ama Matisse’in resim anlayışı, dünya ve insan görüşüyle bizim nakkaşlarımızınki arasında hiçbir bağıntı yoktu. Matisse, gelenekleri aşarak rengi yeniden buluyor, onunla kendi beğenisini, anlayışını, kişiliğini dile getiriyor, biçimleri kendi anlatımıyla yoğurup değiştiriyordu. Van Gogh’un bir ağacı, onun tedirgin buhranlı hayatından ayrılmadığı, bir el yazısı gibi kendi yaradılışının, duyuşlarının biçimini aldığı halde, minyatürün ağacı, bireyci kayguların ötesinde değişmez estetik değerler dünyasında, donmuş bir güzellik, serüvensiz, tasasız bir nakış olarak kalıyordu. Avrupalı ressam sınırsız bir anlatım özgürlüğüne vardığı halde, nakışçı, aşmayı aklından bile geçirmediği bir geleneğin içinde kendini silerek, dış ve iç gerçeklerin uzağında, değişmez ya da yalnızca üsluplara göre değişir bir soyut biçimler dünyasını tekrarlıyordu. Nakışçılık zanaatı bütün olanaklarıyla birlikte çoktan ve bir daha dönmemek üzere göçmüştür. Yeni Türk ressamı, kendi geçmişindeki nakışları bile artık ancak bireyci bilinç açısından ve bir Avrupalı ressam gözüyle değerlendirebiliyor. Gerçekçi bir dünya görüşü içinde minyatürü diriltmek, eski cennet düşüncesini yeniden gerçek saymak kadar olmayacak şeydir.

Bununla birlikte Avrupa resminin nakışçı eğilimleri, bizim ulusal sanat değerlerimizin gün ışığına çıkmasına, kadrini bilmediğimiz, üstüne basıp geçtiğimiz, pek ucuza elden çıkardığımız renk hazinelerinin birer sanat eseri onuru kazanmasına yol açmış oldu. Bu eserler karşısında yeni Türk ressamının tutumu ne olmalıdır? Burada sanat aktüalitemizin nazik bir sorunuyla karşılaşıyoruz; eskinin yeniye mal edilmesi sorunu.

Yeni araştırmalarla ansızın değer kazanan eski eserlerin yarattığı hayranlık havası, birçok sanatçıları eskinin tekrarına, yenilik kaygusuyla sahte bir eskiliğe götürebilir. Rönesans’ın değerlendirdiği Yunan sanatı, Romantizmin adeta mezardan çıkardığı Ortaçağ eserleri bir yandan Avrupa’ya kendi yolunu daha iyi buldururken, bir yandan da nice bocalamalara, kısır özentilere, üstünkörü taklitlere yol açmıştır. Yaşadığı dönemin adamı olan, zamanının sorunlarını gerçekten yaşayan sanatçı, Yunan ya da Ortaçağ değerlerini kendi kişiliğinin anlatımı olarak kullandığı, eskide kendini arayıp bulduğu halde, bir modaya kapılan sanatçı, içindeki boşluğu eskilerin doldurabileceğini sanarak kolay bir kopyacılığa düşer. Bazı yeni resimler eski nakışları andırıyor diye onlara benzer eserler yapmak Türk resmini ileri götürmez. Gerçi her sanatçı bir başka sanatçıya özenerek işe başlar, ama yeni değerlere varabilmesi için her yaptığı biçimin kendi duyuş ve düşünüşüne uyması, gerçek bir kaygunun, yaşanmış bir sanat sorunun ifadesi olmak gerekir. Pierre Loti’nin doğu sevgisi Avrupa edebiyatına belki bir şeyler katmıştır, ama bu sevgiyi olduğu gibi benimseyen bir doğuludan ne beklenebilir? Avrupa ne kadar bizden yana gelse bizim sanat okulumuz yine Avrupa’da olacaktır. Ulusal değerimize de ancak bu okulda kazanacağımız bilinçle varabiliriz. Dünya sanat tarihinde ulusal değerler, hep ulusların yabancı kültürlere çevrildiği, hatta kendilerinden çok onlara değer verdiği zamanlarda ortaya çıkmıştır. Shakespeare Latin dünyasına, Goethe İtalya’ya, Sinan Bizans’a bağlanmakla daha az ulusal mı olmuşlardı? İnsan her zaman kendini, içine kapanarak değil, dışına çıkarak buluyor.