Tarihte her sanat ve toplum akımını anlamaya
çalışırken yaptığımız gibi, postmodernizm ve postmodernizm öncesi
dönemleri de, bu dönemlerin düşünürlerinin “gerçek”e nasıl
yaklaştıklarını inceleyerek tanımlarsak, birbirinden farklı iki
düşünce türünün özelliklerini taşıdığını görürüz. Bir genelleme
yapacak olursak, batı düşüncesi klasik
çağlardan günümüze, “gerçek” kavramına üç biçimde yaklaşmıştır:
1.
Tanrının merkez olduğu ve gerçeğin
tanrısal buyruklar yoluyla tanımlandığı düşünce biçimi:
Batı toplumlarının kuruluşundan, yani klasik Yunan ve Roma
döneminden, ortaçağın sonuna kadar geçerliliğini sürdüren ve tek
gerçeğin tanrı ve ona dayalı düzen olduğunu savunan düşünce
biçimidir. Bu dönemlerde sanat, bilim ve ahlâk
birbirinden farklı konular olarak değil, bir bütün olarak ele
alınır. Tanrıyı merkez alanlara göre insanlar da tanrının
yarattığı, değişmez ve benzer niteliklere sahip tiplerdir. Bu
düşünce biçiminde insanları birbirinden farklı, özgün ve özgür
kişiler olarak görmek söz konusu değildir. Onlar, tanrının
doğrudan ya da dolaylı olarak yönettiği toplumların bireyleridir.
2.
İnsanın merkez alındığı ve gerçeğin
insana dayalı olarak tanımlandığı düşünce biçimi:
Rönesans ve hümanizmin başından modernizmin sonuna kadar geçerli
olan, tek gerçeğin insanoğlu ve onun aklı, kavrayışı, duyguları
olduğunu öne süren ve evrendeki her şeyin insanın beyin, duygu ve
inançlarında anlam kazandığını, değerli kılındığını savunan
düşünce biçimidir. Bu düşünceye göre insan tanrı gibi yaratıcı,
özgün ve özgürdür; toplumun bireyi olmakla birlikte kendi
kararlarını kendi verir; bunu yaparken aklını, bilgisini ve özgür
iradesini kullanır. Bu bakış açısının ünlü kuramcılarından John
Locke’un öne sürdüğüne göre, insan doğuştan hiçbir bilgiye sahip
değildir; toplumu, doğayı ve kendini, başta aklı ve bir ölçüde de
duygularıyla gözleyerek, sınıflandırarak, irdeleyerek tanımlar ve
böylece bilgi edinir. Locke yaşam ve gözlemle ilgili her şeyi
konulara ayırmayı, bölmeyi ve sınıflandırmayı öğrenmeyi, anlamanın
ve edinilen bilgileri istenildiği zaman istenildiği gibi
kullanmanın ön şartı olarak görür. Böylece bu düşünce biçiminde
yalnızca bilim, sanat ve ahlâk
üç ayrı konu gibi ele alınmaz; onlar da kendi içlerinde çok
çeşitli sınıflandırmalara tâbi
tutulurlar.
3.
Merkezsiz düşünce biçimi:
Gerçeği ne tanrı ne de insanoğluna dayanarak tanımlayan
düşünce biçimidir. Bu düşünce biçimine göre eğer bir gerçek varsa,
kişiden kişiye, durumdan duruma ve tabii, toplumdan topluma
değişir. Bir başka deyişle, bu düşünceye göre kesin, evrensel ve
tanımlanabilir bir gerçek yoktur. Dolayısıyla “merkez,” “kaynak,”
“temel” ve “evrensellik” gibi kavramlar ve onlara dayalı ideoloji,
kuram, yaklaşım, konu ve kurumlar kökten sorgulanır.
“Postmodernist” diye adlandırılan bu düşünce biçimi 1960’ların
sonlarında, özellikle Fransa’da yaygınlaşmaya başlar. 1970’lerden
itibaren A.B.D.’de giderek ağırlık kazanan bu düşüncenin ya da
yaklaşımın özellikleri, onun insan-merkezli ve modernist
diyebileceğimiz bir görüşün uzantısı olup olmadığı, batının düşün,
sanat ve toplum yapısına ne getirdiği ve bunlardan
ne götürdüğü konuları batıda halen
çok tartışılmaktadır.
Ben
burada postmodernizmin batı düşününe getirdiklerini ve
götürdüklerini anlatırken onun modernizmden amaç ve yaklaşım
açılarından çok farklı olduğunu da göstermeye çalışacağım.
Modernizm, daha önce de belirtildiği gibi, Rönesans’tan bu yana
insanoğlunun aklıyla evrende olan her şeyi öğrenebileceğine, onu
istediği gibi yönlendireceğine ve kontrol altında tutarak gerçek
mutluluğa kavuşacağına inanan bir düşüncenin ürünüdür. Bu görüş
Rönesans’tan beri çeşitli düşünürlerce geliştirilmiş,
yerleştirilmiş ve ideolojiye dönüştürülmüştür. Aklın
evrenselliğine, birliğine, gücüne, ürettiği kuram ve yöntemlere
bütünüyle dayanan ve güvenen bu yaklaşımın ilk kuramcıları
arasında John Locke’la birlikte yine on yedinci yüzyılda yaşamış
olan ünlü Fransız düşünür Descartes’ı görürüz. On sekizinci
yüzyılda İngiliz filozof Berkeley aklın yüceliğini, ürettiği
düşünce sistemi içinde kanıtlamaya çalışır.On dokuzuncu yüzyılın
başında Kant, daha sonra da Marx, Stuart Mill ve Freud,
geliştirdikleri kuramlarda, akılcılığın yanında düş gücüne,
duygulara, bilinçaltına, bilimsel yöntem ve eğitime de yer
verirler. Bu yollarla insanın ve insan toplumlarının yapısını,
özelliklerini anlamaya ve anlatmaya çalışırlar. Amaç insanoğlunun
son kertedeki mutluluğu için gerekli olan bilgileri toplamak ve
ideal insan ve toplum reçetelerini üretmektir. Marksizm,
liberalizm, psikanaliz kuram ve uygulamaları hep bu mutluluk
reçetelerine katkılarından dolayı önemli tartışmaların odak
noktasını oluşturur.
Amerikalı düşünce tarihçisi Mark Poster’a göre
yirminci yüzyılın ikinci yarısında modernist görüşe, onun
insanlığa getirebileceği mutluluğa olan inanç sorgulanmaya
başlanır. Poster bu değişimi üç ana nedene bağlar: 1)
Kolonilerin, bağımsızlıklarını kazanmalarıyla birlikte,
insan-merkezli batı düşüncesini temelden sorgulamaya başlamaları;
onun, insanlığın mutluluğuna değil, belli toplumların ve grupların
çıkar ve mutluluğuna hizmet ettiğini öne sürmeleri; mevcut politik
güce ne biçimde ve ne ölçüde hizmet ettiğini kanıtlamaya
çalışmaları; 2) feminist hareketin güç kazanması; feministlerin
batı toplumlarının yapı ve düşünce sistemlerini şiddetle
eleştirirken onların nasıl kadın erkek eşitliğine ve ortak
mutluluğa değil, ataerkil bir yaklaşıma, dahası, beyaz, orta sınıf
erkeğin yaklaşımına, çıkarlarına ve mutluluğuna olanak verdiğini
göstermeye çalışmaları; 3) elektronik iletişim
sistemlerinin (televizyon, telefon, faks makineleri gibi),
bilgisayarların ve fen bilimlerinin olağanüstü kurumsallaşması ve
yaygınlaşması sonucu bilgi edinme ve aktarma yöntemleriyle sosyal
yapının değişmesi.[1]
Yine
Amerikalı Frederic Jameson ise Poster’dan farklı düşünür.Modernist
yaklaşımın sorgulanmaya başlanmasını başka nedenlere bağlar. Batı
düşüncesindeki değişimin asıl nedeninin, Marksist modellerin
başarısız olmalarında ve iletişim çağında burjuva toplumlarının
girdikleri yeni evrede aranması gerektiğine inanır. Tarihsel
nedenleri ne olursa olsun 1960’ların sonlarında öncelikle
Fransa’da dile getirilmeye başlanan, batı düşününü kökünden
sorgulayan ve onun insana ve gerçeğe olan yaklaşımını temelden
yadsıyan ve sonradan postmodernist diye adlandırılan bu görüş,
değişik alanlarda etkisini göstermeye başlar.[2]
Jacques Derrida, Michel Foucault, Roland Barthes dil, politik
tarih, felsefe ve okuma edimi konularına böyle bir yaklaşımla
eğilirler. 1970 sonlarında ise Jean-François Lyotard toplum
tarihini, Jean Baudrillard ise sosyal psikoloji ve iletişim
dallarını bu açılardan ele alırlar. Ancak, 1970’lerde İhab Hassan,
Herbert Blau, Paul de Man, Hillis Miller, Geoffrey Hartman gibi
Amerikalı düşünür ve bilim adamlarının postmodernizmi öncelikle
bir söylem türü, sonra da temel bir düşünce biçimi olarak
algıladıklarını savunduklarını görürüz.
Aslında, insanoğlunu her biri ötekinden farklı özneler olarak
tanımlayan, ortak ve evrensel bir bakış açısını ya da özneden
bağımsız bir gerçekliği, bir başka deyişle, anlam oluşturabilecek
bir merkezi kabul etmeyen postmodernistler için hiçbir konunun
tartışması diğer konulardan bağımsız yapılamaz. Yani toplum,
sanat, dil, politika, hattâ
bilim hem insan gerçeğinden doğar hem de onu oluştururlar. Bu
nedenle, modernistlerin yaptığı gibi ilgi alanlarını değişik
konulara ayırarak tartışmak onları çarptırmaya, yapaylaştırmaya,
anlamamaya yol açar. Jacques Derrida, Michel Foucault, Roland
Barthes, Jean-François Lyotard ve Jean Baudrillard, Rönesans ve
hümanizmle başlayan bütün insan-merkezli kurumları, ideolojileri,
kuramları ve uygulamaları böyle bir yaklaşımla incelerler; onların
nasıl kendileri dışındaki gerçekleri değil, yalnızca kendilerini
yansıttıklarını dil, söylem ve kavram düzeyinde kanıtlamaya
çalışırlar. Modernist yaklaşımın temelini oluşturan insan- ve
us-merkezli kuramların, değer ve yöntemlerin kendilerinden başka,
kendilerinin dışında ve üstünde bir gerçeği yansıttıkları savının
yanlışlığını, yanıltıcılığını böylece göstermek isterler. Tahmin
edilebileceği gibi, postmodernist düşünürlerin insana, topluma ve
gerçeğe bakış açıları ayrıntı düzeyinde birbirinden farklıdır.
Ancak, gerek Fransız gerekse Amerikalı postmodernistlerin insanı
modernistler gibi evrensel nitelikli, benzer duygu, us ve duyulara
sahip kişiler olarak ele almadıkları oldukça kesindir. Onlara göre
insan sürekli bir oluşum halindedir; o hem her an çevresinden
etkilenir, duyularıyla çevresini algılar, duygulanır, yorumlar ve
anlar, hem de çevresini kendi eylem, tavır ve görüşleriyle
etkiler. Böylece insandan özgün ve özgür kişiymiş gibi söz etmek,
yaşam gerçeğini çarpıtmak olur. Postmodernistler bu nedenle “kişi”
sözcüğü yerine “özne” sözcüğünü kullanırlar. Toplum ve gerçek
kavramları da özne-bağımlı olduklarından, geleneksel anlamlarından
farklı anlamlar yüklenirler. Örneğin, Jean-François Lyotard
toplumu, seks, ırk ve sosyal yapıya ilişkin olgularca oluşturulan
ve bu olguları sürekli değiştiren bireyler topluluğu olarak görür.
Toplumun ve gerçekliğin tanımında çoğulculuğu, yöreselliği ve
farklılığı benimser. Evrenselliğin ve evrensel nitelikli
kuramların insanları sürekli değişen özneler gibi değil, sürünün
benzer üyeleri gibi gördüğünü, onlar üzerinde baskı oluşturduğunu
ve yaşam gerçeğini çarpıttığını, Marksist ve liberalist
kuramlardan örnekler vererek göstermeye çalışır. “Büyük öyküler”
diye adlandırdığı ve totaliter nitelikli bulduğu bu öykülerin
yerine, öznelerin kendi çevrelerini tanımalarında yardımcı olacak
“küçük öyküler”le yetinmelerinin onlar açısından daha yararlı
olacağı görüşünü savunur.[3]
Jacques Derrida, yirminci yüzyılın ilk yarısından başlayarak
kanıtlanmaya çalışılan dilin rastlantısallığı ve gerçeği
yansıtmadaki becerisi konusuna yeni bir boyut getirir. Ona göre
dil yalnızca kendisini aktarmaz, aynı zamanda düşünce sistemlerini
de hem oluşturur hem de onlardan etkilenir. Bilgi aktarmayı ve
gerçeği anlatmayı amaçlayan düşünce sistemleri Derrida’ya göre
söylemleri kadar rastlantısal, ayrımcı, bölücü ve çarpıtıcıdır.
Derrida görüşlerini Heiddeger gibi belli başlı batılı düşünürlerin
dil ve kavram üzerine yaptıkları çalışmalardan örnekler vererek
kanıtlamaya çalışır.[4]
Michel Foucault ise bilgiyle, politik güç (iktidar) arasındaki
doğrudan ilişkiyi özellikle seks ayrımcılığını vurguladığı
History of Sexuality adlı, ölümünden önce bitiremediği
yapıtında göstermeye çalışır. Foucault usun ürünü olan söylemlerin
ve düşünce biçimlerinin, yüzyıllarca öne sürüldüğü gibi
ezilenlerin ve dışlananların yanında olmadığını; onların, politik
gücü, bilimsel idare biçimleri olarak tanımlanan bürokrasiler
yoluyla zaten politikayı elinde tutanlara verdiğini öne sürer.
Özetle, Foucault’ya göre her söylem ve epistomoloji belli bir
politakanın ürünüdür ve onun düzenini ve değerlerini sürdürmeyi
amaçlar. Mevcut söylemlerin dışına çıkmayı amaçlayan Foucault
tutuklu dili, delilerin dili gibi düzence kabul görmeyen sözcük ve
kavramlardan yola çıkarak görüşlerini aktarmaya çalışır. Jean
Baudrillard bilgilenme ve kişiliğin oluşması konularını çağdaş
iletişim teknolojisi çerçevesinde ele almaya çalışır.[5]
Televizyon programlarının, uydu yayınlarının ve reklamların nasıl
ve ne biçim özneler ya da toplum bireyleri oluşturduğunu, başta
“The Precession of Simulacra” adlı makalesi olmak üzere çeşitli
yazılarında tartışır. Baudrillard’a göre günümüz iletişim araçları
gerçek olmayan bir gerçek-bir “hipergerçek”-yaratarak, insanların
kendilerini tanımlarken, doğal ve sosyal çevrelerinden
kopmalarına, onlardan yabancılaşmalarına neden olmaktadır.
Ekrandaki mesajlardan, görüntülerden yakın çevresinden
etkilenirmişçesine etkilenen özne, ona o söylemi, görüntüleri
aktaranları gerçek yaşamda olduğu gibi doğrudan etkileyemez. Onun,
bu bir yandan aktif, etkileyen, öbür yandan pasif, etkileyemeyen
durumu hipergerçeğin önemli bir özelliğini oluşturur.
Ayrıca, yaşamla bu
biçimde iletişim kuran öznenin içinde bulunduğu durum yapay
olduğundan ve onun özgürlüğünü sınırlandırdığından iletişim
araçlarını kontrol edenlerin politik gücünün artmasına da olanak
verir.[6]
Roland Barthes 1980 yılında ölmeden önce yazdığı çeşitli kitap ve
makalelerde, fotoğraf, yazın metni ve müzik konularına postmodern
bir bakış açısıyla yaklaşır. Sanat ürünlerinin bilgilendirme ya da
iletişim amacıyla hazırlanan ürünlerden farklı olmadığını öne
sürer. Barthes’a göre, dilde olduğu gibi bütün göstergelerde de
anlam, göstergeler hangi iletişim ortamına ait olursa olsun,
rastlantısal bir biçimde yapılır. Bu durumda, modernist eleştiri
kuramcılarının var saydığı gibi, göstergelerin bir ölçüde değişmez
ve oldukça belirli mesajları okur ya da seyircilerine aktarmaları
söz konusu değildir. Barthes, yazılı veya görsel bir ürünün
anlamının ve onun Kant’ın tanımladığı türde estetik özelliklerinin
olup olmadığının saptanmasının ancak onu algılayan özne tarafından
yapılabileceğini söyler. Bir başka deyişle, ne sanat ürünüyle
sanatsal olmayan ürünler arasında bir ayrım yapılabilir, ne de
nesneyle özne arasında bir farklılıktan söz edilebilir. Özne
nesneyi belirler ve onu belirlerken kendini de tanımlamış olur.[7]
Herbert Blau özneyi, dans eden dansçıya ya da aynaya bakan kişiye
benzetir. Yaratanla yaratılan, bakanla yansıyan her iki durumda da
bir bütündür, bölünemez, farklıymışçasına ele alınamaz.
Yukarıda kısaca açıklamaya çalıştığım gibi, postmodernist düşünce,
modernist düşünceden temelde farklıdır. İnsana ve onun çevresine
birbirinden başka, karşıt kavramlarmış gibi yaklaşmak, dahası,
herhangi bir ayrımdan, sınıflandırmadan kavramsal düzeyde söz
etmek postmodernistler için imkânsızdır.
Modernist düşünce ise bunun tam tersini yapar: Özneyi nesneden,
kişiyi toplumdan, sanat ürünlerini sanatsal olmayan ürünlerden
ayırmak gerektiğini öne sürer. Bu ayrımı değişik kuram ve
yöntemlerle yaptıktan sonra da ayrım ve sınıflandırmalardan
evresel ve sürekliymiş gibi söz eder. Yeni kuramları da bu
varsayımlara dayandırır. Postmodernist düşüncedeki her türlü
ayrıma ve sınıflandırmaya karşı çıkış, sanatçılarca çeşitli
biçimlerde aktarılmaya çalışılır. İmgelerin, sözcüklerin
yinelenmesi, parodi, değişik aktarma biçimlerinin aynı yapıtta
birlikte kullanılması, anlam birliğini yadsıyan, anlam
kayganlığını vurgulayan göstergelere yer verilmesi “postmodernist”
diye adlandırabileceğimiz ürünlerde sık sık görülür. Ancak,
unutulmaması gereken nokta, ürünü açımlamak, tanımlamak amacıyla
söylenen her söz postmodernist görüşle çelişir. Postmodernist
kuram yoktur, sınıflandırma, tanımlama yoktur, sanat sayılan-sanat
sayılmayan yapıt ayrımı olmadığı için de öyle bir estetikten söz
edilemez. Mimaride ve yazılı metinler arasında postmodernist diye
adlandırılan yapıtlar genellikle yukarıda belirtilen özelliklere
sahip olduğundan, postmodernizmle bu özellikler arasında bir köprü
kurulabilir. Ancak, şunu da belirtmek gerekir ki, postmodernizm
bir eleştirel yaklaşım düzeyinde, batı düşününün yüzyıllardır
içinde bulunduğu çelişkilere, çifte standartlara, yapaylığa ve
çarpıklığa dikkat çektiği için düşünce tarihine büyük katkılarda
bulunmaktadır. Uygulama ve eleştirileri yaşama aktarma düzeyinde
ise kendi kuramı olmadığından bu düşünce biçimini benimseyenleri
açmazlara götürebilmektedir.
Üzerinde durulması gerekli bir başka önemli konu da,
postmodernizmin batılı olmayan toplumlardaki algılanışı ve
etkileridir. Batıda çok ciddi bir özeleştiri niteliğinde olan ve
büyük sıkıntılara yol açan postmodernist yaklaşım, batılı olmayan
ve modernist yaklaşımın iyice anlaşılmadığı toplumlarda sorumsuz
bir göreceliliğin özrü olarak kullanılabilir. Sanırım
postmodernizmi Türkiye’de tanıtan yazıların bu sakıncaya dikkat
çekmelerinde yarar vardır.
Tartışma
BAŞAK: Son söylediklerini
duyduğuma özellikle sevindim çünkü benim en büyük endişemi dile
getirdin. Maalesef şimdiden burada, Türkiye’de, aydınlarımız
arasında söz ettiğin eğilim mevcut. Gerçekten bir çeşit görecelik,
bir “her şey olur,” “arabesk de olur” görüşü aydınlarımız arasında
bir tür postmodernist tavır halinde yerleşmiş bulunuyor.
DOLTAŞ: O konuda yüzde yüz
size katılıyorum. Ancak, şu konunun altını bir kere daha çizmek
istiyorum: Sizler, buradaki dinleyicilerin çoğu, sanatçı olarak
kendinizi istediğiniz şekilde anlatabilirsiniz. Ama sanat
tarihçisi olarak konuşmaya başladığınız zaman ya da hocalık
yapmaya başladığınız zaman tabii ki sınıflandırmaya, sıralamaya,
değerlendirmeye başlıyorsunuz. Postmodern düşünce üzerinde
çalışmak, beni, sınırları çok daha belirgin bir biçimde görmeye
itti. Dolayısıyla bana çok yararı oldu. Ayrıca, batı düşüncesinin
sınırlarını hepimiz şöyle ya da böyle dile getiriyorduk ama bunu
bu kadar kişinin birden, tarih içinde, sistematik olarak çalışmaya
başlaması, tabii ki bizim elimize, kendimizi korumamız
gerektiğinde kullanabileceğimiz çok geçerli birtakım doneler
verdi. Kısacası, bu çalışma bana batı düşüncesinin sınırlarını,
elitizmini, kendi kültürünü üstün ve tek geçerli kültür, onun
dışında kalanları ise ancak misyonerlik yoluyla kabul edilir
olarak gördüğünü ve ancak heyecan arayışı içinde, Malinowskivâri
bir yaklaşımla kendi dışındaki kültürlere eğilebileceğini
gösterdi. Batıda antropoloji alanındaki yeni çalışma yöntem ve
bulgularına bakarak, Clifford Geertz gibi antropologların
Malinowski ekolünden farklı olarak “insan” kavramını temelden
sorguladıklarını görüyoruz. Kızgınlık, öc alma gibi, bütün
insanlarda bulunduğunu varsaydığımız duyguların bile kültürel
olarak tanımlandığını, kızgınlığın farklı kültürlerde farklı
biçimde, farklı durumlarda ortaya çıktığını, dolayısıyla
duyguların bile evrensel olmadığını ortaya koydu.
Antropolojideki yeni yaklaşımların yanı sıra, 1970’lerden beri
gelişen feminist akımın da postmodern görüşe katkısı büyük oldu.
Feministlerin çalışmaları da, evrensel diye tanımlanan “insan”
kavramının ne ölçüde ataerkil bir görüşün parçası olduğunu
gösterdi. “Evrensellik” temelden sorgulanınca eşitleyici bir
çoğulluk ortaya çıktı. Tabii, hiçbir şeyi bu kadar basite
indirgememek gerek; ancak, çok kaba hatlarıyla, neden
postmodernizmin bu dönemde bu ölçüde kabul gördüğünü düşünecek
olursak, sanırım bu akımlardan ve batı düşüncesindeki bu
değişimlerden söz etmek zorundayız. Postmodernizmin çoğulculuğu,
bence, değerlerin eşitliğinden çok değerlendirmenin
sorgulandığı, dolayısıyla değerlerden arındırılmış bir çoğulculuk
olarak ele alınmalı . Ancak, Oya Hanım’ın sorusuna dönecek
olursak, “postmodernist” diyebileceğimiz düşünürlerin çoğu,
değerlerin yok olduğu, her şeyin geçerli olduğu sorumsuz bir dünya
görüşüne yol açmaz. Tersine, insanları tedirgin ve mutsuz eden,
onları sürekli her şeyi sorgulamaya iten bir yaşamla karşı karşıya
bırakır.
DİNLEYİCİ: Hangi tür sanat
yapıtlarını “postmodern” olarak adlandırabiliriz?
DOLTAŞ: Ben hiçbir sanatçının
“postmodernist” bir ürün ortaya koyayım diye çaba gösterdiğini
sanmıyorum; bunu belki siz benden daha iyi değerlendirirsiniz.
Kaldı ki, postmodern yaklaşımın özelliği, sanatçıyı ya
da yapıtı ortaya çıkarmaktan çok izleyiciyi ön plana almasıdır.
Yani, her postmodern seyirci izlediği oyunu kendisi yazar,
kendisi oluşturur. Sergiyi gezen izleyici yapıtta ne görüyorsa, o
yapıt odur. Okur da romanını kendi yazar. Sanat yapıtlarının
sınırlandırılması, akımlara ayrılması, teknik yönden eleştirilip
değerlendirilmesi, modernist yaklaşımın bir özelliğidir. Gerçi
sanat tarihçileri, örneğin Andy Warhol’ü postmodern bir ressam
olarak da ele alıyorlar ama ben sanat tarihçisi olmadığım için bu
tartışmaya girmek istemiyorum. Ancak, edebiyatta “postmodernist”
diye adlandırdığımız yapıtlar, çoğunlukla yazın geleneklerini
bozan, yazın sınırlarını zorlayan, gerçek/gerçek-dışı ayrımlarına
girmeyen, dahası, edebiyat tarihinde “yazın metni” olarak
algılanmayan bütün metin türlerini de “yazın metni” kategorisinin
içine işleyenlerdir. Yine de, aynı metni modernist yaklaşımla ele
almak çoğunlukla mümkün olmaktadır.
ÖZER KABAŞ: Sence modernizmi
tanımayan toplumlar postmodernizmi kavrayabilirler mi? Bizim
mimarlar daha dört duvarı yatay ve dikey olarak bir araya
getiremiyorlar. Dolayısıyla, modernist mimariden söz etmek mümkün
bile değil. Böyle bir ortamda postmodern mimari nasıl
tartışılabilir? Nasıl ele alınabilir?
DOLTAŞ: Haklısınız.
Postmodernizm, modernizmin bütün değelerini sorgulayarak
ortaya çıktığı için modernizmi anlamadan postmodernizmi kavramak
gerçekten zor. Bizim gibi, batı kültüründen gelmeyen toplumlar
için de, postmodernist yaklaşımı kavramak güçleşmekte; anladığını
sanan bazı kimseler de onu, Oya Hanım’ın da söylediği gibi,
bir çeşit görecelilik olarak ele almaktalar.
ŞARA SAYIN: Derrida’nın son
seminerlerinden birinde Brahma dinini örnek göstererek negatif bir
eşitliği savunduğu söylenmekte. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
DOLTAŞ: Derrida’nın sözlerini
fikir düzeyinde aktarmak zor. Onun seminerlerini izledikten sonra,
kitaplarını anlamakta neden o ölçüde güçlük çektiğimi anladım.
Çünkü Derrida, birbiriyle hiç bağlantısı yokmuş gibi görünen
kavram ve olayları, sanırım, yaşamın bütünlüğünü ve sınıflandırma
yoluyla düşünmenin sakıncalarını anlatabilmek için bir arada
sunuyor. Onun bu bağlantısızmış gibi gelen görüşlerini dinleye
dinleye bağlantıları kendi kafamızda kurmaya başlıyoruz. Onun
için, Derrida’nın bir görüşü savunduğu izlemini
yansıttıysam özür dilerim. Öte yanda, seminerlerden benim “negatif
eşitlik” konusunda çıkardığım, Derrida’nın Brahma dini gibi
tümüyle hiyerarşik bir sistem üzerine kurulmuş bir inanç ve
düşünce sisteminde bile bir noktada, yeme ve tüketim düzleminde
kişiler arasında eşitliğin sağlandığını gösterdiği içindir.
1
Mark Poster, Critial Theory and Poststructuralism (Ithaca,
N.Y.: Cornell University Press, 1989), ss.2-4.
2
Frederic Jameson, The Political Unconscious (Ithaca, N.Y.:
Cornell University Press, 1981); “postmodernism and Consumer
Society,” The Anti-Aesthetic: Essays on postmodern
Culture, der. Hal Foster (Port Townsend, Wa.: Bay Press,
1983), s.125; “Postmodernism or the Culturel logic of Late
capitalism,” The New Left Review 146(1984):53-92.
3
Jean-François Lyotard, The Postmodern Condition: A Report on
Knowledge (Manchester: Manchester University Pres, 1987);
The Differend: Phrases in Dispute (Minneapolis: University of
Minnesota Pres,1988).
4
Jacques Derrida, Of Grammatology, çev. Gayattri Spivak
(Baltimore: The Johns Hopkins University Pres, 1976); Writing
and Difference, çev. Alan Bass (London: Routledge and Kegan
Paul, 1978).
5
Michel Foucault, Power/Knowledge (New York: Pantheon,
1980); “The Subject of Power,” Art after Modernism:
Rethinking representation, der. Brain Willis (New York: The
Museum of Contemporary Art, 1984), ss.417-32; Dipsipline and
Punish: The Birth of the Prison (New York: Pantheon, 1977).
6
Jean Baudrillard, “The Precession of Simulacra,” Art after
Modernis, ss. 253-97; Baudrillard: Selected
Writings ,der. Mark Poster (Stanford: Stanford University
Pres, 1988).
7
Roland Barthes, “From Work to Text,” Art after Modernism,
ss. 169-74; S/Z (New York: Hill and Wang, 1974).