... Aydınlanma
projesi, en genel anlamıyla insanlar arasındaki din, kültür, ırk
vb. kaynaklı farklılıkların değil, benzerliklerin peşindedir
ve dünyanın bir bütün olarak ve kuşkusuz ussal temeller üzerinde
yeniden yapılandırılmasını öngörür. Modernist evrensel stil
yine genel anlamda bu öngörünün estetik planda araştırılmasının
ürünüdür. insanlık tarihi boyunca sanatsal aktiviteyi, dinsel/kültürel
sınırlar içinde, uzlaşmaz farklılıklar olarak karakterize eden
nitelikler modernizmle ortadan kalkar. Sanatsal dilin geleneksel sınırlar
içindeki ‘anlaşmalı’ niteliği, modernizmle yerini merkezsiz
bir öznelliğe bırakır. Modernist stil hiçbir geleneğin içinden
konuşmaz, hiçbir belleğe mal olmaya yanaşmaz. Hiçbir geleneğe
sahip çıkmamak, bütün geleneklere el koymaktır, modernizm de
bunu yapar. Tarihi topyekün kazanmak için, tarihin dışına çıkar.
Ama bu tarihdışılık köktenci bir kopuşun olduğu kadar, köktenci
bir bağlanışın da ifadesidir. En derin anlamda bir içselleştirme
ve dışsallaştırmadır. Bunun nasıl gerçekleştiğine bakarken
çok bilinen bir deyime, “organik” deyimine başvuracağım.
Tarih-dışı bir göz olarak tarihe yönelen modernist sanatçının
önünde artık tek bir gelenek yok, gelenekler var ve o bu
geleneklerden, kendini hiçbir kısıtlama altına sokmadan biçimler
aktarır. Ancak aktardığı bu
biçimleri çoğunlukla tanınmayacak bir sınıra kadar dönüştürür,
ögelerinin toplamına indirgenemeyecek o şeye, bütüne katılıncaya
kadar başkalaştırır. Böylece bir zamanlar başka bir bütünün
taşıyıcısı olan öğeler yeni bir bütünün taşıyıcılarına
dönüşürken, hem geldikleri geleneklere içten bağlanır, hem de
onları karşılarına alırlar. Bu dönüştürmede izler ne kadar
örtükse, kazanımın sınırları da o kadar geniştir. Modern bir
yapıtta geçmiş, şimdinin belleği olarak yeniden kazanılan şeydir.
Dolayısıyla geçmişin örtülmesi söz konusu değil burada,
organik bir biçimde dönüştürülmesi söz konusudur. Böyle bir
yapılanmanın ürettiği söylemin, ne türden olursa olsun yayılmacı
amaçlar için kullanılır olmayacağı açıktır, çünkü, her
şeyden önce, yayılmacı amacın yaydığı şeyi, başka deyişle,
merkez aldığı geleneği köktenci biçimde olumsuzlamaktadır.
Avrupa-merkeziyetçiliğiyle sınırlanamayacak anlamıysa, kendi
tarihsel anının üretim ilişkilerine, örtük ya da açık bu ilişkilerin
yükümlediği ideolojik açılımıyla karşılık gelmesidir.
Postmodernizmin
başat ifade biçimi olan eklektizmde ise durum çok farklıdır.
Eklektik bir bütün tam da öğelerinin toplamından ibarettir. Bütünü
oluşturan öğeler birbirlerine eklemlenmiş değil, eklenmiştir,
öğeler arasında yanyanalık ilişkisidir belirleyici olan ve her
öğe bir başınalığını korur; bulunduğu yere ait olmamazlık
durumundadır ve bizi sürekli olarak asıl dizgesine geri götürür.
Yanına katıldığı öğelerle bir anlam üretemez, bir başınalığı
içindeyse aslının ‘benzeşimidir”. Ne ki, bu anımsatış hiçbir
dizgeye dayanmadığından, geçmiş cansız imgelerin rasgele
toplandığı bir depodur yalnızca. Ama giderek, toplamanın yoğunluğu
arttıkça, ‘benzeşim’ kendi belleğini kurar ve böylece
sahici geçmiş silinir, anımsanan olarak bile ortada kalmaz.
Modernist bir yapıtta alıntılar düzlem değiştirir,
postmodernist bir yapıtta ise düzlem kaydırma söz konusudur.
Birinci durumda alıntılanan şey, bir tarihsel düzlemden diğer
bir tarihsel düzleme geçerken aldığı konumuyla yeni bir
tarihsel değer yüklenir, ikinci durumda alıntılanansa tarihselliğinden
arınarak doğal bir konuma çekilir, yeni bir içerik yüklenmez.
Eklektik bir bütünde öğeler tam da bu doğal konumlarından ötürü
hiçbir çatışma üretmezler aralarında, keyfi biçimde kazandıkları
yerlerini her an terketmeye hazırdırlar; tam bir kayıtsızlık içinde
değiş tokuşa girebilirler. Farklılıklar böylece silinir,
eski-yeni, seçkin-sıradan, her şey aynı değer düzlemine çekilerek
eşitlenir. Eşitlenmez aslında, her türlü farklılık tam bir
tarafsızlıkla onaylanırken, tam da bu biçimde, bütün farklılıklar
yok sayılır, mutlaklaştırılır. Yalnız geçmiş değil, yalnız
yaşanan anın gerçeği değil, gelecek de bu noktada yitirilir asıl,
daha doğrusu kamufle edilir...
Biz modernizmi
büyük ölçüde atladık. Tek
tek sanatçıların çabalarında saptanabilen bir tür geç
modernizmden söz edilebilir ancak; genel olarak tartışmalara bakıldığında
modernizmi atladığımız görülüyor. O atlamanın ardından
gelen bir telaş, bir panik de var. Korkarım postmodernizm bu paniği
kompanse eden bir şey oldu. Postmodernizm sayesinde bu gecikmeden
ve onun getirdiği eziklikten kurtulmuş olduk. Modernizmle
kaçırdığımız avantajları postmodernizmle yakaladığımız
sanısına kapıldık birden.
Kimlik sorunumuzu aştığımızı düşünür olduk. Oysa bu
avantaj modernizmle yakalanabilirdi. Çok da uygun bir yerdeydik,
iki kültürün birleştiği yerde. Açıkcası ne doğulu ne de batılı
olamayan ama bunların toplamı olmaktan da kurtulamayan kültürel
kimliğimizi, her iki koldan da terk ederek kazanma şansımızı
kullanamadık. Bu dönüştürmeleri yapamadık çünkü modernizmin
kuramsal temellerine inemedik.
Postmodernizm modernizmin eriştiği mükemmellikten kaynaklanıyor
yargısına gelince: Böyle bir yaklaşım postmodernizmi yalnızca
tepkisel düzeyde bir hareket olarak sınırlar ki, bu kanımca sakıncalıdır...
...Üslubun
ve özgünlüğün ortadan kalktığı
yolundaki görüşler sanatçıyı her şeyi yapmaya hakkı olduğu
sonucuna çıkarıyor kolayca. Bir nesnenin sanat yapıtı olması için
öyle sunulmasının yeterli olacağı sanılıyor. Sanatçı bir yandan böylesine aşırı bir özgürlüğün havarisi kesiliyor, öte yandansa
paradoksal biçimde kişiliksizlik
içinde kişilik olmaya,
starlaşmaya çalışıyor.
Her şey sanatsa, hiçbir şey sanat değil demektir. Bu gerçek
unutuluyor. içinde bulunduğunu sandığı tam bağımsızlık
halinin, gerçekte tutsaklık hali olduğunun ayırdın da değil
sanatçı. Kimse geçmişi aynı biçimde sürdürme savında
olamaz; bu doğru ama geçmişin doğallaştırılmasına da razı
gelemez. ideolojilerin sonu geldiyse insanın sonu geldi demek değil
bu. Keşfedilecek yeni özgürlük alanları, sözü yürütecek
yeni dayanaklar olmalı. Dünya hiçbir zaman onunla tam barışmamıza
hak edecek kadar âdil olmadı.