GÖRME
Resim sanatının tarihi, görüntünün –ya da görmenin- tarihinden
başka bir şey değildir. Teknik ancak görme tarzı değişince
değişir; ancak görmenin yöntemi değiştiği için değişir.
Görüntüdeki değişikliklere ayak uydurmak üzere değişir. Görme
yöntemi ise, insanın dünya ile kurduğu ilişkiye göre değişir.
İnsan dünyayı ona karşı aldığı tutuma uygun olarak görür.
Dolayısıyla bütün resim tarihi bir anlamda felsefenin, özellikle
yazısız felsefenin tarihidir.
İnsanın görme edimi hem pasif hem de aktiftir.
Resim onu yapanın daha pasif ya da aktif, daha itaatkâr
ya da dik başlı olmasına göre, daha büyük bir saflıkla almak mı
yoksa daha büyük bir güçle tepki vermek mi istediğine göre
değişir. Resmi görmenin yöntemi de aynı şekilde değişir. Görme,
biri dışta diğeri içte olmak üzere iki etkinlikten oluşur.
Bunlardan biri insana olan bir şeydir, diğeri ise insanın
sonradan, ona tepki olarak yaptığı bir şeydir. Görebilmek için,
önce dışımızda bir şey olmalıdır; bu şey bize çarpmalı, ondan bize
bir etki ulaşmalıdır. Bu etki bize ulaşır ulaşmaz, gözün bir
edimiyle ona hemen tepki veririz. Gözümüz bu etkiye boyun eğmekle,
onu almakla, olmasına izin vermekle kalmaz, onun üzerine hemen bir
edimde bulunur; onu alır, bize bildirir, zihnimize teslim eder.
Etki duyum haline gelir, duyum da bilinçli hale gelerek
düşüncemize girer. (…) Etkinin bilincine vardığımızda gözümüz onu
çoktan dönüştürmüştür; o artık bizim damgamızı taşımaktadır, yarı
yarıya bize aittir. Düşüncemiz onunla ilgilenmeye başladığı anda
zaten algılanmıştır. Goethe, “Dünyaya dikkatle baktığımız her
keresinde teori yaparız” der. Zira baktığımız nesne üzerinde
düşünemediğimiz sürece onu gerçekte hiç de görmeyiz. Görmek
her zaman tanımaktır. Gözün zihne teslim etmediği, onun da alıp
düşünceye dönüştürmediği etkinin biçimi yoktur. Ona biçim veren
biziz. Bir ağacı düşünme gücümüzle görürüz; bu güç olmasaydı o
yalnızca bir renk duyumu olurdu. Düşüncemi ona yöneltmeden önce
ağaç, gözün kendisinin bile üretmiş olabileceği yeşil bir lekeden
ibarettir. Bu yeşil rengi dışarıdan gelen bir etkinin ürettiğinden
emin olabilmek için düşünmem gerekir. İnsanın nedene ilişkin
“orijinal fikir”ini ona yöneltmem, onu sınıflandırmam, ona geçmiş
deneyimlerimi eklemem gerekir. Ancak o zaman “o” yeşil lekenin ne
olduğunu bilirim, bu bilgi sayesinde de yalnızca yeşil bir leke
görmekle kalmayıp uzun deneyimlerim sonucunda onu bir ağaç olarak
– dahası, bir meşe, kayın köknar olarak- tanıyabilirim.
(…) Kişi, görmesinin her zaman bir iç bir de dış
etkinin sonucu olduğunu fark eder etmez, dış dünyaya mı yoksa
kendisine mi
daha çok güveneceği sorunuyla karşı karşıya gelir. Bütün insan
ilişkileri sonunda buna bağlıdır. İnsan bir kez kendisiyle
dünyanın geri kalanı arasında ayrım yapabileceği aşamaya
ulaştığında, “ben” ve “sen” diyebildiğinde, dışı içten
ayrılabildiğinde, dünyadan kendisine ya da kendisinden dünyaya
göçmekten başka seçeneği kalmaz. Ya da üçüncü bir şık olarak,
ikisini ayıran sınır çizgisi üzerinde duraksar. İnsan görünüm
fenomenlerine karşı bu üç tutumdan birini takınabilir.
Zamanın şafağında insan ilk kez uyandığında dünya
karşısında korkuya
kapıldı. Kendini toplamak, “kendine gelmek” için, kendini doğadan
ayırması gerekiyordu. Daha sonraki anılarında bu olay doğadan
uzaklaşma itkisi şeklinde yankılandı ve tekrarlandı. İnsan doğadan
nefret eder, ondan korkar. Doğa ondan daha güçlüdür. Kendisini
ondan ancak kaçarak kurtarabilir, yoksa doğa onu tekrar yakalayıp
yutacaktır. Doğadan kaçıp kendi içine sığınır. Doğadan ayrılmaya
ve ona meydan okumaya cesaret edebildiğine göre kendisinde gizli
bir güç olması gerektiğini düşünür ve kendini bu güce emanet eder.
Doğanın derinliklerinden kendi tanrısını çıkarır ve onu doğanın
karşısına diker. Hem kendisinden hem de dünyadan daha büyük bir
güce ihtiyaç duymaktadır. Bu güç her ikisinin de üzerinde yer
aldığından, insanı yok edebilecek ama aynı zamanda onu doğaya
karşı koruyabilecektir. Kendisine sunduklarına itibar ederse,
doğanın dehşetini ondan uzaklaştıracaktır. Böylece, ilkel insan
kendi çevresinde sihirli bir ibadet çemberi oluşturur ve onu
tanrısının işaretleriyle donatır: insanın kendi içindekini de
görünür kılarak görünüşün tutsaklığından kurtulma çabası olan
sanat başlar; insan dünyanın içinde, kendisine ait olan ve itaat
eden bir başka dünya yaratmıştır. Birincisi insanı delicesine
kaçmaya zorlayacak kadar korkutup bütün duyularını – gözlerini,
kulaklarını, araştıran ellerini, hareket eden ayaklarını -
karışıklığa ve telaşa düşürmüşken, bu ikinci dünya dinginliğiyle,
biçimlerin sağlam, gerçek dışı ve sonu gelmeyen tekrarındaki ritm
ve ahengiyle onu sakinleştirir ve cesaretlendirir. İlkel süslemede
dinginlik değişimi; zihindeki resim, göz önündeki görünümü;
insanın iç dünyası, dış dünyayı alt eder. İnsan, doğanın iç yüzünü
hiç bir zaman derinlemesine anlayamaz, doğa hep onun
erişebileceğinden daha ötelere uzanır. Ulaşabildiği sınırın
ötesinde de bir şey yatar, bu bir şeyin gerisinde yine daha da
ürkütücü bir genişlik yayılır. Bu yüzden doğanın gerçekliği insanı
şaşkınlığa düşürür, rahatsız eder. Sanat ise görünümleri
derinliklerden çıkarıp yassı bir yüzey üzerine yayarak insanı
özgürleştirir. İlkel insan çizgileri, daireleri, kareleri hep
yassı görür; bu da onun doğanın tehdidini kendisinden uzaklaştırma
ihtiyacından dolayıdır. Görüşü hep alt edilme korkusuyla
belirlenmiştir; bu yüzden bu görüş her zaman savunmacıdır, ona bir
direnç sağlar, saldırılara karşılık vermeye hazırdır. Dışardan
gelen her yeni etki iç algıyı harekete geçirir. Algı her zaman
silahlı ve hazırdır; doğaya asla giriş izni vermez. İnsan
deneyimleri biriktikçe doğayı parça parça ayırır, onu
derinliklerden yüzeye çıkarır, kendi düzeni doğanın kaosunu alt
edinceye kadar onu gerçek dışı ve insani hale getirir.
Yaşantılanan her etkiye bu kararlı tepkiyi gösteren
yalnızca ilkel insan değildir. Bu tutumla doğuda, insanın
gelişiminin en yüksek evrelerinden birinde tekrar karşılaşırız.
Artık olgunlaşmış ve uygarlaşmış insan burada da doğayı alt
etmiştir. Görünüm dünyası yanılsama yoluyla görülmüş ve öyle
tanınmış, ama yanıltıcı göz, insanın bu çılgınlığa kapılmaya itse
de insan, bilgisi sayesinde buna karşı koymayı öğrenmiştir. Doğuda
her seyredişe anlayışlı bir merhamet öğesi karışır ve akıllı insan
nereye bakarsa baksın orada zaten bildiği şeyi görür: Göz dışardan
gelen etkiyi alır, ama bunu onun maskesini hemen indirmek üzere
yapar. Doğulu insan için her görme
doğadan uzağa bakmadır. (…)
Görselleştirme sırasında izlenimci, dıştan gelen etkilere karşı
gösterilen iç tepkileri olanaklı olduğunca gözden uzak tutmaya
çalışır. İzlenimcilik insana retinadan başka bir şey bırakmama
yönünde bir çabadır. İnsanın izlenimcilerin resimlerini
“bitirmediklerini” söyleyeceği gelir, oysa görselleştirmeyi
“bitirmediklerini” söylemek daha uygun olur. İzlenimci, görünümü
bozmaktan çekindiği için insanın görünüme yaptığı katkıyı dışarda
bırakır. Oysa her anlayışlı bakış, aynı zamanda “teorileştirir”;
artık sadece saf etkiden oluşmaz, insanın katkısını da içerir.
İzlenimci ise doğaya güvenmez, dolayısıyla onu insanileşmeden
önce, hazırlıksız yakalamak ister. Görmenin ilk anına geri gider,
izlenimi bizimle ilk bağlantı kurduğu anda, bizi ilk etkilediği
anda, bir duyum haline gelme süreci içindeyken yakalamak ister.
(…)
Bu,
insanın duyularından başka içindeki hiçbir güce dayanmadığı bir
sıradaki görme edimidir. Burada insan Goethe’nin şu sözüne uygun
davranmaktadır: “Duyular aldatmaz, aldatan zihindir.”
İzlenimcilik açısından, insan ile dünya tek bir şey haline
gelmiştir; onun için sadece duyu izlenimleri vardır. (…)
Sanatsal görme içsel bir karara bağlıdır: Goethe gibi söylersek,
bedenin gözü ruhun gözüyle çatışmaya girer ve kişi ancak bu
çatışan güçler üzerine verdiği kararla gerçek sanatçı olur.
Fakat, buna sonuna kadar dayanıp resim yapmayı sürdürenler azdır.
Oysa kişi ancak bu mücadeleyi sonuna kadar yaşadıktan sonra en iyi
eserlerini vermeye başlayabilir. Japon ressamın “kişi doksan
yaşına gelmeden, ne ölçüde başarılı olabileceğini bile tahmin
edemez” derken kastettiği belki de buydu. (…)
DIŞAVURUMCULUK
Yaşamsal olan nokta, insanın kendisini yeniden bulması
gerektiğidir. Schiller şöyle sorar: “Ne amaçla olursa olsun,
insanın yazgısı kendini yitirmek olabilir mi?” Bu yitirilişi kendi
doğasına rağmen insana dayatmak, zamanımızın insanlık dışı
çabasıdır. İnsan basit bir alete dönüşüyor, kendi işinin aracı
haline geliyor. Makinenin hizmetinde olduğu için artık duyguları
da yok. Makine onu ruhundan çaldı. Ruh şimdi onu geri istiyor.
İşte yaşamsal sorun bu. Yaşadıklarımız, ruh ile makinenin insanı
ele geçirmek için sürdürdükleri müthiş bir kavgadan başka bir şey
değil. Artık yaşayamıyoruz, yaşanıyoruz; hiçbir özgürlüğümüz
kalmadı, kendimiz hakkında karar veremiyoruz. Tükendik,
ruhsuzlaştık, doğa insansızlaştı. (…) Daha önceki hiçbir dönem,
böyle bir dehşetle, bu kadar derin bir ölüm korkusuyla
sarsılmamıştı. Dünya hiçbir zaman bu kadar sessiz, mezar kadar
sessiz olmamıştı. İnsan hiç bu kadar anlamsızlaşmamış, kendini bu
kadar ürkek hissetmemişti. Mutluluk hiç bu kadar uzak, özgürlük bu
kadar ele geçmez olmamıştı. Kulaklara acının haykırışı doluyor,
insan ruhu için ağlıyor. Çok şeye gebe zamanımız bir büyük ıstırap
çığlığı. Sanatta bunun dışında değil; o da bir yardım umarak
karanlıklara sesleniyor, o da ruha ağlıyor: İşte dışavurumculuk
bu.
Şimdiye kadar hiçbir dönem,
izlenimci sanattaki burjuva egemenliği dönemi kadar açık, güçlü
bir kendini ifade tarzı bulmamıştır. Bu burjuva dönemi orijinal
şiir ya da müzik üretme yeteneğinde değildi; o zamanın müzik ve
şiiri ya sadece geçmişin bir yankılanışı ya da gelecekteki
kötülüklerin bir önsezisiydi. Fakat bu dönem, izlenimci resimde
kendi doğasının, rahatsızlığının öyle mükemmel bir simgesini
oluşturdu ki, insanlık bir gün engellerinden tamamen kurtulup
tarihsel düşünmenin dingin perspektifine ulaştığında, onu bu
parlak armağanlar sayesinde belki affeder. İzlenimcilik insanın
ruhtan uzağa düşmesidir. Dış dünyayı kaydeden bir gramafon
durumuna düşmüş insanlıktır. İzlenimciler resimlerini
“bitirmemeyi” kendilerine görev bilmişlerdir. Onlar “görme”lerini
bile bitirmezler, zira burjuva döneminin insanı asla “bitirmez”,
asla hayatı doldurmaz. Görme sürecinin ortasında, hayat sürecinin
ortasında, tam da insanın hayata katılmasının başladığı noktada
duraksar ve vazgeçer. İzlenimciler görme ediminin yarı yolunda,
meydan okunan gözün kendi cevabını vermesi gerektiği yerde
dururlar: “Kulak dilsiz, ağız sağırdır” der Goethe,
“ama göz hem duyar hem konuşur”.[1]
İzlenimcilerin gözleri ise konuşmaz, sadece seyreder; soruyu duyar
ama cevap vermez. İzlenimcilerin göz yerine bir çift kulağı daha
vardır. Ama ağızları yoktur, zira burjuva döneminin insanı
kulaktan başka bir şey değildir. Dünyayı dinler, ama tek söz
etmez. Ağzı yoktur; kendini ifade etmekten, dünya üzerine
yargı bildirmekten, ruhun yasasını dile getirmekten acizdir.
Dışavurumcu ise insanlığın ağzına vurulmuş kilidi söküp atar.
İnsanlığın sessizlik dönemi, dinleme dönemi sona ermiştir. İnsan
bir kez daha ruhun cevabını vermeye çalışmaktadır.
Dışavurumculuk henüz bir jestten ibarettir. Şu ya da bu
dışavurumcunun, hele onun belli bir eserinin sorunu değildir.
Nietzsche şöyle der: “sanatın ilk ve en önde gelen görevi hayatı
güzelleştirmektir… Bu yüzden bütün çirkinlikleri gizlemeli ya da
dönüştürmelidir –ancak bu muazzam görevi yerine getirdikten sonra
sanat denen o özel durumla, sanat-üretiminin Sanatıyla
ilgilenebilir- bu ise onun eklentisinden başka bir şey değildir.
Bu güzelleştirme, gizleme ve dönüştürme güçlerinin fazlasına sahip
olduğunun bilincindeki bir kişi sonunda kendisini bu fazlalığın
yükünden sanat eserleri yoluyla kurtarmaya çalışacaktır. Bu durum,
belli koşullarla, bütün bir ulus için de geçerlidir. Günümüzde
genellikle sanatın yanlış ucundan işe başlıyoruz. Onu kuyruğundan
yakalayıp, Sanat eserlerinin sanatın tümünü içerdiği, ve bu
eserlerle hayatın düzeltilip dönüştürülebileceği nakaratını
tekrarlıyoruz… Ne kadar bön insanlarız!”
Bu
burjuva düzeninde insanlık bir fazlalık haline gelmiştir.
İzlenimcilik ise görkemli bir kuyruk durumunda! Öte yandan
dışavurumculuğun tavus kuyruklarıyla işi yoktur. Sadece üretmeyi
düşünmez, insanı yeniden doğru konumuna yerleştirmeye çalışır. Ne
var ki artık Nietzsche’yi aştık –ya da daha doğrusu- geriye dönüp
onun ötesinde ki Goethe’ye vardık: Sanat artık bizim için
“güzelleştirmek” ve “çirkinliği gizlemek ya da dönüştürmek”
değildir; sanat hayat getirmelidir, hayatın içinden hayatı
üretmelidir, insana en yakışan iş ve eylem olarak hayatın işlevini
yerine getirmelidir. Goethe, “Resim insanın görebileceği ve
görmesi gereken, ama çoğunlukla görmediği şeyi karşımıza getirir”
der.
Günümüzde dışavurumculuğun kaba, saldırgan bir
tavır içinde olmasının nedeni, onun kendini içinde bulduğu
koşullarda aranmalıdır. Bunlar gerçekten de ilkel, vahşi insanlık
koşullarının neredeyse aynısıdır. İnsanlar bu resimlerin vahşiler
tarafından yapılmış olabileceğini söyleyerek alay ettiklerinde
gerçeğe ne kadar yaklaşmış olduklarının farkında değiller. Burjuva
düzeni bizi vahşilere döndürdü. Rodbertus’un korkuttuklarına
benzemeyen barbarların tehdidi altındayız; insanlığın geleceğini
günümüzün insanından korumak için kendimiz barbarlaşmak
zorundayız. Doğadan korkarak kendi içinde bir sığınak arayan ilkel
insan gibi, biz de ruhumuzu yutmak için bekleyen bir “uygarlık”tan
kaçmayı seçmek zorundayız. İlkel insan kendi içinde doğanın tehdit
edemeyeceği kadar büyük olma cesaretini bulmuş ve fırtınaların,
vahşi hayvanların, bilinmeyen nice tehlikenin doğurduğu korku ve
dehşete rağmen onu hiç terk etmeyen, asla teslim olmasına izin
vermeyen bu esrarengiz güç onuruna çevresinde koruyucu
işaretlerden, doğanın tehdidine karşı koyma işaretlerinden,
kendine ait olanı doğanın saldırısından korumak ve ruha inancını
muhafaza etmek için çektiği sınırın işaretlerinden oluşan bir
çember yaratmıştı. Aynı şekilde, “uygarlık” tarafından yok
edilmenin eşiğine gelmiş olan bizler de, içimizde yok edilemeyecek
güçler buluyoruz. Üstümüzdeki ölüm korkusuyla, bunları alıp
“uygarlık”a karşı tılsım gibi kullanıyoruz. Dışavurumculuk
güvendiğimiz, bizi korumasını umduğumuz, içimizdeki bilinmeyen
şeyin simgesidir. Hapsedildiği zindandan dışarı çıkmaya çalışan
ruhun belirtisidir. Paniğe uğramış ruhların verdiği bir tehlike
işaretidir. İşte dışavurumculuk budur.
1
J.W. von Goethe, Naturwissenschaftliche
Schriften, c. V, s. 12.
F. W. Nietzsche, Menschliches, Allzumenschliches, c. II, s.
80.