sonraki
bölüm>>>
1.
B Ö L Ü M
GÖK BOŞLUĞUNDA BİR DÜNYA
Milyonlarca yıl önce, gök boşluğunda sıcak bir gaz
bulutu belirdi. Bu bulut, uzun bir gelişme sonunda
dünyamız olacak. Biz insanlar, acı ve tatlı bütün
serüvenlerimizi onun üstünde yaşayacağız: Öykümüz, güneşin
parlak ışıkları altında renklenen bu bulutla başlıyor.
Sıcaklığın bulutumuzdaki hidrojen ve oksijen bireşimini
göğe uçurduğunu varsayıyoruz. Yaşamımızın gerçekleşmesi
için gereken su kalın bir bulut halinde dünyamızı
çevrelemiş olmalı. Yoksa dünyamız soğuyamazdı. Bu,
öylesine kalın bir buluttu ki güneş ışınlarının dünyamıza
ulaşmasına engel oluyordu. Dünyamız karanlıktı, bundan
ötürü de soğuması hızlanmıştı. Soğuma, milyonlarca yıl
sürmüştür herhalde. Isı, kaynama derecesinin altına
düştüğü zaman, dünyamızı çevreleyen bulut sağanaklar
halinde boşanmaya başlamıştır. Böyle olmasaydı suyu
nereden bulabilirdik? Dünyamızdaki boşluklar sularla
dolmuştur. Yağmurların tuzsuz olduğunu biliyoruz. Tuz,
okyanuslara, uzun jeolojik çağlar boyunca kara
parçalarından taşınmıştır: İnsan tohumlarının
varlaşabilmesi için tuzlu sular gerekiyordu.
SUDA BİR
HÜCRE
Canlılığın gerçekleşebilmesi için hücre (cellule)
yaşamına elverişli bir ortam oluşmalıydı. İşte, canlılığın
ilk adımı olan hücre, okyanusların bu tuzlu sularında
gerçekleşmiş olmalı. Bilgin Oparin, hidrokarbonların,
tuzlu suyun etkisiyle inorganik karbon bileşimlerinden
meydana geldiğini tanıtlamış bulunuyor. Okyanuslarda
erimiş olarak bulunan hidrokarbonların birbirleriyle
birleşerek gittikçe daha gelişmiş bileşikler meydana
getirmiş olmaları düşünülebilir. Kimya laboratuvarlarında
yapılabilen bu bileşiklerin, geniş okyanus
laboratuvarlarında da yapılabileceği yadsınamaz. Bu
bileşiklerin içinde, canlılığın temel özdeği olan
proteinler de vardır. Proteinler, amino asitler denilen
çok küçük parçacıklardan meydana gelmişlerdir. İçlerinde
karbon, hidrojen, oksijen, azot ve kimi durumlarda da
fosfor ve kükürtlü elementler bulunur. Canlılığın en
gerekli özdeği olan enzimler de proteinlerden başka bir
şey değildirler. Canlı hücrenin plazmasının büyük bölümü
proteindir. Bütün canlı organizmaların bileşimini meydana
getiren bu canlı özdeğe protoplazma denir. En küçüğünden
en büyüğüne kadar bütün canlılar, içlerinde protoplazma
bulunan hücrelerden dokunmuştur.
YAŞAMAK
Yaşamak, devimlilik (hareketlilik) demek. Taşıyla
toprağıyla, göğüyle yıldızıyla tüm evren yaşamakta. Ama
biz insanlar bu deyimi, gözlerimizle görebildiğimiz
kımıltılar ölçüsünde kullanmışız. Bitkilerle hayvanları
canlı, bunların dışındaki tüm [sayfa 11] nesneleri cansız
saymışız. Öyle olsun. Biz de, gerçekte henüz bir başlangıç
olduğu halde bizlere pek uzun gelen insanlık serüvenimizde
bu yanlış anlamı sürdüreceğiz. Bu anlamda yaşam, protein
özdeğinin varlık biçimidir ve bütün gizleri
çözümlenmiştir: Yaşam, bir özdeğin (maddenin) başka bir
özdekten bir şeyler alması ve başka özdeklere bir şeyler
vermesiyle gerçekleşiyor. Canlanma, böylesine bir
alışverişle başlamaktadır. Bu alışverişi sağlayan da
doğanın yansıma (in’ikas, reflexion) özelliğidir.
Doğada her nesne başka nesneleri yansıtır ve başka
nesnelerde yansır. Cansız doğada bu yansıma, örneğin suyun
güneşi yansıtması ve güneşin suda yansıması gibi, pasif
bir olgudur. Bu pasif yansıma, uzun bir gelişme süreci
sonunda, protein özdeğinde aktif bir yansımaya ulaşmıştır.
Protein özdeği, artık çevresinin etkilerine aktif tepkiler
göstermeye başlıyor ve bunu yaparken de yeniden kazanmak
zorunda bulunduğu bir enerji harcıyor. Demek ki bu
enerjiyi çevresinden geri alma yeteneğini oluşturmaktan
başka çıkar bir yolu yok. Protein özdeğinin çevresiyle bu
sürekli özdek alışverişi mayalanma (fermentation)
özelliğini oluşturmuştur. Mayalanma da, zorunlu olarak,
metabolizma (değiştirme ve dönüştürme) olayını
gerçekleştiriyor. Metabolizma çelişkili bir süreçtir, hem
özümler hem ayrıştırır. Bir yandan besinsel özdekler canlı
dokulara dönüştürülürken, öbür yandan canlı dokular cansız
özdeklere dönüştürülür. Soğuyan gaz bulutundaki o güzelim
yaşam, böylelikle başlar: Cansız doğadaki yansıma, bu
canlı organizmanın oluşumuyla yaşambilimsel (biyolojik)
bir yansımaya, uyarılganlığa (tenbih yeteneğine)
dönüşmüştür. Canlı organizmanın gelişmesi, zamanla, daha
yüksek bir yansıtma biçimi olan duyum (ihsas)’ları
oluşturacaktır. Giderek, çok daha yetkin bir yansıtma
aracı olan sinir sistemleri meydana gelecektir. Canlı
organizmanın en gelişmiş biçimi olan insandaysa düşünme ve
bilgi edinme süreci, çok özelleşmiş bulunan bu sinirler
aracılığıyla başlar. İnsanın dışında bulunan tüm nesnel
gerçeklik bu sinirler aracılığıyla yansır ve bilgileşir.
Ne var ki, kısaca özetlediğimiz bu pek açık ve yalın
sonuca varmak için, yüzlerce bilginin bilimsel çabaları ve
bulguları gerekmiştir.
YERYÜZÜNDE
BİR İNSAN
Taşlardan, topraklardan, madenlerden; bitkilerden,
hayvanlardan insana kadar gelen bu süreç, ne türlü bir
süreçtir? Bu akıl durdurucu görünümün altında yatan nedir?
Şimdi artık bu çok yalın doğa yasasını açık seçik
biliyoruz. Milyonlarca yıl süren bu dramatik serüvenin
altında yatan, doğanın evrensel evrim yasası’dır.
Ama bu yasayı bilimsel olarak açıklayabilmek için Charles
Darwin (1809- 1882) gibi bir bilgin gerekiyordu.
Öküze, korunması için, boynuz verilmiş. Ya
mürekkepbalığı korunmayacak mı? Onun da boyası var.
Mürekkepbalığı öylesine boyar ki suyu, saldıranlar ne
etseler onu bulamazlar. Boynuzsuz, boyasız tavşan da çevik
bacaklarına güvenir. Kuşlar kanatlanıp uçarak kendilerini
kurtarırlar. Ya boynuzsuz, boyasız, kanatsız, hantal
bacaklı insan? Onu da usu (aklı) koruyacak. İyi ama neden
kimine boynuz, [sayfa 12] kimine boya, kimine çevik bacak,
kimine kanat, kimine us? Örneğin bütün varlıklar boynuzlu
olamazlar mıydı?
Bu soruya Darwin’den çok önce Fransız bilgini Jean
Lamarck (1744-1829) karşılık vermişti: Hayır, olamazlardı.
Çünkü her varlık; içinde varlaştığı özdeksel koşullara
göre oluşuyordu. Ne türlü koşullar içindeyse o türlü olmak
zorundaydı. Kuşu varlaştıran koşullar çevik bacakları
gerektirmediği gibi öküzü varlaştıran koşullar da usu
gerektirmiyordu. Gereksinme (ihtiyaç) organ yaratmaktaydı.
Buna karşı, artık gereksenmeyen organlar da köreliyor ve
ortadan kalkıyorlardı. Ortamın zorlamasıyla meydana gelen
özellikler kalıtımla kuşaklardan kuşaklara geçiyor,
geçerken daha da gelişiyorlardı. Örneğin zürafa, önceleri
otla beslendiği için normal boyunlu ve normal bacaklı bir
hayvandı. Yaşadığı çevre çölleşince başka bir çevreye
geçerek yiyeceğini yüksek dallardan sağlamak zorunda
kalmıştı. O yüksek dallara erişebilmek için de zorunlu
olarak bacakları ve boynu uzamıştı.
Ne var ki bu karşılık evrimi açıklamaya yetmiyordu.
Daha başka ve haklı soruları da karşılayabilmek
gerekiyordu. Çevresel koşulların etkisiyle varlaşan
özellikler nasıl oluyor da kuşaklardan kuşaklara
geçebiliyordu? Ortam adı verilen bilinçsiz bir güç
bu kadar düzenli ürünler meydana getirebilir miydi?
Darwin’in büyük önemi, bu soruları bilimsel olarak
karşılamasındadır. Darwin bu alana bol sayıda bilimsel
kanıtlar getiriyor. Kendinden önce bu alanda çalışan
Lamarck, Diderot, Robinet, Charles de Bonnet vb. gibi
evrimcilerin kuramsal varsayımlarını düzeltiyor ve
bilimsel olarak doğruluyor. Özellikle Lamarck’ın
soyaçekim ve çevreye uyma varsayımlarını
yepyeni doğal ayıklama ve yaşama savaşı
bulgularıyla güçlendiriyor. Darwin’e göre yaşam kasırgası
içinde ancak yaşama gücü olanlar canlı kalırlar ve
türlerini sürdürürler. Bu, bir doğal ayıklanma ya da
doğal seçme (selection naturelle)’dir. Yaşama
savaşında ayakta kalanlar belli özellikler gösterenlerdir.
Bu özellikler, soyaçekimle yeni kuşaklara geçmektedir, hem
de daha gelişerek. Bitki ve hayvan yetiştirenler kuraldışı
(müstesna) özellikler gösterenleri birbirlerine aşılaya
aşılaya yeni türler elde ederler. İnsanların bile
yapabildiği bu aşılamayı doğa daha kolaylıkla ve doğal
olarak yapmaktadır.
Gerçekten de, bu seçim, doğumdan önce başlamaktadır.
Örneğin bir insan yaratmak için iki yüz yirmi beş milyon
erkek tohumu sekiz saat süren bir yarışa girişirler. Kadın
yumurtası karanlık bir köşede gizlenmiştir. İki yüz yirmi
beş milyon yarışçı arasından hangisi amaca daha önce
varır, yumurtayı gizlendiği köşede bulabilirse, doğacak
çocuğu o meydana getirecektir. Kazanan, en güçlüdür.
Çünkü, en iyi koşucu, en iyi bulucu ve en iyi delici
olarak üç sınavda da başarıya ulaşmıştır. En güçlü, en
iyi, en uygun böylelikle seçilir ve yenilen iki yüz yirmi
dört milyon dokuz yüz doksan dokuz bin dokuz yüz doksan
dokuz olanak (imkan), doğal süpürgenin acımak bilmeyen
süpürüşü önünde ölüp giderler. Cinsi yaşatan, sürdüren en
güçlülerdir (Dr. Fritz Kahn, İnsan ve Hayat, s.
38).
Darwin’e göre böylesine bir evrim sonunda hayvandan
insana geçişte son hayvan halkası maymundur. İnsan, çok
gelişmiş bir maymun türünün uygun koşullar altında evrimi
sonunda meydana gelmiştir. [sayfa 13]
Bir fille bir kertenkelenin, bir insanla bir
solucanın aynı soydan olduklarını hemen kavramak kolay
değildir elbet. Prof. Alfred Weber, insanın bir maymun
değişimi olduğunu bir türlü anlamak istemeyenlere:
Utanmayın, diyor, aslandan ya da gül ağacından geldiğiniz
söylenseydi, hiç kuşku yok, hoşunuza gidecekti. Kutsal
Kitap size, yüzyıllarca, bir toprak külçesinden var
olduğunuzu söyleyip durdu da niçin utanmadınız? (Felsefe
Tarihi, s. 345- 346). Gerçekte insanla hayvan
arasında, sanıldığı kadar, büyük bir uçurum yoktur.
Hayvanın insana oranı, tomurcuğun çiçeğe oranı gibidir.
Antropoloji bilgini Sir Arthur Keith şöyle diyor:
Darwinisme’i maymundan hemen insana geçivermiş bir evrim
zinciri olarak anlamak yanlıştır. Büyük insan familyasının
çeşitli gruplara ve bu grupların da çeşitli türlere
ayrıldığı bir eski dünya düşünün. Bugün maymunlar nasıl
büyüklü küçüklü çeşitli gruplar halinde görünüyorlarsa, o
eski dünyanın insanları da öyle görünmekteydiler. İşte bu
çeşitli türler girdabı içinde bir tür, yaşama kavgasından
artakalarak bugünkü insan türünü meydana getirmiştir (A.
Keith, İnsanlığın Eskiliğine Dair).
Darwin kuramı, evrene altı bin yıllık bir yaş biçen,
gökle yer arasındaki bütün varlıkların altı gün içinde
yaratıldığını bildiren Kutsal Kitapları kökünden
çürütmektedir. Ondokuzuncu yüzyılın bütün dincileri, bu
yüzden, Darwin’e geniş çapta tepki göstermişlerdir. Oxford
Piskoposu Wilberforce, Darwin’i savunan Th. Huxley’e,
kendisinin baba yönünden mi, yoksa ana yönünden mi
maymundan geldiğini sormaktadır. Huxley, bu kabalığa şu
karşılığı veriyor: Bilimsel gerçekleri baltalamak için
diller döken bir adamın soyundan gelmektense, alçakgönüllü
ve haddini bilen bir maymunun soyundan gelmeyi tercih
ederim (A. Adıvar, Tarih Boyunca İlim ve Din, c. II,
s. 109). Yurdumuzda da bu kuramı tanıtmaya çalışan Ahmet
Mithat Efendi’nin yazılarına karşı o günün hükümeti şu
buyruğu vermiştir: Fîmâbâat Mithat Efendinin
maymunlarına dair matbuata zinhar nesne yazdırılmaması...
Antropoloji alanındaki son bulgular günümüzden 400
milyon yıl önceki Silür döneminde deniz hayvanlarının
yaşadığını, 300 milyon yıl önceki Karbon döneminde kara
bitkilerinin belirdiğini, 150 milyon yıl önceki Jura
döneminde dinozorlarla sürüngenlerin göründüğünü, 60
milyon yıl önceki Eosen döneminde de maymun ve ilerde
insanlaşması muhtemel primatların çoğaldığını meydana
koymuştur. Bu çağlardan kalma fosil kalıntıları,
günümüzden 35 milyon yıl önceki Oligosen döneminde yaşamış
olan Aegyptopitehecus Zeuxis’in insanlaşmayı
hazırlayan maymun türlerinden Drvopithecus’ün atası
olabileceği kanısını uyandırmıştır. Dryopithecus
Africanus adı verilen bu maymun türüyse, günümüzden 25
milyon yıl önceki Miosen döneminde yaşamıştı. Bu çağda
bulunan Ramapitehecus punjabicus ve
Kenyapithecus Africanus’ün insan türünü meydana
getirecek olan ilk insanımsılar (Latince: Hominidae)
oldukları sanılmaktadır. 12 milyon yıl önceki Pliosen
döneminden hiçbir fosil bulunamamışsa da 3 milyon yıl
önceki Pleistosen döneminden ilk insanlaşan maymun grubu
olduğu sanılan Australopithecus fosilleri
bulunmuştur. Çünkü, bunlara gelinceye dek bütün maymun
grupları çoğunlukla ağaçlarda yaşarken bu grubun yerde
yaşadığı saptanmıştır. Bu maymun-insan fosillerinin [sayfa
14] ilki 1924 yılında Rodezya’da bulunmuştu. Daha sonra bu
türden düzinelerle fosil meydana çıkarılmıştır. Bu
fosillerle birlikte bunlarca yapıldığı sanılan yontulmuş
çakıl taşları da bulunmuştur. Pleistosen döneminin üçüncü
buz çağından önce insan tüzünün geniş ölçüde yayıldığı
sanılmaktadır. Neandertal adamı bu ilk insanlardan
biridir ve Homo sapiens Neanderthalensis adıyla
anılmaktadır. Bu dönemin dördüncü buz çağı Neandertal
adamını hemen tümüyle yok etmiştir. Ama, bu çağ sona
ermeden Homo sapiens sapiens adı verilen gerçek
insanlar dünya üstünde görünmüşlerdir. Sürüp gitmekte olan
soyumuzun ataları bunlardır. Bu insanlar çeşitli ırklar
halinde var olmuşlardır. Bu ırkların ilki de Cro-Magnon
ırkıdır.
Zaman içindeki bu tarihsel serüveninden de
anlaşılacağı gibi, insan, doğanın ürünüdür ve
yaşambilimsel evrimin sonucudur. Yaşambilimsel evrimden
insansal tarihe geçiş emek’le başlamıştır. İnsansal
emeği hayvansal çaba’dan ayıran, bu emeğin
bilinç’li oluşudur. Emek ve bilinç, birbirlerinin
koşulu olarak, insana özgü bir diyalektik ikileşme’dir.
Yüksek hayvan türlerinde beliren zeka ve onunla sınırlı
olarak gelişmiş bulunan çaba, evrim sonucunda insansal
bilinç ve bilinçli emeğe dönüşmüştür. Bu gelişme, pek uzun
bir evrimin ürünüdür. Hayvansal zeka ve çaba, sadece
doğadan yararlanmak’la kalmış, doğayı yararına
uygun olarak değiştirip, ona egemen olmak’la
insanlaşmıştır. İnsan, kendisini meydana getiren doğasal
koşulları aşmakla varlaşmıştır ve bundan ötürüdür ki,
artık o, doğasal koşullara indirgenemez. Bilinç ve
eyleminin birbirlerini karşılıklı olarak etkilemesiyle
gerçekleşen uzun bir evrim sonunda alet yapmış ve
hayvandan farklı olarak kendi kendini üretmiş’tir.
Hayvan, tek başına bir varlık olduğu halde, insan ancak
toplumsal bir varlık’tır: "İnsan, toplumsal
ilişkilerinin toplamıdır".
Ama gene de karşılanması gereken bir soru var: İnsan
nedir? Madenler, bitkiler ve hayvanlar arasında böylesine
başkalaşmak (insanlaşmak) neden?
Hollandalı anatom Louis Bolk’a göre, bu
başkalaşmanın nedeni, bireysel gelişmedeki gecikmedir (Retardation
kuramı). İnsana özgü nitelikler, bu gecikmenin
sonucudurlar. Hayvan doğduktan birkaç gün, ya da birkaç
hafta sonra yürür, insan ancak bir yıl sonra yürümeye
başlar. Hayvanın büyümesi birkaç gün ya da birkaç yılda
biter, insanın büyümesi on dokuz yıl sürer. Üretme
yeteneği hayvanda birkaç ay ya da birkaç yılda, insanda on
beş yılda başlar. Hayvanlar tüylü doğarlar, insan on beş
yıl sonra tüylenir. Daha pek çok alanlarda da görüleceği
gibi insan, pek uzun yıllar, doğuş sırasındaki durumunda (embrional
durum) kalır. Bu gecikme, sonunda insanın kılsızlığında
görüldüğü gibi büsbütün yok olmaya varacak olan (elimination)
bir organ gerilemesini, güçsüzlüğünü doğurur. Her hayvan
çevresine uyar, insansa bu güçsüzlüğünden ötürü çevresine
uyamaz. Bu yüzden de yaşayabilmek için çevresini kendisine
uydurmak zorundadır. Tükenip yok olmamasını da gene bu
gecikmeye borçludur. Profesör Bolk’a göre, gelişmenin
gecikmesi, bir iç engelleme yüzündendir. Bu engellemeyi de
iç guddelerin ürünleri olan hormonlar sağlamaktadır. İnsan
vücudunda engelleyici hormonların çoğalması, beynin
büyümesiyle bağlantılıdır. Zekanınsa, beynin bedene göre
büyüklüğüyle arttığını biliyoruz. Şu halde, denilebilir
ki, insanın gücü güçsüzlüğündedir. İnsan çevresine [sayfa
15] uyamayacak kadar güçsüzleştiğinden, çevresini
kendisine uydurabilmek için akıllanmak zorunda kalmıştır.
Beyni büyümüş, zekası artmıştır. Maymun, soğuğa karşı,
kıllanarak yaşar. İnsan kıllanamayınca, maymunun derisini
yüzüp kendi sırtına geçirerek yaşar. Bu yüzdendir ki, dağ
hayvanı dağda, ova hayvanı ovada, deniz hayvanı denizde,
sıcak hava hayvanı sıcakta, soğuk hava hayvanı soğukta
yaşayabildiği halde insan, dünyanın her köşesinde
yaşamaktadır.
İsviçreli zoolog Portmann da, insangillerin (hominid)
başkalaşmasını erken doğumlarına bağlamaktadır. Bu erken
doğuş, kuşaklar boyunca, olağanlaşmıştır. İnsan, doğduktan
sonra daha bir yıl ana rahmindeki gibidir, hızlı bir
büyüme içindedir. Bir yıl sonra bu büyüme yavaşlar.
Maymungiller (anthropoid) yetişme çağına eriştikleri zaman
insangiller henüz erginleşmeye başlamışlardır. İnsanın
erken doğuşundan ileri gelen bu gecikme, ömrü boyunca
sürmektedir. Bu gecikme, insan yavrusunun uzun yıllar ana
babasınca beslenmesini gerektirir. Evlilik kurumunun
biyolojik temeli budur. Güçsüzlüğün nedeni olan erken
doğum, güçsüzlüğün gereği olan beyni zorlamıştır.
Portmann’a göre insan, insanlığını erken doğuşuna
borçludur. Görüldüğü gibi, Adolf Portmann’la Louis Bolk,
bu konuda birbirlerini tamamlamaktadırlar.
Alman antropologu Profesör Arnold Gehlen, ortak bir
atadan gelmiş oldukları halde, insanla hayvan arasında bir
nitelik (mahiyet) ayrımı bulunduğu kanısındadır.
İnsanda bir hayvanlık vardır ama, insan denilen varlık, bu
hayvanlığın sınırını aştıktan sonra başlar (A. Gehlen,
Der Mensch, Seine Natur and Seine Stellung in der Welt,
1940). Hayvanın her organı; bir çevreye uymadır. İnsanın
hiçbir organı, çevreye uyma değildir. Hayvanın herhangi
bir organını ele alarak onun yaşadığı çevreyi, yediği
şeyleri, karşılaştığı düşmanları ortaya koyabiliriz.
Devekuşu step için, şempanze orman için yapılmıştır. Buna
karşı insanın, doğanın hiçbir koşuluna uygun gelen hiçbir
organı yoktur. Buz çağı hayvanlarının hepsi tüylüdür. Buz
çağı insanı tüylü değildir. İnsan, yaşamasını, hayvan gibi
çevreye uymasına değil, kendine özgü bir özellikle çevreyi
kendisine uydurmasına borçludur. İşte insan demek, bu
özellik demektir. Hayvanlık alanında çevreye göre
organların özelleşmesi kavramı (specialisation), insanlık
alanında çevrenin özelleştirilmesiyle elde edilmiştir.
Hayvan, doğa karşısında tam ve uygun, insansa eksik ve
doğaya karşıt bir varlıktır. Hayvanın bütün davranışları
doğanın isteğine göre düzenlenmiştir, insanın bütün
davranışlarıysa doğaya karşıdır. İnsan varlığı, dik yürüme
ve bunun ardından beynin büyümesi ve zekanın ortaya
çıkmasıyla başlar. Dik yürüme, insanın ellerini serbest
kılmıştır. Ayaklık etmekten kurtulan eller boş kalınca,
zekanın güdümüyle, aletleri işlemeye ve kullanmaya
başlamıştır. Hayvan, organlarının özelleşmesi yüzünden
çevresine bağlıdır. İnsansa, organlarının özelleşmemesi
yüzünden çevresine karşı özgürdür. İnsan, özgürlüğünü,
beyin-el diyalektiğine borçludur. Bu yüzdendir ki, hayvan
uygunsuz koşullar içinde türünü yok ettiği halde, insan
her çeşit koşullar içinde türünü sürdürmektedir. Beyin ve
el, insanı bütün özel durumlar karşısında özgür kılmıştır.
İnsan bu çevre, koşullarını değiştirebilir ya da onlara
karşı kendini koruyabilir, doğayla savaşabilir ve doğayı
yenebilir. Böylesine bir güç, insandan [sayfa 16] başka
hiçbir canlıda yoktur. Hayvan aletsiz yaşayabildiği halde,
insan aletsiz yaşayamaz. Ateş, balta, silah vb. gibi
aletlere sahib olmayan insan doğayı yenemez ve tükenip
gitmek zorunda kalırdı. Şu halde insan, doğayla değil,
kültürle bir bağlantı içindedir. Kültür, zekayla
değiştirilen bir doğa, yeniden ve insana göre yapılmış bir
doğadır.
Buna karşı, insanla hayvan arasında hiçbir nitelik
ayrılığı bulunmadığını; insanın gelişmiş zekalı bir hayvan
olduğunu ileri süren kuramlar da vardır. Bu kuramlara
göre; insan yetenekleri (kabiliyetleri) hayvan
yeteneklerinin yetkinleşmiş (mükemmelleşmiş) bir
biçiminden başka bir şey değildir. W. Köhler, zekanın
hayvanlarda da bulunduğunu tanıtlamıştır. İnsanda
karşılaştığımız töre (ethik), değer ölçüleri,
toplumsallığın meydana koyduğu, doğayla hiçbir ilgileri
bulunmayan fenomenlerdir. İnsanca bir özellik olarak ileri
sürülen dil fonksiyonu da nihayet gelişmiş bir
beyin işidir. Dil fonksiyonu, beyinde, silvius yarığı
dolaylarına yayılmıştır (bkz. J. Lhermitte, Les
Mécanismes da Cerveau). Maymungillerde kendilerine
göre bir dil bulunduğu Gerner ve Schwidetzky’nin
gözlemleriyle doğrulanmıştır. Kohts yirmi üç sözcüklü,
Blanche W. Learned otuz iki sözcüklü bir maymunca
bulunduğunu ileri sürmektedirler (bkz. Jean Rostand,
Biyoloji Açısından İnsan, Ender Gürol çevirisi, 1964).
İnsanlık yapıyla hayvanlık yapı arasında, temelde, hiçbir
ayrılık yoktur. İnsanlık yapıda görülen organ
eksiklikleri, bu organların görevlerini beynin yüklenmesi
yüzünden meydana gelen doğal gerilemeler, daha açık bir
deyişle, gereksiz kılınmalardır. Tüylü bir hayvanın
derisini yüzüp sırtına geçirmeyi beceremeseydi, soğuktan
donmamak için, insan da tüylenecekti.
Bilimsel bulgular, insanı insan edenin emek
(iş) olduğunu tanıtlıyor. Hayvan doğada bulduklarıyla
yetinir, insansa doğayı emek harcayarak üretir. İnsan,
alet yapan bir hayvandır. Ancak alet işi değil, iş aleti
doğurmuştur. Elin gelişmesi, insangillerin başkalığında,
atılmış en önemli bir adımdır. Kant’ın da dediği gibi, el,
dışarıya doğru uzamış bir beyindir. Tüylü atalarımız dik
yürümeyi, bir zorunluk olarak göze almışlarsa, bunun
nedeni, ellerin başka türlü işler yapmak zorunda kalmış
olmasıdır. Maymunlarda bile eller, tırmanmak için,
ayaklardan başka türlü kullanılmaktadır. El, işin bir
aleti değil, işin ortaya çıkardığı bir üründür. El,
yetkinleşmesini yaptığı işlere borçludur. Elin gelişmesi,
insan yapısının bütün bölümlerini doğrudan doğruya
etkilemiştir. İşin eli ve karşılıklı olarak elin de işi
geliştirmesi insangillerin işbirliğini zorunlu kılmıştır.
Bu işbirliği, başka bir deyişle toplumsallık, insanları,
birbirlerine söylemeleri gereken bir şeyleri olmak
durumuna getirmiştir. Dil, bu zorunluktan doğmuştur.
İnsanbilim (antropoloji) alanına büyük katkılarda
bulunan, Friedrich Engels, Doğanın Diyalektiği adlı
ünlü yapıtında şöyle der: "Ekonomi politikçiler iş
(emek) bütün zenginliklerin kaynağıdır, derler. Fakat iş,
bundan da öte sonsuz bir şeydir. İnsanın tüm varlığı için
ilk temel şart odur ve bu ölçüdedir ki bir anlamda insanı
iş yaratmıştır, dememiz gerekir. Yüz binlerce yıl önce,
jeologların üçüncü zaman dedikleri, henüz
kesinlikle saptanamayan dünya tarihi dönemi sırasında,
belki de onun sonlarına doğru, dünyanın sıcak bölgesinde
muhtemelen şimdi Hind Okyanusunun [sayfa 17] dibine batmış
büyük bir kara parçası üzerinde insan benzeri maymunların
son derece gelişmiş bir kuşağı yaşıyordu. Bizim bu
ecdadımızı Darwin aşağı yukarı tanımlamıştır. Bunların
bedeni tamamen kıllarla örtülüydü, sakalları ve sivri
kulakları vardı ve topluluk halinde ağaçların üstünde
yaşıyorlardı. Bu maymunlar, belki de özellikle yaşayış
biçimleri dolayısıyla ağaçlara tırmanırken ellerine ve
ayaklarına farklı fonksiyonlar kazandırarak düz yerde
yürürken ellerini kullanma alışkanlığını yavaş yavaş
bırakmaya, dik biçimde bir yürüyüş kazanmaya başladılar.
Böylece maymundan insana geçiş’in en önemli adımı
atılmış oldu. Bugün bütün insan-benzeri maymunlar ayakta
durabilirler ve iki ayak üzerinde hareket edebilirler. Ama
bunu yalnız zorunlu hallerde ve pek beceriksizce yaparlar.
Doğal yürüyüşleri yarı-dik’tir ve ellerini de
kullanırlar: Çoğu ise el kemiklerini yere dayar ve sakat
bir kimsenin koltuk değnekleriyle yürüyüşü gibi bükük
bacaklarla uzun kolların arasında bedenlerini titretirler.
Genel olarak maymunlarda dört ayak üzerinde yürümeden iki
ayak üzerinde yürümeye geçişin bütün basamaklarını bugün
bile görebiliyoruz. Ama iki ayak üzerinde yürüme onlar
için bir son çare olmaktan öte gitmemiştir. Kıllı
ecdadımız arasında dik yürüme zamanla bir
gereklilik haline geldiyse, bu, arada geçen zamanda eller
için gittikçe değişik çalışma şekilleri gelişmesini
zorunlu kılmıştır. El ve ayağın kullanılmasında bazı
farkların meydana gelişi maymunlar arasında da görülür.
Belirtildiği gibi ağaca tırmanırken el, ayaktan başka
türlü kullanılır. Daha aşağı memeli hayvanların ön
ayaklarının kullanılışı gibi, el daha çok yiyeceklerin
toplanmasına ve tutulmasına yardım eder. Bazı maymunlar
ağaçlarda yuvalarını ellerle yapar, hatta şempanze gibi
kötü havadan korunmak için dalların arasında çatı meydana
getirirler. Düşmanlara karşı korunmak için sopaları
ellerle yakalar, ya da meyveleri ve taşları bunlarla
fırlatırlar. Yakalandıklarında insanlardan kopya ettikleri
birçok basit hareketler için ellerini kullanırlar. Ama
insana en çok benzeyen maymunların bile gelişmemiş eli ile
binlerce yüzyıllık iş yoluyla son derece gelişmiş insan
eli arasındaki farkın ne kadar büyük olduğu burada
anlaşılır. Kemiklerin ve kasların sayısı ile genel düzeni
ikisinde de aynıdır. Ama en ilkel vahşinin eli, hiçbir
maymun elinin taklit edemeyeceği yüzlerce iş yapar. Hiçbir
maymun eli taş bıçağın en kabasını bile meydana
getirememiştir. Ecdadımızın binlerce yıllık sürede
maymundan insana geçiş sırasında yavaş yavaş eli uydurmayı
öğrendikleri ilk hareketler başlangıçta herhalde en
basitleriydi. En ilkel vahşiler, hatta aynı zamanda
fiziksel bir gerileme göstererek daha çok hayvana benzer
bir duruma dönüşenler bile, bu geçiş dönemi
yaratıklarından çok daha üstündür. İlk çakmak taşı insan
eliyle bıçak haline getirilinceye kadar, öyle zaman
dönemleri geçmiştir ki, bizce bilinen tarihsel dönem
onunla karşılaştırılınca önemsiz kalır. Ama asıl adım
atılmıştı, el özgür hale gelmişti ve artık durmadan
yeni beceriler kazanabiliyordu. Böylece kazanılan daha
büyük esneklik kuşaktan kuşağa geçiyor ve artıyordu. O
halde el, iş organı olmakla kalmaz, aynı zamanda bu işin
ürünüdür de. Ancak iş, gittikçe yeni hareketlere uyma, bu
yoldan geliştirilmiş kasların, bağ organlarının, daha uzun
dönemler içinde kemiklerin kalıtsal yoldan geçmesi bu
kalıtsal inceliğin yeni, gittikçe daha karmaşık
hareketlere gittikçe yenilenen biçimde uygulanması, [sayfa
18] insan elini Rafael’in tablolarını, Thorwaldsen’in
heykellerini ve Paganini’nin müziğini yaratabilecek bir
mükemmellik düzeyine kadar getirmiştir. Ama el tek başına
değildi. O, son derece karmaşık bir tüm organizmanın ancak
tek bir organıydı. Elin yararlandığı şeyden bütün beden de
yararlandı, hem de iki yoldan. Önce, Darwin’in dediği
gibi, büyüme korelasyonu yasasından yararlandı. Bu yasaya
göre, bir organik varlığın ayrı parçalarının belli
biçimleri, görünüşte onlarla bağıntısı olmayan başka
parçaların belli biçimleriyle her zaman bağıntılıdır.
Böylece, çekirdeksiz kırmızı kan hücrelerine sahip ve
kafanın iki eklemle (kondil) kaburganın ilk kemiğine
bağlandığı bütün hayvanlarda hiç eksiksiz; yavruları
emzirmek için süt bezeleri de vardır. Bunun gibi, memeli
hayvanlarda çatal tırnaklar kural olarak geviş getirmek
için kırkbayır ile bağıntılıdır. Belli biçimlerdeki
değişmeler, aradaki bağıntıyı açıklayabilecek durumda
olmamıza rağmen, öteki beden kısımlarının biçiminde de
değişmelere sebep olur. Gözleri mavi olan tamamen beyaz
kediler her zaman ya da hemen her zaman sağırdır. İnsan
elinin gittikçe gelişmesi ve buna paralel olarak ayağın
dik yürüyüşe uyması, hiç şüphesiz böyle bir korelasyon
yoluyla organizmanın öteki kısımları üzerinde de etkisini
göstermiştir. Elin gelişmesinin dolaysız, belirlenebilecek
biçimde geri kalan organizmaya yaptığı etki çok daha
önemlidir. Daha önce değinildiği üzere, bizim maymun
ecdadımız sürü halindeydi, bütün hayvanların en toplumsalı
olan insanın, toplumsal olmayan bir önceki ecdattan
çıkışını aramanın imkansızlığı açıktır. Elin gelişmesiyle,
işle başlayan doğa üzerindeki egemenlik her yeni
ilerlemede insanın görüş açısını genişletti. İnsan,
doğadaki maddelerde sürekli olarak yeni, o güne kadar
bilinmeyen özellikler keşfetti. Öte yandan işin gelişmesi,
karşılıklı destekleme, ortaklaşa etkinlik hallerini
çoğaltma ve bu ortaklaşa etkinliğin her birey için
sağladığı yararın bilincine varma yoluyla toplum
üyelerinin birbirine gittikçe yaklaşmasına zorunlu olarak
yardım ediyordu. Kısacası, oluşan insanlar, birbirlerine
söyleyecek bir şeylerinin bulunduğu noktaya
eriştiler. İhtiyaç, kendine bir organ yarattı. Maymunun
gelişmemiş gırtlağı, durmadan daha gelişmiş modülasyon
elde etmek için yapılan modülasyon yoluyla yavaş, ama
sağlam biçimde değişti ve ağız organları yavaş yavaş
birbiri ardından ahenkli harfleri söylemesini öğrendi...
Önce iş, sonra onunla birlikte dil, bir maymunun beynini
etkileyen en önemli iki dürtü bunlardır ve bu etki altında
maymun beyni, bütün benzerliğine rağmen çok daha büyük ve
çok daha üstün bir insan beynine doğru gelişmiştir" (İbid,
Ankara 1970, Arif Gelen çevirisi).
Görüldüğü gibi, insan usunun, ne kökeninin ne de
özünün, sadece doğal ve yaşambilimsel (tabii ve biyolojik)
etkenlerle açıklanamayacağı açıktır. Usun ve bilincin özü,
ancak toplumsal (içtimai, sosyal) karakteriyle
kavranabilir. İnsan toplumu olmaksızın insan usu, insan
bilinci ve insan düşüncesi de olamazdı. A. Spirkin ve O.
Yakhot, Diyalektik ve Tarihi Materyalizm adlı
yapıtlarında bu konuda şu somut örneği verirler: "Hepimiz
ormanlarda hayvanlar tarafından yetiştirilen ve sonradan
insanlar tarafından bulunan çocukların öykülerini
duymuşuzdur. Bu tür olayların en heyecanlısı 1920 yılında
Hindistan’da ortaya çıkanıdır. Öksüzler evinin başkanı
olan Mr. Singh, birtakım garip varlıkların kurtlarla
birlikte bir mağarada yaşadıklarını [sayfa 19] duyar. Halk
bunların hayalet olduklarını söylemektedir, fakat daha
sonra bunların iki küçük kız çocuğu oldukları anlaşılır.
Bu çocuklar kurtların elinden alınır ve öteki çocuklarla
birlikte yetiştirilmek üzere öksüzler evine getirilir.
Ancak kızlar çevreleri için büyük bir dert kaynağı
olurlar. Çünkü, bir insandan doğmuş olmalarına rağmen; iki
küçük hayvan gibi davranmaktadırlar. Hayvanların arasında
geçen yaşamları yalnız davranışlarını değil, aynı zamanda
bedensel yapılarını da etkilemiştir. İnsanların önemli
özelliklerinden biri olan dik yürüme bu çocuklarca
bilinmemektedir. Ayrıca insan bilincine ve düşünme
yeteneğine veya insanca duygulara, heyecanlara sahip
oldukları yolunda da hiçbir belirti yoktur.
Alacakaranlıkta yaşarlar, gündüzleri uyur, gece olunca
hareketlilik gösterirler. Yıllar geçer. Zamanla, büyük
çabalar sonucunda, fakat yavaş yavaş, insanca özellikler
belirmeye başlar. İlk sözcükler söylenir. Çevrelerinde
olup bitenleri kavradıklarını gösteren insanca kavrayışın
ilk belirtileri ortaya çıkar. Başlangıç kavramları
biçimlenir ve küçük hayvanlar insana dönüşmeye başlarlar.
Ne yazık ki büyüyemeden ölürler. Bu gerçekler bize neyi
anlatır? İlkin bilincin doğal yaşambilimsel kaynağı
kuramının tamamen yanlış olduğunu gösterir. Kaba ya da
bilimsel olmayan özdekçiler (maddeciler) insanın, doğanın
çocuğu olduğunu ileri sürerlerdi. Bu iddiada, bilincin
kaynağının doğaüstü olduğu yolundaki idealist ve teolojik
iddialarla çeliştiği ölçüde gerçeklik payı vardı. Fakat,
insan bilincinin yalnız doğal temelini vurgulayan
metafizik özdekçilik de tümüyle doğru değildir. Bu gerçek,
kurtlardan kurtarılan çocuklar olayında hiç kuşku
bırakmayacak bir biçimde kanıtlanmıştır. Bilinç, örneğin
ellerimiz, kanımız, gözlerimiz ve saçımızda sözkonusu
olduğu gibi doğanın basit bir ürünü değildir. Bilincin
ortaya çıkabilmesi ve görevini yapabilmesi için, doğal
yaşambilimsel temelinin yanısıra, toplumsal koşullar
(toplumsal yaşam ve insan toplumu) da gereklidir. İnsan
bilinci karakteri itibariyle toplumsaldır. İnsanın
toplumsal ilişkilerinden, toplumsal yaşamından ve
hareketliliğinden soyutlanmış olarak ortaya çıkamaz. Bir
çocuk, ancak bir insan topluluğu içinde yaşayarak, bir
insan olabilir" (İbid, Bilim Yayınları, Engin Karaoğlu
çevirisi, s. 53-5). İnsanın özü, tek başına bir bireye
özgü ve soyut bir şey değil, toplumsal ilişkilerinin
tümüdür. Bu gerçek, genel olarak insan konusunda
herhangi bir akıl yürütmeyi gereksiz ve olanaksız kılar.
İnsan, bütün insanlığın gelişmesinin bir ürünüdür (Nasıl
ki bir elma da, elma ağacının değil, bütün bir doğanın
ürünüdür). İnsan, toplumsal soyunun, yüzbinlerce yıllık
deney ve bilgi mirasına sahiptir.
İnsanbilim (antropoloji), doğal varlıklar içinde
insanın özelliklerini içgüdüler, dil ve düşünce, teknik,
us ve eylem alanlarında da en ince ayrıntılarına kadar
incelemiş ve bilimsel gerçekler ortaya koymuştur.
İnsanı insan eden, kendine özgü içgüdüleri midir?...
Bu sorunun karşılığı kesindir: Hayır. Önce, içgüdülerin,
şimdiye kadar sanıldığı gibi psişik değil, fizyolojik
oldukları anlaşılmıştır. İçgüdü, bir düşünce işi değil,
bir beden yapısı işidir. Her hayvan türü için başka olan
davranış biçimleri, hayvan fizyolojisini biçimlendirip,
soydan soya geçerek içgüdü haline gelmişlerdir. İçgüdüler
öğrenilmezler ve deneme yoluyla kazanılmazlar. Dahası var,
içgüdüsel davranışlarla öğrenilmiş davranışların
gelişmeleri birbirleriyle ters orantılıdır. Öğrenebilen
hayvanların içgüdüleri, [sayfa 20] öğrenebildikleri
oranda, azalmaktadır. Bu anlamda, insan denilen varlıkta
hiçbir içgüdü bulunmamaktadır. İçgüdü, belli bir olay
karşısında belli bir davranıştır. Düşmanını görmek,
hayvanı ya bağırtır, ya kaçırtır, ya da düşmanına
saldırtır. İnsanınsa ne türlü davranacağı belli değildir,
daha doğrusu ne türlü davranacağı o anda içinde bulunduğu
sosyal, ethik ve entellektüel koşullara bağlıdır.
Bağırmak, kaçmak, saldırmak şöyle dursun, insan –eğer o
anda işine öyle geliyorsa– düşmanını yanaklarından
öpebilir. Ama, içinde, gene de hoş olmayan bir duygu
kıvranır. İnsanın içgüdüsü işte bu kadarcıktır ve pek
güçsüzdür. Onu fizyolojik bir davranışa sürükleyemez.
İnsanın soydan gelen içgüdüsel davranışlarının yerini,
zeka ile ilgili plastik (birbirleriyle kaynaşabilen)
davranışları almıştır. İnsanın, içgüdüleri değil, içgüdü
kalıntıları olan içtepileri (ilcaları, impuls’leri)
vardır. İnsanın özelleşmiş organları olmadığı gibi,
özelleşmiş davranışları da yoktur.
Buna karşı, dil ve düşünce, insanı insan eden
insanca özelliklerin başında geliyor. İnsan, dünyaya
açılan ilk canlıdır. İnsanın dünyaya açılmasını dili ve
düşüncesi sağlamıştır. Yirmi milyon yıl önce yaşadığı
sanılan aynı türden geldikleri halde, çağdaş maymunun
bilgisizliğine karşı çağdaş insanın üstün bilgisi,
insangillerin ağızlarındaki dili gereği gibi
kullanabilmelerinden doğmuştur. Çağdaş maymun, aşağı
yukarı, yirmi milyon yıl önceki ortak atamızın deneylerini
tekrarlamaktadır. Maymun, pek yavaş gelişen bireysel
değerleriyle birlikte göçüp gidiyor. İnsanın bireysel
değerleriyse, sözcüklerin gücüyle gittikçe
toplumsallaşmaktadır. Maymun, çocuğuna hemen hiçbir bilgi
veremeden ölür. İnsan, çocuğuna yirmi milyon yıllık bir
bilgi bırakır. Dil, insangillere, kendisini öteki
canlılara pek üstün kılan hızlı bir gelişme sağlamıştır.
İnsanın dilini kullandığı günden beri yepyeni bir
diyalektik gerçekleşmeye başlamıştır. Bu diyalektik, dil
düşünce diyalektiğidir. İnsanın özgürlüğü, diliyle
gerçekleşmektedir. Düşüncenin dile bağlılığı (identik
birliği) tanıtlanmıştır. İlk düşünen ilk konuşandı.
Konuşmadan düşünme yetisi, uzun bir süre sonra
gelişmiştir. Dil ve düşünce, birbirlerini karşılıklı
etkileyerek, genel diyalektiğin içinde, çok hızla gelişen
özel bir diyalektiğe başlamış bulunmaktadırlar. İnsan,
sözcüklerle özetleyerek dünyanın fizik yükünden
kurtulmuştur, bilgi elde edebilmek için harcamak zorunda
bulunduğu gücü ve süreyi kazanmıştır. Artık gitmesi,
görmesi, dokunması, bulması, işitmesi, araması, koklaması,
tatması gerekmez. Düşünmesi yeter. Dil ve düşünce
diyalektiği, geçmişle geleceği birleştirmiş, uzaklığı
yakına getirmiştir. Hayvan geçmişini bilemez, insan bilir.
Hayvan geleceğini tasarlayamaz, insan tasarlar. İnsan,
dillenmesi yüzünden, süreyi ve uzayı (zaman ve mekanı)
eline geçirmiştir, başkalarının deneyleriyle eylemde
bulunmaktadır. Ralp Waldo Emerson’un dediği gibi:
Eğitilmiş bir köpek, başka bir köpeği eğitemez. Bu başarı,
dil düşünce gücüyle, insanca bir başarıdır. De la
Mettrie’nin dediği gibi, ağızdan sözcükler çıkmadan önce
neydi insan? Öteki türlere göre daha az içgüdüsü olan
kendi türünün hayvanı. Kendini kral görmezdi. Maymun
kendine neyse, o da kendine oydu (La Mettrie, L’Homme-Machine,
1748).
İnsanca özelliklerden biri de, tekniktir. İnsan,
içgüdülerinin eksikliğini nasıl zekasıyla gideriyorsa,
organlarının eksikliğini de teknikle giderir. Uçmak için
kanatları [sayfa 21] olmayan insan uçma makinesi yapar,
kanat organının eksikliğini teknikle giderir. Ayrıca
insan, birçok organlarının görevlerini de tekniğe yükler.
Araba yapıp ayaklarıyla yürümekten kurtulur, asansör yapıp
merdivenleri tırmanmaktan kurtulur. Bunlardan başka insan,
birçok organlarının görevini de teknikle aşar. Sesini
işittiremeyeceği uzaklıklara telefon telleri çeker,
yumruğuyla vuracağına bir taşla vurarak işini daha iyi
yapar, gözleriyle göremediğini dürbünle görür. Teknik, her
gün biraz daha, organik doğayı görev dışı bırakmaktadır.
Uygarlığımızda yük taşıyıcı hayvanların yeri her gün biraz
daha azalmaktadır. İnsan, dünyayı teknikle değiştirebilen
tek canlıdır. Ya kendine organlar yaratır, ya organlarının
işgücünü artırır, ya da kendi organlarının işini doğaya
gördürür. İnsan, tekniği zekasıyla ortaya koyar. Teknik,
doğada yoktur: Örneğin bir mihverin çevresinde dönen
tekerlek, insan zekasının ürünüdür, doğada böyle bir şey
bulunamaz. İnsanın yarım milyon yıl önce yaptığı bıçak,
doğada yoktur. Çividen, düğmeden tutun da buhar makinesine
kadar hiçbir teknik aleti doğada bulamazsınız. İnsan,
işlerini tekniğe gördürürken, kafa çalışmalarına ayıracağı
süreyi de artırmış olmaktadır. Teknik, ayrıca, insanı
doğaya bağlılıktan da kurtarmıştır. Artık insan, atın
yürüme, ağacın büyüme hızına bağlı değildir. Atın yerine
otomobili, ağacın yerine kömürü ve petrolü koyarak bütün
kültür süreçlerini hızlandırmıştır. İnsan, yepyeni bir
doğa yapabilmek gücünü kazanmaktadır. Örneğin doğada yirmi
milyon elektrovoltluk elektrik gerilimleri yoktur. Oysa
insan, böyle bir gerilimi teknikle meydana getirerek bu
durumda doğanın nasıl davranacağını deneyebilmektedir.
Görüldüğü gibi, insanı insan eden emek, iş, tek
sözle eylem (action)... Kafadaki beyni us, ön
ayakları el, ağızdaki tad alma organını konuşan dil eden
hep o.
İnsan türünü meydana getiren hayvanın, öteki
hayvanlara baskın çıkan eylemselliği nereden doğmuştur?
Soru, karşılığını, insanın atası hayvanın öteki hayvanlara
göre daha çok oyunseverliğinde bulmaktadır. Nitekim, insan
çocuğunun maymun çocuğundan daha oyuncu olduğu
bilinmektedir. İnsan, duyulur izlenimler yığınını oyunla
düzenlemiştir. Oynayan çocuk, ilkin, hiçbir ayırma
yapmaksızın, bütün duyularıyla birlikte davranır. Eşyayı
görür, dokunur, koklar, sesini işitmek için birbirine
çarpar, tadını almak için ağzına sokar. Bu oyun, ona duyu
niteliklerini ayırt etmeyi öğretir. Çiçeği koklar artık,
ağzına sokmaya çalışmaz. Oysa, çiçeğin bir tadı da vardır.
Ama çocuk, çiçekte kokunun tattan önemli olduğunu
öğrenmiş, kokuyu öteki önemsiz niteliklerden
soyutlayabilmiştir. Bu soyutlama, insanlaşmada, çok önemli
eylemsel bir başarıdır. Artık şeker yeşil, kırmızı, ya da
sarı renkte olabilir. Çocuğun şekerde arayacağı renk
değil, tat olacaktır. Çocuk, bu oyun deneyleriyle, eşyanın
tepkilerini ve kendi davranışıyla olan ilgilerini de
öğrenmektedir. Avuçta sıkılan cam elini kesmektedir, elden
bırakılan tabak düşüp kırılmaktadır. Yanmayan sobaya
dokunulabilir, yanan sobaya dokunulmaz. Önemli bir sonuç
daha meydana çıkar: Göz, ellerin görevini üstüne almış,
ellerin yükünü azaltmıştır. Çocuk artık bir şeyin yaş mı
kuru mu, ağır mı hafif mi, sert mi yumuşak mı olduğunu
görebilir. Bunları anlamak için o şeye elleriyle dokunması
gerekmez. Görevleri azalan eller şimdi daha çok eylemde
bulunabileceklerdir, el bilgi işinden kurtarılmıştır.
[sayfa 22] Daha sonra göz, oyunun sağladığı duyuların
işbirliğinden güçlenerek, öteki duyuların da görevlerini
yüklenmektedir. Sessiz bir filmde bir kişinin şarkı
söylediğini görebiliriz, önümüze getirilen, bir tabakta
tatlı bulunduğunu görebiliriz, bahçemizde bulunan bir
karanfilin güzel koktuğunu görebiliriz. Duyuların bu
işbirliği, insandan başka hiçbir hayvanda
gerçekleşmemiştir. Cisimlerin, öteki duyuların
niteliklerini de kapsayan bu optik görünüşleri
sembollerdir. İnsan, artık, eylemsel oyunlarıyla edindiği
bir semboller dünyasında yaşamaktadır. Optik (görünen)
dünya, yükü azaltılmış bir dünyadır. Şu halde, yükü
azaltılmış bir dünyaya açılan insan atası hayvan,
insanlaşma yolunda, öbür hayvanlara göre, çok daha eylemde
bulunmak imkanına kavuşmuştur. Bu geniş eylemsel çalışma,
onu, ele, dile ve akla götürmektedir. Daha açık bir
deyişle, eylemin dürtüsüyle el-dil-akıl diyalektiği
başlamıştır. Buysa, tümüyle, insanlaşma işidir.
İNSANDA
BİR KORKU
İlk insan, soğumuş lav kayalarının üstüne çıkıp
çevresine bakınca, kendisine göre değerlendirdiği iki şey
gördü: Kendisinden aşağıda olanlar, kendisinden yukarda
olanlar... Kendisinden aşağıda olanlara aldırmadı ama,
kendisinden yukarda olanlardan ölesiye korktu. Uçsuz
bucaksız bir doğanın ortasında ne kadar yalnızdı. Gökler
gürlüyor, şimşekler çakıyor, yıldırımlar düşüyor,
kendisinden pek güçlü hayvanlar saldırıp parçalıyorlardı.
Kendisinden yukarda olanların en üstünde gök vardı. Artık,
yüzyıllar boyunca korkacaktı bu gökten, saygı duyacaktı bu
göğe. Öylesine bir korku, öylesine bir saygıydı ki bu,
gelecek kuşakların en akıllıları bile kendilerini bundan
kurtaramayacaklardı. Milyonlarca yıl yücelik, tanılık,
güçlülük ölçüsünü mavi ellerinde tutacaktı, gök. Gök,
ona bağırıyor, parmağını sallıyor; onu boğmak için
sağanaklarını, onu yakmak için yıldırımlarını
gönderiyordu. Ona yalvarır, tapar, yaltaklanırsa belki
kendisini korurdu da.
KORKUDA
BİR KAVRAM
Bir XVIII. yüzyıl düşünürü, Volney (Constantin
François, Comte de Chasseboeuf, 1757-1820), gök ölçüsünün
hikayesini kendi açısından; şöyle anlatıyor: İlk
insanların hiçbir düşünceleri yoktu. Önce kollarını,
bacaklarını kullanmasını öğrendiler. Gittikçe; babalarının
deneylerinden yararlanarak geliştiler. Yaşama araçlarını
sağlama bağladıkça zekaları, ilkel gereksemeler
(ihtiyaçlar) zincirinden kurtularak dolayısıyla
anlamalara; sonuç çıkarmalara (istidlallere) yöneldi.
İnsan zekası, giderek, soyut bilgileri kavramak gücünü de
kazandı. Yeryüzünde kendilerinden başka birçok varlıklar
kaynaşıyordu, bu varlıkların çoğu karşı gelinmez nitelikte
güçlüydüler. Ateş yakıyor, gök gürlemesi ürkütüyor, su
boğuyor, yel sürüklüyordu. Uzun yıllar bu etkilerin
nedenlerini düşünmeden katlandılar. Bütün bunların neden
böyle [sayfa 23] olduklarını anlamak isteyen ilk insan
şaşkına döndü. Sonra, şöyle düşünmeye başladı:
1- Onlar kendisinden güçlü, kendisine üstündüler.
Tanrı düşüncesinin temeli budur. Kimileri acı,
kimileri tatlı etkiler uyandırmaktadırlar. Acıyla
etkileyenlerden korkuyor, onlardan uzaklaşmak istiyordu.
Tatlıyla etkileyenlere umut bağlıyor, onlara yaklaşmak
istiyordu. İşte korku ve umut, gök ölçüsünün
bu ilkeleri, böylece doğdular. Kendisi nasıl bir başkasını
itmek isteyince itebiliyorsa onlar da yakmak isteyince
yakabiliyorlardı. Şu halde onlarda da kendisininki gibi
bir irade, bir zeka olmalıydı. İşte Tanrılık irade,
Tanrılık zeka düşüncesi böyle başladı. Kendisine kötülük
etmek isteyen bir soydaşının önünde nasıl alçalıyor, ona
nasıl yalvarıyorsa, ötekilerinin önünde de alçalabilir,
onlara da yalvarabilirdi. İşte ilk yere kapanış, ilk dua.
Yoluna engel olan dağa yer değiştirmesi için yalvarırken
onu düşüncesinde varlıklaştırdığının, ilk düşünce
varlıklarını yaratmaya başladığının farkında bile değildi.
Kendisinden güçlü, kendisine üstün olan bu düşünce
varlıkları pek çoktular, şu halde evren, sayısız
Tanrılarla doluydu (politeisme). Bunların kimisi iyilik
ediyordu, kimici kötülük. İyilikle kötülük, iyilikçi
ruhlarla kötülükçü Tanrılar böylece doğdular. İşte ilk
insanların dini böyle başladı (İlk sistem: Fizik güçlere
tapmak).
2- Yeryüzünde ve insan düşüncesinde başlayan bütün
bu ilkeler (üstünlük, korku ve umut, üstün irade ve üstün
zeka, güçlünün önünde eğiliş, yalvarış, düşünce
varlıkları, bu varlıkların çokluğu, iyilikçi ya da
kötülükçü varlıklar) insanların tarım gereksemeleri için
göğe yöneldiler. Tarım, toplulukla yaşamaya başlayan
insanlar için bir zorunluktu. Tarımı başarmak içinse göğün
gözetlenmesi gerekiyordu. Toprağın gökle ilgisi belirmeye
başlamıştı. Bir yıldız kümesinin görünmesi, en yüksek
yerine varması ve batmasıyla bir bitkinin gövermesi,
büyümesi ve kuruması arasındaki ilgi, olanca açıklığıyla
insanların gözüne çarpıyordu. Şu halde yeryüzünü
yıldızlar, bu gök varlıkları, yönetiyorlardı. On beş bin
yıl önce Mısır’da yaşayanlar yıldızlara tapmaya
başladılar. Bunlar, Nil nehrinin yukarı kıyılarında
yaşayan zenci ırktan ilkel topluluklardı (İkinci sistem:
Yıldızlara tapmak).
3- İnsan bu yıldızlara birer ad takma gereğini
duyunca, bunlara yeryüzü adlarını yakıştırmaya başladı.
Tebli Habeş, ırmağın taşması sırasında görünen yıldızlara
taşma yıldızları, sapan sürme sırasında görünen yıldızlara
öküz ya da boğa yıldızları, aslanların susuzluktan çölleri
bırakıp ırmak boylarına geldiği sırada görünen yıldızlara
aslan yıldızları, kuzuların ya da oğlakların doğduğu zaman
görünen yıldızlara kuzu ya da oğlak yıldızları adını
veriyordu. Bu benzetmeler sayısızdı. Artık kuzu, kış
mevsiminin kötülük eden ecinnisinden gökleri temizliyor,
boğa yeryüzüne bereket tohumları saçıyordu. İnsan dili
böylelikle mecazlara alışıyor, gittikçe zenginleşiyordu.
Artık insan, göğün boğasından (boğa adını verdiği
yıldızlardan) beklediği gücü, yeryüzündeki boğadan da
bekler olmuştu. Yerden göğe çıkan mecazlar böylelikle.
gene yeryüzüne indiler. Birtakım yanlış kıyaslamalar
başladı. Öküz, balık ve daha bir sürü şey kutsallaştı
(Üçüncü sistem: Putlara tapmak).
4- Kıyaslamalar insanları maddi anlamlardan manevi
anlamlara geçirdiler. İyilik getiren tanrılara bilgi,
temizlik, erdem melekleri; kötülük getiren tanrılara da
[sayfa 24] cahillik; günah, kabahat zebanileri denilmeye
başlandı. Tanrıların özleri birbirlerine uymadığından
tapınma ikiye bölündü. İyi tanrılara yapılan sevgi ve
sevinç tapınmasıydı, kötü tanrılara yapılan korku ve
ıstırap tapınmasıydı (Dördüncü sistem: Karşıt ilkelere
tapmak).
5- Yolculuktan dönen Fenike gemicileri, okyanusun
öbür ucundaki ölümsüz bahar ülkelerini, kuzey bölgelerinin
ölümsüz gecelerini anlata anlata bitiremiyorlardı. İşte
cennet ve cehennem düşünceleri bu hikayelerden doğdu.
Yüzyıllardan beri öldükten sonra ne olacağını kendi
kendine soran insan, bu yerlerde yaşayabilmek
düşüncesinden hoşlanıyordu. Böylelikle sevgili ölülerini
barındıracak bir yer de bulmuş oluyordu. Sonsuz bahar
ülkesi çekiyor, sonsuz karanlık ülkesi korkutuyordu. Şu
halde iyiler birinciye, kötüler ikinciye gitmeliydiler.
Bundan da tanrı tüzesinin (adaletinin) insanların
tüzelerindeki yanlışları düzelttiği düşüncesi doğdu
(Beşinci sistem: Mistiklik, büyük yargıca tapmak).
6- İnsanlar giderek üstünde yaşadıkları yeryüzünü
tanımaya başladılar. Dünyanın çapı ölçüldü. Bu çap, bir
kocaman pergel gibi göklere açılarak göklerin akıllar
durdurucu, sonsuz yörüngeleri hesaplandı. Dünyanın evren
içindeki küçüklüğü meydana çıktı. Tanrı düşüncesi önce
dünyadan, sonra güneşten koparak bütün evrene yayıldı.
Evren Tanrı, nedenle sonucu, etkenle edilgeni, güdücü
ilkeyle güdülen şeyi kendinde toplayan çok daha büyük, çok
daha yaygın bir varlık olmalıydı (Altıncı sistem: Evrene
tapmak).
7- Sonraları etkenle edilgeni, nedenle sonucu,
güdücüyle güdüleni tek varlıkta birleştirmeyi doğru
bulmayarak bunları birbirlerinden ayırdılar. Her türlü
kıyaslamaları ancak kendi varlıklarına bakarak
yapabildikleri için, evrenin güdücü ilkesine cin, akıl,
ruh adını verdiler. Tanrı da, evrenin kocaman gövdesini
hareket ettiren, bütün varlıklara dağılmış yaşama ruhu
oldu. Her varlık, büyük varlığın bir parçasını
taşımaktaydı. Bu parça, ateş ya da tözdü (Yedinci sistem:
Evrenin ruhuna tapmak).
8- Matematik ve fizik gelişiyordu ama, insanların
büyük çoğunluğu bilgisizdi. Bu yüzdendir ki bilginin
getirdiği bilimsel deyişler, çoğunluğun elinde
bayağılaşıveriyordu. Böylelikle evrenin herhangi bir
makineden başka bir şey olmadığı ileri sürüldü. Bir makine
de kendi kendine yapılamayacağına göre, herhalde bunun bir
işçisi olmalıydı (Sekizinci sistem: Büyük işçiye tapmak).
Volney’e göre, bütün bu basamaklardan eski Mısır’da
çıkılmış, sonraları yeryüzünde tekrarlanmış bütün şeyler
eskiden Nil kıyılarında da olmuştur. Volney, gök
ölçüsünün, doğum yeri olarak Mısır topraklarını
görmektedir. Volney’e göre, bütün din sistemleri, eski
Mısır’ın güneşe tapmakla başlayan fizik güçlere tapmak
sisteminden çıkmıştır. Hintlilerin Chris-na’sı (Krişna),
Hıristiyanların Chris-tos’u (Hristos) hep eski
Mısırlıların güneşe taktıkları koruyucu anlamındaki
chris sözcüğünden gelmedir. Ayrıca, eski Mısırlılar
güneşe Yés de diyorlardı! ki Latinceleşmiş Yés-su
ya da Jesus adının kaynağı budur. Eski Yunanlılar
bu adı Tanrı Baküs’e de vermişlerdi. Bilindiği gibi, Tanrı
Baküs de, Meryem’den babasız olarak doğan İsa’ya örnek
olarak Minerva’dan babasız olarak doğmuştu. [sayfa 25]
Bir yanda sonsuzdan gelip sonsuza giden sonsuz bir
uzay, öteki yanda düşünen yepyeni bir varlık insan... Bir
XX. yüzyıl düşünürü, Felicien Challaye, din duygusunu bu
sonlu varlıkla sonsuz varlık arasında kurulan bağda
bulmaktadır. Felicien Challaye’a göre, sonlu ve kutsal
olmayan varlık, sonsuz ve kutsal varlıkla karşılaşınca
kendinden geçer. Gök ölçüsü, bu kendinden geçiş halinin
sonucudur. Challaye gök ölçüsünün hikayesini, kendi
açısından, şöyle anlatmaktadır: İlk insanlar, kendi
kişiliklerinin dışındaki yaygın gücü (Mana) kavradıkları
anda sonsuzu duymuşlardır. Ben varım, varlığa katılıyorum.
Ne yalnız anam babam, büyükanamla büyükbabam, atalarım, ne
de bütün insanlık ve bütün hayvanlık beni var edemezdi.
Evrenin bütün güçleri bende toplanıyor. Bir güneş, bir
samanyolu, bir evcen olmasaydı, ben de var olamazdım. Ben,
evrensel hayatın ürünüyüm. Varlığımın derinliğinde varlığı
buluyorum. Bu varlık, benim dar kişiliğimi her yandan
sarmakta ve onu aşmaktadır. Bu varlık sonsuzdan beri
benden önce gelmekteydi, sınırsız akışı boyunca sonsuza
kadar benden sonra gidecektir. İşte bu, sonsuz varlık’tır.
Sonlu varlığın, kendisinden çıkmış olduğu sonsuz
varlığa bağlılık duyması, onun önünde eğilip ona tapması,
onu evlatçı bir sevgiyle sevmesi, onda evrensel hayatın
bütün yönlerini bulması akla uygundur. Bu akla uygunluk ve
sevgi, gök ölçüsünün temelidir.
Sonlu varlığın sonsuzluk duygusuna erişmesi şöyle
olmuştur: İlk eğilim, karşılandığı zaman sevinç,
karşılanmadığı zaman acı veren bir duygudur (haz ve elem).
Bu eğilim, zekanın işe karışmasıyla ruhsallaşır, toplumun
etkisiyle de sosyalleşir. Bu sevinç ve acı eğilimi,
korunma içgüdüsü, insanı yalnız bütün hayatı boyunca
gözetmekle kalmaz, ölümle yok oluş düşüncesinden ötürü acı
çekmesine de engel olur. İnsan, bu yok oluş düşüncesini
sevimsiz, aşağılatıcı bularak reddeder. Korunma içgüdüsü,
yok oluş düşüncesinin doğurduğu sonsuzlukla sonluyu
bağdaştırmaya çabalar. İnsanın doğal eğilimlerinden bir
başkası da, merak eğilimi, bu çabayı destekler. Evreni
tanımak, onun köklerine ve derinliklerine inebilmek bu
merak eğiliminin karşılanması zorunluğundan doğmuştur.
İnsanın üçüncü bir doğal eğilimi olan sevgi (sempati) de
ilk iki eğilimin işini tamamlamaktadır. Sevgi, sonlu
varlıklardan aşarak sonsuz varlığa yönelmiştir
(mistisizm). Din, bu üç doğal eğilimin, korunma
içgüdüsünün, merakın ve sevginin zekayla ruhsallaşmasından
ve toplumla sosyalleşmesinden doğmuştur.
Felicien Challaye din düşüncesinin gelişimini de
şöyle sıralamaktadır:
1. İnsan, önce, kendi kişiliğinin dışında her yönde
belirmiş bulunan yaygın bir güç gördü. Bu güç, hem
maddede, hem ruhta beliriyordu. İlkel insanlar bu güce
Mana adını taktılar. Mana düşüncesine bütün dinlerde
çeşitli semboller halinde rastlanmaktadır. En ileri
felsefelerde bile çıkış noktası hep bu ilkel Mana
düşüncesidir.
2. Toteme olan inanç bu Mana düşüncesinden
çıkmıştır. Totem, Mananın cisimleşmesidir. Bir klanın
insanları belli bir hayvan, ya da bitki çeşidini en çok
Mana toplayıcı saymışlar ve onu kutsal görmüşlerdir.
[sayfa 26]
3. İnsan, kendi canını düşününce Mana’yı
kişileştirmiştir. Bundan da ölümden sonra yaşama düşüncesi
doğmuş, ölümden sonra yaşama düşüncesi ölülere tapınmaya
yol açmıştır.
4. Mana’nın kişileştirilmesi canlıcılığı (animizm)
meydana getirmiştir. Canlıcılık, doğada insanın ruhuna
benzer ruhlar bulunduğuna inanmaktadır. Önceleri fetişizm
adıyla adlandırılan animizmin büyücülüğe yol açması
kolaylıkla anlaşılır bir olaydır.
5. İnsan, Mana’da bir düzen ilkesi bulduğu zaman,
dine töresel kaygılar girmiş demektir. Erdem, bu düzeni
sağlamak için gereklidir.
6. İnsan, Mana’yı kişileştirince artık onu her
baktığı yerde görmeye başlamıştır. Bunun sonucu da elbette
çoktanrıcılık olacaktı.
7. Soyutlamadaki ve tek olan evrenin açıklanışındaki
ilerleme bu çok tanrıları tek tanrıda birleştirmeye yol
açmıştır. Bu birleştirme, önce bir hiyerarşiden (tanrıları
sıralayarak en büyüğünü bulmaktan) geçerek, evrenin tek ve
biricik Tanrısına varmıştır.
8. Budizmde olduğu gibi, din düşüncesinde bir adım
daha ilerleme, engin evrenin varlığını anlamak ve
açıklamak için tanrı düşüncesinin gerekmediğini, bu anlama
ve açıklamanın tanrısız da yapılabileceğini ilerisürer.
Kurban, dua, yasalara saygı, erdem, bayram,
efsaneler ve kendinden geçiş hali en ilkel totemizmden çok
gelişmiş dinlere kadar bütün dinlerin ortak temalarıdır.
Mutluluğunu sağlamak için çabalayan insan, epeyce
uzun bir tarih süresi sonunda, kendini rahat ettirecek,
mutlu kılacak yeni bir ölçü buldu. Bu ölçü, gök ölçüsüdür.
Gerçekte bu ölçü önce yerden başladı, sonra göğe çıktı.
Bilimsel açıdan ele alınınca hikayesi bir hayli ilgi
çekicidir. Bu ölçü, insanın çevresini sarıp onu ürküten
gizlilikleri açıklıyor, karanlıkları aydınlatıyor, ona
güven veriyor, geleceğine umutla bakmasını sağlıyordu.
Hele, insanlığın en büyük korkusu olan ölüm korkusunu
karşılaması bu ölçüyü büsbütün vazgeçilmez kılmıştı. Ölçü,
karanlıkları olduğu kadar, aydınlıkları da düzenliyor,
hemen her alanda yararlı oluyordu. İnsanlar birbirleriyle
olan anlaşmazlıklarını bile bu ölçüye vurarak çözmeye
başlamışlardı. Toplumlar, bu ölçüye sığınarak birleşmeye
çalışıyorlardı. Ölçü, gerçekte, insan yapısını çeşitli
açılardan kavraması bakımından, çok güçlü bir ölçüydü.
Fransız düşünürü Auguste Comte (1798-1857) bu
ölçüye, insanlığın açıklama gereksemesi (ihtiyacı)
açısından bakmaktadır. Üç hal kanununun, insanlığın
birbiri ardınca geçirdiği üç hale bakış açısı budur:
1. Auguste Comte’a göre insanlık, önce teolojik hal
içindeydi. Evren, insan iradesinin tıpkısı iradelerle
yönetilmektedir. İnsan düşüncesinin ilk vardığı açıklama
budur. Oysa, bu ilk düşünce de üç basamaklıdır, yavaş
yavaş gelişmiştir. Birinci basamakta insan, çevresindeki
eşyayı tıpkı kendisi gibi canlı, akıllı olarak düşünmüştür
(fetişizm). İkinci basamakta insan düşüncesi, çevresindeki
olayların görünmez varlıklarca yönetildiği inancına
yönelmiştir (çoktanrıcılık-politeizm). Üçüncü basamakta bu
görünmez varlıkların tek ve büyük bir iradenin yönetimi
altında bulunduğu inancına varılmıştır
(tektanrıcılık-monoteizm). [sayfa 27]
2. İnsanlığın bu halini metafizik hal kovalamıştır.
İnsanlık bu süre sonunda teolojik halden metafizik hale
geçmiştir. Metafizik hal, bir soyutlama (tecrit) halidir.
Evreni yöneten artık insana benzeyen bir varlık değil,
soyut bir güçtür, soyut bir ilkedir: Oysa bu halde de
insan, soyutladığı nitelikleri, soyut iyiliği, soyut
güzelliği, soyut tamlığı (mükemmelliği) gerçek varlıklar
saymaktadır.
3. İnsanlığın üçüncü halinde, metafizik hal, yerini
pozitif hale (olumlu hal, müspet hal) bırakmıştır. Bu hal;
ortaçağın sona ermesiyle başlar. Yeniçağ düşüncesi artık
olayları başka olaylarla açıklamaktadır. Bilimsel
ilerlemeler, bu hale gelinceye kadar nedeni bilinemeyen
birçok olayları, bilim yasalarıyla açıklamaya başlamıştır.
Başka bir deyişle, önce teolojik açıklama, sonra metafizik
açıklama, yerini pozitif açıklamaya bırakmıştır.
Başka bir Fransız düşünürü, Henri Bergson
(1859-1941) da gök ölçüsü gereksemesinin kaynağını
yaşanılan hayatın içinde bulmaktadır. Bergson, Töreyle
Dinin İki Kaynağı (Des deux Sources de la Morale et
de la Religion) adlı yapıtında bu konuyu inceleyerek
şu sonuca varıyor: İnsan, düşünmeden önce yaşamak
zorundadır. Toplumsallık eğilimi (içtimailik meyli),
insanın yaşama zorunluğunun sonucudur. Toplum nasıl insan
içinse, insan da öylece toplum içindir. Toplumunsa
birtakım gerekleri vardır, işte bu gerekler, insanı töreye
ve dine zorlar. Hayvan toplumlarında örneğin bir arının,
toplumunu unutarak sadece kendi isteklerinin peşinden
gitmeye başladığını düşünelim. Bilinçsiz içgüdüsü bu
haylaz arıyı toplum yükümüne (mükellefiyetine)
çağıracaktır. Çünkü, arılar yükümlü olmazlarsa kovan
yaşayamaz. İnsan toplumlarında da bu yüküm insanı ödevine
iter. Toplumsallık, insan varlığının en büyük parçasıdır.
Suçunu sadece kendisi bilen, cezadan yakayı kurtaran bir
katilin çektiği vicdan acısı; insanın kendi varlığına,
kendi benliğine dönmek isteyişidir. Suçunu açıklarsa
vicdan acısından kurtulacaktır, çünkü ödevini yerine
getirmiş, benliğinin büyük parçası olan topluma dönmüştür.
Toplum alışkanlığından doğan, içgüdülerin zorladığı bu
ödevseverlik, insanı töreye ve dine götürür. Bu
ödevseverlik, törenin ve dinin birinci kaynağıdır. Bu
ödevseverlik iyice deşilirse, insanların korunma
içgüdüsüne dayandığı görülür. İnsan, açıkçası, bu
görevseverliğiyle kendisini korumakta, yaşama zorunluğuna
uymaktadır. Bu kaynak, kişinin, iradesini iten bir
kaynaktır. Bu kaynaktan gelen din ve töre, insanı koruyan
bir din ve töredir.
Din ve törenin ikinci kaynağı, insan heyecanıdır.
Toplumsal insan bir taklit, bir benzeme gereksemesi
içindedir. İnsan yapısı, örnek almak, benzemek eğilimini
taşır. Bu ikinci kaynaktan çıkan din ve töre, model olarak
alınan kişiliğin yarattığı heyecanı yaşamak ve taklit
etmekle gerçekleşir. Toplum, kişiyi, toplumca
beğenilenleri taklide çağırır. Bu kaynak, birinci kaynak
gibi, kişinin iradesini iten bir kaynak değil, tersine,
çeken, çağıran bir kaynaktır. Bu, heyecandan doğan
taklitçilik kaynağı iyice deşilirse, insanların yaratma
içgüdüsüne dayandığı görülür. İnsan, açıkçası, bu
taklitçiliğiyle, gene yaşama zorunluğunun sonucu olan
yaratma gereksemesini karşılamaktadır. Bu kaynaktan gelen
din ve töre, insanın yaratma gereksemesini karşılayan bir
din ve töredir. [sayfa 28]
Bu iki çeşit din ve töre, ayrı nitelikler, ayrı
özellikler taşımaktadır. Birinci kaynaktan (alışkanlıktan,
korunma içgüdüsünün sonucu olan görevseverlikten gelen)
din ve töre statiktir, toplumsaldır, tutucudur, eskiye
bağlıdır, kolektiftir. İkinci kaynaktan (heyecandan,
yaratma içgüdüsünün sonucu olan taklitçilikten gelen) din
ve töre dinamiktir, bireyseldir, eskiyi aşıcıdır, ileriye
götürücüdür, kişiseldir.
Bergson, yapıtının ikinci bölümünde gök ölçüsünün
asıl gerekçesi olan ölüm korkusu üstüne şunları
söylemektedir: Hayvanlar öleceklerini bilmezler, öleceğini
bilmek insancadır. İnsandan başka bütün canlılar, doğanın
(tabiatın) istemiş olduğu gibi, hayat hamlesine
uymaktadırlar. İnsanın öleceğini bilmek düşüncesiyse,
doğanın verdiği zeka ile elde edildiği halde, doğanın
karşısına dikilmekte, insanın hayat hamlesini
yavaşlatmaktadır. Öleceğini bilmek düşüncesi umut kırıcı
bir düşüncedir. İnsan, öleceği günü de bilseydi, bu
düşünce, daha da umut kırıcı olurdu. Ölüm olayı bir anda
meydana gelecektir, oysa her an meydana gelmediği
görüldüğüne göre sürekli olarak tekrarlanan bu deney,
insanda belirsiz bir kuşku yaratmakta, ölüm düşüncesiyle
erişilen kesinliğin etkilerini hafifletmektedir. Bu
hafifletme olmasaydı insanın hayat hamlesi büsbütün
kırılırdı. Ölmek kesinliğinin, yaşamayı düşünmek için
yaratılan canlılar dünyasında, insan düşünce ve
anlayışıyla belirmesi, doğanın niyetine açıkça karşıdır.
Doğa, böylelikle, kendi yoluna konulan engel üstünde
sendelemektedir. İşte bu sendeleyiş onu yeniden
doğrulamaya, ölümün kaçınılmazlığı düşüncesine karşı
yaşamanın ölümden sonra da süreceği düşüncesini koymaya
zorluyor. Doğa, düşüncenin yerleştiği zeka alanına bu
hayali atmakla, her şeyi yerli yerine koymuş olmaktadır.
Bu hayalin ölüm düşüncesinin kötü tepkilerini
önleyebilmesi, kendisini uçuruma kaymaktan alıkoyan
doğanın dengesini gösterir. O halde bize dinin
kaynaklarını belirten hayal ve düşüncelerin özel bir oyunu
karşısında bulunuyoruz. Bu açıdan bakılınca din, zekanın
ölümü kaçınılmaz olarak düşünmesine karşı doğanın savunucu
bir tepkisi olmaktadır.
Bu tepki, kişi kadar, toplumla da ilgilidir. Toplum,
kişisel emekten yararlanır. Kişinin hamlesi
yavaşlamamalıdır ki toplumun hamlesi de yavaşlamasın.
Bundan başka uygarlıkta ilerlemiş toplumlar, sırtlarını
sürekli yasalara, sürekli kuruluşlara (müesseselere),
zamana bile meydan okuyan anıtlara dayarlar. İlkel
toplumlarsa sadece kişilerden kuruludur. Onları kuran
kişilerin sürekliliğine inanılmazsa etkileri de kalmaz. Şu
halde ölülerin de dirilerle birlikte bulunması
gerekmektedir. Bunun sonu, atalara tapma olacaktır.
O zaman da ölüler, tanrılara yaklaşacaktır. Bunun için de
tanrıların hiç olmazsa anılar halinde var olması, bir din
bulunması, düşüncenin mitolojiye doğru yönelmesi
gerekecektir. Zeka, çıkış noktasında, ölüleri, iyilik ya
da kötülük yapabildikleri bir toplumda dirilere karışmış
olarak düşünmek zorundadır.
KAVRAMDA
GİZ
Üstün güçlerle çevrili olduklarını gören, bu üstün
güçlerden korkan ilk insan toplulukları koruyucularını
çevrelerinde aradılar. Bu koruyucu çoğu zaman bir [sayfa
29] hayvan, kimi topluluklarda bir bitki, pek az
rastlanmakla beraber kimi topluluklarda da deniz ya da
yıldız oldu. Bu koruyucunun adına totem dendi.
İnsan denilen yaratığın ilk dini, totem dinidir. Artık her
topluluğun (klanın) kendisini koruyan bir totemi vardı.
Yüzyıllar böylece geçti. İnsanlar bir hayli mutluydular.
Tanrıları yanıbaşlarındaydı ve onları koruyup gözetiyordu.
Totem çağından sonra tanrı, insanlardan gittikçe
uzaklaşacak, bir daha bu kadar yakınlarına sokulmayacaktı.
Totemin ana düşüncesi, bir Malenezya deyimi olan Mana’dır.
Mana, her yere dağılabilen, bir bakıma tapan insanların
kendisinde de bulunan yaygın ve kutsal bir güçtür.
Gün geldi, insanlar, totemle yetinemez oldular.
Çevrelerinde gözleriyle görmedikleri birtakım yaşayan
ruhlar düşünmeye başladılar. Ölülerinin de yaşamakta devam
ettikleri düşüncesi kafalarını kurcalıyordu. Canlıcılık
diye çevirebileceğimiz bu animizm, insanların
ikinci dinidir. Görünmez ruhlar, yaşayan ölüler elbette
büyücülüğü doğuracaktır. Bunun içindir ki, nerede animizme
rastlarsak yanıbaşında büyücülüğü de buluyoruz. Totemizmin
temel düşünceleri (mana, tabu, yarı insan yarı hayvan
atalar), animizmde de devam etmektedir. İlk dinin bu ilk
ilkeleri en gelişmiş tektanrıcı dinlerde bile devam
edecektir. Animizme önceleri fetişizm deniyordu. Bu sözü
zencilerin perili ve büyülü nesnelerine bakarak Portekizli
gemiciler yakıştırmışlardı. Feitiçio, Portekiz
dilinde büyülü nesne demektir.
Bütün güzel sanatların kökünde animist büyücülüğün
izleri vardır. İlk insanların erdemleri de toteme
tapmaları; totemin isteğine aykırı davranışta
bulunmamalarında belirmektedir. Klanın toteme saygı duyan
üyeleri erdemlidirler. İnsanın çevresinde korkulacak,
tapılacak bu kadar çeşitli güçler, ruhlar, yaşayan ölüler
bulunması elbette çoktanrıcılığı doğuracaktı. Çok sayıdaki
tanrılara ilkin Mısır’da rastlıyoruz. Eski Mısır
çoktanrıcılığı açıkça totemizm ve animizm kalıntılarına
dayanmaktadır. Mana, tabu, ölümden sonra yaşama
düşünceleri, çoktanrıcılıkta devam ediyor. İyi ruhlar iyi
tanrıları, kötü ruhlar da kötü tanrıları meydana
getirmiştir. Çoktanrıcılığın totemizmden doğduğuna başka
bir kanıt da, her klanın ayrı birer totemi olduğu gibi,
eski Mısır’da yaşayan her topluluğun da ayrı bir tanrısı
bulunmasıdır. Bu yerli tanrılar bağlı oldukları topluluğun
öbür topluluklar üstündeki etkilerine göre öne geçmişler
ya da geride kalmışlardır. Mısır çoktanrıcılığının en
önemli üçgeni, karısı İzis ve oğlu Horus’la birlikte Tanrı
Oziris üçgenidir. Eski Mısır çoktanrıları üçlü, sekizli,
dokuzlu gruplar halinde toplanmaktadırlar. Bu güçlü
tanrıların yanında akıl da işlemektedir. Eski Mısır
edebiyatında ölen bir kadının yaşayan kocasına gönderdiği
şöyle bir mektup vardır: "Ey benim arkadaşım, benim
kocam. Hiçbir zaman yemekten, içmekten, sarhoş olmaktan,
kadınlarla sevişmenin zevkini tatmaktan ve şenlikler
yapmaktan geri kalma. Gündüzün de, geceleyin de kendini
her türlü zevke terk et. Kalbinde kaygıların yer etmesine
sakın meydan verme. Çünkü, Batı ülkesinde uyku ile
karanlık hüküm sürmektedir. Burası öyle bir ülkedir ki,
içinde bulunanlar hiçbir zaman dışarıya çıkamayacaklardır.
Uyumaktadırlar ve artık hiç uyanmayacaklardır. Burada
hüküm süren tanrının adı tam bir sönmedir".
Gök ölçüsü araştırısında eski Mısır’ın çok önemli
bir yeri vardır. [sayfa 30]
Öncesizlik ve sonrasızlık içinde bilincin bilinçle
kavranması (şuurun, şuurla idrak edilmesi) insanla
başlıyor. Bu, gerçek bir başlangıç değil, başsız ve
sonuz olmakta olan’ın insan maddesince sezilmesidir.
Başka bir deyişle, bu hikaye, evrensel diyalektiğin
hikayesi değil, kendi kendini sezen maddenin hikayesidir.
Biz insanlar henüz bu büyük hikayenin içindeyiz.
Açıklamaya çalıştığımız macera, kendi maceramızdır.
Günümüzden beş bin yıl önce Mısır’da bir terzi
yaşadı. Bu terzi, yüz bin yıllık bilinç diyalektiğinin
oldurduğu bir düşünceydi. Beş bin yıldan beri, gök ve yer
ölçüleri içinde parlayan bütün ışıklarda, bu terzinin
kıvılcımı vardır. Terzi, Mısır papirüslerinde Hermes
Tut adını taşıyor. Yunanlılar ona Ermis ya da
üç kez bilgin anlamına Trismegiste diyorlar.
Yahudilere göre adı Honok’tur. Araplar, Hermes-ül-Heramise
adıyla anmaktadırlar. Kur’an’a göre o, Adem ve oğlu
Şit’ten sonra gelen, üçüncü peygamber İdris’tir.
Kısas-ı Enbiya, onu şöyle anlatıyor: Hazreti Şit’ten
sonra peygamberlik İdris aleyhisselama geldi. Ve ona dahi
otuz sahife nazil oldu. Kalemle yazı yazan ve elbise diken
ilk insan odur. Ondan önce insanlar, hayvan derisi
giyerlerdi. İdris aleyhisselama göklerin, esrarı
açılmıştı. Sonunda Tanrı, onu diriyken göğe kaldırdı.
Hazreti İdris göğe çekildikten sonra insanlar doğru yoldan
ayrıldılar, putlara tapar oldular. Tanrı, onlara Nuh
aleyhisselamı gönderdi (Ahmet Cevdet, Kısas-ı Enbiya ve
Tevarih-i Hulefa, 1323 baskısı, s. 4).
Oysa Yunan kaynakları onun kırk iki yapıtı
bulunduğunu yazmaktadırlar. Hermes’in bu değerli
papirüsleri kaybolmuştur. Bugün, onun düşüncelerini,
öğrencilerinden gelen Mısır ve Yunan kaynaklarından
öğreniyoruz.
Tevrat, onu şöyle anlatmaktadır: Ve Yared yüz
altmış iki yaşında Hanok’un babası oldu. Hanok, üç yüz yıl
Tanrı’yla yürüdü ve Hanok’un bütün günleri üç yüz altmış
beş, yıl oldu ve gözden kayboldu. Çünkü, onu Tanrı aldı (Tevrat,
Tekvin kitabı, 5. bap, 18-24).
Tevrat’ın hesabına göre terzi Hermes, ilk
insanlardan biridir, altıncı kuşaktandır. Baba-oğul dizisi
şöyle sıralanmaktadır: Adem (930 yıl yaşamış), Şit (912
yıl yaşamış), Enoş (905 yıl yaşamış), Kenan (910 yıl
yaşamış), Mahalel (895 yıl yaşamış), Yared (962 yıl
yaşamış), Hermes ya da Hanok (365 yıl yaşamış).. Tevrat,
Hermes’in İ.Ö. 3000 yılında yaşadığı bilindiğine göre,
insan soyunun günümüzden on bin yıl önce başladığını
bildirmektedir. Oysa bilim, günümüzden kırk milyon yıl
önce insana pek benzeyen yaratıkların yaşamaya başladığını
hesaplamış bulunuyor. Çağdaş bilimle Tevrat’ın
arasında, otuz dokuz milyon dokuz yüz doksan bin yıl var.
Terzi Hermes’in, kendinden sonraki bütün düşünsel
akımlara ışık tutan düşüncesi şudur: İnsanlar ölümlü
tanrılar, tanrılar ölümsüz insanlardır.
Terzi Hermes, evrensel düşünü şöyle kuruyor: Kocaman
boşluğun en altında ölümlülük yeri dünya var, en üstünde
de ölümsüzlük yeri Zuhal yıldızı... Zuhal yıldızı,
evrensel aklın bütün esrarını taşımaktadır, yedinci ve son
kattır, ölümsüzlüğe orada erişilir. Zuhal, parlak bir ışık
içindedir. Ruhlar, oradan koparak, dünyaya [sayfa 31]
doğru düşmeye başlarlar. Bu düşüş bir sinavdır. Düşüş,
büyük ışıktan, inildikçe yavaş yavaş koyulaşan karanlığa
doğrudur. Işık ruh, karanlık maddedir. Ruh, kısa bir
sınama için yeryüzüne inip maddeyle birleşecek, ama
maddeye boyun eğmeyecektir. Ruhun maddeye boyun eğmesi,
ona yenilmesi demek, sonsuz olarak yok olması demektir.
İnsan ruhu, tümel ruhun (Tanrı’nın) çocuğudur. Sınavı
kazanamazsa, o ruhta bulunan tümel ışık (Tanrısal nur)
sönecek, ışık yalnız başına çıktığı yere dönerek ruhu
karanlıkta bırakacaktır. Ruh da, ışıksız kalınca,
karanlığın içinde eriyip tükenecektir. Büyük boşluk, inen
çıkan ve arada eriyip tükenen sayısız ruhların
kasırgasıyla kavrulmaktadır. Sınavı kazanan ruhlar, yedi
kat göğe başarıyla yükselip ölümsüzlüğe kavuşurlar. Salt
gerçeği (mutlak hakikat) öğrenirler. Maddeye boyun eğmeyen
başarılı ruh, yeryüzündeki kısa sınavını verdikten sonra,
ilk basamak olarak ay’a yükselir. Ay, düşünce dehasıdır,
elinde gümüş bir orak tutar, doğumları ve ölümleri
düzenler. Ruhları cesetlerden kurtararak büyük ışığa doğru
çeker (cezbeder). Göğün ikinci katını yöneten Utarit
yıldızıdır. Utarit, soyluluk dehasıdır, sınavını başarıyla
vermiş ve birinci katta cesetlerinden ayrılmış ruhlara
çıkacakları yolu gösterir. Bu kata çıkan ruhlar,
soyluluklarını (asaletlerini) tanıtlamış ruhlardır. Üçüncü
katı Zühre yıldızı yönetmektedir. Zühre, aşk dehasıdır,
elinde aşk, aynasını tutar, birbirlerini unutan ruhlar aşk
aynasında birbirlerini bulurlar. Dördüncü kat gök, güneşin
egemenliği altındadır. Güneş, güzellik dehasıdır, başarı
ışıkları, saçmaktadır, pırıl pırıldır. Başarılı ruhlar,
ölümsüzlüğe yükselebilmek için böyle bir tüm güzellikten
geçerler. Güneş, onları tatlı ışıklarıyla okşayarak
ölümsüzlüğe hazırlar. Beşinci katı Merih yıldızı yönetir.
Merih, tüzenin (adaletin) dehasıdır, elinde tüzenin keskin
kılıcını tutmaktadır. Altıncı katı yöneten Müşteri
yıldızıdır. Müşteri, bilimin dehasıdır, elinde büyük gücün
asasını tutmaktadır. Yedinci ve son katsa, ölümsüzlüğe
kavuşulan büyük aydınlık, tümel aklın tüm sırrını saklayan
Zuhal yıldızının katıdır.
Ruhları ölümsüzlüğe götüren, dünya sınavında,
iradelerini kullanarak, güçlerine dayanarak, acı çekerek
elde ettikleri aydınlık bilinç’tir. Bu bilince
(şuura) kavuşabilmek için, yükselmeyi istemek yeter.
Yükselen ruh, aydınlık bilincine dayanarak, tüm güzellik,
tüm güç, tüm akıl olacaktır. Buysa ölümsüzlüktür.
Terzi Hennes’in bu öğretisi, eski Mısır’ın Tep ve
Memphis tapınaklarının büyük ve kutsal sırrıdır. Bu yüzden
de hiçbir papirüste yazılmamıştır. Sadece yeraltında
gizlenmiş bir mağaranın duvarlarına sembolik işaretlerle
kazılmıştır. Yüzyıllar boyunca, tapınaklar başkanları
birbirlerine ağızdan anlatmaktadırlar. Böylelikle sır, ona
layık olandan başka, kimsenin eline geçmez. Tep ve Memphis
tapınaklarına bağlanarak yıllarca sınav geçirip çile
çektikten sonra bu sırra kavuşanlar, onu, en dayanılmaz
işkenceler altında bile açıklamazlar.
Dinler, hemen hepsi, kendilerine en büyük kıvılcımı
yollayan üçüncü peygamber İdris’i birkaç satırla
geçiştirmişlerdir. Bunun nedeni de kolaylıkla
anlaşılmaktadır.
Hermes’in öğrencilerinden Asklepios, büyük ustasının
şu sözlerini de açıklamaktadır: İnsanlar, ölümlü
tanrılardır, tanrılar da ölümsüz insanlar... Eşyanın dışı,
içi gibidir. İçle dış arasında hiçbir ayrılık yoktur.
Küçük büyük gibidir. Küçükle büyük [sayfa 32]
arasında hiçbir ayrılık yoktur. Evrende hiçbir şey ne iç,
ne dış, ne küçük, ne büyüktür. Bir tek yasa ve o yasanın
gördüğü bir tek iş vardır. Bu sözlerin anlamını anlayan,
gerçeği görür. Kimi insanlar, bu anlayışları, olağanüstü
çabaları ve yetkinlikleriyle öteki insanların
görmediklerini görebilirler. Oysa nedenler nedeni daima
gizlidir. Çünkü sonsuzluk, pek kısa bir son olan zaman ve
gene pek kısa bir son olan mekan içinde anlaşılamaz ve
anlatılamaz. Bizler, ancak, öldükten sonra onu anlayabilir
ve anlatabiliriz. Çünkü, yaşarken zaman ve mekanla
sınırlıyız. Sınırsızlık, sınırlılık içinde kavranamaz.
İşte, dinleri ve felsefeleriyle, elli yüzyılı
kaplamış bulunan ışık karanlık diyalektiği buralardan
gelmektedir.
Hermes’in büyük sırrını öğrenebilmek için
geçirilecek sınavlar pek güçlüdür. Aklı ve iradesi güçsüz
olan istekliler, ya yolun dönülebilecek parçasından
tersyüz edip geriye dönerler, ya korkudan çıldırırlar, ya
da bin bir ürkütücü görünüş içinde yürekleri durur, bir
uçuruma yuvarlanır, ölür giderler. Sınavı başarıyla
geçiren pek az kişi vardır.
İstekliyi önce İzis tapınağına götürürler. Tapınak,
yeraltı mezarlarına giden deliklerle doludur. Tapınağın
kapısında İzis heykeli vardır. İzis, oturmuştur,
dizlerinde kapalı bir kitap vardır, yüzü
örtülüdür.Heykelin altında şu söz yazılıdır: Yüzümdeki
örtüyü hiçbir ölümlü kaldıramadı.
Şu halde?... Bu yolda yürüyebilmek için ölümsüzlüğe
hazırlanmak gerekmektedir. Buysa, uzun yıllar isteyen,
katlanılması pek zor bir çabadır. İstekli, buna katlanmayı
göze alırsa, tapınak hizmetçilerinin yanında kalmak,
ortalığı süpürmek, bulaşık yıkamak, ayakyollarını
temizlemek zorundadır (kendilerini hor gören ve hor
gördüren kyniklerle melamileri hatırlayınız). Bütün bu
işleri yaparken tek söz söylemek, konuşmak yasaktır. Bu
sınavdan geçen istekli, isteğinde direniyorsa, küçük bir
deliğin içinden karanlık bir labirente bırakılır. Kapı,
üstüne, gürültüyle kapatılır. İstekli, dizleri ve
dirsekleri üstünde sürüne sürüne, çamurlu ve yılanlı
dehlizlerde uzun uzun dolaşacaktır. Arasıra küçücük
odalara yolu düşerek ayağa kalkabilecek, bu küçük
odalarda, çeşitli iskeletlere, hayvanlara ve yılanlara
rastlayacaktır. Sonra, gene küçük deliklerden karanlık
yollara girerek, sürüne sürüne ilerleyecektir. Bu küçük
odalarda, kimi zaman, sessiz bir rahibe rastlayacak, rahip
ona, geriye dönmek isteyip istemediğini soracaktır. Sırrı
öğrenmek için direniyorsa, gene kaderiyle baş başa
kalarak, karanlık yollarda sürünmeye devam edecektir.
Derinlerden kulağına, şöyle seslenen çığlıklar gelecektir:
Bilim ve güç isteyen deliler, burada gebermişlerdir...
Artık geriye dönülemez yollara girmiş bulunmaktadır, kimse
karşısına çıkıp geriye dönmek isteyip istemediğini
sormayacaktır buradan kurtulmak için ölmekten başka bir
şey yapılamaz. Soğuk, karanlık, yılanlar, akrepler,
korkunç çığlıklar, açlık, susuzluk; sürünmekten paralanmış
dizler, kanayan avuçlar... İstekli, ya da artık çaresiz,
dizlerinin gittikçe gömülerek ayaklarının yükseldiğini,
çok dik bir yokuştan aşağıya doğru sürüklenmekte olduğunu
hissetmektedir. Güçlükle sürüklendiği bu yolun sonunda da,
korkunç bir uçurumla karşılaşacaktır. Tutunabilir de
düşmekten kurtulursa, çıldırması işten bile değildir.
Çıldırmayacak kadar [sayfa 33] güçlüyse çevresine
bakınabilir ve süründüğü dehlizin sol ucunda küçük bir
kurtuluş kapısı bulunduğunu görebilir. Uçuruma
yuvarlanmadan o kurtuluş kapısına sıçrayabilirse uzun bir
merdiveni tırmanarak masallardaki gibi renk renk döşenmiş
bir odaya varacaktır. Odanın duvarlarında yirmi iki sırrı
belirten nakış semboller, harfler ve sayılar vardır (Hermes’in
öğrencisi olan Pythagoras’ın sayı mistikliğini, İslam
hurufiliğini ve noktaviliğini hatırlayınız). Burası,
Oziris’in ışıklı tapınağıdır. Burada, insan, gerçeği
belirtmek ve tüzeyi gerçekleştirmek için tanrısal güçle
birleşir.
İsteklinin çilesi henüz başlamıştır ve daha pek uzun
yıllar sürecektir. Geçireceği sayısız sınavlar arasında
ateş sınavı, su sınavı, şehvet sınavı vardır. Bunların her
biri, yukarda anlattıklarımızdan da ürkütücü ve yorucu
sınavlardır. Ateş sınavı, cehennem ateşi gibi yanan kızgın
bir fırından cesaretle geçmeyi gerektirmektedir. Gerçekte,
bu fırın, isteklinin cesaretini denemek için hazırlanmış
yapma bir fırındır. Şehvet sınavı, kimileri için belki de
çok daha güç bir sınavdır. İstekli, günlerce, aç ve susuz,
karanlık dehlizlerde dolaştıktan sonra çeşitli renklerle
döşenmiş bir yatak odasına varacak, orada, bir şehvet
müziği dinleyerek, kendisine içki ve yiyecek sunan çıplak
ve genç bir güzelle karşılaşacaktır. Güzel kız, ona,
bugüne kadar çektiklerinin karşılığı olarak, kendisini ve
elindekileri sunacaktır. Eğer bu genç kıza kanar da
açlığın, susuzluğun ve şehvetin gücüne boyun eğerse, o
güne kadar çektiği bütün çileler boşuna harcanmış
olacaktır. O zaman, artık, ömrü boyunca tapınakta tutsak
olarak hizmetçilik etmek zorundadır, kaçmaya çalışırsa
hemen öldürülür.
İstekli, bu sınavların her birinin sonunda, tek
başına taş bir odaya kapatılarak, aylarca, kendi kendine
düşünmeye bırakılmaktadır. Böylelikle, hamur gibi yoğrulan
insan yapısı, gittikçe, tanrılık yapıya yaklaşmaktadır.
Eski Mısır rahiplerinin o büyüleyici ve etkileyici
güçleri, böylesine bir yoğrulma sonunda elde edilmiştir.
Son sınav, mezar sınavıdır. İstekli, diri diri ve
özel bir törenle bir mezara gömülür. Oysa artık,
dünyalılığından hemen, hiçbir şey kalmamış, mezara pek
yaraşan bir yapıdır. Mezarda, tam bir letarjiye düşerek,
kendi ruhuyla karşılaşır. Uzun yıllar sonunda elde ettiği
bu sonuç, onu, büyük sırra, gereği gibi hazırlamıştır.
Mezardan çıktıktan sonra, kendine gelince, büyük rahiple
birlikte, Mısır’ın sıcak, sessiz ve derin bir gecesinde,
tapınağın rasathanesine çıkacak ve orada yedi kat göğün
yedi yıldızını seyrederek, büyük rahibin ağzından
Hermes’in sırrını öğrenecektir.
İsteklinin geçirdiği sınav, tek ruhtan kopan sayısız
ruhların yeryüzünde geçirmekte oldukları sınavın küçük bir
örneğidir. Hermes’e göre, insanca ölümlü olmak da,
tanrıca ölümsüz olmak da elimizde... Ancak, Hiyerofan
denilen başrahibin yeni ermişine söylediği gibi, her
akıl bu gerçeği kavrayamaz... Büyük sırrı gönlümüzde
saklayarak eylemlerimizle söyleyelim. Bilim gücümüz, inan
kılıcımız, sükut kalkanımız olsun. Ufaklıklar, ki büyük
çoğunluktur, ya aptal ya da kötüdürler. Aptalsalar, bu
gerçek karşısında akıllarını büsbütün yitirirler.
Kötüyseler, bu gerçeği kötüye kullanarak büsbütün kötülük
ederler. Gerçeği gizlemekten başka çıkar bir yol yoktur.
Bilmek, bulmak, susmak gerek. [sayfa 34]
ALTINÇAĞ
İsa’dan önce 700 yıllarındayız. Yunanlılar üç
yüzyıldan beri derebeylik çağını yaşamaktadırlar. Mal
edinenlerle mal edinemeyenler yerlerini almışlar, sınıflar
doğmuş. Tedirginliklerinin nedenlerini henüz
kavrayamıyorlar ama, eşitlik ve özgürlük içinde geçen eski
altınçağlarının özlemini çekmeye başlıyorlar. Ozan
Hesiodos şöyle yakınıyor:
Heyhat, demek ki gökyüzünün beni
Alçakça yaşanılan bu kederli zamana atması gerekiyormuş.
Bu çağ daha önce ya da daha sonra gelemez miydi?
Oysa bugün yeryüzünde bet bereketin kalktığı
Acı ve kederli bir yokluk çağı yaşıyoruz.
Zeus’ün görevlendirdiği, gece ve gündüz
Çalışan insanlar türlü sıkıntılar içinde bocalıyor.
Ama yakında Zeus, insanın beşikten çıktığı an
Yaşlandığı bu çağı mezara sokacaktır.
Bu çağ ki çocukları babadan; babaları çocuklardan
uzaklaştıran
Kimsenin kimseye saygı duymadığı, görevlerin unutulduğu
Kimsenin dostu ve konuğu kalmadığı bu çağ son bulacak.
Amansız saldıranlar antları hiçe sayacak, hakka karşı
Alay ederek bir tek canlı bırakmayacaklar.
İşte o zaman, gök kubbeye doğru birlikte
Utanç ve Nemesis, gövdeleri parlak giyitlerle, uçacaklar
İnsanın kendilerini sürüp attığı uzak yerlere gidecekler
Tanrıların gösterecekleri yere yerleşecekler
Bizse burada acılar içinde kalacağız.
Yırtıcı kuşlar gibi güçlüler güçsüzlere saldıracak.
Özlemi çekilen bu altınçağ nasıl bir çağdır?..
Yüzyıllarca önce, kuzeyden gelerek Balkan yarımadasının
güneyine inen İyon, Dor ve Eolya boyları, buraları ele
geçirerek yerleştiler. Çobanlıkla geçiniyor, eşitlik ve
özgürlük içinde yaşıyorlardı. Kimsenin kimseye üstünlüğü
yoktu. Herkes doğadan ortakça ve eşitçe paynı alıyordu.
Bolluk vardı ve yoksulluk bilinmiyordu. Düzeni, doğal
yasalar sağlıyordu. Devlet, yasa, dış ve iç baskılar
yoktu. Hemen hiçbir suç işlenmiyor, buna karşı da hiçbir
ceza düşünülmüyordu. Mutluydular. Öylesine mutluydular ki,
altınçağın özlemi, sonraları, Kutsal Kitaplarda bile dile
getirilmiştir. Altınçağ, Tevrat’ta Eden bahçeleri
(cennet) olarak belirtilir. İnsan, buradan, bir hırsızlık
sonunda kovulmuştur.
İşte Askralı Hesiodos, bu çağın özlemini
çekmektedir. Çiftçi çocuğudur. Kardeşi Perses, soylu
kişilerden seçilen yargıçlara para yedirerek mallarının
üstüne oturmuştur: [sayfa 35]
Ey Perses, kulağına küpe et diyeceklerimi:
Karnını doyur da öyle kalkış kavga dövüşe
Başkalarının malı için, gücün yetmeyecek bir daha
Bunu yapmaya, neyse burada bitirelim kavgamızı
Artık üleştik mirasımızı, ama çok şeyleri
Çalıp götürdün, hediye yiyici baylara
Yaltaklanıp iyice, gönüllüdür onlar böyle işlere.
Budalalar bilmiyorlar yarımın bütünden ne kadar çok
olduğunu
Ebegümecinde ve çiriş otunda ne büyük yarar bulunduğunu.
Çünkü, artık mal kavgaları vardır, yasalar vardır.
Yaşanılan bu yeni çağda, altınçağa göre nedenleri bir
türlü anlaşılmayan bir sürü dalavereler dönmektedir.
Eşitlik bozulmuş, insanların kimi güçlenirken kimi
güçsüzleşmiştir. İnsanlığı utanç ve pervasızlık
kaplamıştır:
Kötü bir utanç yoksula yoldaşlık eder.
Utanç insanlara hem dokunur hem de yarar.
Utanç yoksullarda, pervasızlık zenginlerde bulunur.
Malın çalınmışı değil, Tanrı vergisi olanı hayırlıdır.
Bir kimse büyük varlık toplarsa yumruk gücüyle
Ya da diliyle, yağma ederse çok kez olduğu gibi
Kazanç hırsı aklını yanıltınca
İnsanların, utanmazlık utancı susturunca.
Ne olur? diyeceksiniz. Hesiodos, çaresiz,
böylelerini Tanrı’yla ürkütmeye, düzensizliği Tanrı
korkusuyla önlemeye çalışıyor:
Karartıverirler Tanrılar bahtını, kalmaz evinin bereketi
Bu adamın, pek kısa sürer varlığın yoldaşlığı
Böylesine Zeus kendi kızar, sonunda da ona
Haksız işlerine karşılık yükler ağır bir ceza.
Çünkü, artık suçlar ve cezalar vardır. Ama ne suçlar
cezalardan ürkmekte, ne de cezalar suçları
önleyebilmektedir. Bu yüzden insanlar, töresel nitelikler
edinmeli, örneğin Hesiodos’un dediği gibi, yarımın
bütünden çok olduğunu bilmelidirler. Yakında Yunan
topraklarında boy gösterecek olan töreci düşünceler,
ezenleri önlemekten çok ezilenleri teselliye yarayacak
olan töresel kuralları hazırlayacaklardır. Şimdilik
Tanrı’ya yalvarmaktan başka yapacak bir şey yoktur:
Fakat sen uzak tut deli yüreğini bunlardan
Gücün yettiği kadar kurban sun ölümsüz Tanrılara
Saf ve temiz olarak, yak güzel but parçalarını
[sayfa 36]
Ayrıca şarap tütsü sunarak dost kıl kendine
Yatacağın vakit yatağına, bir de kutlu ışık çıkınca
Ta ki sana dost olsun yürekleri ruhları
Ta ki satın alasın başkasının malını, değil seninkini
başkası.
Peki ama, bu altınçağ birdenbire neden yok
oluverdi?.. Göğün en tepesinden bırakılan bir çekicin yere
on günde düşeceğini sanan zavallı Hesiodos bunu nereden
bilsin:
Fakat Zeus gizledi geçimi öfkelenince yüreği
Aldattığı için onu Prometeus’un düzeni
Bu yüzden insanlar için acılar tasalar buldu
Şöyle dedi öfkeyle bulut toplayıcı Zeus ona:
Iapetes oğlu, çok bilmişlikte olmayan eşi.
Seviniyorsun ateşi çaldığına, aldattığına beni
Fakat büyük dert açacağım gelecekteki insanların başına
Onlara ben ateş yerine bir afet yollayacağım, hepsi
Neşelenecekler yürekten okşayıp severek afetlerini.
Hesiodos’un hakkı var. Nitekim aradan bunca yüzyıl
geçtiği halde, insanların pek küçük bir azınlığı bilerek
ve pek büyük çoğunluğu bilmeyerek bu afetlerini yürekten
okşayıp sevmektedirler*.
ÖZDEĞİ
BİÇİMLENDİREN MARDUK
Bulabildiğimiz ilk düşünce ürünlerine Sümerlerde
rastlıyoruz. Bu ilk düşünceleri Sümer Tanrısı Marduk
simgelemektedir.
Sümer Tanrısı Marduk’un büyük önemi, bugün dünya
uluslarını etkileyen üç büyük dine kaynaklık etmiş
olmasıdır. Tevrat’la İncil’deki hikayelerin,
kuralların kaynağını görmek isterseniz, İ.Ö. dördüncü bin
yıla kadar inmeniz gerekecek. O zamanlar Dicle’yle Fırat
nehirleri arasında (Mezopotamya) Sümerler diye
adlandırılan bir kavim yaşıyordu. Sümerlerin birçok
tanrıları arasında Marduk, maddeye biçim veren, ve deltayı
yaratan tanrı sayılıyordu. Tevrat’la İncil’deki
hikayelerin çoğu Sümer efsaneleridir.
Bu efsanelere göre öteki tanrılar, Marduk’u, okyanus
tanrısı Tiamat’la savaşmaya çağırdılar. Marduk, Tiamat’ı
yendi ve denizlere sınırlar çekti. Tanrılara tapınan bir
varlık bulunsun diye de balçıktan insanı yarattı.
Sonraları insanlardan hoşnut kalmayan tanrılar, onları yok
etmeyi kararlaştırdılar. Tanrı Ea, tanrılar kurulunun
[sayfa 37] bu kararına karşı, çok sevdiği bir insan olan
Ut-Napiştim’i kurtarmayı düşünür. Onun düşüne girerek bir
gemi yapmasını fısıldar. Ut-Napişim, yaptığı geminin içine
karısını, çocuklarını, işçilerini, hayvanlarını ve
tohumlarını doldurur. Tufan başlamıştır, bütün insanlar
boğulmuşlardır. Ut-Napiştim’in gemisi yüzmektedir.
İnsanların boğulduğunu gören tanrılar, kuşkuya
kapılmışlardır. Tanrılar kraliçesi olan İştar sızlanmaya
başlamıştır: İnsan yeniden balçık oldu. Tanrılar
kurulunun bu kararına katıldığım için ben de sorumluyum
bundan...
Fırtına, yedi gün sürdükten sonra kesilir: Ut-Napiştim,
önce bir güvercin salıverir, güvercin geri gelir: Ertesi
gün bir kırlangıç salıverir, o da geri gelir. Üçüncü gün
bir karga salıverir, karga geri gelmeyince, gemisini
durdurur ve gemisinin konduğu dağın doruğunda bir kurban
keser. Tanrılar, kurbanın çevresine sinekler gibi
üşüşürler. Tufanı tertipleyen tanrı Enlil, tanrılar
kurulunun kararına ihanet ettiği için tanrı Ea’ya bir
güzel çıkışır. Tanrılar artık yapacakları bir şey
kalmadığı için, Ut-Napiştim’le karısına ölmezlik
bağışlarlar.
Nuh ve Tufan hikayesinin aslı olan bu Sümer
efsanesi, Tevrat’la İncil’den dört bin yıl
(kırk yüzyıl) öncedir.
Gene aynı bölgede, İ.Ö. XX. yüzyılda yaşamış kral
Hamurabi’nin (2003-1961) kanunlarını inceleyiniz. Sümer
efsanelerinin mirasçısı olan Asur-Babilonya uygarlığının
bu büyük yapıtı, Hamurabi kanunları, Tevrat
kurallarına kaynaklık etmişlerdir. Samuel Reinach,
Qrpehus adlı kitabında şöyle demektedir: Hamurabi
kanunları, Musevi kanunları için ilerisürülmesi gelenek
haline gelen tarihten yedi yüzyıl önce yapılmıştır. Eğer
Musevi kanunlarının Musa’ya tanrı tarafından yazdırıldığı
doğruysa, tanrı, Hamurabi’nin yapıtını aşırmış demektir.
TANRILARA
KAFA TUTAN KRAL
İlk mitolojik tanrılara Sümerlerde rastladığımız
gibi tanrıları hiçe sayan ilk insanlara da gene Sümerlerde
rastlıyoruz. Felsefesel düşüncenin temeli mitolojik
düşüncedir. Özellikle antikçağ Yunan felsefesinde
mitolojik düşüncenin izlerine Platon’da bile rastlanır.
Hint, Çin, İran vb. gibi ulusların ilk felsefeleri
mitolojileriyle kaynaşıktır. Bu bakımdan Gılgamış’ın
önemi bugün insanlığın elinde bulunan en eski mitolojik
metin olmasıdır. İnsanlığın en eski destanı olan
Gılgamış Destanı, düşünce yapısı bakımından da
mitolojik kalıntıların en ilgincidir. Babillilerin ilk
sözcükleriyle adlandırdıkları destan Sha Nagba İmuru
(Her şeyi görmüş olan) deyimiyle anılır. Sümer, Asur, Akad
vb. gibi çeşitli Mezopotamya topluluklarınca işlenmiş olan
destanın bugün elde bulunan metni Sümerlerden kalmadır.
Asur ve Akadlardan kalma bölümler de bulunmuştur. İlkin
Thompson tarafından İngilizce The Epic of Gilgamish
(Oxford 1930) adıyla yayımlanmış ve daha sonra Almanca,
Fransızca, Türkçe çevirileri yapılmıştır. Bu destanın
bulunmasıyla Herakles Mitosu ve Tufan öyküsü gibi birçok
gelişmiş mitlerin kaynakları da meydana çıkmış olmaktadır.
Destan, temel düşünce olarak, doğanın sırlarını bilmek
isteyen insanın [sayfa 38] araştırıcı çabasını işler ve
tanrılara bile kafa tutacak ölçüdeki gücünü belirtir.
Ölümsüzlüğün insan için olanaksız bulunduğunu saptar.
İnsan, karşısına çıkacak doğa engellerini yenip aşarak
kendi yolunu kendi yaratacaktır. İnsanın kendi yolunu
açmasına tanrılar bile engel olamayacaktır. Tufan bile
gönderseler insan soyunu yok edemeyeceklerdir. Tanrılar ve
doğa, insana her gün biraz daha yenilecek ve sırlarını her
gün biraz daha kaptıracaktır. Destan, aynı zamanda,
insanın idealist düşlerle kendini kendine
yabancılaştırmadan önce çok daha gerçekçi bulunduğunu da
tanıtlamaktadır. Tanrılar, insana yardım etmemekte,
tersine, güçlükler çıkarmaktadırlar. İnsan bu güçlükleri
kendi alınteriyle, bilinçli çabasıyla yenmektedir.
Destanın bir başka özelliği de, insanın inançla değil,
bilgiyle davranması gerektiğini belirtmesidir. Gılgamış
inanmaz, ancak her şeyi görüp bilir (Sha Nagba
İmuru). Bilmek ve anlamak, onun insanlık niteliğidir.
Gılgamış, efsaneleştirilmiş gerçek bir kahraman
sanılmaktadır. Kimi incelemecilere göre Mezopotamya’da iki
ırmak vadisinin güneyinde gerçekten yaşamış ve hüküm
sürmüştür. Ünlü destanlarında yarı insan, yarı tanrı
sayılmıştır. Kimi yorumculara göre de tanrılara kafa tutan
insanın, insan gücünün simgesidir. Gördüğü işler, tıpkı
Yunan mitolojisindeki Herakles’in işleri gibi on
iki tanedir. Bu çok eski mitosun Herakles mitosunu
geniş ölçüde etkilediği bellidir. Destanlarda
anlatıldığına göre Gılgamış, çok akıllı ve çok
çalışkan bir genç kralmış. Halkını da, kendisi gibi boş
oturmamaları için, işe koşarmış. Uruklu kızlar ve kadınlar
tanrılara yalvarıp kocalarının ve sevgililerinin biraz da
kendilerine bırakılmasını istemişler. Tanrıça Aruru
kadınlara acımış ve toprak vücutlu yarı hayvan Enkidu’yu
yaratarak Gılgamış’la dost etmeye karar vermiş.
Böylelikle genç ve cesur kralı çeşitli serüvenlere
sürükleyip Uruk erkeklerini rahat bırakmasını sağlamış.
Gerçekten de bu iki güçlü yaratığın dostluğu, birçok
tehlikeli serüvenlere atılmalarını gerektirmiş. Bu dostluk
bir güreşle başlamış, Gılgamış olağanüstü gücüyle.
Enkidu’yu tuttuğu gibi yere çarpıvermiş.
Yaratıldığından beri ilk kez yenilgiye uğrayan Enkidu
çok şaşırmış. Oysa bu yenilgide bir çeşit orospular olan
İştar rahibelerinin de rolü varmış. Genç kral,
ormanlarda yaşadığını duyduğu bu yarı hayvan yaratığı
kandırıp kente getirmesi için onlardan birini
görevlendirmiş. Enkidu da yedi gün ve yedi gece bu
rahibeyle yatmış, ondan insancıl olmasını öğrenmiş. İki
yiğitin ilk serüvenleri, tanrı Enlil’in Sedir dağını
korumakla görevlendirdiği Humbaba ya da Kumbaba
adlı devi öldürmek olmuş. Bu başarı Gılgamış’ı
öylesine yüceleştirip güzelleştirmiş ki, tanrıça İştar
dayanamamış, onunla evlenmek istemiş. Ama genç kral bu
evlenmeye yanaşmamış, üstelik de tanrıçayla alay etmiş.
Onuru kırılan tanrıça çok kızmış ve tanrı Anu’ya
başvurarak öcünü alabilecek kutsal bir boğa yaratmasını
dilemiş. Kahramanlarımızın ikinci işi bu boğayı öldürmek
olmuş. Genç kral, Uruk kentini çevreleyen duvarların
üstüne çıkıp öcünün alınışını seyretmeye hazırlanan
tanrıçanın gözleri önünde, bir baltayla boğanın kafasını
uçuruvermiş. Daha pek çok olağanüstü başarılar kazanan iki
yiğidin bu serüvenlerinde sonucu alan, eşdeyişle devleri,
boğaları vb. öldüren hep Gılgamış’tır, arkadaşı
Engidu sadece yardımcı durumdadır. Bütün bu
serüvenlerden sonra Engidu hastalanmış ve ölmüş.
Arkadaşının ölümüne çok üzülen genç kral böylelikle ilk
kez ölümün acılığını [sayfa 39] öğrenmiş ve ölümsüzlüğe
erişmenin yollarını araştırmaya başlamış. Dedelerinden
Ut Napiştim (Mezopotamya Nuh’u)’in Tufandan kurtularak
ölümsüzlüğe kavuştuğunu hatırlamış ve onu bulup
ölümsüzlüğün yolunu öğrenmek istemiş. Birçok serüvenlerden
sonra dedesini bulmuş, ondan ünlü Tufan öyküsünü
dinlemiş (Bu öykü, destanın on birinci bölümündedir).
Dedesi ona, denizlerin dibinde büyülü bir ot bulunduğunu,
bu otu bulup yiyebilirse ölümsüzlüğe kavuşacağını
söylemiş. Dönüşünde, denizlerin dibine dalıp bu otu
koparan Gılgamış tam onu yiyiceği sırada otu bir
yılana kaptırmış. Ölümsüzlük umudunu yitiren Gılgamış,
Uruk’a dönmüş ve yeraltı tanrısı Nergal’in izniyle
yeryüzüne dönmüş olan arkadaşı Engidu’nun ruhuyla
konuşup avunmaya çalışmış. Ölümün kesin olduğunu
bildiğinden, dostuna öbür dünya üstüne birçok sorular
sormuş. Destan bu sorulardan meydana gelen bir bölümle
sona ermektedir.
ÖLÜLER
KİTABI
Yirmi dört saatlik günler ve yedişer günlük haftalar
tertipleyen ilk takvimin günümüzden yetmiş yüzyıl önce
(İ.Ö. V. bin yıl) eski Mısır’da yapıldığını hatırlarsanız,
gök bilgisinin eski Mısır’da ne kadar gelişmiş bulunduğunu
bütün gerçekliğiyle belirtmiş olursunuz. Kont de Volney,
gök ölçüsünün kaynağını Mısır topraklarında bulmakta
haklıdır. XVI. yüzyılda Paris dolaylarındaki Issy köyünde
bir İzis tapınağının bulunduğunu da hatırlayınız. Eski
Mısır tanrıları İzis, Oziris ve Serapis’e eski Yunan’da,
eski Roma’da, Latin İtalyasında, dünyanın hemen her
köşesinde rastlayacağız. Güneşin çevresinde toplanan bir
gök sistemi akımı, eski Mısır’dan yola çıkarak dünyaya
yayılmıştır.
Bütün dinlerdeki erdem kurallarını toplayınız. Sonra
da bunları papirüs tomarlarında gizlenen eski Mısır
Ölüler kitabının, ölümden sonra Oziris’in
muhakemesinde okunan, şu bölümüyle karşılaştırınız: "Hiç
kimseye kötülük etmedim. Yakınlarımı bahtsızlığa
sürüklemedim. Gerçek evinde alçaklık etmedim. Kimseyi
gücünün dışında çalıştırmadım. Benim yüzümden kimse korku
duymadı, yoksulluk ve acı çekmedi, bahtsız olmadı.
Tanrıların kötü gördükleri şeyleri hiçbir zaman yapmadım.
Kölelere kötü muamele ettirmedim. Kimseyi aç bırakmadım.
Kimseye göz yaşı döktürmedim. Kimseyi öldürmedim. Kimsenin
kahpece öldürülmesini emretmedim. Kimseye yalan
söylemedim. Hiçbir utandırıcı davranışta bulunmadım. Zina
etmedim. Yiyecekleri pahalı ve eksik satmadım. Terazinin
dirhemi üzerine hiçbir zaman elimi bastırmadım. Teraziyle
tartarken hiçbir zaman hile yapmadım. Süt çocuklarının
ağızlarından sütü uzaklaştırmadım. Hayvanları çalmadım.
Tanrı’nın kuşlarını ağ kurup avlamadım. Ölmüş balığı
tutmadım. Hiçbir arkın suyunu başka yöne çevirmedim. Ben
temizim, temizim, temizim".
Eski Mısır’ın ölümden sonra yaşama düşüncesi, gök
ölçüsünün bu en çekici yanı, yeryüzü erdemini
güçlendirmektedir. Çünkü, ölümden sonra sonsuza kadar
mutlulukla yaşayabilmek için dünya üstündeki çok kısa
süreli erdem sınavını [sayfa 40] başarıyla vermek gerekir.
Bu sınavı başarıyla veremeyenler, öldükten sonra yeniden
öldürülüp yok edilirler. Tanrı Oziris tahtında
oturmaktadır. Önündeki terazinin bir kefesinde dirhem
yerine gerçek (hakikat) vardır. Ölünün , tartacaktır. Ölü,
hayatının hesabını doğru vermişse cennetlik olur ve sonsuz
mutluluğa kavuşur. Eski Mısırlılar buna inanmaktadırlar.
Şu halde, erdemli bir yaşayış, eski Mısır dininin
temelidir. Nitekim dünyanın dört bucağındaki çeşitli
dinler de hep bu temele dayanmaktadırlar.
İ.Ö. ondördüncü yüzyılda Mısır’da Thebae kentinde
çok akıllı genç bir kral yaşadı. Bu kralın adı dördüncü
Amenotep (ya da Amenofis)’tir. İnsanları tek tanrıya
bağlamayı düşündüğü sırada henüz yirmi yaşındaydı.
Tarihçiler, onun bu ileri ülküsüne çeşitli nedenler
yakıştırıyorlar. Kimine göre Amenotep, Thebae rahiplerinin
siyasal egemenliklerini, kırmak istemiştir. Kimine göre de
Mısırlı olmayan uyrukları bağlamak amacını gütmüştür.
İçinden gelen bir tek tanrı sevgisine uyduğunu söyleyenler
de var. Nedeni ne olursa olsun, dördüncü Amenotep’in
başarmak istediği iş, tarih çapında önemli bir iştir.
O zamanlar Mısır’da her kentin, her kasabanın ayrı
tanrısı vardı. Bu tanrılar, totem düşüncesinin
kalıntılarıydı. Nasıl totem sadece kendi klanını koruyup
gözetiyorsa, kasaba tanrıları da kendi kasabalarını
koruyup gözetiyordu. Thebae kasabasının da Amon adında bir
tanrısı vardı. Thebae başkent olmadan önce önemsiz bir
tanrıydı bu. Büyük tanrı Ra’nın yanında adı bile
anılmazdı. Thebae başkent olunca Amon baş tanrı oldu, gene
de Ra’yı bir kalemde silemediği için, adına Amon-Radendi.
Amon, artık her adın başında ya da sonunda yer alıyordu.
Kendisiyle savaşacak olan Amenotep’in adı bile onunla
süsleniyordu. Amenotep, Amon hoşnuttur anlamına
geliyordu. Amon’un ondan hoşnut olup olmadığı bilinemezdi
ama, bu genç adamın Amon’dan hoşnut olmadığı pek yakında
görülecekti.
Bütün tanrılar güçlerini güneşten alıyorlardı. Ra da
Doğan Güneş Tanrısıydı. Amenotep, evrensel güneşin
evrensel bir din yaratmaya yeteceğini düşünmüş olmalıdır.
Güneş yuvarlağını kişileştiren Aton genç, kral tahta
çıkıncaya kadar pek önemsenmemişti. Amenotep, egemenliği
eline alır almaz büyük din devrimine Amon’un yerine Aton’u
getirmekle başladı. Başta Amon olmak üzere bütün
tanrıların adlarını sildiriyor, onlara tapmayı kesinlikle
yasak ediyordu. Genç kralın korkusundan bütün Amonlu adlar
Atonlaşmaya başladılar. Kendisi de Amenotep adını
bırakarak Aton’un büyüklüğü anlamına gelen Akhnaton adını
aldı. Bu büyük devrimi Thebae kentinde dilediği çabuklukla
başaramayacağını anlayan genç Akhnaton, krallığının
dördüncü yılında başkenti de değiştirdi. Orta Mısır’da
güneş yuvarlağının ufku anlamına gelen Akhhetaton adlı
yeni bir başkent kurdu. Bu yeni başkent, Aton
tapınaklarıyla süslenmişti (bu kentin bugünkü adı Tel-el-Amarna’dır).
Artık bütün Mısır’da tek tanrı egemendi. Aton’dan
başkasına tapmak yasaktı. Çoktanrıcılık bir akıllı
delikanlının özel gücüyle bir anda silinivermişti ortadan.
Amenotep’in tek tanrısı Aton için yazdığı şu şarkı,
onun bu kocaman devrimle ne büyük bir amaç güttüğünü
açıkça anlatıyor: Sen ki eşyanın oluşu sırasında zaten
yaşamaktaydın ey canlı Aton, ufukta parlayarak
yükseliyorsun. Güzelliğin bütün ülkeleri [sayfa 41]
aydınlatıyor. Güçlü büyüklüğünle dünyanın üstünde
göründüğün zaman ışıkların, yarattığın alemin son uçlarına
kadar bütün ulusları kucaklıyor...
Evrensel güneşi evrensel bir düşünce olarak bütün
uluslara yaymak... İşte Amenotep’in büyüklüğü buradadır.
Ne yazık ki ömrü bu büyük devrimin kökleşmesine
yetmemiştir. Öldüğü zaman yirmi dokuz yaşındaydı.
Ölümünden pek az sonra gericiliğin tepkisi başladı, birkaç
yıl içinde de insanları birleşmeye ve özgürlüğe çağıran bu
düşünce, yobaz ve çıkarcı kafaların saldırıları karşısında
yıkılıp gitti.
EVREN-TANRI
İlk din kitabı, İ.Ö. 2000 yılında Hindistan’da
düzenleniyor. Evreni kişileştirip tanrılaştırmak da
Hind’lilere özgü bir buluş. Aşırı zengin azınlıkla aşırı
yoksul çoğunluğun yaşadığı bu büyük ülke, aynı zamanda,
gizemciliğin (mistisizmin) de kaynağı.
Tarihte bilinen ilk kutsal kitap, Vedizm dininin
kitabı olan Rig-Ved’dir. Vedaların ilk şarkıları
büyücülük şarkılarıdır. Bunlarda henüz büyük tanrıların
adları geçmemektedir. Boğazköy kazılarında bulunan çok
önemli bir antlaşma Vedizm’in kaynaklarını başka ülkelere
çekmektedir. Bu antlaşma İsa’dan önce ondördüncü yüzyılda
Hititlerle Mitanniler arasında yapılmıştı. Antlaşmada adı
geçen tanrılar (İndra, Mithra, Varuna) sonraları Vedizm’in
büyük tanrıları olmuşlardı. İ.Ö. 1000 yıllarında
tertiplenen Vedizm şarkıları artık bu tanrıların sözünü
etmektedirler.
Vedaların en büyük tanrısı İndra’dır. İndra bir doğa
tanrısıdır, savaşçıdır da. Oysa onun karşısına bir akıl
tanrısı dikmek gerekiyordu. Bu akıl tanrısı da Varuna’dır.
Varuna evrensel düzeni sağlıyor, erdemi
gerçekleştiriyordu. Tam bir gök tannsı, yıldızlı göğün
tanrısıydı (Varuna sözcüğünü ses bakımından, gök
anlamına gelen Uranus ve eski İran’ın büyük tanrısı
Ahura’yla karşılaştırınız). Bunların yanında başka
bir gök tanrısı, güneşli gündüz göğünün tanrısı Mithra
yer almaktadır. Mithra bir hukuk tanrısıdır,
insanlar arasındaki tüzeyi sağlamaktadır. Veda şarkılarına
göre Varuna’yla Mithra’nın anaları Aditi’dir. Aditi,
evrendeki bütün varlıkların ortak özü sayılmakta ve
totemizmin Mana’sının yerini tutmaktadır. Vedalarda eski
Yunan’ın Zeus Pater’inin karşılığı olarak Diyaus
Pitar vardır. Bu tanrılar gittikçe önemlerini
kaybedecekler ve yerlerini kurban tanrılarına
bırakacaklardır. Çünkü, Vedizm’e göre tanrıları yaratanlar
kurbanlardır, bir başka deyişle varlığı yaratan eylemdir.
Vedizm’de erdem, kurban yoluyla elde edilir.
Kurbanlar tanrıları yaratırlar. Tanrılar da insanları
iyiliğe ve güvenliğe ulaştırırlar. Bu sistemde gök
ölçüsünün dışında başkaca bir erdem düşünülmemektedir.
Veda sözü Hint dilinde bilgi anlamındadır. Ancak bu
bilgi kulak yoluyla edinilen bir bilgidir. Veda’nın
bilgisi erdemdir.
İnsanlığın en eski kutsal kitabı olan Rig-Veda,
doğal bir sonuç olarak, Hindistan’da sınıflanmaları
doğurmuştur. Kast adı verilen bu sınıfların başında din
adamlarının, Brehmenlerin (rahip) kastı gelmektedir. Din
adamlarının altında prenslerle [sayfa 42] savaşçıların
kastı olan arya kastı vardır. Bundan sonra, işçilerin ve
kölelerin çudra kastı yer almaktadır. Bunların dışında da
insanlığın en aşağılığı sayılan paryalar vardır.
Erdem bütün bu sınıflarda ayrı bir ölçü
taşımaktadır. Bir kastın erdemi, öbür kastın erdeminden
başkadır. Erdem bir sınıfa göre almak, bir başka sınıfa
göre vermek’tir. Rig-Veda’nın onuncu
kitabının onuncu şarkısı şöyle biter: İnsan bir Brehmene
bir inek verirse bütün alemleri elde etmiş olur.
Vedizm’in gelişmesi, ölümden sonra yaşamanın
birbirini kovalayan çeşitli hayatlar içinde gerçekleşmesi
yolunda olmuştur. Buysa, yeni bir erdem ölçüsü getirmiş
bulunmaktadır. İnsan iyi davranışlarla yaşamışsa sonraki
hayatında iyi bir bedene, kötü davranışlarla yaşamışsa
sonraki hayatında kötü bir bedene girecektir. Buysa,
iyiliğin armağanı, kötülüğün cezasıdır.
Hindistan’ın temel dini Brahmanizm, bunun da
sayısız tanrıları arasında yaratıcı olarak tektanrı
niteliğindeki tanrısı Brahma’dır. Bu ad, Sanskritçe
tüm varlığın kaynağı, ilkesi, ruhu anlamlarını dile
getiren ve sözcük olarak saltık (Os. Mutlak,
Fr. Absolu) anlamında kullanılan brahman
deyiminden gelir. Denilebilir ki Brahma, kavram
olarak brahman’ın kişileştirilmesidir. Hint
inançlarına göre brahman, üç ayrı biçimde belirmiştir:
Yaratıcı tanrı olarak Brahma, koruyucu tanrı olarak
Vişnu, yıkıcı tanrı olarak Siva,
Hıristiyanlığın üçlüğünü andıran bu üçlüğe Sanskritçe
trimurti denir. Bu üçlük de, Hıristiyan üçlüğünde
olduğu gibi, bir, üçlükte teklik’dir. Çünkü
yaratıcı, koruyucu ve yıkıcı olarak beliren aynı saltık
varlıktır ve brahman’dır. Brahman’ın asıl
kişiliği yaratıcılıkta belirmiştir ve bundan ötürü de
Brahma, Hint çoktanrıcılığının sayısız tanrıları
arasında en soyut tanrıdır. Bu yüzden onun üstüne
tasarımlanmış hemen hiçbir öykü yoktur. Sadece bütün
bilgilerini Veda adı verilen dört kutsal kitaba
yazmış olduğu söylenir. Bundan anlaşıldığına göre,
tektanrıcı dinlerde olduğu gibi, kutsal kitaplar da bu
yaratıcı tanrının sözleri ya da bilgileridir. Görüldüğü
gibi, tektanrıcı dinlerin değişmez niteliği olan
yaratan ve kitabı Hint düşüncesinde İ.Ö. 2000
yıllarında gerçekleşmeye başlamıştır. Tektanrıcı dinlerin
başka bir niteliği olan peygamber de bir süre sonra
Buda’nın kişiliğinde meydana çıkacaktır. Onun meydana
çıkışına kadar peygamberlik görevini güçlü bir sınıf
halinde kendilerine brahman adını vermiş olan
rahipler yapmışlardır. Budist inançlarına göre Buda,
bütün bilgilerini Brahma’dan almıştır, artık
olgunlaştığını ve bildiklerini başkalarına öğretmesi
gerektiğini kendisine Brahma söylemiştir, Buda
da Brahma’dan aldığı bu buyrukla kalkıp Benares’e
gelmiştir. Buda’nın ünlü Benares söylevi, Brahma’nın
kendisine verdiği bilgilerin ürünüymüş. Evrensel
oluşmanın, eşdeyişle, evrimin çatışan karşıtlıkların
aşılmasıyla oluştuğu ilk düşüncelerce de sezilmiştir.
Hintlilerin Brahma Siva, Çinlilerin Yin-Yang,
Yunanlıların Eros Anteros karşıtlıkları ve bu
karşıtlıklar arasındaki çelişme ve çatışmalar, bu bilim
öncesi sezinin en belli örnekleridir. Hemen bütün
mitolojilerin temel belirleyici düşüncesi iyilik
kötülük çelişkisi’dir. Hint mitolojisinde yaratıcı
Brahma’nın karşısına yıkıcı Siva çıkar ve bu
temel çelişme olumlu Vişnu’yla aşılır. Düşünsel
insan yaşamının en eski kaynaklarından biri olan Hint
inançlarına göre yaratıcı tanrı [sayfa 43] Brahma,
sadece iyilik temeli üstüne kurulmuş bir dünya yaratmak
istemiş. Ama karşısına yıkıcı Siva çıkmış ve buna her
seferinde engel olmuş, çünkü çelişmesiz bir dünyanın
yaratılabileceğine inanmıyormuş.
Brahma-Siva-Vişnu üçlüsü, Hint mitolojisinin en
ünlü ve ilginç tanrı üçlüsüdür. Diyalektik bir üçlü olan
bu tanrılık grup yaratmayı (Brahma), yokederken yapmayı (Siva)
ve geliştirmeyi (Vişnu) simgeler. Diyalektik bir
sav-karşısav-bireşim (Tez-antitez-sentez) üçlüsüdür.
Tanrı Vişnu bu gelişmeyi ve geliştirmeyi sanki daha
iyi belirtebilmek için çeşitli avatara (yeryüzüne
iniş)’larda bulunur, yeryüzüne her inişinde bozulan düzeni
daha gelişmiş olarak kurar. Halk efsanelerinde serüvenleri
pek çoktur. Özellikle Balık, Kaplumbağa, Yabandomuzu,
Aslan, Cüce, Rama ve Krisna biçimlerinde
cisimleşmelerinin çeşitli efsaneleri vardır ve pek
ünlüdür. Evrenin her an gelişmekte olduğu ve sonsuza kadar
sürekli olarak gelişeceği düşüncesi Hint felsefesinin en
bilimsel savıdır. Tanrı Vişnu bu savın temsilcisidir.
Evrenin bir sonu olduğunu tasarımlayan halk efsanelerinde
bile onun dünyanın sonuna doğru yeni bir cisimleşmeyle
yeniden dünyaya ineceği ve dünyayı büsbütün
yetkinleştireceği anlatılır. Hint mitolojisinin Tufan
öyküsünde de balık olup insan Manu’yu sırtına
alarak kurtaran ve insan soyunun yeniden türemesine olanak
hazırlayan odur. Tanrı Vişnu, en önemli serüvenlerinden
biri olan Krisna cisimleşmesinde Pandava’lardan
Argiuna’yla dost olur ve Bhagavadghita
(Cennet şarkısı)’nın konusu olan ünlü söylevini verir. Bu
söylev, Hint felsefesinin, ölüm ve görev üstüne en ilginç
düşüncelerini dilegetirir. Vişnu’ya göre ölüm diye bir şey
yoktur, sadece oluşma ve gelişme vardır, ölüm denilen şey
bu oluşma ve gelişmelerin belli birer aşamasıdır, bütün
varlıklar gibi insanlar da bu aşamalardan geçerek daha
üstün bir düzeyde, daha gelişmiş olarak varlaşırlar ve
böylece varlıklarını sonsuzca sürdürürler. Vişnu tasarımı,
bütün ayrıntılarıyla, ilkel insan zekasının en parlak
belirtilerinden biridir.
AYDINLIK
VE KARANLIK
Zerdüşt (Zaratustra), İ.Ö. 1000 yılında yaşadığı
sanılan bir İranlıdır. Kurduğu dinin adına Mazdeizm
denilmiştir. Ancak Mazdeizm’in kökü Zerdüşt’ten çok
öncedir. Zerdüşt, bu dini arıtıp biçimlendirmiş, insan
erdemlerini geliştirerek tektanrıcı bir amaca
yöneltmiştir. Mazdeizm’in kutsal kitabı Zend Avesta’dır.
Aslında gerçek bir ozan ve çok bilgili bir düşünür olan
Zerdüşt, Zend Avesta’nın kendisine iyilik tanrısı
Ahura Mazda (Hürmüz) tarafından vahyedildiğini
söylemektedir. Mazdeizm, iyi tanrıyla kötü tanrı
ikiliğine, Ahura Mazda’yla Angra Mainyu (Ehrimen)
çatışmasına dayanan bir dindir.
Zerdüş’te göre, iyiliği ruhta, kötülüğü maddede
bulanlar aldanmaktadırlar. İyilikle kötülük hem ruhları,
hem maddeleri kaplamıştır. Savaş, her iki alan üstünde
olagelmektedir. İyilik tanrısı (gök tanrısı) Hürmüz’ün
çevresinde nasıl yarıtanrılar varsa Ehrimen’in çevresinde
de yarıtanrılar vardır. Hürmüz yaratıyorsa Ehrimen [sayfa
44] de yaratmaktadır. Ehrimen, Hürmüz’ü yenip maddeler ve
ruhları ele geçirmek için göklere saldırmıştır. Savaş,
dehşet vericidir. İnsanlar, göğün korunmasına yardım
etmelidirler. Bu savaşta gökten yana olanlar erdemli
insanlardır ve savaşa katıldıkları ölçüde sonsuz mutluluğa
hak kazanacaklardır.
Hürmüz, gök-ışık ülkesinde oturmaktadır. Ehrimen,
yeraltı-karanlık ülkesindedir. Dünya, bu iki ülkenin
ortasında bir sınav alanıdır. İnsanlar bu sınavı başarıyla
vererek evrensel savaşa iyiliğin saflarında
katılmalıdırlar.
Zerdüşt, başlıca amacı, ekonomik düzen olan bir plan
gütmektedir. Ona göre, Hürmüz’ün bakışı her zaman çalışkan
çiftçinin üstündedir. Gerçek dindarlık, oruçla ve
tapınmayla değil, tarım çalışmalarıyla elde edilir. Bacası
tüten, içi tarım hayvanları ve çocuklarla dolu bir çiftçi
evini seyretmek kadar Hürmüz’ü sevindiren hiçbir şey
yoktur. Zend Avesta, tarım hayvanlarına iyi
bakılması, toprağın iyi sürülmesi üstüne öğütlerle
doludur.
İnsanlar, iyilikle kötülük arasındaki bu evrensel
savaşa nasıl katılacaklardır? Zerdüşt, bu sorunun
karşılığını şöyle veriyor: Dindar olarak, açık yürekli
olarak, çalışkan olarak... İşte insanların üç büyük ödevi.
Zerdüşt dini, bir evrim (tekamül) dinidir. Dünya,
evrim yasalarına bağlıdır. İnsan güçleri bu evrimi
gerçekleştirmek, bu evrime katılmak zorundadırlar.
Kont de Volney (1757-1820), Yıkıntılar (Les
Ruines) adlı ünlü yapıtında din adamlarını
çatıştırırken bir Zerdüşt din adamına şunları
söyletmektedir: Ey Yahudilerle onların çocukları olan
Hıristiyanlar, Musa’nın sandığımız kitap, Musa’dan altı
yüzyıl sonra yazılmıştır. Bunu yirmi gerçek belgeye
dayanarak tanıtlayabiliriz. O kitapta Musa’ya yakıştırılan
düşüncelerin hiçbirini Musa bilmezdi. O kitabı kaleme
alanlar, ki bu kaleme alınışın bir büyük papazla bir
kralın anlaşması sonunda yapıldığı su götürmez bir
gerçektir; ruhun ölümsüzlüğünü, ölümden sonraki yaşayışı,
cennet ve cehennemi, insanların çektiği acıların en büyük
nedeni olan kötülüğün başkaldırmasını bizim peygamberimiz
Zerdüşt’ten öğrenmişlerdir. Hem de bu düşünceler, ilk
krallarınızın yaşadığı yüzyıldan sonra sizin yazılarınızda
görünür. Zerdüşt, o yazılardan yüzyıllarca önce, bütün
bunları söylemişti. Babil ve Ninuva kralları tarafından
yenilen atalarınızın kralımız Serhas tarafından
kurtarıldığını ne çabuk unuttunuz? Atalarınız, o zamanlar,
bizi örnek edinmişler, bizden ders almışlardı. Kudüs’e
yeni düşüncelerle döndüler. Siz, gücünüzü yeniden
yüceltecek bir kral bekliyordunuz, bizse onarıcı ve
kurtarıcı bir evrensel iyilik tanrısının geleceğini
müjdeliyorduk. İşte Hıristiyanlığı bu iki düşüncenin
birleşmesinden yarattınız. Zerdüşt’ün yolunu şaşırmış
çocuklarından başka hiçbir şey değilsiniz siz.
ELOAH’LAR
ARASINDA BİR YAHOVA
Üç bin yıl öncesine kadar otuz beş bin tanrı,
insanların erdemleriyle uğraştı. İnsanlar arasındaki düzen
ancak bir törenin (ahlak) varlığıyla kurulabilirdi. Otuz
beş bin tanrının çabası boşuna değildi. Ne var ki çeşitli
tanrıların çeşitli töreleri birbirleriyle [sayfa 45]
çatışıyorlar, düzeni büsbütün bozuyorlardı. İnsanlığa tek
ölçü gerekiyordu, bunu da tek tanrı sağlayabilirdi.
Mısır’dan kaçarak Sina çölüne çekilen Musa, tarihçilerin
Medyan kahini dedikleri Yetro’nun yanına
sığınmıştı. Yetro, ona kızıyla beraber düşüncelerini de
verdi. İsrailoğularını Mısır köleliğinden kurtarmak
amacını güden genç damat, akıllı olduğu kadar becerikliydi
de. Gerçi bütün insanlığı değil, sadece kendi soyunu (İsrailoğullarını)
düşünüyordu. Ama yapmak istediği iş gene de önemli bir
işti. Yüzlerce yıllık tutsaklığın bütün niteliklerini
benimsemiş bir insan sürüsünden, benliklerini yüzyıllarca
koruyacak güçlü bir ulus çıkaracaktı.
Yahudi sözcüğü, en büyük İsrail kabilesi olan
Yahuda kabilesine ilişkinliği dilegetirir, Yahuda
kabilesinden olan demektir, daha sonra Musa
dininden olan’ı adlandırmıştır. Yahudiliğe, Musa’nın
adına bağlanarak Musevilik denir. Yahudilerin
kutsal kitabı bu dinin kurucusu olarak peygamber
İbrahim’i gösterir. İlkin tanrının buyruklarını
kabilesine ileten oymuş. Oğlu İshak ve İshak’ın
oğlu Yakub da bu dini sürdürmüşler. Daha sonra Musa
(Yahudi inançlarına göre İ.Ö. 1440’da ölmüş) Sina dağında
Tanrı’nın on buyruğunu alıyor ve Yahudi dini böylelikle
biçimleniyor. Yahudilik, çağımızda da geçerli olan üç
büyük dinin en eskisi ve en önemlisidir. Çünkü
Hıristiyanlık ve Müslümanlık onun attığı
temeller üstünde kurulmuş ve onun bir uzantısı olmuştur.
Bundan ötürüdür ki bir sonraki din bir öncekini tanımış ve
kabul etmiş, ama aynı tanrının buyruğuyla kendisine
uyulması gerektiğini ve artık bozulmuş olan eski dine
bağlı kalınmamasını istemiştir. Önceki dinse kendinden
sonrakini tanımamış ve sahte saymıştır. Beliren din
düşmanlıklarının nedeni budur. Yahudilerin kutsal kitabı
Tevrat (Tora) evrenin ve insanın yaratılışını
anlattıktan sonra insanların tek soydan nasıl çeşitli
soylara (uluslara) ve tek dilden nasıl çeşitli dillere
geçtiğini metafizik gerekçeleriyle açıklar ve insan soyunu
Adem’den başlayarak her birinin oğullarını ayrı ayrı
saymak yoluyla birbirlerine zincirleyip Musa’ya kadar
getirir. İbrahim, İshak, Yakub, Yusuf ve Musa peygamberler
hep Nuh’un üç oğlundan Sam’ın soyundandır (Sâmîler
adı da buradan gelir). Birinci kitap olan Tekvin
peygamber Yusuf’a kadar bütün peygamberlerin yaptıklarını
anlatır. Musa’nın doğumu ve yaptıkları ikinci kitap
Exodus (Çıkış, İsrailoğullarının Mısır’dan çıkışı)’de
anlatılır. Musa, kaynatası Medyan kahini Yetro’nun
sürüsünü güderken tanrı ona Horeb’de görünür ve şöyle der:
"Musa, Musa... buraya yaklaşma, çarıklarını ayaklarından
çıkar, çünkü üstünde durduğun kutsal topraktır. Ben,
babanın, İbrahim’in, İshak’ın ve Yakub’un Allahıyım" (Exodus,
III, 4-6). Tanrı, İsrailoğullarının Mısır’da çektiklerini
bildiğini anlatır ve Musa’yı onları Mısır’dan çıkarmakla
görevlendirir ve "onların feryadını işittim ve onları
Mısırlıların elinden kurtarmak, o diyardan iyi ve geniş
bir diyarda, süt ve bal akan diyarda, Kenanlı, Hitti, Amor,
Perizzi, Hivi ve Yebusi’lerin yerine çıkarmak için indim"
der (İbid. 8). Musa, tanrıya adını sorar, tanrı: "Ben, ben
olan’ım. Atalarınızın Allahı, İbrahim’in Allahı, İshak’ın
Allahı, Yakub’un Allahı YAHOVA’yım. Sonsuza kadar adım bu,
çağlardan çağlara anılmam budur" karşılığını verir (İbid,
14-15). Buyruğu şudur: "İsrail ihtiyarlarıyla Mısır
kralına gideceksin ve ona, İbranilerin Allahı bize
rastgeldi, [sayfa 46] rica ederiz, çölde üç günlük yol
gitmemize ve Allahımız Yahova’ya kurban kesmemize izin
ver, diyeceksin. Ben bilirim ki Mısır kralı izin
vermeyecektir. O zaman ben elimi uzatacağım ve Mısır’ı
bütün harikalarımla vuracağım. Sizi ondan sonra
salıverecektir. Eli boş çıkmayacaksınız. Her kadın
komşusundan ve evindeki konuğundan gümüş şeyler, altın
şeyler, giysiler istesin. Oğullarınızı ve kızlarınızı
onlarla süsleyin. Mısırlıları soyun" (İbid, 18-22). Musa,
tanrının dediklerini yapar, tanrı da Mısır’a on afet
göndererek firavunu İsrailoğullarını azatlamaya zorlar.
İsrailoğulları Mısır’dan böylelikle çıkarlar ve tanrının
on buyruğunu Sina dağında alırlar (İbid, XX, 1-17),
Yahudilik, bu on buyrukla kurulmuştur. Bu on buyruk
şunlardır: Ben, seni kölelikten kurtaran Yahova’yım.
Benden başka bir tanrıya tapmayacaksın. Put yapmayacaksın.
Kendini büyümseyip Yahova adını almayacaksın. Altı gün
çalışıp cumartesi günü dinleneceksin. Ananı, babanı
sayacaksın. Öldürmeyeceksin. Çalmayacaksın. Yalan
söylemeyeceksin. Zina etmeyeceksin. Komşunun varlığına göz
dikmeyeceksin... Bu buyrukların çoğu Mısırlıların
Ölüler kitabında da vardı ve İsrailoğulları bunları
biliyorlardı. Ancak buyruklardan iki tanesi yeniydi:
Haftada bir gün dinlenmek ve Yahova’dan başkasına
tapmamak...
Mısırlıların birçok tanrıları vardı ve Yahova bu
buyruğuyla onları yadsımıyor, ancak kendisinden başkasına
tapılmasını yasaklıyordu. Yahudi dininin iki ayırıcı
niteliği vardır. Bunlardan biri ulusçu bir din oluşu ve
sadece İsrailoğullarına seslenişidir, zaman zaman başka
uluslardan da Yahudiliğe kabul edilenler olduğu halde Musa
dini İsrailoğullarına özgü kalmış, Nasıralı İsa’nın onu
evrenselleştireceği güne kadar yayılmamıştır. Yahudiliğin
ikinci ayırt edici niteliği, tek peygamber tarafından
getirilmeyip birçok peygamberlerin ürünü olmasıdır. Bu
peygamberlerden Musa’dan öncekileri kendi kitaplarında
bizzat Musa anlatmaktadır. Musa’dan sonrakiler de eklenmek
suretiyle Eski Ahit adı verilen Tevrat
kutsal kitabı, meydana gelmiştir. Tevrat’ın sadece
ilk beş kitabı Musa’nındır: Tekvin, Çıkış, Levililer,
Sayılar, Tesniye... Tevrat, Musa’nın beş kitabından
başka sırasıyla şu kitaplardan meydana gelmiştir: Musa’nın
ölümünden sonra hizmetçisi Nuh’un oğlu Yeşu’nun kitabı,
Hakimler kitabı, Rut’un kitabı, birinci ve ikinci
Samuel’in kitapları, her biri ikişer kitaptan Krallar ve
Tarihler adlarını taşıyan dört kitap; Erza, Nehemya,
Ester, Eyup peygamberlerin kitapları, Davut peygamberin
(aynı zamanda kral) Mezmurları, Süleyman peygamberin,
(aynı zamanda kral) Meselleri, Davud’un oğlu Vaiz’in
kitabı, Süleyman peygamberin Neşideler Neşidesi kitabı;
İşaya, Yeremya peygamberlerin kitapları, ayrıca Yeremya’nm
Mersiyeleri; Hezekiel, Daniel, Hoşea, Yoel, Amos, Obadya,
Yunus, Mika, Nahum, Habakkuk, Tsefanya, Haggay, Zekerya,
Malaki peygamberlerin kitapları... Bu peygamberlerin
içinde Tanrı’yla yüz yüze geldiği bildirilen sadece
Musa’dır ve din onun Tanrı’dan getirdiği on buyrukla
kurulmuştur. Ondan sonraki peygamberler hep onun getirdiği
şeriatı korumak için çalışmışlardır. Son kitap, Malaki
peygamberi Tanrı’nın ağzından nakletliği şu sözlerle sona
ermektedir: "Kulum Musa’nın şeriatını, yasalarını,
yargılarını anın. O şeriatı Horeb’de bütün İsrail için ona
ben buyurdum. Büyük ve korkunç gün gelmeden önce size
peygamber İlya’yı göndereceğim. O da, babaların yüreğini
oğullara ve oğulların yüreğini babalara döndürecektir;
dünyayı [sayfa 47] lanetle vurmayayım diye"...
Hıristiyanlığın kurucusu İsa’yı meydana getiren sözler,
Tevrat’ın içindeki daha birçok yoruma yatkın sözlerle
birlikte, bu sözlerdir.
Tanrı’nın bildirdiği on buyruğun dışında, Yahudi
tanrıbilimcilerince saptanan dinsel kurallar da vardır. Bu
kurallar Yahudi tanrıbilimcisi Musa bin Meymun (Maimonides,
1135-1204) tarafından on üç maddede özetlenmiştir: 1-
Tanrı tektir, 2- Tanrı ruhtur ve asla temsil edilemez, 3.
Tanrı ölümsüzdür, 4- Dua sadece Tanrı’ya edilir, 5- İsrail
peygamberlerinin bütün sözleri doğrudur, 6- Tanrı,
dünyanın yarıtıcısı ve koruyucusudur, 7- Musa,
peygamberlerin en büyüğüdür, 8- Yasa ve töre tanrıca
Musa’ya verilendir, bunun dışında hiçbir yasa ve töre
yoktur, 9- Bu yasa ve töre asla değiştirilemez, 10. Tanrı,
insanların bütün düşüncelerini ve eylemlerini bilir, 11-
Tanrı, buyruklarını yerine getirenlere armağan verir ve
getirmeyenleri cezalandırır, 12- Tanrı, peygamberlerin
bildirdiği Mesih’i gönderecektir, 13- Tanrı, ölüleri
diriltecektir... Tanrı’nın İsrailoğullarına ilk verdiği
söz (Ahit) şudur: "Ve Abram doksan dokuz yaşındayken Rab
ona göründü: Ben kaadir Allahım, dedi, benim önümde yürü
ve yetkin ol, seninle aht edeceğim, seni
çoğaltacağım, birçok ulusların babası olacaksın, artık
adın Abram olarak çağrılmayacak, İbrahim (İbr.
bütün halkların babası, yüce baba, demektir) olarak
çağrılacak, seni çokverimli kılacağım, senden krallar
çıkacak, senin soyunla aht’imi sonsuz ahit (Ebedi
anlaşma) olarak saptıyorum, bütün Ken’an diyarını sonsuz
mülk olarak soyuna vereceğim ve onların Allahı olacağım" (Tehvin,
XVII, 2-8)... Tanrı, bu söz’ü İbrahim’in oğlu
İshak’a da yeniler: "Baban İbrahim’e ettiğim yemini
pekiştiriyorum, senin soyunu göklerdeki yıldızlar kadar
çoğaltacağım ve sana bütün bu ülkeleri vereceğim" (İbid,
XXVi, 3-4)... İshak’ın oğlu peygamber Yakub’u
İsrail adıyla adlandırır (İbraniler, bundan sonra
İsrailoğulları adını taşırlar): "Yakub yalnız başına kaldı
ve gün ağarıncaya kadar bir adam onunla güreşti. Yakub’un
uyluk başı incindi, bırak gideyim, gün doğuyor, dedi.
Güreşen tanrıydı ve dedi: Beni mübarek kılmadıkça seni
bırakmam, çünkü sen Allahı yendin, artık sana Yakub değil
İsrail denecek (İb. İsrail deyimi Tanrıyla
güreşen demektir). Yakub, Allahı yüz yüze gördüm ve
canım sağ kaldı, dedi. Uyluğu üzerinde aksıyordu. Bunun
için bugüne kadar İsrailoğulları uyluk başı üstündeki
kalça adalesini yemezler, çünkü oraya Tanrı eli
dokunmuştur" (Tekvin, XXXii, 24-31)... Tanrı, Musa’ya
on buyruk vermeden önce peygamber Nuh’a yedi buyruk
vermiştir. Nuh, tufandan önce Tanrı’ya yalvarmış ve Ved,
Suva, Yegus, Yeuk, Nesr gibi putlara tapanların
cezalandırılmasını istemişti. Kutsal kitaba göre Tufan bu
yüzden olmuş.
Musa, bir tutsaklar soyundan dövüşken kuşaklar
yaratmayı amaçlamıştı. İsrailoğullarını Mısır’dan
çıkardıktan sonra kırk yıl çöllerde dolaştırması bu yeni
kuşakları beklemek içindi. Tanrı onlara bir vatan
vaadetmişti, ama bu arzı mev’ud (vaadedilen toprak,
Filistin) gene de dövüşerek elde edilebilirdi. Kölelikten
dövüşçülüğe geçmek için sadece on buyruğu kulaklara küpe
edivermek yetmiyordu. Özgürlüğü tatmış, güçlü, genç
kuşakların yetişmesi gerekliydi. Yüz yirmi yaşına kadar
yaşadığına inanılan Musa, yaşadığı sürece, çevresinde
dönüp dolaştığı bu vatana saldırmayı göze alamadı.
Ulusçuluğa yönelen yeni dinin amacı o öldükten sonra
gerçekleşti. [sayfa 48] Sonuç başarılıydı. Yüzyıllarca acı
çekmiş, insanlık gücünü yitirmiş, ezik bir soy, tarihin en
güçlü devletlerinden biri olan Süleyman İmparatorluğuna
kadar yükselmişti. Ne var ki Süleyman’ın ölümünden sonra
bu imparatorluk parçalandı ve İsrailoğulları gene
topraklarından sürüldüler. Yahudi tanrıbilimcileri bu
olayı, Tanrı’nın on buyruğuna bağlı kalmadıkları için
Tanrıca cezalandırıldıkları yolunda yorumlarlar.
İsrailoğulları dünyanın dört bir yanına dağıldılar ve çok
acı çektiler. Özellikle 1930’larda Hitler faşizminde
canavarlaşan soykırımı, uygarlık masallarına karşın
insanlığın henüz vahşet çağında bulunduğunun en
büyük kanıtıdır. İsrailoğulları, yüzyıllarca sonra,
vatanlarını yeniden ele geçirmek için, Tanrı gücünü bir
yana bırakıp, çağımızda en geçerli güç olan para gücüne
başvurdular ve Filistin’i satın aldılar. Çağımızın bir
uygarlık çağı olmayıp bir vahşet çağı olduğunu bir kez
daha kanıtlamak için şimdilerde, vaktiyle Hitler’in
kendilerine uyguladığı soykırımını Filistin Araplarına
uyguluyorlar.
Düşünce tarihi açısından Yahudi tanrıbiliminin büyük
önemi, şu iki kavramı insan düşüncesine bela etmiş
olmasıdır: RUH (İbranice: Eloah) ve ODUR (İbranice:
Yahova). Yirmi beş yüzyıldır insan düşüncesini
saçmasapan hayallere sürükleyen ve her türlü bilimselliğin
karşısına dikilen bu iki kavramdır. Fantastik düşüncecilik
(idealizm) akımı bu iki kavrama dayanır. Bu iki kavramın
düşünsel serüveni kısaca şudur: Musa’nın yaşadığına
inanılan çağda canlıcılık, eşdeyişle ruhçuluk
(animizm) inancı yaygındı. Doğadaki tüm nesnelerin canlı
ve ruhlu olduğuna inanılıyordu. Dağlar ruhluydu, tepeler
ruhluydu, kayalar ruhluydu, ağaçlar ruhluydu, çalılıklar
ruhluydu. Yahudi tanrıbilimine göre, Horeb’de Musa’ya
görünen bu sayısız çalılık ruhlarından sadece biridir. Bu
çalılık ruhu, eşdeyişle çalılık eloah’ı (Arapların
Allah deyimi de buradan geliyor) Musa’ya ben
İsrailoğullarının tanrısıyım, benden başka elohim (İbranice
eloah’ın çoğulu: Ruhlar)’e tapmayın diyor.
Görüldüğü gibi, bu katıksız bir tektanrı anlayışı değil.
Sayısız eloah’lar var ama, sadece buna tapılacak.
Müslümanlıkta da sürüpgiden Allah’tan başka tapacak yoktur
(Arapça: La ilahe ill-Allah) dogmasının kaynağı da
bu. Demek ki tek tanrı, canlıcılık inancına göre doğanın
her yanında bulunan sayısız ruh’lardan biridir ve
tapılacak sadece o olduğu için tektir. Bu ruh, yirmi beş
yüzyıl, tüm idealist felsefelerde karşımıza çıkacak,
ondokuzuncu yüzyılda koca Hegel bile evrensel oluşumu
onunla açıklamaya çalışacak. Elea’lıların Parmenides’inden
günümüzün varoluşçuluğuna kadar tüm idealist öğretilerin
üstünü kazıyın, altlarından kesinlikle bu eloah
çıkar. Sözde bilimci geçinen pozitivist Auguste Compte
bile sonunda bir insanlık dini idealiyle ona varır.
İlerde bunları daha ayrıntılı olarak anlatmaya
çalışacağım. İkinci kavrama gelince: Musa, Horeb’de
karşılaştığı çalılık eloah’ına adını soruyor. O da
"ben, ben’imdir" karşılığını veriyor. Musa "iyi ama,
kavmim adını sorarsa ne diyeyim?" deyince çalılık ruhu
"ODUR (Yahova) dersin" diyor. İşte bu odur kavramı,
artık tüm idealizme temellik edecek. Antikçağ
Yunanlılarının Elea’lılarından günümüze gelinceye kadar
idealizmin temel savına göre varoluşu bulunanların (eşdeyişle,
bireysel olanların) varlığı yoktur, varlığı olanınsa (eşdeyişle,
tümel olanınsa) varoluşu yoktur. Daha açık bir deyişle,
doğada ak çiçek, ak böcek, ak taş var, ama aklık
yok. İdealizme göre [sayfa 49] ak çiçek, ak böcek, ak taş
gelip geçicidir ve görüntüden ibarettir. Asıl gerçeklik
yok olan aklık’tır. Çünkü ak böcek ölüp gidecek ama, aklık
hep vardı ve hep var kalacak. İdealizm diliyle gerçek
varlığın varoluşu yok. Demek ki varoluşu bulunanların tümü
(ister masa, ister ağaç, ister kuş, ister insan olsun)
soyutlanarak tek ve değişmez olan varlığa,
eşdeyişle odur’a indirgenir. Örneğin bu kuştur
diyoruz, kuş nedir? Onu ancak birçok kavramlar yükleyerek
tanımlayabiliriz: Omurgalıdır, yumurtlayandır,
akciğerlidir, sıcak kanlıdır, tüylüdür, hayvandır vb. Kuşu
bütün bu niteliklerinden (eşdeyişle, onu tüm öteki
nesnelerden ayırdetmek ve dilegetirmek için ona
yüklediğimiz bütün bu kavramlardan) soyutlayalım. Ortada
sadece bir ODUR, mantık diliyle DIR, idealist dille VARLIK
kalacaktır. Masayı, taşı, insanı, eşeği, teksözle neyi
isterseniz soyutlayın. Ortada kalacak olan ve varoluşu
bulunmayan tek ve değişmez (tüm varoluş’larda, eşdeyişle
bireyselliklerde ortak) bir ODUR (varlık)’dan başka bir
şey değildir.
İşte idealizm, Yahudi tanrıbiliminden kaynaklanan bu
iki kavramla daima bilimin karşısına dikilecek. Yirmi
birinci yüzyıla pek yaklaştığımız, şu günlerde bile hala
dikiliyor.
ANTİKÇAĞ
İ.Ö. VIII. yüzyılda başlayıp İ.S. V. yüzyılda sona
eren devrede eski Yunan ve Roma kültürlerini içine alan
felsefeye antikçağ felsefesi denir. Bu devreye,
ayrıca, klasik ilkçağ adı da verilmiştir. Antikçağ
felsefesinin ilkçağ felsefesinden ayrılığı; Uzakdoğu,
Hint, Mısır, Sümer, Akad, Babil, Asur, Hitit, Fenike,
İsrail, Pers, Kartaca gibi birçok kültürleri dışında
bırakmış olmasıdır. İlkçağ felsefesi deyimi, Yunan ve Roma
kültürüyle birlikte, bütün bu kültürleri de kapsar.
Yunan felsefesi deyiminden, felsefenin kaynağı olan
antikçağ felsefesi anlaşılır. Antikçağ Yunan felsefesi,
klasik sıralamaya göre, İ.Ö. 600 yıllarında ilk düşünür
sayılan Thales’le başlar ve İ.S. 529 yılında politeist
Yeni Platonculuğun son sığınağı olan Atina okulunun Roma
İmparatoru Justinianus’un buyruğuyla kapatılmasıyla son
bulur. Atina okulunun son yöneticileri sırasıyla
şunlardır: Proklos, Neapolis’li Marinos, İskenderiyeli
İsidoros, Zenodotos ve Şanılı Damaskios... Okul,
Damaskios’un zamanında kapatılmıştır. Ünlü Sicilyalı
Simplikos da Damaskios’un öğrencisi ve sürgün arkadaşıydı.
Aristoteles’e göre ilk filozof, İ.Ö. X. yüzyılda yaşadığı
sanılan Homeros’tur. Homeros’tan sonra, Aristotetes’in
deyimince, ilk teologlar gelmektedir, bunların başında da
İ.Ö. 700 yıllarında yaşayan Askralı Hesiodos vardır.
Hesiodos’un Teogonia adlı yapıtı tanrıların ve dolayısıyla
dünyanın nasıl meydana geldiğini anlatmaktadır.
Dünya edebiyattnın, Mısırlı Amenotep’ten sonra, ilk
büyük ozanı Homeros’tur. Homeros’un İ.Ö. X. yüzyılda
yaşadığı söylenir. Homeros belki gerçekten yaşamıştır ve
eşsiz destanlarının ilk temel taşlarını koymuştur. Ne var
ki Homeros adı, kendi kişiliğinden çok, bir ozanlar
grubunu nitelemektedir. Prof. Walter Kranz Antik
Felsefe [sayfa 50] adlı yapıtında İlias ve Odysseia’nın,
aynı ozanın değil, aynı ozan okulunun malı olduğunu
söyler. İlias’ın İ.Ö. 750 ve Odysseia’nın
İ.Ö. 700 yıllarında bittiği bilinmektedir. Aristoteles,
haklı olarak, Homeros’u ilk filozof sayar. Antikçağ
Yunan felsefesinin ilk temaları Homeros’un mısralarında
içerilmiştir. Örneğin Homeros, "Tanrıların babası ve anası
Okeanos’tur" der ki bu, Thales felsefesinin özüdür.
Homeros, insanı tutar ve tanrılar karşısında yüceltir. Ona
göre insan iradesi, tanrı iradesinden de üstündür: "Akhilleus
yeniden savaşa katılacaktır; ne zaman ki göğsündeki yürek
buyuracak ve tanrı kışkırtacak" der. Görüldüğü gibi,
burada asıl irade, insanındır, tanrıya sadece
kışkırtıcılık düşmektedir. Homeros’ta açıkça bir tektanrı
eğilimi vardır, sık sık: "Zeus, insanların ve tanrıların
babası" sözünü tekrarlar. İlk nedenin (arkhe) su ve toprak
olduğunu sezdirir, kahramanlarını "Sizler su ve toprak
olun!" diye azarlatır.
İlkçağda insanları otuz beş bin tanrı yönetiyordu.
Bütün bu tanrılar Yunan mitolojisinde özümlenir. Bu
özümlenmiş mitolöjiye Homeros Hesiodos dini
deniyor. Hesiodos mitolojisinde ilk özdeksel gerçeklik
olarak Gaia (evrenin yaratıcısı dişi ilke)
ilerisürülmektedir. Gaia’nın Homeros mitolojisinde
adı geçmez. Ge adıyla da anılır. Dünya ya da
toprak ana olarak da nitelenir. Romalılar Tellus’u
onunla bir tutarlar. Ne var ki Tellus yer tanrıçadır,
Gaia’ysa bir tanrı değildir, kozmik bir güçtür.
Kendiliğinden doğurma (Yu. Parthenogenesis)’yla
erkek ilkeler gök Uranus’la deniz Pontos’u
doğurmuş. Sonra kendi doğurduğu bu erkek ilkelerle
birleşip yersel ve göksel bütün varlıklarla tanrıları
meydana getirmiş. İlkin birleştiği Uranus doğan
çocuklarından tiksinmiş ve hepsini onun karnına tıkmış. Bu
tasarım, toprağın bütün canlandırdıklarını yeniden içine
almasını simgeliyor. O da oğlu zaman Kronos’a
babasının erkeklik örgenini kestiriyor ve bundan sonra
Pontos’la birleşiyor. Evrenin ilk egemeni Uranus
böylece oğlunun eliyle tahttan indirilince yerine
kendisini tahttan indiren oğlu (Gaia’nın da torunu) Kronos
geçmiş. Ama o da çocuklarını yutmaya başlamış. Bunun
üzerine Gaia, onun oğlu Zeus’ü kurtarıp bu kez de
onun eliyle Kronos’u tahtından indirmiş (yani, gene
oğul babayı tahtından indiriyor). Zeus böylelikle tanrılar
tanrısı olmuş.
Gerçek bilimin henüz var bulunmadığı dünyamızda bu
gibi düşsel tasarımlara bilim deniyordu. Bu anlamda
tanrıların yaratılışını inceleyen bilim dalına Teogoni,
evrenin yaratılışını inceleyen bilim dalına Kozmogoni,
insanların yaratılışını inceleyen bilim dalına
Antropogoni denir. Bu bilimlerde tanrıların, evrenin
ve insanların doğum (nasıl oluştukları)’ları söz
konusudur. Bilimlerin gerekli açıklamaları
gerçekleştiremedikleri çağlarda kozmogoni ve antropogoni
de, teogoni gibi, mitolojik alanın sınırları içindeydi.
Evrenin ve insanların oluşumu da, tanrıların oluşumu gibi,
hayal gücüyle açıklanıyordu. Hiçbir bilimsel veriye
dayanmayan insanın hayal gücü, büyük dinlerin, tanrılık
savlarından daha bilimsel varsayımlarla yaratılış olayında
daima doğaya öncelik tanımıştır. Örneğin Sümerlerin
yaratılış efsanelerinde, gökyüzünün henüz bomboş olduğu
bir ön zaman’da, biri dişi ve biri erkek iki tanrı olarak
tasarımlanmakla beraber, tatlı ve tuzlu suların varlığı
ilerisürülmektedir. Bomboş da olsa bir gökyüzü vardır.
İskandinav tasarımlarında tanrılar sıcak buharlarla [sayfa
51] buzlu sislerin, eşdeyişle iki doğal öğenin
karışımından meydana gelirler. Hint tasarımları ilkin
doğanın varlığını kabul etmişler ve onu Brahman adı
altında soyut bir kavramla dile getirmişlerdir. Brahman,
giderek Brahma-Vişnu-Siva adları altında üç
görünümlü tek bir tanrı olarak belirir. Mısır
tasarımlarında başlangıç, su ve bataklık, eşdeyişle
doğadır. Zamanla sular alçalarak bir bataklık ada meydana
çıkar, bu adada bulunan bir yumurtadan da kaz biçiminde
tanrı Ra oluşur. Japon tasarımları da ilkin
biçimsiz bir yumurtanın varlığını kabul eder, tanrılar
gökyüzü ve yeryüzüyle birlikte bu yumurtanın tohumundan
oluşur. Kimi Japon yaratılış efsaneleri gökyüzüyle
birlikte insanın da varlığını ilerisürerler. Bu
tasarımlara göre, insan göğe bir ok atmış ve yeryüzünün
bütün varlıkları bu okun deldiği delikten dökülmüştür.
Demek ki yeryüzünde bulunan her şey gökyüzünde de vardır.
Bu Japon tasarımı aynı zamanda, yer ve yerüstü’yle
birlikte, gene her şeyin var bulunduğu bir yeraltı
ilerisürmektedir. Ne var ki yerüstündeki yaşam yeryüzünden
daha tatlı, yeraltındaki yaşamsa yeryüzündekinden daha
acıdır (Cennet ve cehennem tasarımları da böylelikle
oluşmuştur). Çin yaratılış efsanelerine göre ilkin hava,
eşdeyişle doğa vardır. Zamanla Pen-Gu ya da Pan-Ku
adını taşıyan iki tanrısal varlık bu havadan oluşur. Bu
tanrısal varlık havayı yeryüzü ve gökyüzü olmak üzere
ikiye böler ve ölür. Soluğundan rüzgarlar, sesinden
gökgürültüleri, saçlarından yıldızlar, gözlerinden güneş
ve ay, terinden yağmurlar, gövdesinden dağlar, kanından
ırmaklar ve denizler meydana gelir. Borneo’da yaşayan
Nigaju-Dayak’lar başlangıçta iki dağın varlığını
ilerisürerler, gökler ve yerler bu dağların birbirlerine
çarpmasından meydana gelir. Bütün bu tasarımların altında
evrenin, tanrısal bir iradeyle değil, zorunlu bir
kendiliğindenlik sürecinde oluştuğu düşüncesi yatmaktadır.
Ne var ki bunu gereği gibi belirtebilmek için doğa
(Fr. Natura), evren (Fr. Cosme) ve
dünya (Fr. Monde) kavramlarını titizlikle
birbirinden ayırmak gerekir (Bu kavramlar, özellikle evren
ve dünya kavramları, birçok dillerde birbirleriyle
karıştırılmakta ve yanlış olarak aynı anlamda
kullanılmaktadır). Yukarda sergilenen tasarımlarda
görüldüğü gibi, ilkin su, hava, dağ, buzlu sis, sıcak
buhar, yumurta vb. biçiminde bir doğa vardır. Evren ve
tanrılar bu doğadan oluşurlar. Dünya, genellikle, tanrılar
tarafından meydana getirilir ya da tanrısal bir varlığın
parçalanışından meydana gelir. Dünyalı varlık insan da
genellikle tanrılarca yaratılır. İnsanın, bir yaratıcıya,
gerek duyulmaksızın, kendiliğinden oluştuğunu ilerisüren
yaratılış efsaneleri de vardır. Her şeyden önce bir
tanrı’nın varolduğunu ilerisüren Yahudi dini bile
tanrı yaratımı olarak doğanın değil, evrenin sözünü
etmektedir: "Başlangıçta tanrı, gökleri ve yerleri
yarattı. Ve yer ıssız ve boştu. Ve enginin yüzü üzerinde
karanlık vardı. Ve tanrının ruhu suların yüzü üzerinde
hareket ediyordu" (Tevrat, Tekvin, Bap I).
Karanlık ve su, biri göğe ve öbürü yere bağlı
olarak doğanın bu iki parçası, tanrılık irade dışında, yer
ve gökle birlikte kendiliğinden meydana çıkmaktadırlar:
"Ve tanrı dedi: Işık olsun. Ve ışık oldu. Ve tanrı ışığın
iyi olduğunu gördü, ışığı karanlıktan ayırdı" (İbid, 3-4),
"Ve tanrı dedi: Sular bir yere biriksin ve kuru toprak
görünsün. Ve böyle oldu. Ve tanrı bunun iyi olduğunu
gördü" (İbid, 9-103). Görüldüğü gibi, tanrı, ışık ve
toprak’ı, kendiliğinden meydana çıkan ve hatta tanrıyı
biraz da şaşırtmış görünen [sayfa 52] karanlık ve
su’ya karşı birer güç olarak yaratmaktadır ve
yarattıktan sonradır ki böylesinin daha iyi olduğunu
kavrayabilmektedir. İnsansal tasarım, en üstün aşaması
olan tektanrı varsayımında bile, doğanın kendiliğinden
varlığına dokunmaya cesaret edememiştir.
ZEUS
Tanrıların ve insanların babası olarak
nitelendirilen Zeus (sözcük olarak Hint, Avrupa
dillerinin göğün parlaklığı anlamındaki div
kökünden geliyor), evren egemenliğini babası Kronos’un
elinden alınca Hint-Avrupalıların yağmur ve hava
tanrısı olduğunu unutarak hükümdarların ulu’su
olmayı kabullenip Yunanlıların hizmetine girmiştir.
Atmosferden başlayıp aileye, ahlaka, tarıma, devlete
varıncaya kadar sayısız görevler yüklenmiş bulunmaktadır.
Bu arada kadın peşinde koşmaktan, kız kaçırmaktan, yalan
söylemekten, çeşitli düzenler kurmaktan, öc almaktan da
geri kalmamaktadır. Sekizi ölümsüz tanrıça ve on beşi
ölümlü olmak üzere yirmi üç kadınla evlenmiş, sayısız
çocuk ve torun sahibi olmuştur.
Oğullarından Apollon ve Dionysos her
ne kadar dördüncü bir tanrılar kuşağı olarak evren
egemenliğini ondan alamamışlarsa da, onu bir hayli
korkutup tedirgin etmişlerdir. Egemenliği süresince bu iki
oğlunu yakından denetlemek zorunda kalmıştır. Antikçağ
Yunanlıları, her ne kadar onun oğlu saymışlarsa da, bu iki
eski ve güçlü tanrıyı onun yerine geçirmemek için
kendilerini güçlükle tutmuş olsalar gerek.
DİONYSOS
Dionysos Yunan öncesi
tanrılardandır, Trakya’dan ya da Frigya’dan geldiği
sanılmaktadır. Zeus ve Apollon’la birlikte
antikçağ Yunan düşüncesinin üç büyük tanrısından biridir.
Tapımı başlı başına bir din meydana getirmiştir. Kişiliği,
birçok eski tanrıların karışımından meydana gelmiştir.
Çiftçiliğin, bağcılığın, meyve ve özellikle üzümün
koruyucusudur. Romalılar ona Bakkhos (Baküs) derler
ve verimlilik tanrısı Liber’le bir tutarlar.
Yunanlılar onu, Zeus’ün Semele’den doğma oğlu
saymışlardır. Semele, kendisiyle birleşen Zeus’ün ışığına
dayanamayıp ölmüş, Zeus de çocuğunu bacağında saklayıp
büyütmüş, sonra da kıskanç karısı Hera’nın
kötülüklerinden korumak için onu keçi kılığına sokmuş, su
perileri arasında büyüyen küçük keçi Dionysos,
üzümden şarap yapmasını at kulaklı ve at kuyruklu
Silenos’tan öğrenmiş ve şarap tanrı olmaya karar
vermiş. Arkaik çağın gizemsel din anlayışı Dionysos’a
bağlıdır. Bu dinin büyük özelliği bağlılarının
kudurmuşcasına kendinden geçmeleri (Yu. ekstasis)
ve tanrıyı kendi içlerine aldıklarına (Yu.
enthousiasmos) inanmalarıdır. Dionysos’a tapanlar,
onun kendilerine vahşi hayvanlar biçiminde göründüğüne
inanıyorlardı. Bu yüzden şarap içip kalabalık sarhoş
sürüleri halinde dağlara çıkarlar, naralar atarak döne
döne raksederler, karşılarına çıkan [sayfa 53] hayvanların
üstüne kudurmuşcasına atılıp parçalarlar ve çiğ çiğ
yerlerdi. Böylelikle tanrıyı içlerine almış oluyorlardı.
Tanrıyı içlerinde bulundurdukları inancı onları büsbütün
coşturuyor ve kendilerinden geçirtiyor, büsbütün kudurgan
ve saldırgan bir hale getiriyordu. Dionysos dini,
geniş halk yığınlarında, özellikle kadınlar arasında,
yayılmış ve tutulmuştur. Bu tapım, Delphoi tanrısı Apollon
tarafından da tanınmış ve Dionysos’a tapılması Delphoi
kahinlerince Apollon’un buyruğu olarak halka iletilmiştir.
Bu yüzden de her iki tanrının bu tapımda birleştiği inancı
yayılmıştır. Orfik din ve Eleusis gizemciliğinin kaynağı
da Dionysos tapımı’dır. Özellikle Orfik inançlar,
Dionysos gizemciliğinden geliştirilmiştir, örneğin
ölümsüzlük inancı Dionysos’un ölümüyle yeniden doğuşu
öyküsünün ürünüdür.
APOLLON
Geleceği haber veren tanrıdır. Genellikle şiir ve
müzik tanrısı olarak bilinen Apollon’un ana
niteliği, geleceği haber vermektir. Homeros, onu Lykia’li
ve bu yüzden de Yunanlıların düşmanı olarak tanıtıyor.
Oysa, Yunanlılar onu en kutsal tanrı saymışlardır.
Tanrılar tanrısı Zeus’ün, Leto’dan doğma, en
sevgili oğluymuş. Tanrıların en güzeliymiş. Tanrıça
Artemis’in de ikiz kardeşidir. Leto, Hera’nın
kıskançlığından doğuracak yer bulamamış ve ilden ile
kaçmış. Sonunda, ikizlerini Delos adasındaki Kynthos
dağında doğurmuş. Işık-güneş tanrısı olarak beliriyor, her
zaman elinde bulundurduğu şaşmaz okları güneş ışınlarıdır.
Bu açıdan Helios’la aynılaşıyor ve Phoibos
(ışıldayan) adını alıyor. Açık havada yapılan her türlü
işin; tarla bakımının, hayvan bakımının, kentlerin ve
kolonilerin koruyucusudur. Şiir ve müzikte de kutsal
coşkunluğun uyandırıcısı sayılıyor. Hem hastalık saçar,
hem iyileştirir. Tanrılık gücün sözcüsüdür. Heykelleri,
erkek güzelliğinin simgesi olabilecek ölçülerle
yapılmıştır. Romalıların da en çok benimsedikleri ve
taptıkları Yunan tanrısı odur. Çeşitli diyalektik
karşıtlıkları içermesi bakımından ilginç bir yapısı
vardır. Kardeşi Eros’un karşıtlığıyla oluşmuştur,
hem hastalık saçmak hem de hastalıkları iyi etmek gibi
karşıt niteliklidir.
EROS
Yunan mitolojisinin en ilginç tanrılarından biridir.
Kaynağının pek eski olduğu bilinmektedir. Doğumu üstüne
çeşitli anlatımlar vardır. En doğrusu, onu iki kişilik
içinde ele almaktır: Bu kişiliklerden birincisi, evreni
meydana getiren sevgi’dir. Bu kişiliğinde, Eros,
Hesiodos’un anlatımında olduğu gibi, evrensel oluşmayla
birlikte ve kendi kendine bir doğumla meydana çıkar.
Hesiodos’a göre ilkin Khaos (boşluk) varmış. Ondan
toprak ana Gaia’yla Eros oluşmuş. Eros’un
ikinci kişiliği sevgi tutkusu’dur ve bu kişiliğinde
kimi anlatımlarda Ares’le Aphrodite’in oğlu, kimi
anlatımlarda Hermes’le Aphrodite’in ve kimi
anlatımlarda da Hermes’le Khton’lu Artemis’in
oğlu olarak gösterilir. Başka anlatımlarda [sayfa 54] da
annesi Eileithyia ya da İris olarak
gösterilmektedir. Antikçağ Yunanlılarının Orfik dinine
göre de evren yumurtası ikiye bölününce içinden Eros
çıkmıştır. Platon’un bir yapıtında da onun bolluk-tanrı
Poros’la yoksulluk-tanrıça Penia’nın oğlu
olduğu söylenir. Romalılar onu Latinleştirmişler ve
Amor adını vermişlerdir. İkinci kişiliğinde kanatlı ve
güzel bir erkek çocuğu olarak tasarlanmıştır. Başı
güllerden örülmüş bir çelenkle süslüdür; ok ve yay taşır,
attığı okların saplandığı kişi çılgınca bir aşka tutulur.
Oklarının etkisinden tanrılar tanrısı Zeus bile
kendini kurtaramaz. Tanrılar, birini aşk ateşiyle
tutuşturmak isteyince bu görevi Eros’a verirler. İkinci
kişiliği, iyice gelişmesi için dünyaya getirilen kardeşi
karşıt-sevgi Anteros’la birlikte oluşmuştur (Kimi
anlatımlarda Anteros’un annesi başka bir Aphrodite,
Dione’nin kızı Aphrodite’tir). Eros’un pek çok serüvenleri
içinde en ünlüsü Psykhe’yle olan serüvenidir.
Eros’un yanından hiç ayırmadığı ve birlikte gezip
dolaştığı sevgi yardımcıları da vardır. Bunların en
ünlüleri Himeros, Pathos, Peitho ve
Hermaphroditos’tur.
ANTEROS
Yunan mitolojisinin ileri sürdüğü bu çok önemli
diyalektik kavram Yunanca karşıt sevgi
anlamındadır. Birçok metinlerde karşılıklı aşk ya
da karşılık gören aşk ve seveni mutlu kılan aşk
olarak yorumlanır. Kimi metinler de onu erkekler arası
aşk’ın simgesi sayarlar. Çeşitli halk anlatımlarında
bu yorumlara dayanak olabilecek çeşitli öyküleri vardır.
Ne var ki bütün bu öykülerde, halkın onu kendi anlayışına
göre basit serüvenlere çekmiş olmasına rağmen,
Herakleitos diyalektiğine temel olan felsefesel ve çok
önemli bir sezi belirmektedir. Bu sezi, karşıtlığın
geliştirici gücü’nü meydana koyar. Anteros
(karşıt sevgi), Eros (sevgi)nin kardeşidir ve
anneleri Afrodit, onu Eros’un daha iyi
gelişebilmesi için doğurmuştur. Antikçağ Yunan
mitolojisine göre Eros, ancak Anteros’un yanındayken
gelişebiliyormuş, ona yaklaşınca sevinir ve ondan
uzaklaşınca ağlarmış. İskenderiye anlatımlarına göre de,
ona yaklaştığı zaman büyür ve ondan uzaklaştığı zaman
yeniden çocuklaşırmış. Bu mitolojik inanç, daha sonra
antikçağın büyük düşünürü Herakleitos tarafından Yunanca
savaş anlamındaki polemos kavramıyla
dilegetirilen ve bir logos yasası olarak
ilerisürülen karşıtların birliği ve çatışması
ilkesini içerir. Nesnel gerçekliğin söz’le dile
getirilişini veren logos kavramı, evrende bir
evrensel yasa’nın varlığını ve her şeyin bu yasayla
meydana gelip bu yasayla oluştuğunu anlatır. İdealist
açıdan en yetkin dile getirilişini Alman düşünürü Hegel’in
diyalektiğinde bulan bu evrensel yasa, daha sonra,
bilimsel yerine oturtularak diyalektik materyalizmin temel
yasası olmuştur. Bir bakıma, ilk bilimsel düşünceyi de bu
sezinin hazırladığı söylenebilir. Çünkü bu sezi, evrensel
düzenin birtakım yasalara bağlı olduğu düşüncesini
içermektedir. Herakleitos bu yasa’nın doğasal, insansal,
bilinçsel olan her şeyde bulunduğunu ilerisürmüştür.
Bilim, bu yasaları bulup meydana çıkarmaktır. Nitekim ilk
Yunan düşünürleri de doğanın düşüncesini edinmek için
doğanın kendisini araştırmışlar ve doğa bilginleri
olmuşlardır. İnceledikleri doğa, karşıtlık’ların
birliği olan ve onların çatışmasıyla devinen bir [sayfa
55] doğadır. Oluşma ve değişme de bu devimle
gerçekleşmektedir. Yüzyıllarca sonra bilimin ve diyalektik
felsefenin bilimsel olarak meydana koyduğu gibi doğasal,
toplumsal ve bilinçsel bütün olgular karşıtlıklarını da
içerirler. Varlıklar; bu karşıtlığın çatışmasıyla gelişir.
Evrensel gelişmeyi sağlayan, nesne ve olgulardaki bu
karşıtlıktır. Özdek bu karşıtlığı içerdiği içindir ki,
devimsel ve gelişimseldir.
APHRODİTE
Antikçağ Yunan inançlarında aşk ve güzellik
tanrıçası olarak tapılan Afrodit’in daha birçok
tanrılıkları vardır. Aslı Doğuludur ve verimlilik
tanrıçasıdır. Zamanla aşk tanrıçası niteliğini kazanmış,
ilkbahar (bahçeler ve çiçekler) tanrıçası olmuş,
Poseidon’un yanında deniz tanrıçası olarak
görünmüştür. Kimi metinlerde de cinsel dürtü tanrıçası
olarak anılır. Hesiodos, onun deniz köpüğünden
doğduğunu söyler. Homeros’a göre Zeus’le Dione’nin
kızıdır, Hephaistos’un kocasını aldatan karısıdır.
Thebai’de Ares’in karısı olarak görünür. Eros,
Anteros, Himeros, Pathos, Peito, Himeneo, Aineias, Enea
vb. gibi pek çok çocukları vardır. Romalılar ona Venus
derler. Kythera adası yakınında deniz dalgalarının
köpüğünden doğduktan sonra ilkin Kıbrıs adasına çıktığı
için, ona Kipris (Kıbrıs’lı) ve Anadyomene
(su yüzüne çıkan) adları da verilmiştir. Tatlı gülüşlü
olduğundan Khrysee, güzel çelenkli olduğundan
Eystephanos, sevgi dolu yüreğinden doğan
güçsüzlüğünden ötürü Analkis Theos vb. gibi daha
birçok adlarla da anılır.
PSYKHE
Antikçağ Yunanlılarında ilkin ruh kavramı
bilinmiyordu, ölümden sonra bedenli olarak yaşanacağına
inanılıyordu. Zamanla gölge anlayışında bir ruh
kavramı gelişti ve ölülerin Hades’de soluk gölgeler
halinde dolaşmakta olduklarına inanıldı. Bu tasarımdan
doğan Psykhe’yi Miletos kralının kızı ve Eros
(Aşk)’un sevgilisi sayan Miletos öyküsü Latin ozanı
Apuleius tarafından Metamorphoseon (Dönüşümler)
adlı yapıtında işlenmiştir. Efsaneler edebiyatının en
şiirli parçalarından biri olan bu öyküye göre Psykhe’ye
güzelliğinden ötürü bir tanrıça gibi tapılmaya başlanmış,
Miletos’taki tapınaklarının boşaldığını görüp kıskançlığa
kapılan Aphrodite, oğlu Eros’a onu bir dağ
başına bırakıp bir ejdere aşık etmesini buyurmuş,
annesinin buyruğunu yerine getirmek isteyen Eros, insan
ruhunun eşsiz güzelliği karşısında büyülenmiş ve onu
ejdere aşık edeceği yerde kendisi ona aşık olmuş, onu bir
düş sarayına yerleştirmiş ve gecelerini onunla geçirmeye
başlamış, insan ruhunun sevgiyle birleşip sonsuzca mutlu
olabilmesi için sevginin yüzünü asla görmemesi
gerekiyormuş, Psykhe’nin mutluluğunu kıskanan
kızkardeşleri, sevgilisinin bir ejder olabileceğini
söyleyerek onu kışkırtmışlar, o da bir gece dayanamayıp
yağ kandilini yakmış ve sevgilisinin yüzüne bakmış, ne var
ki kandilden damlayan bir yağ parçası [sayfa 56] Eros’u
uyandırmiş ve sevgi bulutlara karışarak yokoluvermiş, ama
bu yokoluş her ikisinin de özlemini büsbütün arttırmış,
Eros, annesi Aphrodite’e sevgilisini bağışlaması ve
kendisine vermesi için yalvarmış, oğluna acıyan tanrıça,
insan ruhunu birçok güç sınavlardan geçirdikten sonra
sevgiyle buluşturmaya karar vermiş, bu sınavların tümüne
katlanan ve çeşitli doğa güçlerinin yardımıyla başarıya
ulaşan insan ruhu sonunda sevgiye kavuşmuş.
PAN
Sözcük olarak Yunanca bütün anlamına gelir.
Arkadia çobanlarının çok eski bir tanrısıdır. Keçi
boynuzlu ve keçi ayaklı olduğundan ötürü Keçiler Pan’ı
anlamında Aigipan (Aigis Yunanca keçi
demektir) da denir. Sonraları tanrı Hermes’le ağaç
perisi Penelope’nin oğlu sayılmıştır. Yunan
yorumcularına göre tanrı Hermes, oğlunu bir tavşan postuna
sarıp Olympos’a çıkarmış, çocuğun keçiliğine "bütün"
tanrılar gülüp alay etmişler. Doğa tanrıcılığın kurucusu
olan Stoa düşünürleri, onun "bütün"lüğünü daha akıllıca
yorumlayarak, onu evrensel bütünlük’ün simgesi
saymışlardır. Platon’un yazdığına göre Sokrates de ona
yakarırmış, "sevgili Pan, bana ruh güzelliği ver" dermiş.
Öyküleri şiirle doludur. Syrinks ya da Pandean
(Pan’ın kavalı) adıyla anılan yedi düdüklü flütü o yapmış.
Daha sonra Roma’lıların tanrı Faunus’la bir
tuttukları Pan bir gün ormanda dolaşırken Syrinks
adlı periye gönül vermiş, peri ondan kurtulmak için hemen
bir sazlık oluvermiş, ünlü kavalını işte bu sazlıktan
koparılan yedi sazdan yapmış, umutsuz aşkını da içli içli
seslendirdiği bu sazla dile getirmiş. Pitys adlı
bir peri kızı da Pan’ı sevmiş, kendisine zorla
sahib olmak isteyen rüzgar-tanrı Boreas (Poyraz)’ın
elinden kurtulmak için çam ağacına dönüşmüş. Pan bu yüzden
hep çam ağaçlarının altında dinlenirmiş, çam ağaçları da
bu yüzden poyraz estiği zamanlar hazin hazin inler ve
uyuyan Pan’ı gölgeleriyle güneşin kavuruculuğundan
korurlarmış. Kaynayan öğle saatlerinin derin ve sıcak
sessizliği onunmuş, bu saatlerde hiçbir çoban onun öğle
uykusunu bozamazmış, en küçük bir gürültüden uyanıveren
yüce doğa tanrı öylesine korkunç bir haykırışla bağırırmış
ki, panik (Pan korkusu)’e kapılan kurtlar ve kuşlar
saklanacak delik ararlarmış. Roma imparatoru Tiberius
çağında (bu çağ Hıristiyanlığın İsa’sının yaşadığı
ve yeni dini yaydığı çağdır, İ.S. 14-37) ölmüş Pan. Bunu
Kehanetler Üstüne adlı yapıtında Plutarkhos yazar.
Kaptan Thamos’un gemisi Ege denizinden geçerken
Paksos adasından esrarlı bir ses duyulmuş, doğanın yürek
paralayıcı bir feryadı olan bu ses "Epeiros’a gidince
bildirin: Ulu Pan öldü!" demiş, Epeiros’a varan
gemiciler hep bir ağızdan doğanın buyruğunu yerine
getirmişler, gemiden kıyılara doğru "Ulu Pan öldü, ulu
Pan öldü!" diye bağırmışlar. O zaman dağlardan,
taşlardan, ağaçlardan, bitkilerden ve hayvanlardan
iniltiler yükselmiş, bütün doğa yasa bürünmüş.
Hıristiyanlarca bir mucize sayılan bu öykü, doğanın
çeşitli biçimlerde cisimlenişi ve bundan ötürü de bir doğa
dini (Pan dini) olan çoktanrıcılığın (Paganlığın) yerini
Hıristiyanlığa bıraktığına yorulmuştur. [sayfa 57]
PROMETHEUS
Prometheus Yunan
mitolojisinin en ilginç tipidir. İlk erkek insanları
tanrılardan öcalmak için o yaratmıştır. İlk dişi insan
olan Pandora’yı da ondan öcalmak için tanrılar
yaratmıştır. Böylelikle Yunan mitolojisinde ilk kez
çocuk pişirip yedirme teması dışında yepyeni bir öç
alma teması işlenmektedir. Bu tasarımda, ister erkek
ister dişi olsun, insan, bir öç alma öğesidir.
Nitekim Prometheus da öç anlamına gelen Yunanca
tisis kökünden türetilen bir Titan’dır. Bir
dev’dir, ama Yunan mitolojisinin öbür devleri gibi
doğadışı, korkunç, acaip bir yaratık değildir. Tersine,
çok akıllı, duygulu, iyicil bir yaratıktır.
Bencilliklerinden ve despotluklarından ötürü tanrılara,
özellikle de Zeus’e kızmaktadır. İnsanları da
evrende kendine benzer varlıkları çoğaltmak için yaratır.
Tanrıların tanrısal serüvenlerine karşın Prometheus’un
insansal serüveni böylece başlar. Hesiodos’a göre
İapetos’la Klymene’nin oğludur. Atlas,
Menoitios (kimi metinlerde Prometheus’un annesi
Asia olarak gösterildiği gibi bu kardeşi de Athos
olarak gösterilir) ve Epimetheus’un kardeşidir.
Prometheus, öteki kardeşleri gibi, tanrısal düzene kafa
tutmuş, karşı çıkmış, ne var ki öteki kardeşlerinden
farklı olarak sonunda insanlar yaratmak ve onlara ateşi
(yaratıcılığı, bilimi, uygarlığı) vermekle bu düzeni
değiştirmeyi başarmıştır. Bu yüzden de Zeus tarafından
zincire vurulmuş ve Prometheus Desmotes (Zincire
vurulmuş Prometheus) adıyla anılmıştır. Tanrılarca
görevlendirilen bir kartal, sürekli olarak, her gece
yeniden oluşan, karaciğerini kemirmektedir. Onu, Kafkas
dağının tepesindeki bu tanrısal işkenceden bir insan, bir
ölümlü olan Herakles kurtarır. Prometheus "Zeus
tahtından düşmedikçe benim işkencelerimin sonu yok" der,
böylelikle de insanlığa özgürlüğün yolunu göstermiş olur.
PANDORA
Pandora Yunan
mitolojisinin Havva’sıdır. Evrenin ve tanrıların
yaratılışı (Kozmogoni ve Teogoni) konusunda geniş
tasarımlar ileri süren bu mitoloji, insanların yaratılışı
(Antropogoni) konusunda uzun yüzyıllar susmuştu. Bu konuda
ilk tasarımlar İ.Ö. V. yüzyılda ilerisürülmeye başladı. Bu
tasarımların ilginç yanı, birçok mitolojilerden farklı
olarak, ilkin tek erkek insan değil, birçok erkek insanlar
(Adem’ler) yaratılmış olması ve uzun bir süre
aralarında bir üreme düşünülmeksizin bir erkekler
dünyasıyla yetinilmesi ve sonunda tanrılar tanrısı Zeus’un
Titan oğlu Prometheus’a düşmanlığı yüzünden erkek
insanların başına bela olması amacıyla ilk dişi insan
Pandora’nın yaratılmasıdır. Efsaneye göre Titan
karı koca İapetos’la Klymene’nin dört oğlu
olmuştur: Atlas, Menoitios, Prometheus, Epimentheus.
Bu çocukların dördü de akıl gücü bakımından tanrılara
üstündürler ve tanrılara kafa tutmaktadırlar. Bu yüzdendir
ki tanrılar tanrısı Zeus onlara karşı özel bir kin
duymaktadır. Çocuklardan ilk ikisi Atlas’la Menoitios,
tanrılarla titanlar arasındaki [sayfa 58] ünlü savaşa
katılmış ve Zeus tarafından Atlas gökkubbeyi omuzlarında
taşımakla, Menoitios da yer’in dibine kapatılmakla
cezalandırılmıştır. Daha sonra Prometheus karaciğeri
kartallara yedirilerek, Epimetheus da ilk kadın Pandora’yı
kendisine eş etmekle cezalandırılacaktır. Bu tasarımın
ilginç ve kendisine özgü yanı ilk kadının bir ceza
olarak yaratılmış bulunması ve ilk erkek insanların
Titan’lar tarafından yaratılmasına karşı ilk dişi
insanın Tanrı’lar tarafından yaratılmasıdır. İlk
erkek insanlar çok akıllı ve becerikli olan Titan
Prometheus tarafından yaratılmıştır. Bir başka ilginç
ve kendine özgü yan da, ilk dişi insanın tanrılarca erkek
insanların başına bela olsun diye yaratılmasına karşı ilk
erkek insanların Titan Prometheus tarafından tanrıların
başına bela edilmek üzere yaratılmış olmasıdır. Prometheus,
tanrılar gibi budala ve duygusuz bencillere karşı, kendisi
gibi akıllı ve duygulu özgeciller meydana getirmek
amacıyla insanları gözyaşlarıyla sulandırdığı topraktan
yaratmıştır. Tanrılar tanrısı Zeus’ün buyruğuyla
tanrı Hephaistos da ilk dişi insan Pandora’yı
su ve topraktan bir heykel yaparak yaratacak. Yunan
mitolojisi insanların çamur’dan meydana geldikleri
tasarımında tektanrıcı büyük dinlerle. birleşmektedir.
Pandora, sözcük olarak tüm armağan demektir.
Çünkü ona Aphrodite güzelliğini, Minerva
çekiciliğini, Hermes kurnazlığını ve yalancılığını,
bütün öteki tanrılar da tek tek kendi özelliklerini
armağan etmişlerdir. Böylelikle kadın daha
varlaşırken tüm tanrı olmuş bulunmaktadır. İster
titan, ister erkek insan olsun, artık ona hiçbir güç karşı
koyamayacaktır. Tanrılara kafa tutan Prometheus’çu erkek
insanlar artık kafa tutamayacakları ve önünde hemen diz
çökecekleri yepyeni bir tanrı’yla
karşılaşacaklardır. Tanrılar iyi ve kötü bütün güçlerini
ona devretmişlerdir. Tanrılarda da bulunmayan us
(akıl)’dan başka her şeye sahiptir. Tanrılar gibi bencil
ve duygusuzdur, isteklerinin önüne çıkacak her engeli
gözünü kırpmadan yıkabilecektir. Üstelik, akılsız
olduğundan tanrılara bağlanacak ve tanrılar onun
yönetiminde bütün insanları rahatlıkla
yönetebileceklerdir. Tanrılar, Pandora’nın kişiliğinde
böylesine bir güç yaratmış olmakla da yetinmemektedirler.
Ona, bütün kötülükleri ve acıları içine doldurup bir
kapalı kutu vermişlerdir. Tanrıca bencillik
niteliğinden ötürü bir gün dayanamayıp bu kutuyu açacağını
bilmektedirler. Nitekim Pandora, bir gün dayanamayıp
kutunun kapağını açacak, bütün kötülükler ve acılar
insanların arasına yayılacak, kutuda sadece umut
kalacaktır. Kardeşi Prometheus’un yasaklamasına rağmen
Pandora’nın çekiciliğine ve güzelliğine dayanamayıp onunla
evlenen titan Epimetheus, çevresine yayılmış bulunan bütün
kötülüklerin ve acıların ortasında, bu umudu da
kullanmasını ve kendisinden türeyecek kuşaklara
kullandırmasını bilecektir. Pandora’yla Epimetheus’un
birleşmesinden birçok kızlar doğmuştur. Bu kızlarla
Prometheus’un yarattığı erkekler evlenmekte ve yeni insan
kuşakları türemektedir. Bu yeni insan kuşakları,
kişiliklerinde, tanrılık bir yanla titanlık
(devlik) bir yanı birlikte sürdürmektedirler. Tanrılık yan
onların metafizik güçlerini geliştirirken titanlık yan da
fizik güçlerini geliştirecektir. Bu fizik güç, gün
geçtikçe, metafizik gücü boyunduruğu altına alacaktır.
İnsanlar artık birbirleriyle birleşerek üremekte, bundan
ötürü de kişiliklerindeki tanrılık yan her gün biraz daha
eriyip gitmektedir. [sayfa 59] Ne var ki artık tanrılar da
insan soyu kadınlara dayanamayıp onlarla birleşmeye,
onlardan çocuklar yapmaya başlamışlardır. Örneğin tanrılar
tanrısı çapkın Zeus bu insan kadınlardan on beşiyle
birleşmiş ve sürüyle çocukları olmuştur. Artık tanrılarla
insanlar birbirlerine karışmaya ve insanlar tanrılaşırken
tanrılar insanlaşmaya başlamıştır. İnsan tanrılar tanrı
insanları büsbütün tedirgin etmekte, büsbütün safdışı
bırakmaktadırlar. Tanrılar tanrısı Zeus ne yapacağını
şaşırmıştır, bu kargaşalığa kesin bir çare aramaktadır.
Sonunda, onları tufan’la yoketme yoluna gidecektir.
Bu yolla onlardan sonsuzca kurtulacağını sanmaktadır. Ne
var ki Prometheus’cu aklı gün geçtikçe daha da gelişen
insan, yokolmaktan kurtulmanın yolunu bulacaktır.
Prometheus’un oğlu Deukalion’la Pandora’nın kızı
Pyrrha, bu iki akıllı insan karı koca, kocaman bir
gemi yaparak evreni kaplamış bulunan azgın ve kudurmuş
suların üstünde kalan Parnassos dağına çıkmayı
başaracaklardır. Evrende, bir daha tanrıların oyununa
gelmeyecek olan yeni insan soyları türemeye başlayacaktır.