dB yazı odası

Ana Sayfa + dB Yazılar Listesi

 
POST – DÜNYA       FİD – DÜNYA  HASENETEN

Volkan Yalazay
dB kapsama alanı
 
2003 dB ©

 

Karanlık, yoğun bir günün ardından  Philadelpia Sanat Müzesi...

– Öğrenciler, sanat severler, meraklılar, herkes gitmişti; güvenlik kameralarını izleyen memur da uyuyordu. Ortalık böyle sakinken salonun loş ışıkları arasında bir ses yankılandı: Niçin hapşır mıyorsun Rose  Sélavy? Bu onun adıydı, Marcel Duchamp ona bu adı vermiş olup onu bir kafesin içine konulmuş bir yığın mermer küpten oluşturmuştu. Seslenen LHOOQ ise Leonardo da Vinci’nin Monalisa’sına eklenmiş bıyığı olan bir resimdi, konuşmasını sürdürdü:

– Biliyor musun senin ismin çok garip? ‘Niçin Hapşırmıyorsun Rose Sélavy’ Gerçi hepimizinki  garip, ilginç ama nasıl söyleyeyim seninki  bana  çok saçma geliyor, anlamını bulamıyorum, belki sen biliyorsundur diye düşündüm.

­­– Ben de bilmiyorum, bir çok eleştirmen de Duchamp’a bu soruyu sormuştu, her seferinde çok heyecanlandım  öğrenebilirim diye ama o sadece bakar, gülümser ve başka şeylerden bahsederdi. Tek bildiğim senin de bildiğin gibi Rosa Sélavy isminin daha bir çok yapıtında geçiyor olması, bu ismin onun kadın kişiliğinin karşılığı olarak geliştirdiği  bir ad olduğu söyleniyor; Ama sana şunu söyleyeyim, bilsem de bilmesem de ben halimden  memnunum, karşıma gelen insanların bana nasıl baktıklarını görüyorum. Sen benim ismimle uğraşacağına kendine bak! Şu uçları yukarıya kıvrılmış bıyıkların Monalisa’nın güzelline hiç yakışmamış, uymamış, asıl sen bu halinle çok garipsin; Leonardo seni görseydi eminim Dushamp’ı ve seni yok etme makinesini de icat ederdi!

– Zavallısın  Niçin Hapşırmıyorsun  Rosa  Sélavy, üstelik sanattan hiç anlamıyorsun, eğer anlasaydın benim varolmamla Post-modern resmin gözlerinin açıldığını bilirdin. Senin varolma nedenin ne bana  onu söyle!?

– İnan varoluş problemleriyle uğraşacak vaktim yok, farklı olmak benim tüm vaktimi alıyor, ama yine de bir sanat yapıtı olarak şu post-modernizm ile ilgilenebilirim, anlat bakalım neler biliyorsun!?

– Şey... adı üstünde, ‘Post-modernizm’, Modernizm sonrası, yani modernizmin sonucu,  gelişmiş hali de sanılabilir ama değil, tam  tersine modernizmin inkarı, reddi! Biliyorsun, modernizm kaynağını insandan, bireyden alan anlayış ve insanlar ne kadar farklı olursa olsun sonunda insan kimliği altında birleşiyorlar ve modernizm de bunu önemsiyor, böylece kendine kaynak olarak insanların yarattığı herhangi bir şeyi ya da bir şeyleri alıyor ve onu kendi içinde tanınmayacak hale getirene kadar, yani en uç noktaya kadar değiştiriyor ve böylece modern yapıt ortaya çıkmış oluyor, bu özelliğiyle geçmişten ya da günümüzden aldığı kaynağı geleceğe taşımış oluyor ve böylece bu gün içinde gelecek yaratılıyor.

– Biraz yavaş! Çok hızlı gidiyorsun kafamı karıştırdın! Modernizm insanı merkez alıyor dedin ve bu günden bahsettin, bildiğim kadarıyla insanı merkez alma en belirgin hatlarıyla Rönesans’ta ortaya çıktı, yani bu bağlamda modern sanat 15.yy’ da mı doğdu?

– Hem evet hem hayır.

– Harikasın çok iyi açıkladın!

– Hemen alay etme, bu çok girift bir konu, lafımı ağzıma tıkmaya devam edersen hemen susarım!

– Yo yo! Lütfen devamet, dinliyorum

– ‘Evet’ diyorum, 15.yy Rönesans’ında Hümanizmle başladı ve bu gün bambaşka şekilde aynı özünde devam ediyor, bambaşka diyorum çünkü modern sanat kendini yeniliyor. Yeniledikçe de dünün moderni  bu gün için modası geçmiş sayılıyor. Tıpkı Empresyonizm’e olduğu gibi. Empresyonist  resim modern resmin beşiği sayılırken  bugün nostaljik bir anlam ifade ediyor.

– O halde  sen  Monalisa halinle modern, şu bıyığınla birlikte daha modern oluyorsun.

– Hayır hayır öyle değil. Monalisa halimle düne göre modern bu güne göre ise klasik oluyorum, bıyığıma gelince, onunla birlikte post-modern oluyorum. Çünkü post-modernizm  en genel anlamıyla eklektiktir, yani bu halimle bir bütünüm  fakat beni parçalara ayırman mümkün , bütün parçalarım kendi başınalığını koruyor ve bu halleriyle bir bütünde birleşiyor. Ben de bu halimle kolay  tanınan  primitif bir post-modern resimim ama görüyorsun günümüzde çok karmaşık aynı zamanda da eklektik  oluşumlar, yapıtlar  var, ileride de olacaktır.

– Bu anlattıklarına göre post-modernizm  de modernizmde olduğu gibi köklerini insanlardan alıyor ama onları günümüz modern sanatındaki gibi tanınmayacak hale getirmiyor, nasıl söylesem... alış-veriş yapar gibi her şeyi çantasına dolduruyor, öyle mi ?

– Örneğin hiç hoşuma gitmedi ama anlayabileceğin kadar basit bir örnek olduğundan devam edeceğim, şöyle düşün: bir sebze çorbası yapacaksın, öncelikle alış veriş yaparak sebzeleri almalısın.

– Malzemeleri çorba yapmadan önce alman gerekiyorsa, sanırım burada sebzeler aynı yerde olsalar da kendi başınalıklarını, tatlarını, görüntülerini koruduklarından post-modern eklektizmi , sebze çorbası da tatlar ve sebzeler birbirlerine karışıp kendi başınalıklarını yitirdiklerinden modernizmi ifade ediyor. Bu durumda post-modernizm modernizmden önce mi gelmeliydi? Yani modernizmin yapmaya çalıştığı şey alınmamış sebzelerden sebze çorbası yapmak mıydı? Hatta o çorbayı içmek miydi?

– Çorba yapmayı ya da içmeyi bırak onu çorbalıktan çıkarıp çözümsüz hale getirip mesela çorba şarabı yapmaktı, yada sebze çorbalı radyo!

– O da ne öyle?

– Bilmiyorum, zaten bir modern yapıta bakanlarda onun tam olarak ne olduğunu, kaynağını nereden aldığını bilmiyorlar. Sanatçı yaşadığı dünyadan bir şeyleri alıyor kendi içinde kendi algıları, sezgileriyle ve yönelimleri ile onları değiştirip kendi sembollerini yaratıyor. Gaugoin’in resimlerini düşün, bir çok sembolle örülmüş ve eğer kendisi o sembollerin ne anlama geldiğini söylemeseydi hiçbir zaman ne anlama geldiğini bilmeyecektik ama yine de izleyen insanlara bir şeyler hissedecekti, bu da  çok doğal çünkü şu yada bu şekilde insanı anlatıyor, insanların duygularını, iç dünyalarını anlatıyor.

– Sağol, varol, iyi anlattı ama soracağım birkaç şey daha var: Modernizm ilericilikle sıkı sıkıya bağlı, öyle değil mi?

– Öyle.

– O halde modern sanat da ilerici bir sanat, yani kendinden öncekilerin önüne geçmiş ve geçecek olan bir sanat öyle mi?

– Evet öyle

– Peki post-modern  sanat modern sanatı inkar  mı ediyor, ona karşımý.

– Evet.

– Ha ha işte kendi ağzınla söyledin! Yani diyorsun ki post-modern sanat ilerlemenin karşısında, yani gerici! Evet ge-ri-ci!!

– Ben öyle bir şey söylemedim!

– Evet söyledin, herkes duydu, duydunuz değil mi?!

Dushamp’ın eserleri hep bir ağızdan ‘evet’ diyerek cevap verdiler, fakat içlerinden biri konuşmak için izin istedi ‘seni dinliyoruz Bisiklet Tekerleği’ dedi niçin Hapşırmıyorsun Rosa Sélavy.

– Ben ‘evet diyorum’ demekle birlikte sana pek katılmadığımı söylemek istiyorum, pek katılmıyorum diyorum çünkü katıldığım yanların da var. Söylediğin gibi modernizm ilerici bir anlayış ve post-modernizm de ona karşı, ancak aklıma bir olay geldi. 15 temmuz 1972’de St. Lovis’de (Missouri) düşük gelirli insanlar için planlanmış ödüllü Pruitt-lgoe konutları insanların yaşamasına uygun olmadığı gerekçesiyle dinamitlenerek yıkılmıştı ve bu olay  Charles  Jencks tarafından modern mimarinin ölümü ve post-modern mimarinin de doğumu  olarak ilan  edildi. Çünkü modern yapıtlar adı altında o kadar mekanik, sistematik, soğuk görünüşlü ve modern çağın hızına uygun yapılar mantar gibi bitivermişti ki  birileri buna karşı çıkma gereği duydu ve sözüm ona bu modern yapılara karşı estetiği savundular, bu durumda post-modern sanat, sanata, modern sanattan daha çok sahip çıkmış olmuyor mu?

 

– Malzemeleri çorba yapmadan önce alman gerekiyorsa, sanırım burada sebzeler aynı yerde olsalar da kendi başınalıklarını, tatlarını, görüntülerini koruduklarından post-modern eklektizmi , sebze çorbası da tatlar ve sebzeler birbirlerine karışıp kendi başınalıklarını yitirdiklerinden modernizmi ifade ediyor. Bu durumda post-modernizm modernizmden önce mi gelmeliydi? Yani modernizmin yapmaya çalıştığı şey alınmamış sebzelerden sebze çorbası yapmak mıydı? Hatta o çorbayı içmek miydi?

– Çorba yapmayı ya da içmeyi bırak onu çorbalıktan çıkarıp çözümsüz hale getirip mesela çorba şarabı yapmaktı, yada sebze çorbalı radyo!

– O da ne öyle?

– Bilmiyorum, zaten bir modern yapıta bakanlarda onun tam olarak ne olduğunu, kaynağını nereden aldığını bilmiyorlar. Sanatçı yaşadığı dünyadan bir şeyleri alıyor kendi içinde kendi algıları, sezgileriyle ve yönelimleri ile onları değiştirip kendi sembollerini yaratıyor. Gaugoin’in resimlerini düşün, bir çok sembolle örülmüş ve eğer kendisi o sembollerin ne anlama geldiğini söylemeseydi hiçbir zaman ne anlama geldiğini bilmeyecektik ama yine de izleyen insanlara bir şeyler hissedecekti, bu da  çok doğal çünkü şu yada bu şekilde insanı anlatıyor, insanların duygularını, iç dünyalarını anlatıyor.

– Sağol, varol, iyi anlattı ama soracağım birkaç şey daha var: Modernizm ilericilikle sıkı sıkıya bağlı, öyle değil mi?

– Öyle.

– O halde modern sanat da ilerici bir sanat, yani kendinden öncekilerin önüne geçmiş ve geçecek olan bir sanat öyle mi?

– Evet öyle

– Peki post-modern  sanat modern sanatı inkar  mı ediyor, ona karşımı.

– Evet.

– Ha ha işte kendi ağzınla söyledin! Yani diyorsun ki post-modern sanat ilerlemenin karşısında, yani gerici! Evet ge-ri-ci!!

– Ben öyle bir şey söylemedim!

– Evet söyledin, herkes duydu, duydunuz değil mi?!

Dushamp’ın eserleri hep bir ağızdan ‘evet’ diyerek cevap verdiler, fakat içlerinden biri konuşmak için izin istedi ‘seni dinliyoruz Bisiklet Tekerleği’ dedi niçin Hapşırmıyorsun Rosa Sélavy.

– Ben ‘evet diyorum’ demekle birlikte sana pek katılmadığımı söylemek istiyorum, pek katılmıyorum diyorum çünkü katıldığım yanların da var. Söylediğin gibi modernizm ilerici bir anlayış ve post-modernizm de ona karşı, ancak aklıma bir olay geldi. 15 temmuz 1972’de St. Lovis’de (Missouri) düşük gelirli insanlar için planlanmış ödüllü Pruitt-lgoe konutları insanların yaşamasına uygun olmadığı gerekçesiyle dinamitlenerek yıkılmıştı ve bu olay  Charles  Jencks tarafından modern mimarinin ölümü ve post-modern mimarinin de doğumu  olarak ilan  edildi. Çünkü modern yapıtlar adı altında o kadar mekanik, sistematik, soğuk görünüşlü ve modern çağın hızına uygun yapılar mantar gibi bitivermişti ki  birileri buna karşı çıkma gereği duydu ve sözüm ona bu modern yapılara karşı estetiği savundular, bu durumda post-modern sanat, sanata, modern sanattan daha çok sahip çıkmış olmuyor mu?

Niçin Hapşırmıyorsun Rosa Sélavy cevap veremedi, sustu, bunun üzerine LH00Q hemen söze atıldı:

– Niçin konuşmuyorsun Rosa Sélavy?! yoksa hapşıracak mısın?

            Bütün eserler katıla katıla gülmeye başladı, Bisiklet Tekerleği de onları uyardı. ‘Susun’ dedi, ‘görevliyi uyandıracaksınız’ sonra konuşmasına devam etti:

Gerçi bu etkili dinamitli başlangıcın öncesi de var. Amerikalı Mimar Robert Venturi 1966’da modernizmi reddetmiş ve onların ‘azlık çokluktur’ deyimine karşı ‘azlık can sıkıcıdır’ demiştir. Modernist görüşe göre ‘biçimleri yaratan işlevler zamanla değiştiğinden  onlarla birlikte biçimlerde ortadan kalkmak zorundaydı’. Post-modern  mimari ise biçimleri işlevlerinden bağımsız olarak değerlendirdiği için eski dönemlerde ve üsluplarda görülen biçimleri yeni yapılarda uygulamanın yanlış olmadığını, hatta öyle yapmak gerektiğini savunmuşlardır.

LHOOQ mutlu bir ifadeyle konuştu:

– Çok iyi anlattın, ağzına sağlık, sanırım artık post-modernizmi iyice anladık.

– Hayır hayır! Bu kadar kolay bu kadar basit, açık değil. Ben sadece post-modern mimariden, sen de az önce resimden bahsettin ki bunun daha edebiyatı, sineması, müziği, günlük hayattaki yansımaları, sistemi, falanı filanı var! ama onlara korkarım şimdi değinmeyeceğiz. Konunun bizi ilgilendiren kısmına geri dönersek iyi olur, post-modern resimden biraz daha bahsedelim. Az önce sizi dinledim, post-modern  resmin-genel olarak  post-modern sanatı da algılayabiliriz.

– En önemli özelliklerindeki eklektik oluşuna değindiniz, bence buna bir de eskiyle yeninin birleşmesini eklemek gerekir, bundan anlayacağınız şey şu:

Post-modern sanat ileriye doğru adım atarken arada bir durup geriye dönüyor ve oradan aldıklarını önünde görüp aldıklarıyla yan yana  getiriyor. Bilmem Carlo Maria Martani’yi tanır mısınız? Onun ‘Yok Olan Mutlu Ülkenin Resmi’ adlı yapıtı post-modern resme iyi bir örnektir. Resimde Poussin’nin eski resimleri üzerinde bu günün elbiseleri giydirilmiştir.

André Durand adındaki sanatçı da Manhattan’nın gökdelenlerinin görüldüğü bir manzara karşısında, su kenarın da oturan, yatan iki bin yıl öncesinin Yunanlılarını, resmetmiştir ve Yunan mitine gönderme yapmýþtýr. Post-modern müzikte de durum pek farklı değil, bu müziğin önemli temsilcilerinden Peter Gabriel  tutunduğu yolun hakkını veriyor bence, mesela benim çok sevdiğim bir albümü olan ‘Passion’ da Ermeni müziğinin geleneksel çalgısı olan duduk (mey)la icra edilen  geleneksel melodilerin yanına elektronik modern ensturmanların modern seslerini getirmiştir. Heykel sanatında da aynı şeyleri görürüz, karma objelerle oluşturulmuş yapıtlara sık sık rastlarız, ayrıca teknolojiden de olabildiğince yararlanılmıştır. Ama diyorum ya post-modern sanat bu kadar açık  seçik kendini anlatmaz, bakın şimdi bir örnek daha vereyim: Robert Graham’ın başsız gövdeli heykeli de post-modern bir yapıttır. Graham, bir şeyleri yan yana getirmek yerine bildiğimiz eski bir varlıktan önemli bir şeyi alıyor ve onun eksik kalmışlığından duyduğumuz etkiyi bize hissettiriyor, yeniyi bir varlık olarak kullanmadan bunu başarıyor, belki de eskinin günümüzdeki eksikliğini bir yenilik olarak alıyor, farkındaysanız hemen tanıyacağımız post-modern yapıtlar olduğu gibi zor tanınan yapıtlar da var. Aklıma şimdi gelen birinden, İspanyol ressam Juan  Mıro’dan da bahsedeyim. Biliyoruz ki hiç kuşkusuz modern resmin karakteristik bir temsilcisi. Resimlerinde insanın yalnızlığı, çaresizliğini genellikle geometrik şekillerle anlatmıştır. Bu şekiller gerçek yaşamdan çok farklıdır, iç içe girmiştir, kaynaşmıştır, görülüyor ki biçimselliği ile modernisttir. Resimlerinin içeriğine baktığımızda da aynı şeyi görürüz, insanların yalnızlığını çaresizliğini yani iç dünyamızın sorunlarını anlatmıştır. Bunlar da modernizmin sorunlarıdır, ancak bu sorunlar post-modernist kuramcılar tarafından da incelenmiş, konu olunmuştur, buradan anlıyoruz ki modernizm post-modernizmle kimi zaman el ele verebiliyor, tıpkı birbiriyle savaşan insanların aynı havayı solumaları, aynı yer için savaşmaları gibi. Belki sıkıldınız ama aklıma iyi bir örnek daha geldi, bunu da dinleyin: Önceleri modernist olup sonradan post-modernizmi kendine yol seçen mimar Johnson’ın inşaa ettiği New York AT&T binası da böyle bir karmaşaya katılıyor. Bina genel havasıyla modern bir gökdelen görünümündedir ama Johnson bununla yetinmeyip binanın üzerine Chippendale tarzında tepeliksiz bir alınlık oturtarak ona birden şu eski guguklu saatlerin üzerindeki alınlık görüntüsü kazandırıp esprili bir post-modern bina görünümü vermiştir, burada da biçimin kendi içinde modern post-modern çelişmesini görüyoruz ve tam bu noktada post-modernizmin modernizmi de içine alarak genişlediği hissine kapılıyoruz. Böylece post-modernizmin kendi tanımı içinde yer alan eklektik olma özelliği güçlenirken modern karşıtı tavrından ödün veriyor sanki ya da vermiyor, belki de onu küçümsüyor, kim bilir, gel de çık işin içinden!                                                               

 LHOOQ beş dakika önceki sevinçli halinden iz kalmadan söylendi:

– O halde bu durumda bir çok şeyin, yapının kimliğini tanımlamak çok zor!

– Çoğu zaman zor, kimi zaman da imkansız. Bu karmaşa ve içinden çıkılmazlık post-modernizmin sadece sanat alanındaki karmaşası da değil, incelendiğinde görülür ki bu kavram yaşamın her alanında karşımıza farklı farklı  renklerde çıkıyor, kimi zaman kırmızı, yeşil, mor ya da sarı kimi zamanda siyah, beyaz turuncu, mavi ya da hepsi, neyse, sanırım daha fazla uzatmaya gerek yok çünkü devam etsek inanın günlerce, hatta haftalarca belki de aylarca konuşmamız gerekecek, bu yüzden biraz da kendimizden daha  doğrusu en belirgin kimliğimizden ‘dada’ dan bahsedelim, acaba bizleri diğer sanat eserlerinden ayıran neler var, bizler nasıl doğduk, neyiz, kimiz, nasıl sanat eserleriyiz?

            Tuzak adlı eser çok kızıp öfkeyle ekledi:

– Duchamp sanat eseri dediğinizi duysaydı çok üzülürdü! Kızardı!

– Niyeymiş o?

– O her şeyden önce ‘sanata’ karşıydı. Bizi de sanata karşı çıktığı için yarattı.

– Anlaşılan etrafta konuşup duran insanları çok ciddiye almışsın, belli ki ‘karşı sanat’ sözünü sık sık duymuşsun, ama işin aslı şu: Duchamp sanata karşı değildi o sanatı sadece kabul ettikleri  estetik kurallarına göre eleştirenlere, sanatı sadece estetik sananlara, estetiği güzel olanla sınırlayanlara  ve bu kadarla sınırlı olan sanata karşıydı, onun için sanat öyle küçük, dar bir kalıp değildi sanat çok daha özgür, yenilikçi, devrimci bir olguydu ve bunu kanıtlamak için bilinen  ve kutsal  bir varlıkçaymışçasına değiştirilmeden korunmaya çalışan sanata karşı çıktı. Duchamp bu tavrıyla 1913’de birer ready made (hazır madde) olan bizleri yarattı ve dada hareketinin ilk adımını attı. Genel olarak Dadacılık 1.Dünya Savaşının getirdiği yıkıcı ortamda bir yansıma ve karşı çıkış olarak doğdu. Bu harekete öncülük eden aydın ve sanatçılara göre sanatçıların  toplumda yerleşmiş değerlere göre yapıt üretmeleri bu yozlaşmış ve kokuşmuş düzene para karşılığı hizmet vermek demekti ve bu durumda basit ve satılmış araçlara dönüşüyorlardı. Bu noktadan yola çıkan Alman yazarlar Hugo Ball ve Rıchard Huelsenbeck, Romen şair Tristan Tzara ve Alsaslı heykeltıraş Jean Arp 1916’da Zürich’teki  Cabaret-Voltaire adlı bir eğlence yerinde giriştikleri çeşitli etkinliklerle dada hareketini başlattılar.

            Dada ismi de bu harekete çok uyarak tesadüfen bulundu. Tzara ad bulmak amacıyla Fransızca - Almanca  bir sözlükten gelişi güzel bir sayfa açmış karşısına ‘dada’ sözcüğü çıktığında onu seçmiştir. Fransızca bir sözcük olan dada çocukların üstüne binerek ‘deh deh’ diye sürdükleri ‘tahta at’ anlamına gelir. Girişilen bu harekette tesadüfilik ve alakasızlık mevcut yapıya karşı çıkışın felsefesiyle yoğruluyor ve ortaya çoğuna anlam verilmeyen yapıtların yanında derin anlamlar içeren yapıtlar da çıkıyordu. Duchamp’ın  beni yaratmasında da öğelerin hepsinden biraz vardı. Şu bisiklet tekerleğimle alt kısmımdaki tabure: alakasız iki obje, bu iki farklı objeden sözgelimi bisiklet tekerleği belli bir amaç için geliştirilmiş bir sanayi ürünü iken gerçek işlevinden soyutlanarak yeni ve çarpıcı bir sanat eserinin en önemli parçası olmuştur.

Adı Çeşme olan pisuar  heyecanla söze atıldı:

– Ben de kendim için aynı şeyleri düşünmüştüm. İyi hatırlıyorum  1917 senesiydi, fabrikadan doğalı dört ay olmuştu ve diğerleriyle birlikte nalburlara satılan basit bir pisuardım. Nalbura giren her müşteriyi incelerdim, Duchamp’ı da inceliyordum ki o birden beni işaret etti, o an işte üzerime işeyecek olan adam diye düşündüm içimden, ona karşı öfke ve ezilmişliği aynı anda yaşadım, hemen ardından da ya beni umumi bir tuvalete yerleştirse dedim, o an içime bir korku girdi ve az önce ki duygularım değişerek ona bir  kurtarıcı gibi baktım ve içimden yalvardın ne olur beni bir tek sen kullan! Siz bilmezsiniz pisuar olmak korkunçtur. Neyse uzatmadan anlatayım, beni aldı ve beraber atölyesine gittik, sonra üzerimi R.Mutt takma adıyla imzaladı ve 1917 yazdı, adının  bu olmadığını M.Duchamp olduğunu sonradan öğrendim, adımı pisuar değil de ‘çeşme’ koydu, sonrada New York’ta  açılan bağımsızlar sergisine yolladı ancak beni kabul etmediler, geri çevirdiler, Duchamp buna çok kızdı ve bu serginin seçici kurulundan ayrıldı.

            “Evet biliyorum” diyerek devam etti bisiklet tekerleği:

            – sonra da Mon Roy ve fotoğrafçı A.Streglitz’in yayımladığı 291 adlı derginin yayın yönetmenliğini üstlenerek Dadacılık’ın ABD’de de yayılmasına öncülük etti. Sonra Avrupa’ya  döndü ve 391 adlı dergiyi yayımlamaya başladı; bu dergi Barselona, New York, Zürich ve Paris’te aynı zamanda çıkmaya başladı. Dadacı bir anlayışla ve büyük bir kötümserlikle her türlü yerleşmiş değere saldırdı, bir arada Tzara’nın yayın yönetmenliğini yaptığı Dada adlı bir dergide çalıştı.

            Dada böylece kısa zamanda bir çok ülkenin yerleşmiş sanatına kafa tutacak  güce erişti, uluslararası bir özellik kazandı ve hiç beklemediği halde uzun süre etkili oldu, halada oluyor.

            “Ben dada da kelimelerle yapıtlar arasındaki bağa değinmek istiyorum” dedi. Taze Dul adlı çizim:

– Duchamp’ın az önce bahsettiğiniz objeleri işlev dışı kullanarak yeni yaratılara ulaşması gibi kelimelerinde işlevlerini değiştirip yapıtlarıyla birleştirerek farklı, şaşırtıcı bağlamlar kurduğunu kendim incelediğimde anladım. İngilizlerin  Fransız  penceresi (Frenc Window) olarak adlandırdıkları  yalancı balkonu yani beni çizdi ve adına ses uyumu açısından benzer bir çağrışım yapan Fresh Window (Taze Dul) adını verdi.

            Bisiklet Tekerleği, tekerleğini aşağıya doğru döndürerek Taze Dul’u onayladı bir şeyler  ekledi:

– Kurt Schwitters’de ‘Merz’ yapımlarıyla ünlendi ve Fransızca’da  ‘bak’ anlamına gelen ‘merde’yi çağrıştırıyordu. Onun  merz resmileri döküntülerden yaptığı çevre düzenlemeleri, merz somut şiirleri, gösterileri, yeni alfabesi ve daha fazla yapıtları sonraları her post-modern yapıtın kökünde yer aldı.

         Çeşme  lafa girdi:

– Şiirden bahsedildiğinde aklıma geldi, dadacı şairler ceplerine yazdıkları kelimeleri doldururlarmış sonrada, sonrada tesadüfen çekip birleştirir ve şiirleri yazarlarmış!

– Evet tesadüfilik daha öncede söylediğimiz gibi dadanın vazgeçilmez bir öğesi. Doğaçlamada öyle hatta Tzara doğaçlamadan şöyle bahseder ‘Şimdi size lazım olan doğaçlamadır’

        “İyi söylenmiş, sende iyi hatırlattın, izin verirseniz benimde söylemek istediğim bir iki şey var” dedi; yaşlı ‘Çikolata Ezme Makinesi’

– Seviniriz lütfen.

– sanırım Kurt Schwitters’in kolajlarında da bahsetmek yerinde olur, onun kolajları  bence oldukça önemlidir. Paket kağıtları tramvay biletleri gibi günlük yaşamın artık nesneleriyle yaptığı kolajlarında geleneksel sanat araçlarına tepkisini yansıttı bu arada kolajı kullanan tek dadacı o değildi özellikle de Berlin’de açıktan açığa siyasi bir nitelik kazanan dada, günün bir çok sorununu bilinçli olarak içeren bir sanat yapıtı anlayışına yöneldi. Kübist kolajlardan etkilenerek geliştirdikleri fotomontaj teknikleriyle günlük gazete kesitlerini siyasal imgeler uyandıracak şekilde bir yan yana getirdiler. Bu bilinçli sentez olgusu dadanın kendi içindede farklı yanlarının olduğunu gösteriyor.

            “Evet, çok doğru diye Bisiklet Tekerleği sözü aldı:

– Bir farklılık da, ortaklaşa üretilen ve yapılanların bireysel özelliklerini yansıtmayan üslupsuz bir sanat yapıtı yaratma düşüncesiydi. Özellikle J.Arp ortaklaşa yapılan bu çalışmaların üstüne gitmiştir. Kendisi de bir sanatçı olan eşi Sophie Taevber de onunla birlikte bu yönde ürünler vermiştir.

            Çeşme birden lafa girdi:

– Üzgünüm lafınızı böldüm, bir şeyi merak ediyorum da, biraz alakasız ama sormazsam unutmaktan korkuyorum.

– Tamam, sor hadi.

– Şu Max Ernst necidir? Sağdan soldan duyuyorum kimi dadacı diyor kimide sürrealist, ikisi aynı şey mi demek?

            ‘Hayır’ dedi Çukulata Ezme Makinesi :

– İkisi ayrı şeyler ama kardeş sayılırlar: Önce Max Ernst’den başlayalım ama bu konuyu kısa keselim, vakit epey ilerledi yarın hafta sonu bir hayli izleyicimiz olacak, dinlensek iyi olur. Mex Ernst önemli bir dadacıydı, hatta köln’de dadacılık 1920’de onunla başladı, fakat sonraları sürrealist yani gerçeküstücü olmuştur. Aslında bu pek garip değildir. Çünkü sürrealist resmin köklerinin bir kısmı dada dan beslenirken bir kısmı da metafizik resminden beslenir. Bu nedenle de dadacı sanatçıların sürrealizme ister istemez çok katkısı olmuş bir çoğu da kendilerini sürrealizmin içinde bulup bu yönde sanat eserleri vermeye girişmişlerdir. Mesela  Picabia 1921’de dadacılardan ayrıldı, onu Breton izledi ve bu ayrılışların devamı geldi.

– Yani dada bitti mi?

– Yok yok olmaz böyle bir şey korkma. Dada eskisi gibi ilgi çekmese de yaşamaya devam ediyor ve edecek gibi de görünüyor, çünkü savaşlar krizler, karmaşalar, bunalımlar, buhranlar, acılar, baskılar, katliamlar bitecek gibi görünmüyor; eğer  bir mucize olurda biterse tüm bunlar yinede izleri kalır yok o izlerde silinirse o karşı çıkacak korkak, tutucu bir düzen yada bilemeyeceğim, tahmin edemeyeceğim başka bir şey bulur emin ol!

            Çeşme buruk bir tavırla, yorgun yorgun konuştu:

– Bu söylediklerinden sonra dadanın yaşaması iyimi kötümü pek anlayamıyorum, kafam karıştı. ‘İyidir iyi’ diye cevap verdi uzun zamandır konuşmayan Niçin Hapşırmıyorsun Rosa sélavy, hapşırman geçmiş galiba.

Yine gülüşmeler başladı, hepsi keyifli keyifli, katıla katıla gülüyor kimi gülerken tekerleğini hızla döndürüyor, kimi kendini bir sağa bir sola yatırıyor, kimi çerçevesini sallıyor, kimi de yerinde zıplıyordu. Bu gülüşmeler, tıkırtılar, tokurtular geceye karışıyor, azala azala diniyordu, o sırada kameraları izlemesi gereken görevli uykusundan sıçrayarak uyandı, kameralara şöyle bir göz attı ama her şey bitmişti, yinede daha dikkatli baksaydı bisiklet tekerleğinin hala döndüğünü görecekti.

Duchamp ona ne yazık ki fren takmamıştı, galiba o bile can kattığı nesnelerin böylesine canlı olabileceğini hiç tahmin etmemişti.

H62