dB 11. sayı / şubat 2003

Ana Sayfa + dB Yazılar Listesi + Künye  

 
Söyle bana üslup denen şeyin aslı nedir?


Orhan Pamuk
 
Benim Adım Kırmızı
İletişim Yayınları 1999

 

Söyle bana üslup denen şeyin aslı nedir? Şimdi Frenkler de, Çinliler de ressamın hünerinin renginden, üsluptan söz ediyor. İyi nakkaşın diğerlerinden ayrılan bir üslubu olmalı mı, olmamalı mı?

“Yeni bir üslup nakkaşın kendi gönlünün istemesiyle olmaz, merak etme,” dedim. “Bir şehzade ölür, bir şah savaşları kaybeder, hiç sonu gelmez zannedilen bir devir biter, bir nakkaşhane kapanır ve oranın nakkaşları dağılarak kendilerine başka yurtlar, başka kitapsever hamiler ararlar. Bir gün, bir padişah değişik yerlerden, de ki Herat’tan ve Halep’ten gelen bu yersiz, yurtsuz, şaşkın ve hünerli nakkaşları ve hattatları kendi çadırın da, sarayın da şefkatle toplar, kendi nakkaşhanesini özenle kurar. Birbirlerine alışamayan nakkaşlar önce kendi bildikleri eski usüllerle resmederlerse de, sonra tıpkı sokakta düşe kalka birbirleriyle kaynaşan çocuklar gibi aralarında bir benzeşme, bir çatışma ve hesaplaşma olur. Yıllar süren kavgalar, kıskançlıklar, kumpaslar ve renk ve nakış çalışmalarının sonunda ortaya çıkan yeni bir üsluptur. O nakkaşhanenin en parlak, en hünerbaz nakkaşı çıkarır çoğunluk bu üslubu. En talihli nakkaş da diyelim ona. Geri kalan nakkaşlara bu üslubu sonsuza kadar yalnızca taklit edip mükemmelleştirmek, hatta cilalamak düşer.”

Gözlerimin içine büsbütün bakamadan, hiç beklemediğim kadar yumuşacık bir edayla, benden dürüstlük kadar iyilik de dilenerek ve neredeyse bir genç kız gibi titreyerek sordu:

“Benim bir üslubum var mı?”

Bir an, gözlerimden yaşlar fışkıracak sandım. Bütün gücümle yumuşak, şefkatli ve iyi olmaya çalışarak inandığımı istekle söyledim ona:

“Altmış küsur yıllık ömrümde gördüğüm en hünerli, eli en sihirli, gözü en ince, en mucize nakkaş sensin. Bin musavvirin karışıp kalem değdirdiği bir resim de olsa karşımda, senin Allah vergisi harika kaleminin dokunuşunu hemen seçer tanırım.”

“Ben de öyle düşünüyorum, ama benim hünerimin sırrını anlamayacak kadar akıllı değilsin sen,” dedi. “Şimdi benden korktuğun için yalan söylüyorsun. Yine de yeniden anlat benim usüllerimi.”

“Kalemin, çizginin doğrusunu, sanki senin dokunmanla değil, kendiliğinden buluverir. Ne doğru, ne de şakacıdır senin kaleminin gösterdiği şey! Kalabalık bir meclisi çizdiğinde, insanlar arasındaki bakışmalardan, sayfanın istifinden, metnin manasından çıkan gerilim, senin resminde hiç bitmeyen zarif bir fısıltıya dönüşür. Ben senin resimlerine yeniden döne döne o fısıltıyı dinlemek için bakarım; her dönüşte mananın değiştiğini gülümseyerek fark eder ve, nasıl söylesem, resmi yazı gibi yeniden okumaya girişirim. Böylece, bu anlam tabakaları, arka arkaya dizilince, Frenk üstatlarının perspektifinden de uzaklara varan bir derinlik çıkar.”

“Hmmm. İyi. Frenk üstatlarını bırak. Bir daha söyle.”

“Senin kalemin gerçekten öyle harika, öyle güçlüdür ki, senin resmine bakan âleme değil, senin çizdiğine inanabilir. Böylece sen, hünerinle imanı en sağlam kişiyi bile yoldan çıkarabildiğin gibi, bir resimle en iflah olmaz imansızı da Allah’ın yoluna getirebilirsin.”

“Doğru, ama övgü mü bilmiyorum. Bir daha söyle.”

“Hiçbir nakkaş boyanın kıvamını, sırlarını senin kadar bilemez. En parlak, en canlı, en hakiki renkleri sen hazırlarsın hep.”

“Peki. Başka?”

“Bezhat ve bir de Mir Seyid Ali’den yana en büyük nakkaş olduğunu biliyorsun sen.”

“Doğru, ben biliyorum. Sen biliyorsan kitabı niye benimle değil de o vasatlık misali Kara efendi ile yapıyorsun?”

“Onun yaptığı iş nakkaş hüneri bile gerektirmiyor,” dedim. “Bu bir. İkincisi, o senin gibi bir katil değil.”

Tatlı tatlı gülümsedi bana, çünkü bende bir genişlik duygusuyla gülüvermiştim. Bu kâbustan bu edayla, üslupla çıkacağımı seziyordum. Böylece, konuyu benim açmam üzerine, elinde tuttuğu tunç Moğol hokkası hakkında baba oğul gibi değil, iki meraklı, gün görmüş ihtiyar gibi tatlı bir sohbettir tuturduk. Tuncun ağırlığı, hokkanın dengesi, boynunun derinliği, eski hattat kamışlarının uzunluğu ve karşımda ayakta dikilirken hokkayı hafif hafif salladıkça kıvamını hissettiği kırmızı mürekkebin sırları… Moğollar, Çinli ustalardan öğrendikleri kırmızı boyanın sırlarını Horasan’a, Buhara’ya, Herat’a taşımasalardı bizlerin İstanbul’da bu resimleri hiç yapamayacağımızı konuştuk. Biz konuştukça sanki boya gibi zamanın da kıvamı değişiyor ve vakit geçtikçe geçiyordu. Neden hâlâ kimse yok evde diye aklımın bir kenarıyla sürekli şaşıyor, ağır hokkayı yerine bıraksın istiyordum.

“Kitabın bitince, benim resmettiklerimi görenler hünerimi anlayacak mı?” diye sordu eski çalışma alışkanlıklarımızın rahatlığıyla.

“Selametle şu kitabı bir gün inşallah bitirirsek, Padişahımız Hazretleri onu eline alıp şöyle bir bakacak, tabii ki önce altın varakların yerinde kullanılıp kullanılmadığını göz ucuyla denetleyecek, bir şemailnameye bakar gibi kendi resmini seyredip, bütün padişahların yaptığı gibi, bizim harika resmimize değil, resmedilen kendisine hayran olacak ve ondan sonra ne zahmet ne göz nuru ve hevesle hem Doğu’dan hem Batı’dan mülhem yaptığımız harikalara zaman verip bakarsa ne minnet! Sen de biliyorsun ki, bir mucize olmazsa, bu çerçeveyi kim yaptı, tezhip kimin, şu adamı ve atı kim resmetti diye asla sormayacak ve kitabı hazineye kilitleyecek. Ama bütün hüner sahipleri gibi, yine de bir gün o mucize olacak diye nakşederiz hep.”

Biraz sustuk. Sanki sabrediyorduk.

“Ne zaman olacak o mucize?” diye sordu. “Kör olana kadar yaptığımız onca resim ne zaman gerçekten anlaşılacak? Hak ettiğim, hak ettiğimiz sevgiyi ne zaman verecekler bize?”

“Hiçbir zaman!”

“Nasıl?”

“Hiçbir zaman istediğini vermeyecekler,” dedim. “Gelecekte daha da az anlaşılacaksın.            

“Kitaplar asırlarca kalır,” dedi mağrur bir edayla, ama kendine de büsbütün güvenemeden.

“İtalyan üstatların hiçbirinde senin şiirin, inancın, hassasiyetin, renklerin saflığı ve parlaklığı yok, inan bana. Ama onların resimleri daha inandırıcı, hayatın kendisine daha çok benziyor. Dünyayı bir minarenin şerefesinden görür gibi ve perspektif dedikleri şeye aldırmadan değil, sokaktan, o olmazsa prensin odasının içinden, yatağı yorganı, masası, aynası, kaplanı, kızı ve paralarıyla birlikte resmediyorlar; her şeyi resmediyorlar, biliyorsun. Ben yaptıkları her şeye kanmıyorum; resmin dünyayı doğrudan taklide kalkışması küçüklük geliyor bana, ağrıma gidiyor. Ama o yeni usüllerle yaptıkları resimlerin öyle bir çekimi var ki! Gözün görüverdiği her şeyi gözün görüverdiği gibi resmediyorlar. Onlar gördüklerini resmediyorlar, bizler ise baktığımızı. Yaptıklarını görür görmez hemen anlıyorsun ki, yüzünü kıyamete kadar bırakmanın yolu Frenklerin usüllerinden geçer. Bunun çekimi öyle güçlü ki, yalnız Venedik’in değil, Frenk ülkelerinin bütün terzileri, kasapları, askerleri, papazları, bakkalları… herkes kendini öyle resmettiriyor. Çünkü o resimleri bir görünce, sen de kendini öyle görmek, herkesten apayrı, benzersiz, özel ve tuhaf bir yaratık olduğuna inanmak istiyorsun. İnsanı, aklın gördüğü gibi değil, yeni usüllerle, gözün gördüğü gibi resmetmek bu fırsatı veriyor. İleride bir gün, herkes onlar gibi resmedecek. Resim deyince bütün cihan onların yaptığı şeyi anlayacak! Burada nakıştan hiç anlamayan zavallı budala terzi bile, öyle bir resmi yapılsın isteyecek ki, sıradan aptalın teki değil, çok özel, benzersiz bir şahsiyet olduğuna burnunun kıvrımına bakarak inanabilirsin.”

“Eh, biz de o resmi yaparız o zaman,” dedi şakacı katil.

“Yapmayız!” dedim.

“Frenk taklitçisi olmaktan ne kadar korktuklarını öldürdüğün Zarif Efendi merhumdan öğrenmedin mi? Korkmayıp, deneseler de aynı kapıya çıkar. Sonunda bizim usüllerimiz ölecek, renklerimiz solacak. Kitaplarımızla, resimlerimizle kimse ilgilenmeyecek. İlgilenenler de ya hiçbir şey anlamayıp, dudak büküp, neden perspektif yok, diyecekler ya da kitapları hiç mi hiç bulamayacaklar. Çünkü ilgisizlikle birlikte, resimlerimizi zaman ve felaketler yavaş yavaş yiyip bitirecek.