dB 11. sayı / şubat 2003

Ana Sayfa + dB Yazılar Listesi + Künye  

 
Görme - Dışavurumculuk


Hermann Bahr
 
Modernizmin Serüveni / Çeviri: Doğan Şahiner
Yapı Kredi Yayınları

 

GÖRME

Resim sanatının tarihi, görüntünün –ya da görmenin- tarihinden başka bir şey değildir. Teknik ancak görme tarzı değişince değişir; ancak görmenin yöntemi değiştiği için değişir. Görüntüdeki değişikliklere ayak uydurmak üzere değişir. Görme yöntemi ise, insanın dünya ile kurduğu ilişkiye göre değişir. İnsan dünyayı ona karşı aldığı tutuma uygun olarak görür. Dolayısıyla bütün resim tarihi bir anlamda felsefenin, özellikle yazısız felsefenin tarihidir.

İnsanın görme edimi hem pasif hem de aktiftir. Resim onu yapanın daha pasif ya da aktif, daha itaatkâr ya da dik başlı olmasına göre, daha büyük bir saflıkla almak mı yoksa daha büyük bir güçle tepki vermek mi istediğine göre değişir. Resmi görmenin yöntemi de aynı şekilde değişir. Görme, biri dışta diğeri içte olmak üzere iki etkinlikten oluşur. Bunlardan biri insana olan bir şeydir, diğeri ise insanın sonradan, ona tepki olarak yaptığı bir şeydir. Görebilmek için, önce dışımızda bir şey olmalıdır; bu şey bize çarpmalı, ondan bize bir etki ulaşmalıdır. Bu etki bize ulaşır ulaşmaz, gözün bir edimiyle ona hemen tepki veririz. Gözümüz bu etkiye boyun eğmekle, onu almakla, olmasına izin vermekle kalmaz, onun üzerine hemen bir edimde bulunur; onu alır, bize bildirir, zihnimize teslim eder. Etki duyum haline gelir, duyum da bilinçli hale gelerek düşüncemize girer. (…) Etkinin bilincine vardığımızda gözümüz onu çoktan dönüştürmüştür; o artık bizim damgamızı taşımaktadır, yarı yarıya bize aittir. Düşüncemiz onunla ilgilenmeye başladığı anda zaten algılanmıştır. Goethe, “Dünyaya dikkatle baktığımız her keresinde teori yaparız” der. Zira baktığımız nesne üzerinde düşünemediğimiz sürece onu gerçekte hiç de görmeyiz. Görmek her zaman tanımaktır. Gözün zihne teslim etmediği, onun da alıp düşünceye dönüştürmediği etkinin biçimi yoktur. Ona biçim veren biziz. Bir ağacı düşünme gücümüzle görürüz; bu güç olmasaydı o yalnızca bir renk duyumu olurdu. Düşüncemi ona yöneltmeden önce ağaç, gözün kendisinin bile üretmiş olabileceği yeşil bir lekeden ibarettir. Bu yeşil rengi dışarıdan gelen bir etkinin ürettiğinden emin olabilmek için düşünmem gerekir. İnsanın nedene ilişkin “orijinal fikir”ini ona yöneltmem, onu sınıflandırmam, ona geçmiş deneyimlerimi eklemem gerekir. Ancak o zaman “o” yeşil lekenin ne olduğunu bilirim, bu bilgi sayesinde de yalnızca yeşil bir leke görmekle kalmayıp uzun deneyimlerim sonucunda onu bir ağaç olarak – dahası, bir meşe, kayın köknar olarak- tanıyabilirim.

(…) Kişi, görmesinin her zaman bir iç bir de dış etkinin sonucu olduğunu fark eder etmez, dış dünyaya mı yoksa kendisine mi daha çok güveneceği sorunuyla karşı karşıya gelir. Bütün insan ilişkileri sonunda buna bağlıdır. İnsan bir kez kendisiyle dünyanın geri kalanı arasında ayrım yapabileceği aşamaya ulaştığında, “ben” ve “sen” diyebildiğinde, dışı içten ayrılabildiğinde, dünyadan kendisine ya da kendisinden dünyaya göçmekten başka seçeneği kalmaz. Ya da üçüncü bir şık olarak, ikisini ayıran sınır çizgisi üzerinde duraksar. İnsan görünüm fenomenlerine karşı bu üç tutumdan birini takınabilir.

Zamanın şafağında insan ilk kez uyandığında dünya karşısında korkuya kapıldı. Kendini toplamak, “kendine gelmek” için, kendini doğadan ayırması gerekiyordu. Daha sonraki anılarında bu olay doğadan uzaklaşma itkisi şeklinde yankılandı ve tekrarlandı. İnsan doğadan nefret eder, ondan korkar. Doğa ondan daha güçlüdür. Kendisini ondan ancak kaçarak kurtarabilir, yoksa doğa onu tekrar yakalayıp yutacaktır. Doğadan kaçıp kendi içine sığınır. Doğadan ayrılmaya ve ona meydan okumaya cesaret edebildiğine göre kendisinde gizli bir güç olması gerektiğini düşünür ve kendini bu güce emanet eder. Doğanın derinliklerinden kendi tanrısını çıkarır ve onu doğanın karşısına diker. Hem kendisinden hem de dünyadan daha büyük bir güce ihtiyaç duymaktadır. Bu güç her ikisinin de üzerinde yer aldığından, insanı yok edebilecek ama aynı zamanda onu doğaya karşı koruyabilecektir. Kendisine sunduklarına itibar ederse, doğanın dehşetini ondan uzaklaştıracaktır. Böylece, ilkel insan kendi çevresinde sihirli bir ibadet çemberi oluşturur ve onu tanrısının işaretleriyle donatır: insanın kendi içindekini de görünür kılarak görünüşün tutsaklığından kurtulma çabası olan sanat başlar; insan dünyanın içinde, kendisine ait olan ve itaat eden bir başka dünya yaratmıştır. Birincisi insanı delicesine kaçmaya zorlayacak kadar korkutup bütün duyularını – gözlerini, kulaklarını, araştıran ellerini, hareket eden ayaklarını - karışıklığa ve telaşa düşürmüşken, bu ikinci dünya dinginliğiyle, biçimlerin sağlam, gerçek dışı ve sonu gelmeyen tekrarındaki ritm ve ahengiyle onu sakinleştirir ve cesaretlendirir. İlkel süslemede dinginlik değişimi; zihindeki resim, göz önündeki görünümü; insanın iç dünyası, dış dünyayı alt eder. İnsan, doğanın iç yüzünü hiç bir zaman derinlemesine anlayamaz, doğa hep onun erişebileceğinden daha ötelere uzanır. Ulaşabildiği sınırın ötesinde de bir şey yatar, bu bir şeyin gerisinde yine daha da ürkütücü bir genişlik yayılır. Bu yüzden doğanın gerçekliği insanı şaşkınlığa düşürür, rahatsız eder. Sanat ise görünümleri derinliklerden çıkarıp yassı bir yüzey üzerine yayarak insanı özgürleştirir. İlkel insan çizgileri, daireleri, kareleri hep yassı görür; bu da onun doğanın tehdidini kendisinden uzaklaştırma ihtiyacından dolayıdır. Görüşü hep alt edilme korkusuyla belirlenmiştir; bu yüzden bu görüş her zaman savunmacıdır, ona bir direnç sağlar, saldırılara karşılık vermeye hazırdır. Dışardan gelen her yeni etki iç algıyı harekete geçirir. Algı her zaman silahlı ve hazırdır; doğaya asla giriş izni vermez. İnsan deneyimleri biriktikçe doğayı parça parça ayırır, onu derinliklerden yüzeye çıkarır, kendi düzeni doğanın kaosunu alt edinceye kadar onu gerçek dışı ve insani hale getirir.

Yaşantılanan her etkiye bu kararlı tepkiyi gösteren yalnızca ilkel insan değildir. Bu tutumla doğuda, insanın gelişiminin en yüksek evrelerinden birinde tekrar karşılaşırız. Artık olgunlaşmış ve uygarlaşmış insan burada da doğayı alt etmiştir. Görünüm dünyası yanılsama yoluyla görülmüş ve öyle tanınmış, ama yanıltıcı göz, insanın bu çılgınlığa kapılmaya itse de insan, bilgisi sayesinde buna karşı koymayı öğrenmiştir. Doğuda her seyredişe anlayışlı bir merhamet öğesi karışır ve akıllı insan nereye bakarsa baksın orada zaten bildiği şeyi görür: Göz dışardan gelen etkiyi alır, ama bunu onun maskesini hemen indirmek üzere yapar. Doğulu insan için her görme doğadan uzağa bakmadır. (…)

Görselleştirme sırasında izlenimci, dıştan gelen etkilere karşı gösterilen iç tepkileri olanaklı olduğunca gözden uzak tutmaya çalışır. İzlenimcilik insana retinadan başka bir şey bırakmama yönünde bir çabadır. İnsanın izlenimcilerin resimlerini “bitirmediklerini” söyleyeceği gelir, oysa görselleştirmeyi “bitirmediklerini” söylemek daha uygun olur. İzlenimci, görünümü bozmaktan çekindiği için insanın görünüme yaptığı katkıyı dışarda bırakır. Oysa her anlayışlı bakış, aynı zamanda “teorileştirir”; artık sadece saf etkiden oluşmaz, insanın katkısını da içerir. İzlenimci ise doğaya güvenmez, dolayısıyla onu insanileşmeden önce, hazırlıksız yakalamak ister. Görmenin ilk anına geri gider, izlenimi bizimle ilk bağlantı kurduğu anda, bizi ilk etkilediği anda, bir duyum haline gelme süreci içindeyken yakalamak ister. (…)

Bu, insanın duyularından başka içindeki hiçbir güce dayanmadığı bir sıradaki görme edimidir. Burada insan Goethe’nin şu sözüne uygun davranmaktadır: “Duyular aldatmaz, aldatan zihindir.” İzlenimcilik açısından, insan ile dünya tek bir şey haline gelmiştir; onun için sadece duyu izlenimleri vardır. (…)

Sanatsal görme içsel bir karara bağlıdır: Goethe gibi söylersek, bedenin gözü ruhun gözüyle çatışmaya girer ve kişi ancak bu çatışan güçler üzerine verdiği kararla gerçek sanatçı olur. Fakat, buna sonuna kadar dayanıp resim yapmayı sürdürenler azdır. Oysa kişi ancak bu mücadeleyi sonuna kadar yaşadıktan sonra en iyi eserlerini vermeye başlayabilir. Japon ressamın “kişi doksan yaşına gelmeden, ne ölçüde başarılı olabileceğini bile tahmin edemez” derken kastettiği belki de buydu. (…)

 

DIŞAVURUMCULUK

Yaşamsal olan nokta, insanın kendisini yeniden bulması gerektiğidir. Schiller şöyle sorar: “Ne amaçla olursa olsun, insanın yazgısı kendini yitirmek olabilir mi?” Bu yitirilişi kendi doğasına rağmen insana dayatmak, zamanımızın insanlık dışı çabasıdır. İnsan basit bir alete dönüşüyor, kendi işinin aracı haline geliyor. Makinenin hizmetinde olduğu için artık duyguları da yok. Makine onu ruhundan çaldı. Ruh şimdi onu geri istiyor. İşte yaşamsal sorun bu. Yaşadıklarımız, ruh ile makinenin insanı ele geçirmek için sürdürdükleri müthiş bir kavgadan başka bir şey değil. Artık yaşayamıyoruz, yaşanıyoruz; hiçbir özgürlüğümüz kalmadı, kendimiz hakkında karar veremiyoruz. Tükendik, ruhsuzlaştık, doğa insansızlaştı. (…) Daha önceki hiçbir dönem, böyle bir dehşetle, bu kadar derin bir ölüm korkusuyla sarsılmamıştı. Dünya hiçbir zaman bu kadar sessiz, mezar kadar sessiz olmamıştı. İnsan hiç bu kadar anlamsızlaşmamış, kendini bu kadar ürkek hissetmemişti. Mutluluk hiç bu kadar uzak, özgürlük bu kadar ele geçmez olmamıştı. Kulaklara acının haykırışı doluyor, insan ruhu için ağlıyor. Çok şeye gebe zamanımız bir büyük ıstırap çığlığı. Sanatta bunun dışında değil; o da bir yardım umarak karanlıklara sesleniyor, o da ruha ağlıyor: İşte dışavurumculuk bu.

Şimdiye kadar hiçbir dönem, izlenimci sanattaki burjuva egemenliği dönemi kadar açık, güçlü bir kendini ifade tarzı bulmamıştır. Bu burjuva dönemi orijinal şiir ya da müzik üretme yeteneğinde değildi; o zamanın müzik ve şiiri ya sadece geçmişin bir yankılanışı ya da gelecekteki kötülüklerin bir önsezisiydi. Fakat bu dönem, izlenimci resimde kendi doğasının, rahatsızlığının öyle mükemmel bir simgesini oluşturdu ki, insanlık bir gün engellerinden tamamen kurtulup tarihsel düşünmenin dingin perspektifine ulaştığında, onu bu parlak armağanlar sayesinde belki affeder. İzlenimcilik insanın ruhtan uzağa düşmesidir. Dış dünyayı kaydeden bir gramafon durumuna düşmüş insanlıktır. İzlenimciler resimlerini “bitirmemeyi” kendilerine görev bilmişlerdir. Onlar “görme”lerini bile bitirmezler, zira burjuva döneminin insanı asla “bitirmez”, asla hayatı doldurmaz. Görme sürecinin ortasında, hayat sürecinin ortasında, tam da insanın hayata katılmasının başladığı noktada duraksar ve vazgeçer. İzlenimciler görme ediminin yarı yolunda, meydan okunan gözün kendi cevabını vermesi gerektiği yerde dururlar: “Kulak dilsiz, ağız sağırdır” der Goethe, “ama göz hem duyar hem konuşur”.[1]

İzlenimcilerin gözleri ise konuşmaz, sadece seyreder; soruyu duyar ama cevap vermez. İzlenimcilerin göz yerine bir çift kulağı daha vardır. Ama ağızları yoktur, zira burjuva döneminin insanı kulaktan başka bir şey değildir. Dünyayı dinler, ama tek söz etmez. Ağzı yoktur; kendini ifade etmekten, dünya üzerine yargı bildirmekten, ruhun yasasını dile getirmekten acizdir. Dışavurumcu ise insanlığın ağzına vurulmuş kilidi söküp atar. İnsanlığın sessizlik dönemi, dinleme dönemi sona ermiştir. İnsan bir kez daha ruhun cevabını vermeye çalışmaktadır.

Dışavurumculuk henüz bir jestten ibarettir. Şu ya da bu dışavurumcunun, hele onun belli bir eserinin sorunu değildir. Nietzsche şöyle der: “sanatın ilk ve en önde gelen görevi hayatı güzelleştirmektir… Bu yüzden bütün çirkinlikleri gizlemeli ya da dönüştürmelidir –ancak bu muazzam görevi yerine getirdikten sonra sanat denen o özel durumla, sanat-üretiminin Sanatıyla ilgilenebilir- bu ise onun eklentisinden başka bir şey değildir. Bu güzelleştirme, gizleme ve dönüştürme güçlerinin fazlasına sahip olduğunun bilincindeki bir kişi sonunda kendisini bu fazlalığın yükünden sanat eserleri yoluyla kurtarmaya çalışacaktır. Bu durum, belli koşullarla, bütün bir ulus için de geçerlidir. Günümüzde genellikle sanatın yanlış ucundan işe başlıyoruz. Onu kuyruğundan yakalayıp, Sanat eserlerinin sanatın tümünü içerdiği, ve bu eserlerle hayatın düzeltilip dönüştürülebileceği nakaratını tekrarlıyoruz… Ne kadar bön insanlarız!”2

Bu burjuva düzeninde insanlık bir fazlalık haline gelmiştir. İzlenimcilik ise görkemli bir kuyruk durumunda! Öte yandan dışavurumculuğun tavus kuyruklarıyla işi yoktur. Sadece üretmeyi düşünmez, insanı yeniden doğru konumuna yerleştirmeye çalışır. Ne var ki artık Nietzsche’yi aştık –ya da daha doğrusu- geriye dönüp onun ötesinde ki Goethe’ye vardık: Sanat artık bizim için “güzelleştirmek” ve “çirkinliği gizlemek ya da dönüştürmek” değildir; sanat hayat getirmelidir, hayatın içinden hayatı üretmelidir, insana en yakışan iş ve eylem olarak hayatın işlevini yerine getirmelidir. Goethe, “Resim insanın görebileceği ve görmesi gereken, ama çoğunlukla görmediği şeyi karşımıza getirir” der.

Günümüzde dışavurumculuğun kaba, saldırgan bir tavır içinde olmasının nedeni, onun kendini içinde bulduğu koşullarda aranmalıdır. Bunlar gerçekten de ilkel, vahşi insanlık koşullarının neredeyse aynısıdır. İnsanlar bu resimlerin vahşiler tarafından yapılmış olabileceğini söyleyerek alay ettiklerinde gerçeğe ne kadar yaklaşmış olduklarının farkında değiller. Burjuva düzeni bizi vahşilere döndürdü. Rodbertus’un korkuttuklarına benzemeyen barbarların tehdidi altındayız; insanlığın geleceğini günümüzün insanından korumak için kendimiz barbarlaşmak zorundayız. Doğadan korkarak kendi içinde bir sığınak arayan ilkel insan gibi, biz de ruhumuzu yutmak için bekleyen bir “uygarlık”tan kaçmayı seçmek zorundayız. İlkel insan kendi içinde doğanın tehdit edemeyeceği kadar büyük olma cesaretini bulmuş ve fırtınaların, vahşi hayvanların, bilinmeyen nice tehlikenin doğurduğu korku ve dehşete rağmen onu hiç terk etmeyen, asla teslim olmasına izin vermeyen bu esrarengiz güç onuruna çevresinde koruyucu işaretlerden, doğanın tehdidine karşı koyma işaretlerinden, kendine ait olanı doğanın saldırısından korumak ve ruha inancını muhafaza etmek için çektiği sınırın işaretlerinden oluşan bir çember yaratmıştı. Aynı şekilde, “uygarlık” tarafından yok edilmenin eşiğine gelmiş olan bizler de, içimizde yok edilemeyecek güçler buluyoruz. Üstümüzdeki ölüm korkusuyla, bunları alıp “uygarlık”a karşı tılsım gibi kullanıyoruz. Dışavurumculuk güvendiğimiz, bizi korumasını umduğumuz, içimizdeki bilinmeyen şeyin simgesidir. Hapsedildiği zindandan dışarı çıkmaya çalışan ruhun belirtisidir. Paniğe uğramış ruhların verdiği bir tehlike işaretidir. İşte dışavurumculuk budur.

1 J.W. von Goethe, Naturwissenschaftliche Schriften, c. V, s. 12.

2  F. W. Nietzsche, Menschliches, Allzumenschliches, c. II, s. 80.