...
"Kendileriyle tanışma
onuruna kavuşmadığım halde rahatsız etme cesaretinde bulunduğum
için beyefendi saygısızlığımı bağışlasınlar,
kendilerinden bir ricam var. Lütfen izin buyurun..."
"Fakat, Tanrı aşkına,
beyefendi!" diye korkuyla sözünü kestim. "Ben sizin
gibi bir insan için ne yapabilirim? Siz ki..."
İkimiz de susup kaldık ve
galiba kızardık.
Bir anlık bir sessizlikten
sonra o yeniden söze başladı:
"Çevrenize bulunma mutluluğuna
ulaştığım kısa bir süre içinde, beyefendi -açıklamama
izin buyurun- sizin güneşte ve şöyle soylu bir küçümsemeyle,
önem bile vermeden yere fırlattığınız o güzel, çok güzel
gölgenizi olağanüstü şaşkınlık ve beğeniyle seyretme
olanağını buldum, şu ayaklarınızın ucundaki muhteşem gölgenizi...
Acaba şu gölgenizi bana bırakmaya
razı olur muydunuz?"
Sustu ve benim kafamın içinde
sanki bir değirmen taşı dönmeye başladı. Benden gölgemi satın
almak isteyen böyle garip bir öneri karşısında ne
yapabilirdim? Herhalde delinin biridir diye düşündüm ve onun
alçakgönüllüğüne daha iyi yakışan bir sesle yanıt verdim:
"Aman, aman, sevgili
dostum, kendi gölgeniz size yetmiyor mu? Bu iş bana pek acayip
bir öneri gibi geliyor."
Fakat o hemen sözümü kesti:
"Cebimde beyefendimize pek
de değersiz görülmeyecek bazı şeylerim var; sizin bu paha biçilmez
gölgeniz için verilecek en yüksel bedel bile bence azdır."
Bu anda o korkunç cebi anımsadığım
için yeniden soğuk bir ürperme geçirdim ve nasıl olup da bu
adama sevgili dostum dediğimi anlayamadım. Yeniden söze başlayarak,
sonsuz bir nezaket içinde, olabildiği kadar her şeyi yeniden düzeltmeye
çalıştım.
"Fakat beyefendi, bu aciz
kulunuzu bağışlayın. Herhalde düşüncenizi iyice anlayamıyorum,
gölgemi size ne biçimde..."
O sözümü kesti:
"Ben yalnızca hemen burada
şu soylu gölgenizi kaldırıp cebime koymak için yüksek
izninizi rica ediyorum. Bunu ne biçimde yapacağımı bana bırakın.
Buna karşılık beyefendimize karşı olan minnet duygularımın
bir kanıtı olarak, cebimde bulundurduğum bütün değerli eşya
arasında seçim yapmayı kendilerine bırakıyorum: Dokunduğu
kapıları ve kilitleri açan ve saklı hazineleri ortaya çıkaran
sihirli kökler, bütün hastalıklara deva olan, bütün
istekleri yerine getiren başka kökler, kendi kendine çoğalan
paralar, başka paraları kendine çeken paralar, asılmış adam
ipinden yapılmış, insana şans getiren yontucuklar, hep istediğiniz
fiyatta... Fakat herhalde bunlar size göre değil, daha iyileri
var: Talih külahı, başına giyenin her türlü isteği yerine
gelir, dayanıklı bir biçimde yeniden onarılmıştır... Talih
kesesi..."
"Talih kesesi" diye sözünü
kestim. Korkum ne kadar büyük olursa olsun, iki sözcükle
ruhumu avuçları içine almıştı. Başım dönmeye başladı ve
gözlerimin önünde iki dukalık altınların parıldadığını
görür gibi oldum.
"Beyefendi keseyi gözden
geçirme ve deneme lütfunda bulunurlar mı?"
Elini cebine soktu ve orta büyüklükte,
sağlam dikilmiş kalın keçi derisi bir keseyi iki sağlam
kaytanından çekerek çıkardı ve elime verdi. Elimi içine daldırdım
ve on altın çıkardım, on daha, on daha, on daha. Hemen karşımdakine
elimi uzatarak: "Haydi alışveriş tamam, keseye karşılık
gölgemi alın" dedim. O da uzattı, sonra vakit geçirmeden
önümde diz çöktü ve ben onun şaşırtıcı bir
beceriyle, gölgemi başından ayakucuma kadar yavaşça çayırdan
ayırdığını, kaldırıp tomar yaparak devşirdiğini ve
sonunda cebine yerleştirdiğini gördüm. Kalktı, bir kez daha
önümde eğildi ve gül bahçesine dalıp gitti. Orada kendi
kendine yavaşça güldüğünü duyar gibi oldum. Fakat keseyi
kaytanlarından sıkıca tutmuştum, çevremde yeryüzü aydınlığı
içindeydi ve ben henüz kendime gelmemiştim.
**
Sonunda yeniden
kendime geldim ve artık yapacak hiçbir işimin olmadığı bu
yerden ayrılmaya can attım. Önce ceplerimi altınla doldurdum,
sonra kesenin kaytanlarını boynuma sıkıca bağladım ve onu
koynuma sakladım, kimsenin dikkatini çekmeden parktan çıktım,
caddeye ulaştım ve kentin yolunu tuttum. Düşüncelere dalmış
olarak kentin kapısına dalmış olarak giderken arkamdan birinin
bağırdığını duydum:
"Genç efendi!
Hey, genç efendi... Dinlesenize!"
Dönüp baktım, yaşlı
bir kadın bana sesleniyordu:
"Genç efendi,
dikkat edin, gölgenizi yitirmişsiniz!"
"Teşekkür
ederim, anacığım" diyerek bu iyi niyetli öğüdünden dolayı
kendisine bir altın fırlattım ve ağaçların altına girerek yürümeye
başladım.
Kentin kapısında nöbetçinin:
"Efendi gölgesini
nereye bırakmış?" dediğini ve hemen sonra da birkaç kadının:
"Aman Tanrım!
Zavallı adamın gölgesi yok!" diye konuştuklarını duydum.
bunlar canımı sıkmaya başladı ve ben güneşe çıkmaktan şiddetle
çekinir oldum. Ancak bu, her yerde mümkün olmuyordu, örneğin şanssızlığım
yüzünden tam erkek çocuklarının okuldan çıktığı saatte bir
yandan öbür yanına geçmek zorunda kaldığı ana
caddede... Tanrı belasını veresi kambur bir yumurcak, hala gözlerimin
önündedir, benim gölgemin bulunmadığını hemen fark etti, büyük
bir çığlık kopararak beni bu dış mahallenin bütün edebiyatçı
sokak çocuklarına haber verdi, onlar da derhal beni eleştiri yağmuruna
tutup çirkefe boğmaya başladılar.
"Doğru dürüst
insanlar güneşe çıktıkları zaman gölgelerini de yanlarına alırlar"
diyorlardı.
Bunlardan yakamı
kurtarmak için aralarına avuç dolusu altın attım ve acıma
duygusu olan bazı insanların yardımıyla kiralık bir arabaya
atladım
Tıkır tıkır giden
arabada kendimi yalnız bulur bulmaz acı acı ağlamaya başladım.
İçimde gitgide şu duygu beliriyordu:Bu dünyada para, yararlılığa
ve değere ne kadar yeğlenirse yeğlensin, gölgeye paradan
bile çok değer veriliyordu. Ve ben daha önce servete nasıl
vicdanımı feda ettiysem, şimdi de gölgemi salt para için vermiş
bulunuyordum. Artık bu dünyada ben ne yapabilir, ne
olabilirdim?...