dB 11. sayı / şubat 2003

Ana Sayfa + dB Yazılar Listesi + Künye  

 
Postmodernizmin Getirdikleri
ve Götürdükleri


Dilek Doltaş
 
Çağdaş Düşünce ve Sanat
Plastik Sanatlar Derneği Yayın Dizisi / İstanbul 1991

 

Tarihte her sanat ve toplum akımını anlamaya çalışırken yaptığımız gibi, postmodernizm ve postmodernizm öncesi dönemleri de, bu dönemlerin düşünürlerinin “gerçek”e nasıl yaklaştıklarını inceleyerek tanımlarsak, birbirinden farklı iki düşünce türünün özelliklerini taşıdığını görürüz. Bir genelleme yapacak olursak, batı düşüncesi klasik çağlardan günümüze, “gerçek” kavramına üç biçimde yaklaşmıştır:

1. Tanrının merkez olduğu ve gerçeğin tanrısal buyruklar yoluyla tanımlandığı düşünce biçimi: Batı toplumlarının kuruluşundan, yani klasik Yunan ve Roma döneminden, ortaçağın sonuna kadar geçerliliğini sürdüren ve tek gerçeğin tanrı ve ona dayalı düzen olduğunu savunan düşünce biçimidir. Bu dönemlerde sanat, bilim ve ahlâk birbirinden farklı konular olarak değil, bir bütün olarak ele alınır. Tanrıyı merkez alanlara göre insanlar da tanrının yarattığı, değişmez ve benzer niteliklere sahip tiplerdir. Bu düşünce biçiminde insanları birbirinden farklı, özgün ve özgür kişiler olarak görmek söz konusu değildir. Onlar, tanrının doğrudan ya da dolaylı olarak yönettiği toplumların bireyleridir.

2. İnsanın merkez alındığı ve gerçeğin insana dayalı olarak tanımlandığı düşünce biçimi: Rönesans ve hümanizmin başından modernizmin sonuna kadar geçerli olan, tek gerçeğin insanoğlu ve onun aklı, kavrayışı, duyguları olduğunu öne süren ve evrendeki her şeyin insanın beyin, duygu ve inançlarında anlam kazandığını, değerli kılındığını savunan düşünce biçimidir. Bu düşünceye göre  insan tanrı gibi yaratıcı, özgün ve özgürdür; toplumun bireyi olmakla birlikte kendi kararlarını kendi verir; bunu yaparken aklını, bilgisini ve özgür iradesini kullanır. Bu bakış açısının ünlü kuramcılarından John Locke’un öne sürdüğüne göre, insan doğuştan hiçbir bilgiye sahip değildir; toplumu, doğayı ve kendini, başta aklı ve bir ölçüde de duygularıyla gözleyerek, sınıflandırarak, irdeleyerek tanımlar ve böylece bilgi edinir. Locke yaşam ve gözlemle ilgili her şeyi konulara ayırmayı, bölmeyi ve sınıflandırmayı öğrenmeyi, anlamanın ve edinilen bilgileri istenildiği zaman istenildiği gibi kullanmanın ön şartı olarak görür. Böylece bu düşünce biçiminde yalnızca bilim, sanat ve ahlâk üç ayrı konu gibi ele alınmaz; onlar da kendi içlerinde çok çeşitli sınıflandırmalara tâbi tutulurlar.

3. Merkezsiz düşünce biçimi: Gerçeği ne tanrı ne de insanoğluna dayanarak tanımlayan düşünce biçimidir. Bu düşünce biçimine göre eğer bir gerçek varsa, kişiden kişiye, durumdan duruma ve tabii, toplumdan topluma değişir. Bir başka deyişle, bu düşünceye göre kesin, evrensel ve tanımlanabilir bir gerçek yoktur. Dolayısıyla “merkez,” “kaynak,” “temel” ve “evrensellik” gibi kavramlar ve onlara dayalı ideoloji, kuram, yaklaşım, konu ve kurumlar kökten sorgulanır. “Postmodernist” diye adlandırılan bu düşünce biçimi 1960’ların sonlarında, özellikle Fransa’da yaygınlaşmaya başlar. 1970’lerden itibaren A.B.D.’de giderek ağırlık kazanan bu düşüncenin ya da yaklaşımın özellikleri, onun insan-merkezli ve modernist diyebileceğimiz bir görüşün uzantısı olup olmadığı, batının düşün, sanat ve toplum yapısına ne getirdiği ve bunlardan ne götürdüğü konuları batıda halen çok tartışılmaktadır.

Ben burada postmodernizmin batı düşününe getirdiklerini ve götürdüklerini anlatırken onun modernizmden amaç ve yaklaşım açılarından çok farklı olduğunu da göstermeye çalışacağım. Modernizm, daha önce de belirtildiği gibi, Rönesans’tan bu yana insanoğlunun aklıyla evrende olan her şeyi öğrenebileceğine, onu istediği gibi yönlendireceğine ve kontrol altında tutarak gerçek mutluluğa kavuşacağına inanan bir düşüncenin ürünüdür. Bu görüş Rönesans’tan beri çeşitli düşünürlerce geliştirilmiş, yerleştirilmiş ve ideolojiye dönüştürülmüştür. Aklın evrenselliğine, birliğine, gücüne, ürettiği kuram ve yöntemlere bütünüyle dayanan ve güvenen bu yaklaşımın ilk kuramcıları arasında John Locke’la birlikte yine on yedinci yüzyılda yaşamış olan ünlü Fransız düşünür Descartes’ı görürüz. On sekizinci yüzyılda İngiliz filozof Berkeley aklın yüceliğini, ürettiği düşünce sistemi içinde kanıtlamaya çalışır.On dokuzuncu yüzyılın başında Kant, daha sonra da Marx, Stuart Mill ve Freud, geliştirdikleri kuramlarda, akılcılığın yanında düş gücüne, duygulara, bilinçaltına, bilimsel yöntem ve eğitime de yer verirler. Bu yollarla insanın ve insan toplumlarının yapısını, özelliklerini anlamaya ve anlatmaya çalışırlar. Amaç insanoğlunun son kertedeki mutluluğu için gerekli olan bilgileri toplamak ve ideal insan ve toplum reçetelerini üretmektir. Marksizm, liberalizm, psikanaliz kuram ve uygulamaları hep bu mutluluk reçetelerine katkılarından dolayı önemli tartışmaların odak noktasını oluşturur.

Amerikalı düşünce tarihçisi Mark Poster’a göre yirminci yüzyılın ikinci yarısında modernist görüşe, onun insanlığa getirebileceği mutluluğa olan inanç sorgulanmaya başlanır. Poster bu değişimi üç ana nedene bağlar: 1) Kolonilerin, bağımsızlıklarını kazanmalarıyla birlikte, insan-merkezli batı düşüncesini temelden sorgulamaya başlamaları; onun, insanlığın mutluluğuna değil, belli toplumların ve grupların çıkar ve mutluluğuna hizmet ettiğini öne sürmeleri; mevcut politik güce ne biçimde ve ne ölçüde hizmet ettiğini kanıtlamaya çalışmaları; 2) feminist hareketin güç kazanması; feministlerin batı toplumlarının yapı ve düşünce sistemlerini şiddetle eleştirirken onların nasıl kadın erkek eşitliğine ve ortak mutluluğa değil, ataerkil bir yaklaşıma, dahası, beyaz, orta sınıf erkeğin yaklaşımına, çıkarlarına ve mutluluğuna olanak verdiğini göstermeye çalışmaları; 3) elektronik iletişim sistemlerinin (televizyon, telefon, faks makineleri gibi), bilgisayarların ve fen bilimlerinin olağanüstü kurumsallaşması ve yaygınlaşması sonucu bilgi edinme ve aktarma yöntemleriyle sosyal yapının değişmesi.[1]

Yine Amerikalı Frederic Jameson ise Poster’dan farklı düşünür.Modernist yaklaşımın sorgulanmaya başlanmasını başka nedenlere bağlar. Batı düşüncesindeki değişimin asıl nedeninin, Marksist modellerin başarısız olmalarında ve iletişim çağında burjuva toplumlarının girdikleri yeni evrede aranması gerektiğine inanır. Tarihsel nedenleri ne olursa olsun 1960’ların sonlarında öncelikle Fransa’da dile getirilmeye başlanan, batı düşününü kökünden sorgulayan ve onun insana ve gerçeğe olan yaklaşımını temelden yadsıyan ve sonradan postmodernist diye adlandırılan bu görüş, değişik alanlarda etkisini göstermeye başlar.[2] Jacques Derrida, Michel Foucault, Roland Barthes dil, politik tarih, felsefe ve okuma edimi konularına böyle bir yaklaşımla eğilirler. 1970 sonlarında ise Jean-François Lyotard toplum tarihini, Jean Baudrillard ise sosyal psikoloji ve iletişim dallarını bu açılardan ele alırlar. Ancak, 1970’lerde İhab Hassan, Herbert Blau, Paul de Man, Hillis Miller, Geoffrey Hartman gibi Amerikalı düşünür ve bilim adamlarının postmodernizmi öncelikle bir söylem türü, sonra da temel bir düşünce biçimi olarak algıladıklarını savunduklarını görürüz.

Aslında, insanoğlunu her biri ötekinden farklı özneler olarak tanımlayan, ortak ve evrensel bir bakış açısını ya da özneden bağımsız bir gerçekliği, bir başka deyişle, anlam oluşturabilecek bir merkezi kabul etmeyen postmodernistler için hiçbir konunun tartışması diğer konulardan bağımsız yapılamaz. Yani toplum, sanat, dil, politika, hattâ bilim hem insan gerçeğinden doğar hem de onu oluştururlar. Bu nedenle, modernistlerin yaptığı gibi ilgi alanlarını değişik konulara ayırarak tartışmak onları çarptırmaya, yapaylaştırmaya, anlamamaya yol açar. Jacques Derrida, Michel Foucault, Roland Barthes, Jean-François Lyotard ve Jean Baudrillard, Rönesans ve hümanizmle başlayan bütün insan-merkezli kurumları, ideolojileri, kuramları ve uygulamaları böyle bir yaklaşımla incelerler; onların nasıl kendileri dışındaki gerçekleri değil, yalnızca kendilerini yansıttıklarını dil, söylem ve kavram düzeyinde kanıtlamaya çalışırlar. Modernist yaklaşımın temelini oluşturan insan- ve us-merkezli kuramların, değer ve yöntemlerin kendilerinden başka, kendilerinin dışında ve üstünde bir gerçeği yansıttıkları savının yanlışlığını, yanıltıcılığını böylece göstermek isterler. Tahmin edilebileceği gibi, postmodernist düşünürlerin insana, topluma ve gerçeğe bakış açıları ayrıntı düzeyinde birbirinden farklıdır. Ancak, gerek Fransız gerekse Amerikalı postmodernistlerin insanı modernistler gibi evrensel nitelikli, benzer duygu, us ve duyulara sahip kişiler olarak ele almadıkları oldukça kesindir. Onlara göre insan sürekli bir oluşum halindedir; o hem her an çevresinden etkilenir, duyularıyla çevresini algılar, duygulanır, yorumlar ve anlar, hem de çevresini kendi eylem, tavır ve görüşleriyle etkiler. Böylece insandan özgün ve özgür kişiymiş gibi söz etmek, yaşam gerçeğini çarpıtmak olur. Postmodernistler bu nedenle “kişi” sözcüğü yerine “özne” sözcüğünü kullanırlar. Toplum ve gerçek kavramları da özne-bağımlı olduklarından, geleneksel anlamlarından farklı anlamlar yüklenirler. Örneğin, Jean-François Lyotard toplumu, seks, ırk ve sosyal yapıya ilişkin olgularca oluşturulan ve bu olguları sürekli değiştiren bireyler topluluğu olarak görür. Toplumun ve gerçekliğin tanımında çoğulculuğu, yöreselliği ve farklılığı benimser. Evrenselliğin ve evrensel nitelikli kuramların insanları sürekli değişen özneler gibi değil, sürünün benzer üyeleri gibi gördüğünü, onlar üzerinde baskı oluşturduğunu ve yaşam gerçeğini çarpıttığını, Marksist ve liberalist kuramlardan örnekler vererek göstermeye çalışır. “Büyük öyküler” diye adlandırdığı ve totaliter nitelikli bulduğu bu öykülerin yerine, öznelerin kendi çevrelerini tanımalarında yardımcı olacak “küçük öyküler”le yetinmelerinin onlar açısından daha yararlı olacağı görüşünü savunur.[3] Jacques Derrida, yirminci yüzyılın ilk yarısından başlayarak kanıtlanmaya çalışılan dilin rastlantısallığı ve gerçeği yansıtmadaki becerisi konusuna yeni bir boyut getirir. Ona göre dil yalnızca kendisini aktarmaz, aynı zamanda düşünce sistemlerini de hem oluşturur hem de onlardan etkilenir. Bilgi aktarmayı ve gerçeği anlatmayı amaçlayan düşünce sistemleri Derrida’ya göre söylemleri kadar rastlantısal, ayrımcı, bölücü ve çarpıtıcıdır. Derrida görüşlerini Heiddeger gibi belli başlı batılı düşünürlerin dil ve kavram üzerine yaptıkları çalışmalardan örnekler vererek kanıtlamaya çalışır.[4] Michel Foucault ise bilgiyle, politik güç (iktidar) arasındaki doğrudan ilişkiyi özellikle seks ayrımcılığını vurguladığı History of Sexuality adlı, ölümünden önce bitiremediği yapıtında göstermeye çalışır. Foucault usun ürünü olan söylemlerin ve düşünce biçimlerinin, yüzyıllarca öne sürüldüğü gibi ezilenlerin ve dışlananların yanında olmadığını; onların, politik gücü, bilimsel idare biçimleri olarak tanımlanan bürokrasiler yoluyla zaten politikayı elinde tutanlara verdiğini öne sürer. Özetle, Foucault’ya göre her söylem ve epistomoloji belli bir politakanın ürünüdür ve onun düzenini ve değerlerini sürdürmeyi amaçlar. Mevcut söylemlerin dışına çıkmayı amaçlayan Foucault tutuklu dili, delilerin dili gibi düzence kabul görmeyen sözcük ve kavramlardan yola çıkarak görüşlerini aktarmaya çalışır. Jean Baudrillard bilgilenme ve kişiliğin oluşması konularını çağdaş iletişim teknolojisi çerçevesinde ele almaya çalışır.[5] Televizyon programlarının, uydu yayınlarının ve reklamların nasıl ve ne biçim özneler ya da toplum bireyleri oluşturduğunu, başta “The Precession of Simulacra” adlı makalesi olmak üzere çeşitli yazılarında tartışır. Baudrillard’a göre günümüz iletişim araçları gerçek olmayan bir gerçek-bir “hipergerçek”-yaratarak, insanların kendilerini tanımlarken, doğal ve sosyal çevrelerinden kopmalarına, onlardan yabancılaşmalarına neden olmaktadır. Ekrandaki mesajlardan, görüntülerden yakın çevresinden etkilenirmişçesine etkilenen özne, ona o söylemi, görüntüleri aktaranları gerçek yaşamda olduğu gibi doğrudan etkileyemez. Onun, bu bir yandan aktif, etkileyen, öbür yandan pasif, etkileyemeyen durumu hipergerçeğin önemli bir özelliğini oluşturur.

         Ayrıca, yaşamla bu biçimde iletişim kuran öznenin içinde bulunduğu durum yapay olduğundan ve onun özgürlüğünü sınırlandırdığından iletişim araçlarını kontrol edenlerin politik gücünün artmasına da olanak verir.[6]

         Roland Barthes 1980 yılında ölmeden önce yazdığı çeşitli kitap ve makalelerde, fotoğraf, yazın metni ve müzik konularına postmodern bir bakış açısıyla yaklaşır. Sanat ürünlerinin bilgilendirme ya da iletişim amacıyla hazırlanan ürünlerden farklı olmadığını öne sürer. Barthes’a göre, dilde olduğu gibi bütün göstergelerde de anlam, göstergeler hangi iletişim ortamına ait olursa olsun, rastlantısal bir biçimde yapılır. Bu durumda, modernist eleştiri kuramcılarının var saydığı gibi, göstergelerin bir ölçüde değişmez ve oldukça belirli mesajları okur ya da seyircilerine aktarmaları söz konusu değildir. Barthes, yazılı veya görsel bir ürünün anlamının ve onun Kant’ın tanımladığı türde estetik özelliklerinin olup olmadığının saptanmasının ancak onu algılayan özne tarafından yapılabileceğini söyler. Bir başka deyişle, ne sanat ürünüyle sanatsal olmayan ürünler arasında bir ayrım yapılabilir, ne de nesneyle özne arasında bir farklılıktan söz edilebilir. Özne nesneyi belirler ve onu belirlerken kendini de tanımlamış olur.[7] Herbert Blau özneyi, dans eden dansçıya ya da aynaya bakan kişiye benzetir. Yaratanla yaratılan, bakanla yansıyan her iki durumda da bir bütündür, bölünemez, farklıymışçasına ele alınamaz.

         Yukarıda kısaca açıklamaya çalıştığım gibi, postmodernist düşünce, modernist düşünceden temelde farklıdır. İnsana ve onun çevresine birbirinden başka, karşıt kavramlarmış gibi yaklaşmak, dahası, herhangi bir ayrımdan, sınıflandırmadan kavramsal düzeyde söz etmek postmodernistler için imkânsızdır. Modernist düşünce ise bunun tam tersini yapar: Özneyi nesneden, kişiyi toplumdan, sanat ürünlerini sanatsal olmayan ürünlerden ayırmak gerektiğini öne sürer. Bu ayrımı değişik kuram ve yöntemlerle yaptıktan sonra da ayrım ve sınıflandırmalardan evresel ve sürekliymiş gibi söz eder. Yeni kuramları da bu varsayımlara dayandırır. Postmodernist düşüncedeki her türlü ayrıma ve sınıflandırmaya karşı çıkış, sanatçılarca çeşitli biçimlerde aktarılmaya çalışılır. İmgelerin, sözcüklerin yinelenmesi, parodi, değişik aktarma biçimlerinin aynı yapıtta birlikte kullanılması, anlam birliğini yadsıyan, anlam kayganlığını vurgulayan göstergelere yer verilmesi “postmodernist” diye adlandırabileceğimiz ürünlerde sık sık görülür. Ancak, unutulmaması gereken nokta, ürünü açımlamak, tanımlamak amacıyla söylenen her söz postmodernist görüşle çelişir. Postmodernist kuram yoktur, sınıflandırma, tanımlama yoktur, sanat sayılan-sanat sayılmayan yapıt ayrımı olmadığı için de öyle bir estetikten söz edilemez. Mimaride ve yazılı metinler arasında postmodernist diye adlandırılan yapıtlar genellikle yukarıda belirtilen özelliklere sahip olduğundan, postmodernizmle bu özellikler arasında bir köprü kurulabilir. Ancak, şunu da belirtmek gerekir ki, postmodernizm bir eleştirel yaklaşım düzeyinde, batı düşününün yüzyıllardır içinde bulunduğu çelişkilere, çifte standartlara, yapaylığa ve çarpıklığa dikkat çektiği için düşünce tarihine büyük katkılarda bulunmaktadır. Uygulama ve eleştirileri yaşama aktarma düzeyinde ise kendi kuramı olmadığından bu düşünce biçimini benimseyenleri açmazlara götürebilmektedir.

         Üzerinde durulması gerekli bir başka önemli konu da, postmodernizmin batılı olmayan toplumlardaki algılanışı ve etkileridir. Batıda çok ciddi bir özeleştiri niteliğinde olan ve büyük sıkıntılara yol açan postmodernist yaklaşım, batılı olmayan ve modernist yaklaşımın iyice anlaşılmadığı toplumlarda sorumsuz bir göreceliliğin özrü olarak kullanılabilir. Sanırım postmodernizmi Türkiye’de tanıtan yazıların bu sakıncaya dikkat çekmelerinde yarar vardır.

 

Tartışma

BAŞAK: Son söylediklerini duyduğuma özellikle sevindim çünkü benim en büyük endişemi dile getirdin. Maalesef şimdiden burada, Türkiye’de, aydınlarımız arasında söz ettiğin eğilim mevcut. Gerçekten bir çeşit görecelik, bir “her şey olur,” “arabesk de olur” görüşü aydınlarımız arasında bir tür postmodernist tavır halinde yerleşmiş bulunuyor.

 

DOLTAŞ: O konuda yüzde yüz size katılıyorum. Ancak, şu konunun altını bir kere daha çizmek istiyorum: Sizler, buradaki dinleyicilerin çoğu, sanatçı olarak kendinizi istediğiniz şekilde anlatabilirsiniz. Ama sanat tarihçisi olarak konuşmaya başladığınız zaman ya da hocalık yapmaya başladığınız zaman tabii ki sınıflandırmaya, sıralamaya, değerlendirmeye başlıyorsunuz. Postmodern düşünce üzerinde çalışmak, beni, sınırları çok daha belirgin bir biçimde görmeye itti. Dolayısıyla bana çok yararı oldu. Ayrıca, batı düşüncesinin sınırlarını hepimiz şöyle ya da böyle dile getiriyorduk ama bunu bu kadar kişinin birden, tarih içinde, sistematik olarak çalışmaya başlaması, tabii ki bizim elimize, kendimizi korumamız gerektiğinde kullanabileceğimiz çok geçerli birtakım doneler verdi. Kısacası, bu çalışma bana batı düşüncesinin sınırlarını, elitizmini, kendi kültürünü üstün ve tek geçerli kültür, onun dışında kalanları ise ancak misyonerlik yoluyla kabul edilir olarak gördüğünü ve ancak heyecan arayışı içinde, Malinowskivâri bir yaklaşımla kendi dışındaki kültürlere eğilebileceğini gösterdi. Batıda antropoloji alanındaki yeni çalışma yöntem ve bulgularına bakarak, Clifford Geertz gibi antropologların Malinowski ekolünden farklı olarak “insan” kavramını temelden sorguladıklarını görüyoruz. Kızgınlık, öc alma gibi, bütün insanlarda bulunduğunu varsaydığımız duyguların bile kültürel olarak tanımlandığını, kızgınlığın farklı kültürlerde farklı biçimde, farklı durumlarda ortaya çıktığını, dolayısıyla duyguların bile evrensel olmadığını ortaya koydu.

         Antropolojideki yeni yaklaşımların yanı sıra, 1970’lerden beri gelişen feminist akımın da postmodern görüşe katkısı büyük oldu. Feministlerin çalışmaları da, evrensel diye tanımlanan “insan” kavramının ne ölçüde ataerkil bir görüşün parçası olduğunu gösterdi. “Evrensellik” temelden sorgulanınca eşitleyici bir çoğulluk ortaya çıktı. Tabii, hiçbir şeyi bu kadar basite indirgememek gerek; ancak, çok kaba hatlarıyla, neden postmodernizmin bu dönemde bu ölçüde kabul gördüğünü düşünecek olursak, sanırım bu akımlardan ve batı düşüncesindeki bu değişimlerden söz etmek zorundayız. Postmodernizmin çoğulculuğu, bence, değerlerin eşitliğinden çok değerlendirmenin sorgulandığı, dolayısıyla değerlerden arındırılmış bir çoğulculuk olarak ele alınmalı . Ancak, Oya Hanım’ın sorusuna dönecek olursak, “postmodernist” diyebileceğimiz düşünürlerin çoğu, değerlerin yok olduğu, her şeyin geçerli olduğu sorumsuz bir dünya görüşüne yol açmaz. Tersine, insanları tedirgin ve mutsuz eden, onları sürekli her şeyi sorgulamaya iten bir yaşamla karşı karşıya bırakır.

 

DİNLEYİCİ: Hangi tür sanat yapıtlarını “postmodern” olarak adlandırabiliriz?

 

DOLTAŞ: Ben hiçbir sanatçının “postmodernist” bir ürün ortaya koyayım diye çaba gösterdiğini sanmıyorum; bunu belki siz benden daha iyi değerlendirirsiniz. Kaldı ki, postmodern yaklaşımın özelliği, sanatçıyı ya da yapıtı ortaya çıkarmaktan çok izleyiciyi ön plana almasıdır. Yani, her postmodern seyirci izlediği oyunu kendisi yazar, kendisi oluşturur. Sergiyi gezen izleyici yapıtta ne görüyorsa, o yapıt odur. Okur da romanını kendi yazar. Sanat yapıtlarının sınırlandırılması, akımlara ayrılması, teknik yönden eleştirilip değerlendirilmesi, modernist yaklaşımın bir özelliğidir. Gerçi sanat tarihçileri, örneğin Andy Warhol’ü postmodern bir ressam olarak da ele alıyorlar ama ben sanat tarihçisi olmadığım için bu tartışmaya girmek istemiyorum. Ancak, edebiyatta “postmodernist” diye adlandırdığımız yapıtlar, çoğunlukla yazın geleneklerini bozan, yazın sınırlarını zorlayan, gerçek/gerçek-dışı ayrımlarına girmeyen, dahası, edebiyat tarihinde “yazın metni” olarak algılanmayan bütün metin türlerini de “yazın metni” kategorisinin içine işleyenlerdir. Yine de, aynı metni modernist yaklaşımla ele almak çoğunlukla mümkün olmaktadır.

 

ÖZER KABAŞ: Sence modernizmi tanımayan toplumlar postmodernizmi kavrayabilirler mi? Bizim mimarlar daha dört duvarı yatay ve dikey olarak bir araya getiremiyorlar. Dolayısıyla, modernist mimariden söz etmek mümkün bile değil. Böyle bir ortamda postmodern mimari nasıl tartışılabilir? Nasıl ele alınabilir?

 

DOLTAŞ: Haklısınız. Postmodernizm, modernizmin bütün değelerini sorgulayarak ortaya çıktığı için modernizmi anlamadan postmodernizmi kavramak gerçekten zor. Bizim gibi, batı kültüründen gelmeyen toplumlar için de, postmodernist yaklaşımı kavramak güçleşmekte; anladığını sanan bazı kimseler de onu, Oya Hanım’ın da söylediği gibi, bir çeşit görecelilik olarak ele almaktalar.

 

ŞARA SAYIN: Derrida’nın son seminerlerinden birinde Brahma dinini örnek göstererek negatif bir eşitliği savunduğu söylenmekte. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

 

DOLTAŞ: Derrida’nın sözlerini fikir düzeyinde aktarmak zor. Onun seminerlerini izledikten sonra, kitaplarını anlamakta neden o ölçüde güçlük çektiğimi anladım. Çünkü Derrida, birbiriyle hiç bağlantısı yokmuş gibi görünen kavram ve olayları, sanırım, yaşamın bütünlüğünü ve sınıflandırma yoluyla düşünmenin sakıncalarını anlatabilmek için bir arada sunuyor. Onun bu bağlantısızmış gibi gelen görüşlerini dinleye dinleye bağlantıları kendi kafamızda kurmaya başlıyoruz. Onun için, Derrida’nın bir görüşü savunduğu izlemini yansıttıysam özür dilerim. Öte yanda, seminerlerden benim “negatif eşitlik” konusunda çıkardığım, Derrida’nın  Brahma dini gibi tümüyle hiyerarşik bir sistem üzerine kurulmuş bir inanç ve düşünce sisteminde bile bir noktada, yeme ve tüketim düzleminde kişiler arasında eşitliğin sağlandığını gösterdiği içindir.

 

1 Mark Poster, Critial Theory and Poststructuralism (Ithaca, N.Y.: Cornell University Press, 1989), ss.2-4.

2 Frederic Jameson, The Political Unconscious (Ithaca, N.Y.: Cornell University Press, 1981); “postmodernism and Consumer Society,” The Anti-Aesthetic: Essays on postmodern Culture, der. Hal Foster (Port Townsend, Wa.: Bay Press, 1983), s.125; “Postmodernism or the Culturel logic of Late capitalism,” The New Left Review 146(1984):53-92.

3 Jean-François Lyotard, The Postmodern Condition: A Report on Knowledge (Manchester: Manchester University Pres, 1987); The Differend: Phrases in Dispute (Minneapolis: University of Minnesota Pres,1988).

4 Jacques Derrida, Of Grammatology, çev. Gayattri Spivak (Baltimore: The Johns Hopkins University Pres, 1976); Writing and Difference, çev. Alan Bass (London: Routledge and Kegan Paul, 1978).

5 Michel Foucault, Power/Knowledge (New York: Pantheon, 1980); “The Subject of Power,” Art after Modernism: Rethinking representation, der. Brain Willis (New York: The Museum of Contemporary Art, 1984), ss.417-32; Dipsipline and Punish: The Birth of the Prison (New York: Pantheon, 1977).

6 Jean Baudrillard, “The Precession of Simulacra,” Art after Modernis, ss. 253-97; Baudrillard: Selected Writings ,der. Mark Poster  (Stanford: Stanford University Pres, 1988).

7 Roland Barthes, “From Work to Text,” Art after Modernism, ss. 169-74; S/Z (New York: Hill and Wang, 1974).