Karanlık, yoğun bir günün ardından
Philadelpia Sanat Müzesi...
– Öğrenciler, sanat severler,
meraklılar, herkes gitmişti; güvenlik kameralarını izleyen memur da
uyuyordu. Ortalık böyle sakinken salonun loş ışıkları arasında bir
ses yankılandı: Niçin hapşır mıyorsun Rose Sélavy? Bu onun adıydı,
Marcel Duchamp ona bu adı vermiş olup onu bir kafesin içine konulmuş
bir yığın mermer küpten oluşturmuştu. Seslenen LHOOQ ise Leonardo da
Vinci’nin Monalisa’sına eklenmiş bıyığı olan bir resimdi,
konuşmasını sürdürdü:
– Biliyor musun senin ismin çok garip?
‘Niçin Hapşırmıyorsun Rose Sélavy’ Gerçi hepimizinki garip, ilginç
ama nasıl söyleyeyim seninki bana çok saçma geliyor, anlamını
bulamıyorum, belki sen biliyorsundur diye düşündüm.
– Ben de bilmiyorum, bir çok
eleştirmen de Duchamp’a bu soruyu sormuştu, her seferinde çok
heyecanlandım öğrenebilirim diye ama o sadece bakar, gülümser ve
başka şeylerden bahsederdi. Tek bildiğim senin de bildiğin gibi Rosa
Sélavy isminin daha bir çok yapıtında geçiyor olması, bu ismin onun
kadın kişiliğinin karşılığı olarak geliştirdiği bir ad olduğu
söyleniyor; Ama sana şunu söyleyeyim, bilsem de bilmesem de ben
halimden memnunum, karşıma gelen insanların bana nasıl baktıklarını
görüyorum. Sen benim ismimle uğraşacağına kendine bak! Şu uçları
yukarıya kıvrılmış bıyıkların Monalisa’nın güzelline hiç yakışmamış,
uymamış, asıl sen bu halinle çok garipsin; Leonardo seni görseydi
eminim Dushamp’ı ve seni yok etme makinesini de icat ederdi!
– Zavallısın Niçin Hapşırmıyorsun
Rosa Sélavy, üstelik sanattan hiç anlamıyorsun, eğer anlasaydın
benim varolmamla Post-modern resmin gözlerinin açıldığını bilirdin.
Senin varolma nedenin ne bana onu söyle!?
– İnan varoluş problemleriyle
uğraşacak vaktim yok, farklı olmak benim tüm vaktimi alıyor, ama
yine de bir sanat yapıtı olarak şu post-modernizm ile
ilgilenebilirim, anlat bakalım neler biliyorsun!?
– Şey... adı üstünde, ‘Post-modernizm’,
Modernizm sonrası, yani modernizmin sonucu, gelişmiş hali de
sanılabilir ama değil, tam tersine modernizmin inkarı, reddi!
Biliyorsun, modernizm kaynağını insandan, bireyden alan anlayış ve
insanlar ne kadar farklı olursa olsun sonunda insan kimliği altında
birleşiyorlar ve modernizm de bunu önemsiyor, böylece kendine kaynak
olarak insanların yarattığı herhangi bir şeyi ya da bir şeyleri
alıyor ve onu kendi içinde tanınmayacak hale getirene kadar, yani en
uç noktaya kadar değiştiriyor ve böylece modern yapıt ortaya çıkmış
oluyor, bu özelliğiyle geçmişten ya da günümüzden aldığı kaynağı
geleceğe taşımış oluyor ve böylece bu gün içinde gelecek
yaratılıyor.
– Biraz yavaş! Çok hızlı gidiyorsun
kafamı karıştırdın! Modernizm insanı merkez alıyor dedin ve bu
günden bahsettin, bildiğim kadarıyla insanı merkez alma en belirgin
hatlarıyla Rönesans’ta ortaya çıktı, yani bu bağlamda modern sanat
15.yy’ da mı doğdu?
– Hem evet hem hayır.
– Harikasın çok iyi açıkladın!
– Hemen alay etme, bu çok girift bir
konu, lafımı ağzıma tıkmaya devam edersen hemen susarım!
– Yo yo! Lütfen devamet, dinliyorum
– ‘Evet’ diyorum, 15.yy Rönesans’ında
Hümanizmle başladı ve bu gün bambaşka şekilde aynı özünde devam
ediyor, bambaşka diyorum çünkü modern sanat kendini yeniliyor.
Yeniledikçe de dünün moderni bu gün için modası geçmiş sayılıyor.
Tıpkı Empresyonizm’e olduğu gibi. Empresyonist resim modern resmin
beşiği sayılırken bugün nostaljik bir anlam ifade ediyor.
– O halde sen Monalisa halinle
modern, şu bıyığınla birlikte daha modern oluyorsun.
– Hayır hayır öyle değil. Monalisa
halimle düne göre modern bu güne göre ise klasik oluyorum, bıyığıma
gelince, onunla birlikte post-modern oluyorum. Çünkü post-modernizm
en genel anlamıyla eklektiktir, yani bu halimle bir bütünüm fakat
beni parçalara ayırman mümkün , bütün parçalarım kendi başınalığını
koruyor ve bu halleriyle bir bütünde birleşiyor. Ben de bu halimle
kolay tanınan primitif bir post-modern resimim ama görüyorsun
günümüzde çok karmaşık aynı zamanda da eklektik oluşumlar,
yapıtlar var, ileride de olacaktır.
– Bu anlattıklarına göre post-modernizm
de modernizmde olduğu gibi köklerini insanlardan alıyor ama onları
günümüz modern sanatındaki gibi tanınmayacak hale getirmiyor, nasıl
söylesem... alış-veriş yapar gibi her şeyi çantasına dolduruyor,
öyle mi ?
– Örneğin hiç hoşuma gitmedi ama
anlayabileceğin kadar basit bir örnek olduğundan devam edeceğim,
şöyle düşün: bir sebze çorbası yapacaksın, öncelikle alış veriş
yaparak sebzeleri almalısın.
– Malzemeleri çorba yapmadan önce
alman gerekiyorsa, sanırım burada sebzeler aynı yerde olsalar da
kendi başınalıklarını, tatlarını, görüntülerini koruduklarından
post-modern eklektizmi , sebze çorbası da tatlar ve sebzeler
birbirlerine karışıp kendi başınalıklarını yitirdiklerinden
modernizmi ifade ediyor. Bu durumda post-modernizm modernizmden önce
mi gelmeliydi? Yani modernizmin yapmaya çalıştığı şey alınmamış
sebzelerden sebze çorbası yapmak mıydı? Hatta o çorbayı içmek miydi?
– Çorba yapmayı ya da içmeyi bırak onu
çorbalıktan çıkarıp çözümsüz hale getirip mesela çorba şarabı
yapmaktı, yada sebze çorbalı radyo!
– O da ne öyle?
– Bilmiyorum, zaten bir modern yapıta
bakanlarda onun tam olarak ne olduğunu, kaynağını nereden aldığını
bilmiyorlar. Sanatçı yaşadığı dünyadan bir şeyleri alıyor kendi
içinde kendi algıları, sezgileriyle ve yönelimleri ile onları
değiştirip kendi sembollerini yaratıyor. Gaugoin’in resimlerini
düşün, bir çok sembolle örülmüş ve eğer kendisi o sembollerin ne
anlama geldiğini söylemeseydi hiçbir zaman ne anlama geldiğini
bilmeyecektik ama yine de izleyen insanlara bir şeyler hissedecekti,
bu da çok doğal çünkü şu yada bu şekilde insanı anlatıyor,
insanların duygularını, iç dünyalarını anlatıyor.
– Sağol, varol, iyi anlattı ama
soracağım birkaç şey daha var: Modernizm ilericilikle sıkı sıkıya
bağlı, öyle değil mi?
– Öyle.
– O halde modern sanat da ilerici bir
sanat, yani kendinden öncekilerin önüne geçmiş ve geçecek olan bir
sanat öyle mi?
– Evet öyle
– Peki post-modern sanat modern
sanatı inkar mı ediyor, ona karşımý.
– Evet.
– Ha ha işte kendi ağzınla söyledin!
Yani diyorsun ki post-modern sanat ilerlemenin karşısında, yani
gerici! Evet ge-ri-ci!!
– Ben öyle bir şey söylemedim!
– Evet söyledin, herkes duydu,
duydunuz değil mi?!
Dushamp’ın eserleri hep bir ağızdan
‘evet’ diyerek cevap verdiler, fakat içlerinden biri konuşmak için
izin istedi ‘seni dinliyoruz Bisiklet Tekerleği’ dedi niçin
Hapşırmıyorsun Rosa Sélavy.
– Ben ‘evet diyorum’ demekle birlikte
sana pek katılmadığımı söylemek istiyorum, pek katılmıyorum diyorum
çünkü katıldığım yanların da var. Söylediğin gibi modernizm ilerici
bir anlayış ve post-modernizm de ona karşı, ancak aklıma bir olay
geldi. 15 temmuz 1972’de St. Lovis’de (Missouri) düşük gelirli
insanlar için planlanmış ödüllü Pruitt-lgoe konutları insanların
yaşamasına uygun olmadığı gerekçesiyle dinamitlenerek yıkılmıştı ve
bu olay Charles Jencks tarafından modern mimarinin ölümü ve
post-modern mimarinin de doğumu olarak ilan edildi. Çünkü modern
yapıtlar adı altında o kadar mekanik, sistematik, soğuk görünüşlü ve
modern çağın hızına uygun yapılar mantar gibi bitivermişti ki
birileri buna karşı çıkma gereği duydu ve sözüm ona bu modern
yapılara karşı estetiği savundular, bu durumda post-modern sanat,
sanata, modern sanattan daha çok sahip çıkmış olmuyor mu?
– Malzemeleri çorba yapmadan önce
alman gerekiyorsa, sanırım burada sebzeler aynı yerde olsalar da
kendi başınalıklarını, tatlarını, görüntülerini koruduklarından
post-modern eklektizmi , sebze çorbası da tatlar ve sebzeler
birbirlerine karışıp kendi başınalıklarını yitirdiklerinden
modernizmi ifade ediyor. Bu durumda post-modernizm modernizmden önce
mi gelmeliydi? Yani modernizmin yapmaya çalıştığı şey alınmamış
sebzelerden sebze çorbası yapmak mıydı? Hatta o çorbayı içmek miydi?
– Çorba yapmayı ya da içmeyi bırak onu
çorbalıktan çıkarıp çözümsüz hale getirip mesela çorba şarabı
yapmaktı, yada sebze çorbalı radyo!
– O da ne öyle?
– Bilmiyorum, zaten bir modern yapıta
bakanlarda onun tam olarak ne olduğunu, kaynağını nereden aldığını
bilmiyorlar. Sanatçı yaşadığı dünyadan bir şeyleri alıyor kendi
içinde kendi algıları, sezgileriyle ve yönelimleri ile onları
değiştirip kendi sembollerini yaratıyor. Gaugoin’in resimlerini
düşün, bir çok sembolle örülmüş ve eğer kendisi o sembollerin ne
anlama geldiğini söylemeseydi hiçbir zaman ne anlama geldiğini
bilmeyecektik ama yine de izleyen insanlara bir şeyler hissedecekti,
bu da çok doğal çünkü şu yada bu şekilde insanı anlatıyor,
insanların duygularını, iç dünyalarını anlatıyor.
– Sağol, varol, iyi anlattı ama
soracağım birkaç şey daha var: Modernizm ilericilikle sıkı sıkıya
bağlı, öyle değil mi?
– Öyle.
– O halde modern sanat da ilerici bir
sanat, yani kendinden öncekilerin önüne geçmiş ve geçecek olan bir
sanat öyle mi?
– Evet öyle
– Peki post-modern sanat modern
sanatı inkar mı ediyor, ona karşımı.
– Evet.
– Ha ha işte kendi ağzınla söyledin!
Yani diyorsun ki post-modern sanat ilerlemenin karşısında, yani
gerici! Evet ge-ri-ci!!
– Ben öyle bir şey söylemedim!
– Evet söyledin, herkes duydu,
duydunuz değil mi?!
Dushamp’ın eserleri hep bir ağızdan
‘evet’ diyerek cevap verdiler, fakat içlerinden biri konuşmak için
izin istedi ‘seni dinliyoruz Bisiklet Tekerleği’ dedi niçin
Hapşırmıyorsun Rosa Sélavy.
– Ben ‘evet diyorum’ demekle birlikte
sana pek katılmadığımı söylemek istiyorum, pek katılmıyorum diyorum
çünkü katıldığım yanların da var. Söylediğin gibi modernizm ilerici
bir anlayış ve post-modernizm de ona karşı, ancak aklıma bir olay
geldi. 15 temmuz 1972’de St. Lovis’de (Missouri) düşük gelirli
insanlar için planlanmış ödüllü Pruitt-lgoe konutları insanların
yaşamasına uygun olmadığı gerekçesiyle dinamitlenerek yıkılmıştı ve
bu olay Charles Jencks tarafından modern mimarinin ölümü ve
post-modern mimarinin de doğumu olarak ilan edildi. Çünkü modern
yapıtlar adı altında o kadar mekanik, sistematik, soğuk görünüşlü ve
modern çağın hızına uygun yapılar mantar gibi bitivermişti ki
birileri buna karşı çıkma gereği duydu ve sözüm ona bu modern
yapılara karşı estetiği savundular, bu durumda post-modern sanat,
sanata, modern sanattan daha çok sahip çıkmış olmuyor mu?
Niçin Hapşırmıyorsun Rosa Sélavy cevap
veremedi, sustu, bunun üzerine LH00Q hemen söze atıldı:
– Niçin konuşmuyorsun Rosa Sélavy?!
yoksa hapşıracak mısın?
Bütün eserler katıla
katıla gülmeye başladı, Bisiklet Tekerleği de onları uyardı. ‘Susun’
dedi, ‘görevliyi uyandıracaksınız’ sonra konuşmasına devam etti:
Gerçi bu etkili dinamitli başlangıcın
öncesi de var. Amerikalı Mimar Robert Venturi 1966’da modernizmi
reddetmiş ve onların ‘azlık çokluktur’ deyimine karşı ‘azlık can
sıkıcıdır’ demiştir. Modernist görüşe göre ‘biçimleri yaratan
işlevler zamanla değiştiğinden onlarla birlikte biçimlerde ortadan
kalkmak zorundaydı’. Post-modern mimari ise biçimleri işlevlerinden
bağımsız olarak değerlendirdiği için eski dönemlerde ve üsluplarda
görülen biçimleri yeni yapılarda uygulamanın yanlış olmadığını,
hatta öyle yapmak gerektiğini savunmuşlardır.
LHOOQ mutlu bir ifadeyle konuştu:
– Çok iyi anlattın, ağzına sağlık,
sanırım artık post-modernizmi iyice anladık.
– Hayır hayır! Bu kadar kolay bu kadar
basit, açık değil. Ben sadece post-modern mimariden, sen de az önce
resimden bahsettin ki bunun daha edebiyatı, sineması, müziği, günlük
hayattaki yansımaları, sistemi, falanı filanı var! ama onlara
korkarım şimdi değinmeyeceğiz. Konunun bizi ilgilendiren kısmına
geri dönersek iyi olur, post-modern resimden biraz daha bahsedelim.
Az önce sizi dinledim, post-modern resmin-genel olarak post-modern
sanatı da algılayabiliriz.
– En önemli özelliklerindeki eklektik
oluşuna değindiniz, bence buna bir de eskiyle yeninin birleşmesini
eklemek gerekir, bundan anlayacağınız şey şu:
Post-modern sanat ileriye doğru adım
atarken arada bir durup geriye dönüyor ve oradan aldıklarını önünde
görüp aldıklarıyla yan yana getiriyor. Bilmem Carlo Maria
Martani’yi tanır mısınız? Onun ‘Yok Olan Mutlu Ülkenin Resmi’ adlı
yapıtı post-modern resme iyi bir örnektir. Resimde Poussin’nin eski
resimleri üzerinde bu günün elbiseleri giydirilmiştir.
André Durand adındaki sanatçı da
Manhattan’nın gökdelenlerinin görüldüğü bir manzara karşısında, su
kenarın da oturan, yatan iki bin yıl öncesinin Yunanlılarını,
resmetmiştir ve Yunan mitine gönderme yapmýþtýr. Post-modern müzikte
de durum pek farklı değil, bu müziğin önemli temsilcilerinden Peter
Gabriel tutunduğu yolun hakkını veriyor bence, mesela benim çok
sevdiğim bir albümü olan ‘Passion’ da Ermeni müziğinin geleneksel
çalgısı olan duduk (mey)la icra edilen geleneksel
melodilerin yanına elektronik modern ensturmanların modern seslerini
getirmiştir. Heykel sanatında da aynı şeyleri görürüz, karma
objelerle oluşturulmuş yapıtlara sık sık rastlarız, ayrıca
teknolojiden de olabildiğince yararlanılmıştır. Ama diyorum ya
post-modern sanat bu kadar açık seçik kendini anlatmaz, bakın şimdi
bir örnek daha vereyim: Robert Graham’ın başsız gövdeli heykeli de
post-modern bir yapıttır. Graham, bir şeyleri yan yana getirmek
yerine bildiğimiz eski bir varlıktan önemli bir şeyi alıyor ve onun
eksik kalmışlığından duyduğumuz etkiyi bize hissettiriyor, yeniyi
bir varlık olarak kullanmadan bunu başarıyor, belki de eskinin
günümüzdeki eksikliğini bir yenilik olarak alıyor, farkındaysanız
hemen tanıyacağımız post-modern yapıtlar olduğu gibi zor tanınan
yapıtlar da var. Aklıma şimdi gelen birinden, İspanyol ressam Juan
Mıro’dan da bahsedeyim. Biliyoruz ki hiç kuşkusuz modern resmin
karakteristik bir temsilcisi. Resimlerinde insanın yalnızlığı,
çaresizliğini genellikle geometrik şekillerle anlatmıştır. Bu
şekiller gerçek yaşamdan çok farklıdır, iç içe girmiştir,
kaynaşmıştır, görülüyor ki biçimselliği ile modernisttir.
Resimlerinin içeriğine baktığımızda da aynı şeyi görürüz, insanların
yalnızlığını çaresizliğini yani iç dünyamızın sorunlarını
anlatmıştır. Bunlar da modernizmin sorunlarıdır, ancak bu sorunlar
post-modernist kuramcılar tarafından da incelenmiş, konu olunmuştur,
buradan anlıyoruz ki modernizm post-modernizmle kimi zaman el ele
verebiliyor, tıpkı birbiriyle savaşan insanların aynı havayı
solumaları, aynı yer için savaşmaları gibi. Belki sıkıldınız ama
aklıma iyi bir örnek daha geldi, bunu da dinleyin: Önceleri
modernist olup sonradan post-modernizmi kendine yol seçen mimar
Johnson’ın inşaa ettiği New York AT&T binası da böyle bir karmaşaya
katılıyor. Bina genel havasıyla modern bir gökdelen görünümündedir
ama Johnson bununla yetinmeyip binanın üzerine Chippendale tarzında
tepeliksiz bir alınlık oturtarak ona birden şu eski guguklu
saatlerin üzerindeki alınlık görüntüsü kazandırıp esprili bir
post-modern bina görünümü vermiştir, burada da biçimin kendi içinde
modern post-modern çelişmesini görüyoruz ve tam bu noktada post-modernizmin
modernizmi de içine alarak genişlediği hissine kapılıyoruz. Böylece
post-modernizmin kendi tanımı içinde yer alan eklektik olma özelliği
güçlenirken modern karşıtı tavrından ödün veriyor sanki ya da
vermiyor, belki de onu küçümsüyor, kim bilir, gel de çık işin
içinden!
LHOOQ beş dakika önceki sevinçli
halinden iz kalmadan söylendi:
– O halde bu durumda bir çok şeyin,
yapının kimliğini tanımlamak çok zor!
– Çoğu zaman zor, kimi zaman da
imkansız. Bu karmaşa ve içinden çıkılmazlık post-modernizmin sadece
sanat alanındaki karmaşası da değil, incelendiğinde görülür ki bu
kavram yaşamın her alanında karşımıza farklı farklı renklerde
çıkıyor, kimi zaman kırmızı, yeşil, mor ya da sarı kimi zamanda
siyah, beyaz turuncu, mavi ya da hepsi, neyse, sanırım daha fazla
uzatmaya gerek yok çünkü devam etsek inanın günlerce, hatta
haftalarca belki de aylarca konuşmamız gerekecek, bu yüzden biraz da
kendimizden daha doğrusu en belirgin kimliğimizden ‘dada’
dan bahsedelim, acaba bizleri diğer sanat eserlerinden ayıran neler
var, bizler nasıl doğduk, neyiz, kimiz, nasıl sanat eserleriyiz?
Tuzak adlı eser çok kızıp
öfkeyle ekledi:
– Duchamp sanat eseri dediğinizi
duysaydı çok üzülürdü! Kızardı!
– Niyeymiş o?
– O her şeyden önce ‘sanata’ karşıydı.
Bizi de sanata karşı çıktığı için yarattı.
– Anlaşılan etrafta konuşup duran
insanları çok ciddiye almışsın, belli ki ‘karşı sanat’ sözünü sık
sık duymuşsun, ama işin aslı şu: Duchamp sanata karşı değildi o
sanatı sadece kabul ettikleri estetik kurallarına göre
eleştirenlere, sanatı sadece estetik sananlara, estetiği güzel
olanla sınırlayanlara ve bu kadarla sınırlı olan sanata karşıydı,
onun için sanat öyle küçük, dar bir kalıp değildi sanat çok daha
özgür, yenilikçi, devrimci bir olguydu ve bunu kanıtlamak için
bilinen ve kutsal bir varlıkçaymışçasına değiştirilmeden korunmaya
çalışan sanata karşı çıktı. Duchamp bu tavrıyla 1913’de birer ready
made (hazır madde) olan bizleri yarattı ve dada hareketinin ilk
adımını attı. Genel olarak Dadacılık 1.Dünya Savaşının getirdiği
yıkıcı ortamda bir yansıma ve karşı çıkış olarak doğdu. Bu harekete
öncülük eden aydın ve sanatçılara göre sanatçıların toplumda
yerleşmiş değerlere göre yapıt üretmeleri bu yozlaşmış ve kokuşmuş
düzene para karşılığı hizmet vermek demekti ve bu durumda basit ve
satılmış araçlara dönüşüyorlardı. Bu noktadan yola çıkan Alman
yazarlar Hugo Ball ve Rıchard Huelsenbeck, Romen şair Tristan Tzara
ve Alsaslı heykeltıraş Jean Arp 1916’da Zürich’teki Cabaret-Voltaire
adlı bir eğlence yerinde giriştikleri çeşitli etkinliklerle dada
hareketini başlattılar.
Dada ismi de bu harekete
çok uyarak tesadüfen bulundu. Tzara ad bulmak amacıyla Fransızca -
Almanca bir sözlükten gelişi güzel bir sayfa açmış karşısına ‘dada’
sözcüğü çıktığında onu seçmiştir. Fransızca bir sözcük olan dada
çocukların üstüne binerek ‘deh deh’ diye sürdükleri ‘tahta at’
anlamına gelir. Girişilen bu harekette tesadüfilik ve alakasızlık
mevcut yapıya karşı çıkışın felsefesiyle yoğruluyor ve ortaya çoğuna
anlam verilmeyen yapıtların yanında derin anlamlar içeren yapıtlar
da çıkıyordu. Duchamp’ın beni yaratmasında da öğelerin hepsinden
biraz vardı. Şu bisiklet tekerleğimle alt kısmımdaki tabure:
alakasız iki obje, bu iki farklı objeden sözgelimi bisiklet
tekerleği belli bir amaç için geliştirilmiş bir sanayi ürünü iken
gerçek işlevinden soyutlanarak yeni ve çarpıcı bir sanat eserinin en
önemli parçası olmuştur.
Adı Çeşme olan pisuar heyecanla söze
atıldı:
– Ben de kendim için aynı şeyleri
düşünmüştüm. İyi hatırlıyorum 1917 senesiydi, fabrikadan doğalı
dört ay olmuştu ve diğerleriyle birlikte nalburlara satılan basit
bir pisuardım. Nalbura giren her müşteriyi incelerdim, Duchamp’ı da
inceliyordum ki o birden beni işaret etti, o an işte üzerime
işeyecek olan adam diye düşündüm içimden, ona karşı öfke ve
ezilmişliği aynı anda yaşadım, hemen ardından da ya beni umumi bir
tuvalete yerleştirse dedim, o an içime bir korku girdi ve az önce ki
duygularım değişerek ona bir kurtarıcı gibi baktım ve içimden
yalvardın ne olur beni bir tek sen kullan! Siz bilmezsiniz pisuar
olmak korkunçtur. Neyse uzatmadan anlatayım, beni aldı ve beraber
atölyesine gittik, sonra üzerimi R.Mutt takma adıyla imzaladı ve
1917 yazdı, adının bu olmadığını M.Duchamp olduğunu sonradan
öğrendim, adımı pisuar değil de ‘çeşme’ koydu, sonrada New York’ta
açılan bağımsızlar sergisine yolladı ancak beni kabul etmediler,
geri çevirdiler, Duchamp buna çok kızdı ve bu serginin seçici
kurulundan ayrıldı.
“Evet biliyorum” diyerek
devam etti bisiklet tekerleği:
– sonra da Mon Roy ve
fotoğrafçı A.Streglitz’in yayımladığı 291 adlı derginin yayın
yönetmenliğini üstlenerek Dadacılık’ın ABD’de de yayılmasına öncülük
etti. Sonra Avrupa’ya döndü ve 391 adlı dergiyi yayımlamaya
başladı; bu dergi Barselona, New York, Zürich ve Paris’te aynı
zamanda çıkmaya başladı. Dadacı bir anlayışla ve büyük bir
kötümserlikle her türlü yerleşmiş değere saldırdı, bir arada
Tzara’nın yayın yönetmenliğini yaptığı Dada adlı bir dergide
çalıştı.
Dada böylece kısa zamanda
bir çok ülkenin yerleşmiş sanatına kafa tutacak güce erişti,
uluslararası bir özellik kazandı ve hiç beklemediği halde uzun süre
etkili oldu, halada oluyor.
“Ben dada da kelimelerle
yapıtlar arasındaki bağa değinmek istiyorum” dedi. Taze Dul adlı
çizim:
– Duchamp’ın az önce bahsettiğiniz
objeleri işlev dışı kullanarak yeni yaratılara ulaşması gibi
kelimelerinde işlevlerini değiştirip yapıtlarıyla birleştirerek
farklı, şaşırtıcı bağlamlar kurduğunu kendim incelediğimde anladım.
İngilizlerin Fransız penceresi (Frenc Window) olarak
adlandırdıkları yalancı balkonu yani beni çizdi ve adına ses uyumu
açısından benzer bir çağrışım yapan Fresh Window (Taze Dul) adını
verdi.
Bisiklet Tekerleği,
tekerleğini aşağıya doğru döndürerek Taze Dul’u onayladı bir şeyler
ekledi:
– Kurt Schwitters’de ‘Merz’
yapımlarıyla ünlendi ve Fransızca’da ‘bak’ anlamına gelen ‘merde’yi
çağrıştırıyordu. Onun merz resmileri döküntülerden yaptığı çevre
düzenlemeleri, merz somut şiirleri, gösterileri, yeni alfabesi ve
daha fazla yapıtları sonraları her post-modern yapıtın kökünde yer
aldı.
Çeşme lafa girdi:
– Şiirden bahsedildiğinde aklıma
geldi, dadacı şairler ceplerine yazdıkları kelimeleri doldururlarmış
sonrada, sonrada tesadüfen çekip birleştirir ve şiirleri
yazarlarmış!
– Evet tesadüfilik daha öncede
söylediğimiz gibi dadanın vazgeçilmez bir öğesi. Doğaçlamada öyle
hatta Tzara doğaçlamadan şöyle bahseder ‘Şimdi size lazım olan
doğaçlamadır’
“İyi söylenmiş, sende iyi
hatırlattın, izin verirseniz benimde söylemek istediğim bir iki şey
var” dedi; yaşlı ‘Çikolata Ezme Makinesi’
– Seviniriz lütfen.
– sanırım Kurt Schwitters’in
kolajlarında da bahsetmek yerinde olur, onun kolajları bence
oldukça önemlidir. Paket kağıtları tramvay biletleri gibi günlük
yaşamın artık nesneleriyle yaptığı kolajlarında geleneksel sanat
araçlarına tepkisini yansıttı bu arada kolajı kullanan tek dadacı o
değildi özellikle de Berlin’de açıktan açığa siyasi bir nitelik
kazanan dada, günün bir çok sorununu bilinçli olarak içeren bir
sanat yapıtı anlayışına yöneldi. Kübist kolajlardan etkilenerek
geliştirdikleri fotomontaj teknikleriyle günlük gazete kesitlerini
siyasal imgeler uyandıracak şekilde bir yan yana getirdiler. Bu
bilinçli sentez olgusu dadanın kendi içindede farklı yanlarının
olduğunu gösteriyor.
“Evet, çok doğru diye
Bisiklet Tekerleği sözü aldı:
– Bir farklılık da, ortaklaşa üretilen
ve yapılanların bireysel özelliklerini yansıtmayan üslupsuz bir
sanat yapıtı yaratma düşüncesiydi. Özellikle J.Arp ortaklaşa yapılan
bu çalışmaların üstüne gitmiştir. Kendisi de bir sanatçı olan eşi
Sophie Taevber de onunla birlikte bu yönde ürünler vermiştir.
Çeşme birden lafa girdi:
– Üzgünüm lafınızı böldüm, bir şeyi
merak ediyorum da, biraz alakasız ama sormazsam unutmaktan
korkuyorum.
– Tamam, sor hadi.
– Şu Max Ernst necidir? Sağdan soldan
duyuyorum kimi dadacı diyor kimide sürrealist, ikisi aynı şey mi
demek?
‘Hayır’ dedi Çukulata Ezme
Makinesi :
– İkisi ayrı şeyler ama kardeş
sayılırlar: Önce Max Ernst’den başlayalım ama bu konuyu kısa
keselim, vakit epey ilerledi yarın hafta sonu bir hayli izleyicimiz
olacak, dinlensek iyi olur. Mex Ernst önemli bir dadacıydı, hatta
köln’de dadacılık 1920’de onunla başladı, fakat sonraları sürrealist
yani gerçeküstücü olmuştur. Aslında bu pek garip değildir. Çünkü
sürrealist resmin köklerinin bir kısmı dada dan beslenirken bir
kısmı da metafizik resminden beslenir. Bu nedenle de dadacı
sanatçıların sürrealizme ister istemez çok katkısı olmuş bir çoğu da
kendilerini sürrealizmin içinde bulup bu yönde sanat eserleri
vermeye girişmişlerdir. Mesela Picabia 1921’de dadacılardan
ayrıldı, onu Breton izledi ve bu ayrılışların devamı geldi.
– Yani dada bitti mi?
– Yok yok olmaz böyle bir şey korkma.
Dada eskisi gibi ilgi çekmese de yaşamaya devam ediyor ve edecek
gibi de görünüyor, çünkü savaşlar krizler, karmaşalar, bunalımlar,
buhranlar, acılar, baskılar, katliamlar bitecek gibi görünmüyor;
eğer bir mucize olurda biterse tüm bunlar yinede izleri kalır yok o
izlerde silinirse o karşı çıkacak korkak, tutucu bir düzen yada
bilemeyeceğim, tahmin edemeyeceğim başka bir şey bulur emin ol!
Çeşme buruk bir tavırla,
yorgun yorgun konuştu:
– Bu söylediklerinden sonra dadanın
yaşaması iyimi kötümü pek anlayamıyorum, kafam karıştı. ‘İyidir iyi’
diye cevap verdi uzun zamandır konuşmayan Niçin Hapşırmıyorsun Rosa
sélavy, hapşırman geçmiş galiba.
Yine gülüşmeler başladı, hepsi keyifli
keyifli, katıla katıla gülüyor kimi gülerken tekerleğini hızla
döndürüyor, kimi kendini bir sağa bir sola yatırıyor, kimi
çerçevesini sallıyor, kimi de yerinde zıplıyordu. Bu gülüşmeler,
tıkırtılar, tokurtular geceye karışıyor, azala azala diniyordu, o
sırada kameraları izlemesi gereken görevli uykusundan sıçrayarak
uyandı, kameralara şöyle bir göz attı ama her şey bitmişti, yinede
daha dikkatli baksaydı bisiklet tekerleğinin hala döndüğünü
görecekti.
Duchamp ona ne yazık ki fren
takmamıştı, galiba o bile can kattığı nesnelerin böylesine canlı
olabileceğini hiç tahmin etmemişti.