'Tarih,
hiçbir toplumun önüne çözemeyeceği sorunlar
koymaz.' Yani sorun varsa çözümü de vardır...
Yeni bir yüzyılın başlarındayız. Yüzyılımız,
bundan
öncekinden devraldığı sorunları çözmeye çalışırken,
kuşkusuz hiç bilmedikleri de çıkacak karşısına; o da,
geleceğe yürüyüşünü onlarla boğuşa boğuşa yapacak.
Tarihin akışı böyle... 20. yüzyıl, ağır bir miras bıraktı
arkaya.
Dünyamız yağmalanıyor; gezegenimizin, giderek soyumuzun
geleceği tehlikede; nasıl önleyebiliriz bu talanı? Bilim ve teknik
ilerliyor; ama beraberinde dev sorunlara da yol açıyor;
ilerlemeye evet, ama kimin için ve hangi amaçla? İnsanlar
çoğalıyor, sorunlar da... Dünya nüfusunu bir istikrara
kavuştururken, adil ve sürdürülebilir bir kalkınma yoluna
girebilir miyiz? Her yerde kent ve her yerde de bunalımdadır:
Nereden kaynaklanıyor bu bunalım ve nasıl önlenebilir?
Özellikle insan, kent ve demokrasi ilişkisini sağlıklı olarak
nasıl kurabiliriz? Kapitalizm, küreselleşmeyi de arkasına
alarak yeni bir fetih çağına girmiştir. Bunun yol açtığı
sorunlar
nasıl çözülecek, özellikle dünya çapında bir sosyal anlaşma
mümkün müdür?
Sonra, çağımızın bir temel olgusu da demokrasinin zaferidir.
Ama eşitsizlikler diz boyu ve dünya çapındadır; dahası,
liberalizm özgürlüklere karşıdır ve medya da fikirleri
saptırmakta. Bu ortamda demokrasiyi derinleştirmek nasıl
mümkün olacak? Günümüzde hangi ideoloji egemendir ve ne
söylüyor? Demokratik bir spor adına ne yapmalı?
Hoşgörüsüzlüğün kaynakları açıktadır: Irkçılığa ve
köktendinciliğe karşı nasıl mücadele etmeli? Yüzyılın
başlarında kadın gerçekliği nedir? Hangi sorunlara, nasıl bir
çözüm getirmeli?
Bitmedi: Dünyamızın yeni sahipleri kimlerdir? Kuzey - Güney
zıtlığını nasıl gidermeli ve piyasanın diktatörlüğüne karşı
ne
yapmalı? Uluslararası ilişkilerin yeni çerçevesi nedir? Bu
ortamda barış nasıl sağlanabilir, özellikle ''savaş ağalarının
silahsızlandırılması'' nasıl mümkündür? Tutucu bir dünya
görüşünü yerleştirmek, giderek yazgıcılığı ve boyun eğmeyi
aşılamak için, tarih nasıl saptırılıyor günümüzde? Özellikle
aydınları bekleyen ne, bu ortamda?
Son olarak, içinde bulunduğumuz bütün insafsız koşullara
karşın, ''daha insanca bir dünya'' kurmak mümkündür. Ama
nasıl?
İşte, yeni bir yüzyılın başında kimi temel sorular! Onlar, elbet
bizi de ilgilendiriyor; bir bakıma bizim de sorunlarımız. Ayrıca,
hiçbiri de çözümsüz değil. Bir büyük filozof, ''Tarih, hiçbir
toplumun önüne çözemeyeceği sorunlar koymaz'' der ki pek
doğrudur; yani sorun varsa çözümü de vardır...
Dünyamızın ve insanın geleceği tehlikededir
Dünyamızın uzaydan çekilmiş fotoğraflarının güzelliğine
diyecek yoktur: Üstüne yer yer pamuktan bulutlar serpilmiş
mavi bir portakal görünüşüyle gözleri büyüler; zenginlik ve
gönenç izlenimi verir insana. Gerçekten de, gür bir bitki
örtüsüyle kaplıdır o ve bereketli bir hayvansal yaşamla
hareketlidir. Bu cennet görünüşlü, coşkulu, latif doğa
milyonlarca yıl egemen oldu gezegenimize. İnsan soyu da,
ortaya çıktığı günden beri onunla beslendi ve Doğa Ana'yla
bir ortak yaşam içinde oldu uzun süre.
Ne var ki, 19. yüzyılın ikinci yarısı ile Sanayi Devrimi'nden
beri, insan, ilerleme ve gelişme adına, doğal ortamı sistemli
olarak yıkıp yok etmeye yöneldi. Her türden yağma ve yakıp
yıkma birbirini izledi; topraklarını altüst etti, sularını
kirletti,
atmosferini bozdu. Başını alıp giden bir kentleşme, özellikle
tropikal bölgede ormanların yok oluşu, denizlerin ve ırmakların
kirlenişi, iklimin ısınması, ozon tabakasının incelmesi, asit
yağmurları, onun başının dertleridir; kirlilik, öylesine sonuçlara
yol açmıştır ki, dünyamızın geleceği tehlikededir artık.
Tehlike bundan ibaret değil: İnsan, genetik olarak kendini
değiştirme gücünü de elde etmiştir şimdi. Bilimsel serüven
hızlanıyor ve ufukta insan varlığının kopyalanması belirmiştir.
Ne ulusal planda ne de uluslararası planda henüz saptanmış
olmasa da, sınırlar aşılmış değildir. Kopyalanmış bir koyun
örneğini simgeleyen Dolly olayı, 1997 ilkbaharında, hiçbir
kuşkuya yer bırakmayacak biçimde, herkesin karşısına canlı
bir kanıt olarak çıkmıştır.
Öte yandan, üzerlerinde genetik olarak oynanmış mısır ya da
soyanın Avrupa pazarlarına sürülüşü, eli kulağında tehlikeler
hakkında yığınla soruya yol açmaktadır: Genetik olarak
değiştirilmiş organizmalara kimin için ve hangi amaçla gerek
görüldü? Pek mi zorunluydu bu? Akla da uyuyor mu?
Bilim ve teknik ilerliyor; ama beraberlerinde dev sorunlar da
getirerek...
Doğa, her yönden tehditler, giderek tehlikelerle karşı karşıya,
bu pek açık; ama kurtarılması için fikir ve uğraşlar da eksik
değil ve üstelik pek eskiye gidiyor kökleri: İlkçağ'da Latin
tarımcıları toprağı korumanın üzerinde durmuşlar; İsa 'dan
sonra III. yüzyıldan başlayarak, artan nüfusa bağlı toprak
kazanmaya karşı ormanları koruma yolunda ilk önlemlere
gidilmiş. Ancak ekolojik düşüncenin ete- kemiğe bürünmesi
XX. yüzyılın başlarındadır.
70'li yıllardan başlayarak da kamuoyu, ekonomik kalkınma
ve hızlı nüfus artışının uzun vadedeki sorunlarından
kaygılanmaya başlar. Kimi eserler, aşırı nüfusa, kirlenmeye ve
doğal kaynakların tükenişine bağlı büyük çevresel felaketin
korkusunu beslerler. 1972'deki Stockholm Konferansı,
arkasından da World Conservation Strategy (1980), çevreye
saygılı, sürdürülebilir bir kalkınma modelinin niteliklerini
tanımlamak isterler. Bunalım yıllarında belli bir hafiflemenin
arkasından, dayanıklı ve kalıcı anlamına, ''sürdürülebilir
kalkınma'' ya da ''çevresel gelişme'' temaları, Birleşmiş
Milletler'in Ortak Geleceğimiz adlı raporunun 1987'de
yayımlanışıyla gündeme girer, oturur.
Satır başı ''sürdürülebilir kalkınma'' kavramı, ilerlemeye
devam ediyor: Fikrin gizlisi kapaklısı da yok, basit:
Gelecekteki kuşaklar, en az geçmiş kuşakların tanıdıkları bir
çevreyi miras olarak almışlarsa bir kalkınma sürdürülebilir.
Temeli piyasaya dayanan günümüzdeki kalkınma mantığının
gerçeklerle uzlaşır bir yanı olup olmadığı elbette sorulmalı,
sorgulanmalıdır.
Gelecek yıllarda, öyle görünüyor ki birbirine zıt iki dinamik
rol oynayacak dünyamızda: Bir yandan, mali kaygıların
güdümünde ve bilimle teknikten kâr amacıyla yararlanan
küreselleşmiş büyük firmaların çıkarı etkisini gösterecek; öte
yandan da, bir ahlak, bir sorumluluk özlemiyle beraber,
çevrenin - insanlığın geleceği için kuşkusuz yaşamsal -
yasalarını göz önünde tutan daha adil bir kalkınma ve gelişme
özlemi ağır basacak. Bir kolektif etik çaba olmadan,
gezegenimizin acılarını dindirmek de mümkün olmasa gerek.
'Dünyamız anayurdumuzdur'
Çevreci gruplar, 60'lı yıllardan beri, fikir ya da eylemdeki
kararlılıklarıyla yığınla ülkede başarılar kazandılar; Doğu'da,
otoriter kalelerin yıkılışına yardımcı oldular. Ne var ki,
doğaya karşı işlenen cinayetleri sadece ortaya koymakla
yetinmemeli; ilk nedenlere, toplumdaki işleyiş kuralları ile
yerleşmiş değerlere kadar uzanmalı ve demokratik tartışmanın
içine çekmeli onları. Çünkü, bir çevresel ipliği
yakaladığınızda, dünya çapında bütün bir yumak çözülmeye
başlar. Ne siyasal düşünce ne de onun kurumları, bu yumağın
ve insanla doğa arasındaki bir sözleşmenin ortaya koydukları
sorunları çözecek çapta değildir. Kurumlar ise olsa olsa
uluslararası olabilirler; onların kararlarının denetimi ulusal ve
yerel otoritelere düşer. Bu demokratik zincirin hiçbir halkası
savsaklanamaz; ve söz konusu zincir, piyasanın
göz boyayıcılıklarının, kimi kazananlarla yığınla kaybedenlerin
uzağında, bütün canlı varlıklarla canlı küreyi birbirine bağlayan
dayanışmayı paylaşmış bir bilinçten alır gücünü.
Neler söylenebilir bu konuda şimdiden? Yalnız çevrenin değil,
tüm canlı topluluklar ile onların içinde yaşadıkları
fizikokimyasal bütünün uğradığı felaketler ortamında,
yerkürenin yaşaması için, ilk akla gelen, piyasanın gücü ve
diktatörlüğünü sorgulamak; ve yerleşik çıkarlar ile egemen
düşünce biçimlerinin korkunç ortaklığına karşı çevrebilimsel
bir seçimde bulunmaktır. Sonra, gönenç kavramını da gözden
geçirmeli.
Bunun gibi, ekonomi de, çok yönlü, dinamik ve içinde yer
aldığı dünyayla birlikte evrilir olmalı. Bu bilim dalı, insanların
hizmetinde olup onların yazgılarına hükmeden bir şey değildir.
Ama belki asıl kurtarıcı sıçrama, insan olarak, insanlarla,
başka canlılarla, giderek doğayla olan ilişkilerimizi kökünden
değişikliğe uğratmak olsa gerek. Çevrebilimin, çevrebilim
bilincinin önemi işte burada karşımıza çıkıyor.
Özetle, dünyamız - fiziksel ve biyolojik yanlarıyla - bir
bütünlük içindedir; kimliği budur onun. Ve dünyamız, Edgar
Morin 'in doğru ve duygulandırıcı üslubuyla söylemiş olalım, ''
Üzerinde oturduğumuz bir yer olmaktan çok daha fazla bir
şeydir: Bizim evimiz, ondan da öte anayurdumuzdur o.
Kuşkusuz uzaklara gidebileceğiz, başka dünyaları ele
geçirebileceğiz. Ama burada kendi evimizde ve
yurdumuzdayız; bitkilerimiz, hayvanlarımız, ölülerimiz,
yaşamlarımız, giderek anılarımız var burada. Onu koruyup
saklamalı, karşılaştığı tehlikelerden de kurtarmalıyız. Bu
yolda
bilimlerin, gerekiyorsa dinlerin ve ahlakların gerçeklerine de
çağrıda bulunacağız. Aydınlanma Çağı, bütün insanlara
seslenerek hümanist düşünceyi doruğuna çıkarmıştı. Ona tüm
canlı varlıklara acımayı, kardeşliği, dahası enternasyonalist
kardeşliği eklemeliyiz!'' Gelip vardığımız noktada, bütün
insanları, kendi aralarında ve hepsini de doğaya bağlayacak -
dünya çapındaki - yeni dayanışma bilincinin temeli işte budur.