<<<önceki
bölüm
sonraki
bölüm>>>
2.
B Ö L Ü M
UYUM
Hesiodos’tan sonra Siroz’lu Ferekides’in Teologia’sı
ve Lindos’lu Kleobulos, Atina’lı Solon, Isparta’lı Khilon,
Lesbos’lu Pittakos, Priene’li Bias, Korinthos’lu
Periandros ve Milet’li Thales (ilk filozof) adlarını
taşıyan Yedi Bilge’nin sözleri gelmektedir. Antikçağ Yunan
felsefesi, tarihin pek uzun bir süresini kapsar.
Başka ulusların ermişleri varsa Yunanlıların da
bilgeleri var, diyor Nietzsche. Gerçekten de Yunan
bilgeleri, çağdaş bilgeliğin babasıdırlar. Bu bilgeler,
evrenin en güçlü gerçeği olan ölçü’yü sezmişlerdir.
Sanatta ölçü, felsefede ölçü, bilimde ölçü, tek deyişle
yaşamakta ölçü... İyice bakarsak hiç değilse şunu
görebiliriz: Evren, bir ölçü işidir.
Nereden gelip nereye gidiyoruz düşüncesi (kosmogonia),
şimdilik ne yapmalıyız düşüncesinin (ethika) yanındadır.
Nereden gelip nereye gittiğimiz, hele niçin gelip niçin
gittiğimiz açık seçik anlaşılamayınca şimdilik ne yapmamız
gerektiği düşüncesi daha bir önem kazanmıştır. Kısa süren
konukluğumuz kendi çabamızla, alın terimizle çok daha
değerlenebilir. İnsanlık, bu düşüncesinin ilk öğütlerini
Yedi Bilge’nin özdeyişlerinden almıştır.
Felsefe tarihçilerinin çoğu, ilk filozof olarak
Thales’i (İ.Ö. VI. yüzyıl) ele alırlar. Thales’e gelinceye
kadar, arada, töresel öğütler veren önemli bir Yunan ozanı
daha, Hesiodos (İ.Ö. VIII. yüzyıl) vardır ki, filozof
olarak göz önünde tutulmak gerekir. Oysa, Thales’le
başlayan antikçağ düşüncesine öğütleriyle öncülük eden
Yedi Bilge’nin önemi üstünde birleşilmiştir.
Hellen düşüncesinin bu Yedi Bilge’si kimlerdir?
Walter Kranz, Antik Felsefe Metinleri adlı yapıtında
onları Kleobulos, Solon, Khilon, Thales, Pittakos, Bias,
Periandros olarak sıraladığı halde, bu Yedi Bilge’nin
gerçek sayıları bilinmiyor. Birçok metinlerde başka adlar
da Yedi Bilge arasında sayılmıştır. Gerçekte bu bilgelerin
[sayfa 60] yediden daha çok oldukları anlaşılmaktadır.
Böyle olduğu halde kendilerine, eski Yunanlılarda kutlu
bir sayı olan yedi sayısının yakıştırıldığı sanılıyor.
Walter Kranz’ın sıraladığı adlar, çeşitli metinlerde
önemle anılmış olan adlardır. Aşağı yukarı hepsi İ.Ö. VII.
ve VI. yüzyıllarda yaşamışlardır. İçlerinde Solon gibi
hukukçular, Periandros gibi krallar, Pittakos ve Bias gibi
devlet adamları bulunan bu bilgelerin işi, toplumlarına
yararlı olmaktı. İlk filozof sayılan Thales de bu Yedi
Bilge’nin arasındadır. Ancak, Thales, evrenbilim üstünde
de kafa yorduğu, ilk nedenin su olduğunu söylediği için
bilimsel bir değer kazanmış, ötekilerse sadece törebilime
işık tutucu öğütler söyleyen kişiler olarak kalmışlardır.
Rodos’lu Kleobulos, ölçü en iyi şey, diyor,
babayı saymak gerek. Dinlemeyi sevmeli, gevezeliği
değil. Hazza hükmetmeli. Zorla hiçbir şey yapmamalı.
Yurttaşlara en iyi öğütleri vermeli. Çocukları eğitmeli.
Halka karşı olana düşman gözüyle bakmalı.
Atina’lı Solon, hiçbir şeyde aşırı olma, ölçülü
kal, diyor. Keder doğuran hazdan kaç. Çabuk dost
edinme, edindiklerini de çabuk gözünden düşürme.
Hükmedilmeyi inceleyerek hükmetmeyi öğren. Yurttaşlarına,
en hoşlarına gideni değil, en iyiyi söyle. Görünmeyenleri
görünenlerden çıkar.
Isparta’lı Khilon, tutkularını dizginle, ölçülü
ol, diyor. Dostlarının iyi günlerine yavaş yavaş
git, kötü günlerine koşa koşa. Kendinden yaşlıyı say.
Kanunlara uy. Haksızlığa uğrarsan barış, hakarete uğrarsan
öç al. Ölmüşleri öv. Kendini bil, (Delphoi’daki
Apollon tapınağının kapısında yazılı olan, Sokrates’in
alıp işlediği bu sözü Platon şöyle açıklamaktadır:
Sadece bir insan olduğunu bil).
Lesbos’lu Pittakos, uygun zamanı kolla, ölçüyü
göz önünde tut, diyor. Yapmak istediğini söyleme,
başaramazsan gülerler. Başkasında hoş görmediğini kendin
yapma. Bahtsızları ayıplama, çünkü tanrıların öfkesine
uğramışlardır. Kazanç doymak bilmez, sana uyanı kazan. Bir
kimseyi affeden onun üstüne yükselir, ondan öç alan onun
haline düşer.
Pirine’li Bias, çok dinle, yerinde konuş, ölçüyü
kaçırma, diyor. İnsanların çoğu kötüdür. İşe yavaş
giriş, başladıktan sonra sıkı sarıl. Çabuk konuşmaktan
sakın, yanılırsın. Yaptığını düşün. Güzellikle al,
zorlayarak değil.
Korinthos’lu Periandros, bahtlılıkla ölçülü ol,
diyor, bahtsızlıkta düşünceli. Atılganlık aldatıcı bir
şeydir. Kazanç çirkin bir şey. Ana babana layık olduğunu
göster. Dostlarına karşı bahtlılıklarında nasılsan,
bahtsızlıklarında da öyle kal. Bütünü düşün. Sessizlik en
güzel şeydir (sükun hali, iç sessizliği).
Kanunların eski, yemeğin taze olsun.
Milet’li Thales de, ölçülü ol, diyor. Kötü
yoldan zengin olma. Babadan kötü şeyi kapma. Kefaletin
yoldaşı felakettir. Ana babana ne etmişsen çocuklarından
onu bekle. Kendini dizginleyememek kadar kötü şey yok.
Acınmaktan çok kıskanıl.
Ölçü, ölçü, hep ölçü... Yedi Bilge’nin yedisi de
ölçüyü öğütlüyorlar. Hense Leonard’ın Hellen-Latin
Eskiçağ Bilgisi adlı yapıtının 61. yaprağında
arkaik düşünüş başlığı altında, bu ölçü, şöyle
değerlendirilmektedir: "Hellen, kendini parçalanmamış
alemin bir organı olarak görür. Hayatın trajik
ahenksizliği ona acı gelse de gene sonunda yalnız uyum
(ahenk, harmonia)’u sezer. Bu uyum, törebilimde tam
ölçü, [sayfa 61] sanatta dengeli biçim, doğayı
tanımada geometrik oran, dinde evrenin düzen
verici gücü olarak kendini gösterir.
İLK
FİZİKÇİLER
Dinsel düşünceden kendini sıyırarak bilimsel bir
niteliğe dönüşen ilk düşünce anlamındaki felsefe, İ.Ö.
Vi’üncü yüzyılda, antikçağ Yunanlılarının Miletos
(İzmir’in güneyinde Balat köyü) kentinde başlamıştır.
Antikçağ Yunan düşüncesinin ilk üç düşünürü Thales,
Anaksimandros, Anaksimenes Milet’lidir. Milet okulu’na,
Efes’li Herakleitos’u da kapsayarak, İyonya okulu (Os.
Medrese-i Yunaniyye, Fr. Ecole Ionique) da denir.
Bakışlarını din’den ayırıp doğa’ya çeviren
ilk düşünürler bunlardır. Milet’lilerin başlıca ayırıcı
nitelikleri fizikçi, kendiliğinden özdekçi ve diyalektikçi
oluşlarıdır. Evrendeki her şeyin kendisinden yapılmış
olduğu ilk neden ya da ilk özdek (Yu.
Arkhe) olarak ilerisürdükleri su, hava vb. gibi özdekleri
de canlı olarak düşünmüşlerdir; çünkü bu özdekler
yaratıcıdır ve bütün varlıklar bu ilk özdeklerden
oluşmuştur. Bu yüzden Milet okulu’nun düşünsel
tutumuna canlı özdekçilik denir. Milet’liler,
Aristoteles’in anlatımıyla bilinmektedir (Aristoteles,
Metafizik, a 3, 983, b 6-11, 10) Onların karşılık
aradıkları bütün nesnelerin yapılmış olduğu ilk özdek
nedir? sorusu da Aristoteles tarafından ortaya
konulmuştur. Bu soru, bir açıdan fiziğin başlangıcı olduğu
kadar bir başka açıdan da metafiziğin başlangıcı
sayılabilir. Çünkü çeşitli dönüşümlere uğrayarak evrensel
nesneleri meydana getiren ve böylece sürekli olarak
devinen ilk özdeğin kendiliğinden değişmediğini ve neyse o
kaldığını düşündürmektedir. Nitekim, çok geçmeden, ilk
neden nedir? sorusunu oluş nedir? sorusu izlemiş ve
İyonya’lıların değişirlik felsefesi,
karşısında, Elea’lıların değişmezlik felsefesi’ni
bulmuştur. Milet’lilerin varsayımlarını, daha önce
gelişmiş, özellikle Mısır ve Babil, bilgileri üstüne
kurdukları kesindir. Ne var ki onlar, büyük bir düşünsel
aşama olarak, pratik çalışma’yı kuramsal çalışma’ya
dönüştürmüşlerdir. Felsefenin ilk kurucuları sayılmaları
da bu yüzdendir. İlk filozof Thales, antikçağ
Yunanlılarının pratikte işe yarar özdeyişler ilerisürmüş
bulunan Yedi Bilge’sinden biriydi. Thales "ilk
neden su’dur" demekle pratik yarar düşüncesinden kuramsal
bilgi düşüncesine ilk sıçrayan kişi olarak önem
kazanmıştır. Bu sıçrama, bilimsel uğraşının ilk adımı
olarak nitelenir. Aristoteles şöyle der: "Felsefeyle ilk
uğraşanlar, bütün nesnelerin ilk temel (Arkhe)’inin özdek
olduğunu sanıyorlardı. Kendisinden, varolan bütün şeylerin
çıktığı ve o ilikten meydana geldiği ve yok olarak ona
döndüğü şeye temel varlık olduğu gibi kalıyor, yalnız
durumları değişiyor öğe diyor, bunun var olanların ilk
başlangıcı olduğunu söylüyor ve bundan ötürü, bu biçimdeki
varlaşma olduğu gibi kaldığından, hiçbir şeyin meydana
gelmediğini ve hiçbir şeyin de yok olmadığını
düşünüyorlardı. Bu türlü felsefenin asıl başı olan Thales,
bunun su olduğunu söylüyor. Bu düşünceye, belki de,
bütün varlıkların besinlerinin nemli olduğunu ve sıcağın
da bu nemden çıktığını ve onunla yaşadığını görerek
varmıştır, bir de bütün nesnelerin tohumlarının
yaratılışının nemli [sayfa 62] olmasından. İlk temelse
kendisinden her şeyin meydana geldiği şeydir. Su ise nemli
şeylerin ilk temelidir. Ondan çok daha eskiler de tanrısal
bir düşünceyle doğa üstüne böylesine düşünceler
yürütmüşlerdir. Okeanos’la Tethys’i meydana
belişin babası ve anası tanrıların and’ını da
kendilerinin Stkys adını verdikleri su
yapıyorlardı. En saygıdeğer şey en eski olan şeydir, and
da en saygıdeğer şeydir." Thales’in yaşadığı çağda Miletos
kenti, önemli toplumsal ve ekonomik gelişmeler içindeydi.
Tarihçi Rostovtzeff, bu kentte, önce halkın egemen olup
soylu kişileri öldürdüğünü, sonra da soyluların egemen
olarak halktan olanları diri diri yaktıklarını anlatır (Eski
Dünyanın Tarihi, c. I, s. 204). Bu yüzden yoksullar ve
yoksul insanların uğraşısı sanılan felsefe de
küçümseniyordu. Aristoteles’in Politeia adlı
yapıtında anlattığına göre Thales bu kanıyı da değiştirmiş
ve astronomi bilgisiyle bol zeytin ürünü alınacağını bir
yıl önceden hesaplayarak zeytinlikleri ucuza kapatıp
zengin olmuştur. Aristoteles şöyle der: "Thales, böylece,
dünyaya, filozofların isterlerse zengin olabileceklerini,
ama tutkularının başka türden olması nedeniyle yoksulluğu
yeğlediklerini de göstermiştir." Thales, sudan ve
denizden, ondan çıkan bütün canlılıkla birlikte denizsel
bir enginlik ve sonsuzluğu da anlıyordu. Kendisini izleyen
Anaksimandros, Thales’in ilk nedeni su’yun yerine,
sonsuz ve sınırsız (Yu-Aperion)’lığı
koyarken bu düşünceden esinlenmiş olmalıdır. Anaksimandros,
bu deyimiyle, göğün sınırları içinde bulunan evrenin
karşıtı olarak sınırsız’lığı ortaya koymuştu (Diels,
Doxagraphi Graeci, 376, 3-6). Anaksimandros’un bu
varsayımı da, kendisini izleyecek olan Anaksimenes’in, bu
sınırsızlık içinde, evrenlerin çokluğu varsayımını
etkilemiş olmalıdır. Anaksimenes’in üçüncü ilk neden
varsayımı olarak ilerisürdüğü hava (Yu. Aer,
pneuma, psykhe) da bu sınırsızlığı ve sonsuzluğu kapsar.
Anaksimenes, salt sınırsızlık’ın nesnelerin
varlaşmasını açıklayamayacağını düşünmüştür. Ona göre bu
sınırsız özdek, seyrekleşip yoğunlaşmasıyla,
nesneleri varlaştıran hava olmalıdır. Daha sonra Hippias
ve Diogenes gibi düşünürler de yetiştirecek olan Milet
okulu’nun, özellikle Thales’in, büyük önemi, insan
düşüncesine yol göstermiş olmasıdır.
Milet’li fizikçi-düşünürlerin üçüncüsü olan
Anaksimenes’e göre hava, seyrekleşerek ateşi ve
yoğunlaşarak yeli, bulutu, suyu, toprağı ve taşları
meydana getirir. Fransız metafizikçi ve felsefe tarihçisi
Emile Brehier, ünlü Felsefe Tarihi’nde şöyle der (MEB.
yayını, İstanbul 1969, Miraç Katırcıoğlu çevirisi, c. I,
fasikül I, s. 30-5): "Nesnelerin yapılmış olduğu madde
nedir? Bu soruyu soran Aristoteles’tir. Kendilerinde
çözümleri aranan meselelerle Milet’lilerin uğraşmış
olduklarına dair hiçbir kanıtımız yoktur. Onun için bütün
nesnelerin ilkesinin Thales’e göre su,
Anaksimandros’a göre sonsuz, Anaksimenes’e göre
hava olduğu bize öğretilince bu formülleri madde
meselesine bir karşılık sanmaktan sakınmalıyız. Bunların
anlamını kavramak için, elden gelirse, onların gerçekte
hangi meselelerle uğraşmış olduklarını araştırmamız
gerekir. Anlaşıldığına göre, onların uğraşmış olduğu
meselelerin başında bilim tekniği meselesi geliyordu.
Bunlar, her şeyden önce, meteorların ya da astronomi
olaylarının mahiyet ve nedenini, yerdepremleri, yeller,
yağmurlar, şimşekler, ay ve güneş tutulmaları gibi
olayları ilgilendiren meseleler ve aynı [sayfa 63] zamanda
da yeryüzünün biçimi ve dünyadaki hayatın kaynakları
üzerindeki genel meselelerdir. Bu bilim tekniklerinden
bizim Milet’liler, Yunan ülkelerinde yalnız, Mezopotamya
ve eski Mısır medeniyetlerinin kendilerine iletmiş
oldukları şeyi yapıyorlardı. Babilonya’lılar gibi
gözlemleyen kimselerdi. Bundan başka kendi kadastroları
için şehirlerin ve kanalların planlarını yaparlardı ve
hatta dünyanın haritasını çizmek işine bile girişmişlerdi:
İkinci olarak mekanik sanatlarla uğraşıyorlardı. İnsanın
üstünlüğünü onun teknik başarılarında görürlerdi. Bu görüş
en iyi dilegetirilişini İyonya’lı Anaksagoras’ta
bulur, ona göre insan, elleri olduğu için hayvanların en
akıllısıdır, çünkü el temel alet olup aletlerin ilk
örneğidir. Milet’lilerin orijinalliği, göğü ve meteorları
anlamak için kullandıkları birtakım teşbihleri seçme
tarzlarındadır gibi görünmektedir. Bu teşbihlerde
efsanelerin garabetinden hiçbir şey yoktur, bunlar ya
kendi zenaatlarından ya da doğrudan doğruya yapılan
gözlemlerden alınmıştır. Bu gözlemlerinden biri de
özellikle gemicilikle uğraşan Milet’liler için kara ve
deniz fırtınalarının gözlenmesiydi. Ortalık sessizlik
içindeyken az sonra çıkıverecek olan fırtınanın habercisi
olan bir şimşekle birdenbire yırtılıveren kalın ve kara
bulutların peydahlandığı görülmekteydi. Anaksimandros
bunları açıklamaya uğraşırken bulutla tıkalı kalan yelin
kendi şiddetiyle bulutu parçaladığını ve şimşekle
gökgürültüsünün de bu ani parçalanışla bir arada
belirdiğini görüyordu. İmdi Anaksimandros doğayı ve
yıldızların oluşumunu fırtınalarla kıyaslayarak düşünür.
Anaksimandros’un gök hakkında vardığı düşünceyi elde,
etmek için, kalın bulutlar kını yerine yoğunlaşmış ve
saydamsız bir hava kılıfını (çünkü ona göre hava
birtakım buğulardan başka bir şey değildir), iç ve yel
yerine ateşi, kılıftaki yırtıklar yerine de ateşin
fırlamasına yolveren bir çeşit soluk yerleri ya da soluk
alma boruları koymak yeter. Bu kılıfların daire biçiminde
oldukları ve bir arabanın dingil boşluğu etrafındaki
tekerlek ispitleri gibi dünyanın etrafına yerleştirilmiş
bulundukları farzedilirse, yıldızlar bizim için artık
sadece bu soluk alma yerlerinden çıkan iç ateşin bir
kısmından ibaret olur. Bu soluk alma yerlerinin aynı anda
hep birden kapanmasıyla ay tutulmaları ve safhaları
açıklanmış demektir. Anaksimandros daire biçimindeki bu
kılıflardan döner olanlarının üç tane olduğunu kabul
ediyordu. Ona göre yeryüzünden en uzakta, güneşle ayın
yalnız bir tek soluk alma borusu olan birer kılıfları,
sabit yıldızlarınsa (belki de samanyolunun) birçok soluk
alma yerleri bulunan sadece bir kılıfı vardır. Bu gibi
benzetişler, kozmogoni meselesini yeni bir biçimde
formülleştirmeye olanak sağlar. Göğün oluşması, bir
fırtınanın oluşmasından temelde hiç de farklı değildir.
Kabuk ağacı nasıl sararsa, ilk zamanlarda dünyayı çevirmiş
olan ateşin de parçalanarak daire biçiminde üç tane
halkanın içine öylece dağılmış olduğunu bilmek söz
konusudur: İmdi Anaksimandros’a göre söz konusu olan
neden’in muhakkak ki yağmurların, fırtınaların ve
yellerin başlangıcındaki nedenden ibaret bulunduğu
sanılır. Bir ateş küresini parçalayan ve onu halkalarla
kılıflayan deniz üzerinde peydahlanan birtakım buğu’lardır.
Milet fiziğindeki başlıca olay muhakkak ki ısının
etkisiyle deniz suxyunun buğulanmasıdı. Bu buğulanmanın
ürünleri (yeller, bulutlar vb.) eski Yunan’da akıl
bakımından diriltici özellikleri bulunan şeyler diye
gözönünde tutulurdu. Demek oluyor ki [sayfa 64]
Anaksimandros, canlı varlıkların güneşin ısısıyla
buğulanan nemlilikte (rutubette) doğduklarını kabul
ederken, sadece, pek eski bir görüşü izlemiş oluyordu.
Bütün bunlar bize, Milet öğretisinin merkezi olarak
Aristoteles’in ileri sürdüğü ilk töz’ün anlamını
açıklamamıza olanak sağlayabilir. Thales, dünyanın çıkmış
bulunduğu şeyin su olduğunu söylemekle, varlıkların
maddesini değil, ancak son derece yaygın kozmogoni
konusunu yenibaştan ortaya koymuş oluyor. Milet
düşünüşünün gelişmesine bakılırsa, şüphesiz ki bu sudan,
denizden ortaya çıkan bütün hayat ile birlikte denizin
engin’liği gibi bir şey anlamak gerekir.
Anaksimandros’u Thales’in su’yu yerine kendisinin
sonsuz dediği şeyi koymaya sevkeden şey neydi?.. Öyle
görünüyor ki Anaksimandros’un sonsuz’u büyüklük
bakımından engin bir sınırsız’lıktır... Anaksimenes,
hava’yı ilke olarak almakla Anaksimandros’tan
uzaklaşmaz. Hava deyimi, ancak sonsuz’un
mahiyetini açıklar. Bu, sınırları bulunmayan bir hava’dır,
Anaksimandros’un ölümsüz bir hareketle dirilmiş olan
sonsuz’u gibidir. Öyle anlaşılıyor ki Anaksimenes bu
hareketin, eşyanın kaynağını açığa vurabileceğine inanmış
değildir. Bir kalbura verilen hareket gibi, bir kaynaşma
hareketi de karmaşık şeyleri birbirinden pekala ayırabilir
ama, onları meydana getiremez. Demek oluyor ki Anaksimenes
bu ölümsüz hareketin üzerine eşyanın kaynağı hakkında bir
başka yorum getirip koymuştur. Hava
seyrekleşmesiyle ateşin ve yoğunlaşmasıyla da yelin,
bulutun, suyun ve en sonunda da toprağın ve taşların
oluşmasına yol açıyor".
Antikçağ Yunanlılarının ilk düşünceleri özdekçi bir
yapıdadır. Thales’in su’yu, Anaksimandros’un
belirsiz ve sınırsız’ı, Anaksimenes’in
soluk-hava’sı, Herakleitos’un ateş’i, hatta
Anaksagoras’ın nus’u hep özdektir. Ruh
kavramını hafiften kurcalayanlar bile özdeği yadsımaya
cesaret edememişlerdir. Bu kurcalayıcıların ilki
Anaksimenes, ikincisi de Anaksagoras’tır. Ne var ki
Platon’a gelinceye kadar ruh özdeklikten
kurtulamayacaktır. Tam bu sırada iki büyük Abdera’lı,
Leukippos’la Demokritos, özdeğe gerçek bir temel
buluyorlar. Atomcu özdekçilik onların eliyle
sağlamca kurulacak ve günümüze kadar etkisini
sürdürecektir. İ.Ö. V. yüzyıldayız. Sokrates Platon,
Aenesidemos-Pyrrhon öğretileri gibi birbirine karışmış ve
birbirinden ayrılamayan öğretileriyle Leukippos-Demokritos,
atomos (bölünemeyen) kavramını ortaya atıyorlar.
Özdek artık su, hava, ateş vb. gibi belli bir nesneye
takılıp kalmaktan kurtulmuş; oysa atom adı altında
hepsinde ortak olan bir temelde genelleşmiştir. Onlara
göre atom, özdeğin artık bölünemeyen en küçük parçasıdır.
Evrende her şey, tanrılar bile, atomlardan yapılmışlardır.
Örneğin bir kaya parçası, bir ağaç, bir insan, bir yıldız
atomlar yığınıdır. Bunlar, çeşitli biçimlerde birbirlerini
çeken sert parçacıklardır. Atomların uzayda yer
kaplamaları ve birbirlerine çarparak devinmeleri iki yeni
düşünceye yer vermektedir: Mekanizm ve boşluk...
Yüzyıllarca sonra Fransız düşünürü Descartes bu
düşüncelere sahip çıkacaktır. Abdera’lıların atomculuğu,
Epikuros’la Lucretius’un aracılığıyla Gassendi ve Bacon’a
ulaşarak doğabilimlerinin doğuşunu sağlayacaktır. İnsan
düşüncesi, gerçekten pek büyük ve önemli bir buluş
karşısındadır. [sayfa 65]
KUTSAL
MATEMATİK
İsa’dan önce 520 yılında Güney İtalya’dayız. O
zamanlar bu ülkeye Büyük Yunanistan deniyor. Kroton
kentinde yıldızlı, sıcak, sessiz bir gece... Büyük bir
tapınağın taraçasında, dokunaklı bir ses konuşuyor.
Dinleyenler arasında kendinden geçenler, bayılanlar,
letarjiye tutulanlar var. Kocaman neft lambaları,
taraçanın ortasındaki Persephone heykelini
aydınlatmaktadır. Öğrenciler, uçsuz bucaksız bir mutluluk
denizinde yüzüyorlar. Dokunaklı ses, usta öğretmen
Pythagoras’ın (Fisagor, İ.Ö. 580-504) sesidir. Öğrettiği
de şudur: Evren, bir sayı uyumudur.
Pythagoras, gizli bir din okulu kurmuştur.
Öğrencilerine ahlak, siyaset ve din öğretmektedir. Bu
bilimlerin tümüne mathematalar adını veriyor. İlk anlamı,
insan bilgisinin tümünü kuşatan demek olan
matematik sözcüğü de buradan gelmektedir.
Anaksimandros’la din bilgini Ferekydes’in de
öğrencisi olduğu bilinen Pythagoras’a göre, ilk ilke (arché)
sayı’dır. Eşya, duyulur hale gelmiş olan
sayılardır. Bilimin amacı, her varlığı karşılayan sayıları
bulmaktadır. Örneğin akıl belli bir sayıdır, ruh belli bir
sayıdır, adalet belli bir sayıdır. Evren, bir sayı
uyumudur. Doğadaki bütün karşıtlıkların kökü, birle
çok arasındaki karşıtlıktır. Oysa, salt (mutlak)
bir, ne tek ne de çifttir, hem tek hem de çifttir. Bir
başka deyişle, salt bir, teklikle çiftlik birlikteliğidir.
İlk varlık, olan bir, noktadır. Nokta hareket ederek
çizgi; çizgi, hareket ederek satıh; satıh, hareket ederek
cisim olmuştur. Şu halde her başka cisim, bir başka
sayının karşılığıdır.
Pythagoras’ın gizli din tarikatına girmek pek
zordur. İsteklinin erdemli, akıllı, ağırbaşlı, sır
saklayabilecek bir yapıda bulunması gerekir. Önce,
istekliye belli, etmeden uzun ve gizli bir soruşturma
yapılır, sonra da istekli bir dağ başına götürülerek
sınavlardan geçirilir. İstekli, ıssız dağ başında, bir
gece geçirmek zorundadır. Bu sırada istekliyi korkutmak
için birçok araçlara başvurulmaktadır. Korkmadan
dayanabilmesi isteklinin iradesini gösterecektir. Daha
sonra düşünsel sınavlar başlayacak, isteklinin bilgisi ve
görgüsü yoklanacaktır. Örneğin bir yuvarlağın içine
çizilen bir üçgenin ne demek olduğu sorulmaktadır. Yeter
karşılık alınınca da alaylar, takılmalar, küçümsemeler
başlar. İsteklinin bütün bunlara ses çıkarmadan göğüs
gererek irade gücünü kanıtlaması gerekir. Hermetisme
sınavlarının sadeleştirilmiş biçimleri olan bu sınavlardan
başarıyla sıyrılabilen istekli, noviciat adı
verilen ilk dereceye alınabilir.
Pythagoras, ilk derecede öğrencilerine hemen hiçbir
şey öğretmemekte, sadece onları dilediği biçime hazırlamak
için yoğurmaktadır. Düşüncesine göre, önce, gençlerdeki
sezgi (intution) yeteneğini geliştirmek gerekir. Daha
sonra onlara, ana baba ve dost sevgilerini, bu sevgiler
aracılığıyla da tanrı sevgisini aşılamak yoluna
gidilebilir. Bu aşılamada müzikten de yararlanılır. Genç
öğrenciler, her sabah ve her akşam, şu şarkıları
dinlemektedirler: Ölümsüz tanrılara dön, kendini eşsiz
aşklara bırak, inanını koru... Bil ki, çeşitli uluslarda
ve çeşitli dinlerde dağıtılmış görülen [sayfa 66]
tanrılar, tektir. Evrenin tek tanrısı vardır. Hepsine
hoşgörüyle bak, ama gerçeğin ne olduğunu da bil...
Gizlilik aleminde bütün dinler birleşirler.
Sır, söylenmemiştir Oysa körpe kafalar o sırra belki
de kendiliklerinden varabilecek bir biçimde
hazırlanmaktadır. Öğrenci, tanrının ruhunu kendi ruhunda
görmeye başlamıştır. Elinde, heptakord adı verilen
yedi telli bir saz vardır. Bu yedi telli sazdan yedi ses
çıkmakta, bu yedi sesten de yedi gizli ses birleşimi elde
edilmektedir Yedi ses birleşimi, ışığın, yedi rengini,
yedi gezegen yıldızı, varlığın yedi biçimini
karşılamaktadır. Eğer insan ruhu, bu yedi sesle akort
edilir, uyumlu kılınırsa ruhunuzdan dinleyeceğiniz şarkı,
gerçeğin şarkısı olacaktır.
İkinci derecede öğrenci, sayılar bilimiyle
karşılaşmaktadır. İlk derecede ortalıkta görünmeyen
Pythagoras, ikinci derecede yüzünü göstererek öğretmenliğe
başlayacaktır. Öğrencinin ikinci dereceye yükseldiği güne,
altın gün denilmektedir. Kutsal ve gizli sayılar biliminde
sayı, soyut bir varlık değil, mutluluğumuzu sağlayacak
kutsal bir anahtardır. Kutsal sözler gibi, kutsal sayılar
da eski Mısır ve Asya tapınaklarından gelmektedirler.
İnsanlar bir’le sayar, bir’le düşünürler. Bir,
insanla Tanrı arasında ortak bir ilkedir. Bir, bilenle
bilineni, düşünenle düşünüleni birleştiren ortak bir
ölçüdür. Peki, bu ortak ölçünün öbür ucu niçin
görünmüyor?.. Onu görebilmek için onunla birleşmek gerekir
(Aynı sonuca varan Hermetisme’i ve İslam mistikliğini
hatırlayınız). Ona benzemeye çalışarak ona yaklaşılabilir.
İnsan, eşya gibi edilgin (münfail) değil, onun gibi etkin
(fail) olmalıdır. İnsan, kendisini böylesine yüceltmek
için çalışmalıdır (İnsanca ölümlü, Tanrıca ölümsüz olmak
da elimizde, diyen Hermes’i hatırlayınız): Bir, erkek bir
ilkeyle dişi bir ilkenin birleşmesidir (Orpheus da şu
mısraı söylüyor: Tanrısal karı ve koca olan Zeus...).
Gücünüz yeterse sonsuz alemleri idrakinizle kucaklayınız,
orada bulacağınız şey şu olacaktır: Yaratıcı düşünce ve o
yaratıcı düşünceyle sarmaş dolaş ruh, can (l’ame) ve
ben... Evrenin her yönünde rastlayabileceğiniz bu üçlükle,
o üçlüğün ilkesi olan teklikten başka bulabildiğiniz
hiçbir şey yoktur. Evrensel üç leme, tanrısal birliktelik
(vahdet) içindedir.
Pythagoras’ın beden, can (l’âme), ruh (l’esprit)
üçlemesi Hint’in Brahma Vişnu Siva üçlemesine uygun olduğu
gibi, Hıristiyanlığın baba oğul ruhülkudüs üçlemesini
hazırlamıştır (teslis). Bu üçlüğün ortak ilkesi de Hermes
monoteisme’inin buluşu olan teklik’tir. Teklik,
üçlüğü özetlediği gibi, üçlükle birleşerek dörtlük
görünüşünde de bulunabilir. İşte Pythagoras’ın sayılar
biliminin ana ilkeleri bu ilk dört sayıda toplanmaktadır.
Öteki sayılar, bu dört sayının birbirleriyle çarpılması ve
toplanması sonunda elde edilebilirler. Örneğin kutsal
yedi, üçle dördün toplanmasından meydana gelir ve insanın
Tanrı’yla birliğini belirtir. Katsalon, ilk dört sayının
toplamına eşittir ve Tanrılığın sürekliliğini
anlatmaktadır.
Pythagoras da, Hermes gibi, dünyanın güneşin
çevresinde döndüğünü biliyordu. Değil sadece dünyanın,
bütün gezegenlerin güneşin çevresinde dönmekte olduklarını
biliyordu. Durgun yıldızlardan her birinin de bağımsız bir
güneş topluluğu olduğunu, onların da bizim güneş
topluluğumuzun yasalarına bağlı bulunduğunu, en küçük
varlıkların bile bir güneş topluluğundan farksız olduğunu
ve aynı [sayfa 67] yasalara göre yaşadıklarını biliyordu.
Ancak bu bilgiler, yaygın bilgiye aykırı bulunduğundan bir
sır olarak titizlikle saklanmış, yazıya geçirilmek şöyle
dursun, kulaktan kulağa fısıldanmakla yetinilmiştir.
KARANLIKLAR İÇİNDE İLK IŞIK
Efes’li Herakleitos (İ.Ö. 540-480), deneydışı
felsefenin en büyük düşünürüdür. Günümüzün birçok bilimsel
gerçeklerini, deneysel bilimden yüzyıllarca önce,
şaşırtıcı bir sezişle kavramış bulunuyordu. Çağdaşlarını
öylesine aşmıştı ki iyice anlayamadıkları için ona,
karanlık adını takmışlardı. Çağdaşları bir yana, koca
Sokrates bile, kendisine Herakleitos’un yapıtını okuyan
Euripides’e şöyle demiş: Anladıklarım çok güzel, öyle
sanıyorum ki anlamadıklarım da. Herakleitos’un derinliğine
inebilmek için Delos’lu bir dalgıç gerekiyor.
Herakleitos’un etkileri de pek yaygındır. Stoa
okulu, Herakleitos’tan, yola çıkmıştı. Logos öğretisi,
stoa aracılığıyla, Hıristiyanlığa aktarılmıştır. Goethe,
Hölderlin, Nikolaus, ona pek çok şeyler borçludurlar.
Hegel, Herakleitos’un lojiğime almadığım tek sözü
yoktur, diyor. Nietzsche şöyle demektedir: Dünyaya
her zaman gerçek gerekecek, öyleyse her zaman Herakleitos
gerekecek.
Soylu bir ailenin büyük oğluymuş. Büyük oğula kalan
kral rahipliğini küçümseyerek kardeşine bırakmış. Yurdunda
rejim değiştirecek kadar güçlüymüş, tiran Melankomas’ı
tiranlığı demokrasiye bırakması için kandırmış. Ama
demokrasi de hoşuna gitmemiş ve yalnızlığı yeğleyerek bir
köşeye çekilmiş. Efes’liler kendisinden yasalar yapmasını
istedikleri zaman karşılık bile vermemiş onlara. Bir gün
Artemis tapınağında çocuklarla aşık oynuyormuş. Kendisine
şaşkınlıkla bakanlara: Ne şaştınız reziller, demiş,
sizinle birlikte devleti yönetmek daha mı iyi sanki?
Herakleitos, çoklukla birlik arasındaki kökten
ilişkiyi sezen ve bütün şeylerden bir şey, bir şeyden
bütün şeyler, diyebilen ilk düşünürdür: Benim değil,
logos’un sesini duyduktan sonra bütün şeylerin bir tek şey
olduğunu söylemek bilgeliktir. Bütünle bütün olmayan,
birlik olanla ikilik olan, anlaşma ve anlaşmazlık, bütün
şeylerden bir şey ve bir şeyden bütün şeyler logos’ta
birleşirler (Doğa adlı yapıtından, B 50, 10, 84 a).
Evrendeki sonsuz değişmeyi sezmişti. Bütün cisimleri
yalnız bir ve aynı öğenin değişmeleri saymaktadır: Gündüz
gece, kış yaz, savaş barış, tokluk açlık, ateşin tütsülük
buharlarla bir araya gelince her birinin kokusuna göre
adlanması gibi, başkalaşıp değişir. Aynı şeydir yaşayanla
ölmüş, uyanıkla uyuyan, gençle yaşlı. Çünkü bunlar
değişince ötekilerdir ve ötekiler değişince de bunlardır.
Ölümsüzler ölümlüler, ölümlüler ölümsüzlerdir, çünkü
bunların hayatı onların ölümü, onların hayatı da bunların
ölümüdür. Soğuk ısınır, sıcak soğur, yaş kurur, kuru
nemlenir. Birbirine karşı olan, birlikte giden,
birbirinden ayrılanlardan en güzel uyarlık (harmonia).
Görünmez uyarlık görünenden daha güçlüdür. Kendinde ikilik
olan şeyin logos’ta nasıl uyuştuğunu anlamazlar, ters yana
dönen uyarlık yayla lyra’da olduğu gibi. [sayfa 68] Yayın
adı hayattır, işiyse ölüm. Ama savaşın (polemos) ortaklaşa
ve herkes için olduğunu ve her şeyin kavgaya ve zorunluğa
göre olduğnnu bilmek gerek. Savaş (polemos), bütün
şeylerin babasıdır; birtakımlarına Tanrı olduğunu
bildirir, birtakımlarına insan, birtakımını köle yapar,
birtakımınıysa özgür. Karma içkide de katılanlar,
karıştırılmayınca, birbirinden ayrılırlar (Doğa
adlı yapıtından, B 91, 67, 88, 62, 126, 8, 54, 51, 48, 80,
53, 125).
Herakleitos’a göre, her şey değiştiği halde
değişmeden kalan bir şey vardır ki logos’tur. Logos, her
şeyin nedeni olan tanrıca bir evren yasasıdır. Logos’un
tam anlamı Yunancadan başka bir dille çevrilemiyor. Söz,
anlam, düşünce, akıl anlamlarının tümünü birden kapsayan
bir sözcüktür logos. Sonsuzdan gelen ve sonsuza giden
logos, kendini karşıtlıklar ve çelişmelerle vermektedir.
Logos, bu karşıtlıklar ve çelişmelerle sürekli olarak
gelişir ve serpilir. Ama bütün bu çelişmelerin ve
karşıtlıkların içinde bir ve değişmeden kalır. Herakleitos
bu sonuca kendi deyişiyle şöyle varmıştır: Kendi kendimi
araştırdım (Doğa adlı yapıtından, B 101).
Logos, evrenin en büyük gücüdür. Blosom oğlu
Ephesos’lu Herakeitos der ki: Öğretinin ne demek
istediğini anlamak için insanlar, logos’un sonsuz olduğu
kadar sonsuz olarak anlayışsız olacaklar, duymadan önce
de, duyduktan sonra da. Çünkü her şey bu logos’a uygun
olduğu ve kendileri de her an bunu denemekte oldukları
halde denemesizlere benzerler. İnsanlar uyanıkken
yaptıklarının farkında değildirler, tıpkı uykudayken
olanları unuttukları gibi. Düşünce, insanların hepsinde
ortaklaşadır. Ortaklaşa olan şeye uymalıdır. Ama logos,
ortaklaşa olduğu halde çokluk (Herakleitos bu sözle
bilgisiz çoğunluğu küçümsemektedir; Nietzsche,
Herakleitos’un bu sözünü pek çokluk yapmıştır)
kendilerine özgü düşünceleri varmış gibi yaşar. Nasıl
ateşe yaklaştırılan kömürler başkalaşarak ateşlenirler ve
uzaklaştırılarak kömürleşirlerse ruhumuz da ortaklaşa
olanın ardından gitmekle logos’tan pay alır, ardından
gitmezse logos’suz kalır. Akılla konuşmak isteyenler,
herkeste ortaklaşa olanla kendilerini güçlendirmelidirler,
tıpkı yasayla kent gibi ve çok daha güçlü olarak. Çünkü
insanların bütün yasaları bir tek yasadan beslenirler.
Çünkü bu biricik yasa egemenliğini dilediği kadar
genişletebilir, herkes ve her şeye yettiği gibi artar
bile. En çok ve sürekli olarak bir arada bulundukları şey
olan logos’la bile anlaşamıyorlar (çoklar) ve her gün
karşılaştıkları şeyler onlara yabancı geliyor. Güven
olmayınca logos, tanımanın elinden kurtulur. İçlerinden ne
kadar çoğu bunlarla karşılaşsa da çoklar böyle şeyleri
düşünmezler, öğrenseler de tanımazlar. Fakat kendilerine
öyle görünürler. En inanılırın tanıyıp bildiği, saklayıp
koruduğu öyle görünen şeylerdir. Ama hiç kuşku yok ki Hak
Tanrıçası, yalanların uydurucularını ve tanıklarını
yakalatacaktır. Ne dinlemesini ne de konuşmasını bilen
kişiler, işittikten sonra anlayışsızdırlar, sağırlara
benzerler, varlıklarıyla yoklukları birdir sözü bunu
onlara kanıtlar (Doğa adlı yapıtından, B 1, 2, A,
16 B, 114, 72, 86, 17, 28, 19, 34).
Herakleitos, her şey ancak karşıtların
kavgasından doğar, demekle diyalektiği pek güçlü
olarak kavramıştır: Varlık yokluğu, yokluk varlığı
doğurur. Varlık ve yokluk, olmak ve olmamak, yaşamak ve
ölmek bir ve aynı şeylerdir. Bunlar aynı şey olmasaydılar
değişerek birbirleri olamazlardı, yokluk varlığa, varlık
yokluğa, ölüm hayata [sayfa 69] ve hayat ölüme geçemezdi.
Daire çemberi içinde başlangıç ve son aynı yerde
birleşirler. Keçeci mengenesinin doğru ve eğri yolu bir ve
aynıdır. İyiyle kötü bir ve aynı şeydir. Hekimler kesip
dağlayıp üstelik karşılığını isterler, sanki hastalıklar
bunu bedava yapınıyormuş gibi. Zaman, oynayan, dama taşı
süren bir çocuktur. Olduğu yerde kalan hiçbir şey yoktur.
Aynı ırmaklara girenlerin üstüne hep başka sular akar.
Aynı ırmaklara hem giriyoruz hem girmiyoruz, hem biziz hem
değiliz (Doğa adlı yapıtından, B 103. 59, 60, 58,
42; A 6, 5; M 12, 49a).
Ne var ki insanlara, vaktinden önce verilmiş bu
kadar gerçek çok geliyor. O çağın seçkin düşünürleri bile,
başta Sokrates olmak üzere, Herakleitos’un bu sözlerinden
pek bir şey anlamıyorlar. İnsanları tatlı düşlere
sürükleyerek günlük acılarını, yaşam sıkıntılarını,
yoksulluklarını biraz olsun unutturabilmek için fizikötesi
düşler gerek.
GÖK
BOŞLUĞUNDA BİR ZEKA
Fizikçi Anaksagoras, kendinden önce ilerisürülen
sınırlı sayıdaki öğelerle (unsurlarla) yetinmiyor. Ona
göre, öğeler sonsuz sayıda, sonsuz küçüklüktedir. Bu
öğelerden ne bir şey yok olabilir, ne de bu öğelere bir
şey katılabilir (kimyacı Lavoisier yirmi dört yüzyıl sonra
aynı sözü söyleyecektir). Onlar için ne doğma, ne bozulma
vardır. Oluş’la ölüm düşünceleri yanlıştır.
Hiçbir şey yoktan gelmez, hiçbir şey yok olmaz. Olmak
yerine birleşmek, ölmek yerine ayrılmak denmelidir. Yer
değiştirmekten, toplanmaktan, dış görünüşlerin
değişmesinden başka değişme yoktur. Öz değişmez. Özdek
(madde) olan bu öğeler cansızdırlar, kendiliklerinden
kımıldayamazlar. Onları kımıldatan, devimleyen bir öğeler
öğesi vardır ki, bu an (zihin, l’esprit)’dır. An,
özdek değildir, özdek olan öteki öğelerin dışındadır,
sonsuza değin onlardan ayrı kalacaktır. An, evrenin
düzenleyicisidir, bütün öğeleri son uygunluğa göre
kımıldatmış, düzenlemiştir. Başlangıçta bu özdek öğeler
karmakarışık bir halde bulunuyorlardı, her şey her şeyin
içindeydi. An bunları etkileyince, yaşama kasırgası
başladı. Yaşayan her şeyin bu öğeler öğesi an’dan
payı vardır.
Klazomen’li Anaksagoras (İ.Ö. 500-428), antikçağ
Yunan düşüncesinin çok önemli kişiliklerinden biridir.
Atina kentini felsefe alanında uyandıran kişi olarak
nitelenir. Doğumuna göre Empedokles’ten daha eski,
yapıtlarına göre ondan daha yenidir. Güneşin kızgın bir
maden külçesi olduğunu söylüyor. Alnında tek boynuz
taşıyan bir koçun alnını yararak tek boynuzun nedenini
gösterip boşinançlara karşı çıkıyor. İnsanın elleri
olduğundan ötürü bütün hayvanların en akıllısı olduğunu
ilerisürüyor. Kendisine kadar Yunan düşüncesine egemen
olan öğe (unsur) düşüncesini bir yana bırakıp
Empedokles’in özdek parçacıkları öğretisini
geliştiriyor. Platon’u ve Aristoteles’i etkileyip günümüze
kadar sürüpgelen ikiciliği ortaya atıyor ve nus
(akıl-ruh) terimiyle ruhçuluğu kurmuş oluyor.
Anaksimenes’in psykhe (soluk hava ruh)’siyle
meydana çıkan bu ruh, Anaksagoras’ın elinde bilinç’le
aynılaşmaktadır. Anaksagoras bu varsayımıyla insanlığın
başına iki bin yıl sürecek bir dert [sayfa 70] açmaktadır,
ama pratikle denetlenmek olanağından yoksun bulunan
felsefenin zorunlu sonucuna varmaktadır. Gene de o, nus’u
pek ince bir özdek olarak tasarlamıştır: "Çünkü o,
bütün nesnelerin en incesidir, en temizidir" diyor. Ne var
ki Platon, onun bu kavramını özdeklikten büsbütün
sıyıracaktır. Aristoteles, nus kavramı için şunları
söylemektedir: "İlk olarak Anaksagoras, özdeğin karşısına
onun egemeni durumunda nus’u koymuştur. Nus’un yaratan ve
özdeğin yaratılan olduğunu söylemiştir. Çünkü her şey bir
aradayken nus gelip, düzenler".
DÜŞSEL
VARSAYIMLAR BAŞLIYOR
Düşsel varsayımlar ileri sürmenin tarihi pek
eskidir. Özellikle dinsel alan bu gibi varsayımlarla
doludur. Ne var ki bilimsel alanda kurgunun
(spekülasyonun), düşsel varsayımların, eşdeyişle
metafiziğin ve idealizmin başlatıcısı Elea’lılar olmuştur.
İ.Ö. VI. yüzyıldayız. Bilim, henüz emekleme
çağındadır. Fiziğin bittiği yerde zorunlu olarak metafizik
başlıyor. İnsanlar, bilimsel olarak açıklayamadıklarını,
hayaller kurarak açıklamaya çalışıyorlar. Uyduruyorlar,
uydurduklarının da doğru olması gerektiğini savunuyorlar.
Bilimle, eşdeyişle pratikle denetlenemediği için
gerçeklerden kopan insan düşüncesi kendi kendisinin amacı
haline dönüşüyor. Düşsel varsayımlar böylelikle ortaya
çıkıyor. İnsan düşüncesini yirmi altı yüzyıldır
yanılgılardan yanılgılara sürükleyen bu çok tehlikeli
serüven, Xix’uncu yüzyılda karşısına eytişimsel ve
tarihsel özdekçilik, öğretisi dikilinceye kadar,
durdurulamayacak.
Elea, İtalya’da Napoli’nin güneyinde Latinlerin
Velia adını verdikleri bir kıyı kentidir. Kolophon’lu
Ksenofanes, Hellen kentlerinde yetmiş yıl süren bir
geziden sonra burada yerleşiyor. Homeros’la Hesiodos’un
insan biçimli, insan nitelikli tanrılarına karşı, tanrının
tek’liğini savunmaya başlıyor. Görüldüğü gibi,
metafizik ve idealizm; gene de dinsel bir temelden yola
çıkmaktadır. Şöyle diyor Ksenofanes: "Tek bir tanrı
vardır. O, ne vücut ve ne de düşünce olarak insanlara
benzer. Tüm görme, tüm düşünme, tüm işitmedir.
Hareketsizdir, her zaman aynı kalır. Düşüncesi her şeyi
yönetir, hem de hiçbir düşünce harcamadan. Homeros’la
Hesiodos, insanlarda ne kadar ayıp ve utanç verici şey
varsa ona yüklemişlerdir; hırsızlık, zina, yalan dolan...
Ama öküzlerin ya da aslanların elleri olsaydı ve bunlar da
insanlar gibi resim yapmasını bilselerdi öküzler öküzlere,
atlar atlara benzeyen tanrılar yaparlar ve onlara kendi
biçimlerini verirlerdi".
Elea’lı Parmenides, ustasının bu dinsel tek’liğini
felsefeye aktarıyor: Varlık, tektir ve değişmez. Çokluk ve
değişirlik görünüştedir. Biz bu görünüşleri duyularımızla
algılıyoruz, tekliğe ve değişmezliğe usumuzla (aklımızla)
varıyoruz. Duyular aldatıcıdır, gerçeği gören sadece
ustur. Çünkü, gerçek varlık görülemez, dokunulamaz,
işitilemez; demek ki duyularımızla algılanamaz. Onu ancak
usumuzla kavrayabiliriz.
Elea’lılar (Melissos, Zenon, Gorgias) devimin
(hareketin, eşdeyişle değişirliğin) bir görünüşten ve
kuruntudan ibaret olduğunu tanıtlamak için birbirleriyle
[sayfa 71] yarışıyorlar. Özellikle Zenon, o çağda
çürütülemez sanılan, ünlü çıkmazlar (Os.
Teşkikat, Yu. Aporia)’ını ileri sürüyor. Örneğin
Aşil kanıtı adıyla ünlenen şaşırtmacası şöyle: Yunan
kahramanlarından Aşil (çeviklik simgesi)’le bir kaplumbağa
(yavaşlık simgesi) yarışa başlıyorlar. Aşil, kaplumbağanın
kendisinden on metre ilerden yarışa başlamasını kabul
ediyor. Kaplumbağanın Aşil’den on kez daha yavaş hareket
ettiğini varsayarak Aşil bir metre ilerleyinceye kadar
kaplumbağa bir desimetre ilerlemiş olacaktır. Aradaki
mesafe ilk adımda 1/10, ikinci adımda 1/100, üçüncü adımda
1/1000, dördüncü adımda 1/10.000 olmak üzere gittikçe
küçülecek ve fakat daima bölünebilir kalacağı için 1/N
oranıyla sonsuza kadar bölünmekte devam edecektir. Bu
hesabın sonucu olarak da Aşil, kaplumbağaya hiçbir zaman
yetişemeyecektir... Bu kanıttaki şaşırtmaca sonsuzluk’la
sonsuz olarak bölünebilen sonlu’yu özdeş kılmakla
gerçekleştirilmiştir. Sonlu’nun sonsuzca
bölünebilmesi başka, sonsuz olabilmesi
başkadır. Daha açık bir deyişle sonlu, sonsuzca
bölünebilmekle sonsuz olmaz.
Yığın kanıtı (Fr., İng. Sorite)
adıyla ünlenen aldatmaca da şöyle: Zenon, karşısındakilere
bir buğday yığınınını gösterip "ben bundan bir tane buğday
alırsam bu yığın gene yığın olarak kalır mı?" diye
sorarmış. Karşısındaki bu soruyu evet’lerse o zaman da
"ben bu yığından bir buğday alırım, kalan gene yığındır,
sonra bir buğday daha alırım, kalan gene yığındır, sonuncu
buğday tanesini de aldığımda senin öncülüne göre, kalan
hiçliğin gene yığın olması gerekir" dermiş. Bunun tersi
olarak da bir tane buğday, bir yığın mıdır? diye sorarmış.
Karşısındaki bu soruyu hayır’larsa "öyleyse ben bu taneye
bir tane daha eklerim, sonra bir tane daha eklerim vb.
Senin öncülüne göre, bunların hiçbir zaman bir yığın
olmaması gerekir" dermiş. Bununla da görünüş’ün
aldatıcı olduğunu, gerçeğin her zaman us’ta
bulunduğunu tanıtladığını sanırmış.
Çağdaş metafizikçi ve idealistlere göre, metafiziği
ve idealizmi başlatan Parmenides gene de bağışlanmaz bir
pot kırıyor, devimsiz ve değişmez varlık’ın
yuvarlak biçimde olduğunu ve uzayda bir yeri bulunduğunu
söylüyor. Buysa onun, ruhsal olmayıp, özdeksel
olduğunu söylemek demektir. Hatırlanacağı gibi, bu potu
Anaksimenes’le Anaksagoras da kırmışlardı, ileri
sürdükleri ruh’ların özdeksel olduğunu
söylemişlerdi. Tüm Yunan metafizikçileri ve idealistleri,
bunların en büyükleri olan Platon’la Aristoteles bile, bu
potu kırmakta devam edecek. Antikçağ Yunan düşüncesinin,
çocuksuluğuna ve ilkelliğine karşın, büyüklüğünü ve
temelliğini belki de bu küçük potlarda aramak gerekir.
İnsan düşüncesine böylelikle musallat olan
metafiziğin ve idealizmin yirmi altı yüzyıllık büyük gücü,
tarihin her çağında egemen sınıfların desteğinden
kaynaklanıyor. Çünkü yoksulluk ve acı çeken geniş insan
yığınları ancak bu hayallerle uyutulabilir ve
dizginlenebilir. Yoksa, kurşunlar vızıldayınca kaçmaya
başlayan tabur imamının dediği gibi: "Tehlikeeee melhuuuuz".
Varlıklı ve mutlu küçük bir azınlığa karşı yoksulluk
ve acı çeken büyük insan yığınlarını uyutup
dizginleyebilmek için öğütler gerek. Bundan ötürü, insan
düşüncesinin büyük öğütçüleri de bu yüzyılda ortaya
çıkmışlardır. [sayfa 72]
BÜYÜK
ÖĞÜTÇÜLER
Bu öğütçülerden biri Çin’li Kong Fu Tseu
(Konfüçyüs)’dür. Şöyle diyor: Atalarınıza saygı
gösterin, ana babanıza sevgi gösterin, ödevlerinizi baba
çocuk ilişkisine kıyaslayarak belirleyin (çırak usta, karı
koca, uyruk prens vb.), insanlarla iyi geçinin, sadık bir
dost olun, kötülüğe iyilikle karşılık verin, insanları
sevin, size yapılmasını istemediğiniz bir şeyi başkalarına
yapmayın.
Kendisine, nasıl dua edileceğini soran birine şöyle
demektedir: Benim duam, yaşamımdır. Ona göre
insanın amacı, iyi ve uzun yaşamak olmalıdır. Bunun içinse
erdem (fazilet) gereklidir. Erdem, bir bilgi işidir.
Erdemsizlikler bilgisizliklerden doğar. Her insan,
görevini, gerektiği gibi ve eksiksiz olarak yapmalı: "Kralsanız
kral olun, uyruksanız uyruk olun, kocaysanız koca olun,
karıysanız karı olun, çocuksanız çocuk olun". Ölümden
sonra ne olacağını soranlara da "sen daha yaşamın ne
olduğunu bilmiyorsun, ölümden sonrasını nasıl
bilebilirsin?" dermiş. Ona göre ölümden sonrası
kesinlikle bilinmemelidir. Çünkü insanlar ölümden sonra
yaşanmadığını bilirlerse ölülere saygı göstermezler,
ölümden sonra yaşandığını bilirlerse sevdikleri ölülere
kavuşmak için canlarına kıyarlar. En iyisi, hiçbir şey
bilmeden yaşamak ve katlanmak. "İnsan, bildiği şeyi
bildiğini ve bilmediği şeyi bilmediğini bilmelidir, gerçek
bilgi budur" diyor.
Bu öğütçülerden ikincisi, aynı yüzyılda Hindistan’da
yaşayan Gotama Buda’dır. O da, aşağı yukarı, buna benzer
öğütler veriyor: Öldürmeyin, başkalarının malını ve
karısını almayın, yalan söylemeyin, acıya katlanın,
başkalarının acılarını ve sevinçlerini paylaşın, iyicil ve
merhametli olun, kin gütmeyin, size yapılan kötülükleri
bağışlayın. Buda’ya göre dört büyük gerçek var: Acı
gerçeği (Bizi kendilerine bağlayan bütün nesneler acı
vericidir), istek gerçeği (Acının kaynağı istektir,
hiçbir şey istemezsek acı duymayız), acının yokedilmesi
gerçeği (Acının yok edilmesi, ancak her türlü istekten
vazgeçmekle sağlanır), acının yok edilmesine götüren
sekiz yol gerçeği (Katıksız inanç, katıksız irade,
katıksız söz, katıksız eylem, katıksız geçim araçları,
katıksız çalışma, katıksız bellek, katıksız düşünce).
Yaşamak, acı çekmek demek. Acı, yaşamın özünde var.
Öyleyse acı çekmemek için, yaşamanın bütün
mutluluklarından el çekmek gerekir. İstememeyi öğreniniz,
istemekten doğan bütün acıları ortadan kaldırırsınız. Ama
hiçbir şey istemeden yaşamak olanaklı mı ya da böylesine
bir yaşamanın ölümden ne farkı var? Buda, bu haklı soruyu
şöyle karşılıyor: "Ancak elde edebileceğinizi isteyin".
Acı çekmenin nedeni istek’tir. İstekse
bilgisizlikten doğar.
Büyük öğütçülerin bir başkası da Yunanlı
Sokrates’tir. Sokrates’i ortaya çıkaran soru şu: İyiyi
kötüden kesinlikle ayırabilir miyiz?
Yunan düşünürü Protagoras (İ.Ö. 485-411) bu soruya
karşı hayır demektedir. İyiyi kötüden kesinlikle
ayıramayız. Çünkü, her kişinin ölçüsü kendine göredir.
Ölçü, kişilere göre değişir. Genel bir töre (ahlak)
yoktur. İyiyi kötüden kesinlikle ayırabilmek için genel
bir töre bulunması gerekir. Oysa ne genel iyi, ne de genel
kötü bulunmaktadır. İyinin ya da kötünün sayısı, yaşayan
kişilerin sayısı kadardır. [sayfa 73] Töre alanında
herkesin birleştiği bir temel yoktur. Şu halde töreye
genel, güvenilir bir ölçü aramak boşunadır. Bilgilerimiz
duygularımızdan gelir. Duyular, kişilere göre değişir.
İnsan, her şeyin ölçüsüdür.
Protagoras’ın bu düşüncesine, Sokrates (İ.Ö.
468-400) karşı çıkıyor. Protagoras’ın hem çağdaşı, hem
arkadaşıdır. Elinde, Delf tapınağındaki yazılardan aldığı
bir bayrak tutmaktadır: Kendini bil. Çok konuşmuş;
hiç yazmamıştır. Platon’un, Ksenofan’ın, Aristoteles’in
yapıtları olmasaydı belki de onu tanımayacaktık.
Matematiği boş, yararsız bulurdu. Doğa bilimlerine sırt
çevirmişti. Cinlere, perilere inanırdı. Tek inandığı
bilgi, töre bilgisiydi. Bu bilgiye de, devleti sağlam
temeller üstüne oturtmak gerektiğini düşünerek varmıştı.
Oysa, devletin tanrılarına inanmamakla suçlandırıldı,
devlet eliyle öldürüldü.
Sokrates, sofistlerin okulundan yetişmişti ama,
sofist değildi. Oysa, "Bir şey biliyorum, o da hiçbir şey
bilmediğimdir" derken sofistlerle, Protagoras’la
birleşmektedir. Fizik alanında kesinliğe inanmamakta,
kesin olarak hiçbir gerçeğe varılamayacağını
savunmaktadır. Ona göre tek kesinlik, erdem bilgisidir.
Çünkü, diyor Prutagoras’a karşı çıkarak, ölçüler
kişilere göre değişirse, toplumu hangi değerler üstüne
oturtacağız? Devlet gereklidir, sosyal düzen gereklidir.
Bu gerekli kuruluşların sağlamlığı, sürekliliği içinse
genel bir töre gereklidir. Protagoras, insanları değil,
insanı görmeliydi. İnsanlar arasındaki ayrılıklar,
başkalıklar görünüştedir. İyice incelenecek olursa iyiye
olan eğilim her kişide aynıdır. Kişilerin içinde uyuyan bu
ortak eğilim, ancak öğretimle ortaya çıkarılabilir. Erdem,
öğrenilir. Kişiler bilmedikleri için kötüdürler. Erdem
birdir, bölünmez, ayrılmaz. Bir davranışta, erdemli, başka
bir davranışta erdemsiz olunamaz. Erdem varsa kişinin
bütün davranışları ona uygun olmak zorundadır. İnsan,
kendini bilmeli, tanımalıdır. Erdem, insanın kendini
bilmesi, tanımasıdır. Fizik alanında şey’lerin nedenini
çözemeyiz ama, kendimizin ne olmamız gerektiğini
bilebiliriz. Erdemli olmamız gerekir, çünkü erdemli
yaratılmışız. Erdem, bizim yapımızda saklıdır. Bu bilgi,
elde edebileceğimiz tek bilgidir. Törenin dışında başkaca
hiçbir konuda felsefe yapılamaz. Öğretim, insana hiçbir
yabancı şey vermez, ancak insan zihninde gizli bulunan
tohumları uyandırır, büyütür, geliştirir.
Kişiler, toplumu meydana getirdiklerinden ötürü
önemlidirler. Devlet, erdemli kişilere dayanmalıdır.
Kişiler erdemsiz olursa, toplumları da çürük olur.
Devletin sağlam bir temele oturabilmesi için kişilerin
kendilerini tanımaları, bilmeleri gerektir. Erdemsizlik,
bilgisizliğin sonucudur. Bilgiye kollarını açan her insan,
erdeme doğru ilerler. Erdem bilgidir. İnsan her
şeyin ölçüsüdür ama, Ahmet her şeyin ölçüsü değildir.
Erdem, insanın yapısında vardır, bu arada Ahmet’in
yapısında da vardır. Ancak öğretimle meydana vuruluncaya
kadar Ahmet, değil her şeyin ölçüsü, kendi kendisinin bile
ölçüsü olmamalıdır. Ahmet, gerçek bir ölçüye varabilmek
için, önce kendini bilmelidir. Bu da bilgiyle olur,
kendiliğinden olmaz. Yapımızdaki güç, gerçek bir güç
olabilmek için deşilmek ister; uyandırılmak, büyütülmek,
geliştirilmek ister. İnsan yapısı, Ahmet’in yapısı değil,
insanlığın ortak yapısıdır.
Oysa, iyiyi kötüden ayırıp seçebilmek için
özgürlük gereklidir. Özgür müyüz? [sayfa 74]
Sokrates düşüncesinde, özgürlüğün, hafifçe
kımıldamaya başladığını görüyoruz. Düşünce, bütünüyle bir
kadercilik düşüncesidir ve özgürlüğe yer vermemektedir.
Gene de, Devlet’in onuncu bölümünde, çeşitli
kaderler arasında bir seçmenin sözü ediliyor (seçme
kavramı, günümüz varoluşçularına kadar sürüp gelecektir):
Belki arayıp bir adamını buluruz da bize iyi ve kötü
yaşamları ayırt etme gücünü ve bilgisini kazandırır. İşte
Gladukon, insan için en zor an, bu seçme anıdır. O
zaman belki bütün bu yolların hangilerini birleştirip
hangilerini ayırarak, yaşarken hangilerinin bize ne hayrı
olacağını hesaplayarak her yerde ve her zaman mümkün olan
en iyi yaşamı seçebiliriz. Öyle bir adam bulursak
öğrenelim ondan güzelliğin, yoksulukla zenginliğin, şu ya
da bu yatkınlıkla ne türlü birleşmesinden iyilik ya da
kötülük çıkacağını... Bütün bunları düşünür, ruhun aslını
da göz önünde tutarsak, yaşamların iyisiyle kötüsünü ayırt
edebiliriz. İyisi derken, başka her şeyi bir yana atıp,
ruhu daha iyi edecek yaşamı anlarız, kötüsü derken de ruhu
daha kötü edecek yaşamı... Çünkü yaşarken de, öldükten
sonra da böyle bir seçmeden en çok iyilik göreceğimizi
biliyoruz artık. Hades’in ülkesine (ölüm ülkesi) giderken
bu inanç, çelik gibi sert olmalı içimizde. Öyle olmalı ki,
orada para hırsı ve o cinsten kötülükler gözlerimizi
kamaştırmasın. Orta yaşamları seçelim daha çok. Hem bu
yaşamda, hem de daha sonrakilerde (Sokrates Platon
düşüncesi, insanın çeşitli yaşamlara kavuşacağına, dünyaya
daha birçok kez geleceğine inanmaktadır), yukarı ya da
aşağı uçlardan kaçınalım. Çünkü insanın mutluluğu buna
bağlıdır (Platon, Devlet, onuncu kitap, 618 B, C,
D, E ve 619 A, B).
Bu sözlerde, töresel (ahlaki) anlamda da olsa, bir
özgürlük düşüncesi kımıldamaktadır. Sokrates iyiyle kötü
arasında bir seçme yapabileceğimizi öne sürüyor. Seçmenin
bulunduğu her yerde, özgürlük var demektir. Bu sonuç,
Sokrates’in töresel düşüncesinde de belirmektedir.
Sokrates’e göre iyi, insanı mutluluğa götürür. Aklımız
iyiye erseydi, iyiye yönelmemezlik edemezdi. Çünkü akıl
dışında başkaca bir istem (irade) yoktur, akıl ve istem
aynı şeylerdir. Başka bir deyişle, iyiye eren aklıınız
iyiye yönelmek zorundadır. (Burada da, Sokrates’in demek
istediği kader olduğu halde, zorunluk
kavramı hafifçe kımıldamaya ve kader kavramından
kopmaya başlıyor). Aklımızın iyiye ermesi bir bilgi
işidir. Akıl bu bilgiyi edinmemişse, gene zorunlu olarak,
iyiye yönelmeyecek ve bedensel yapının (iştahların)
zorunluğuna sürüklenecektir. Daha açık bir deyişle, iyiyi
bilirsek zorunlu olarak onu seçeceğiz, iyiyi bilmediğimiz
için zorunlu olarak kötüyü seçiyoruz.
Sokrates, bu düşüncesini kanıtlamak için, kandırıcı
örnekler de veriyor: Yaramıza bıçak vurduruyoruz. Çünkü
aklımız, ilerideki büyük acıdan bizi korumak için şimdiki
küçük acıya katlanmamızı gerektiriyor. Bedensel
hoşlanmalar yolunu seçen yarasına bıçak vurdurmaz ama, bir
süre sonra ölüp gider. Acıdan kaçmak, hoşlanmaya ulaşmak,
bedensel hoşlanmaların peşinde gitmekle değil, aklın
peşinde gitmekle gerçekleşir. Buysa, bir bilgi işidir. Bu
bilgiyi bilmediğimiz sürece, zorunlu olarak, yakın
hoşlanmayı, ilerideki acılarını düşünmeden seçeceğiz. Bu
bilgiyi biliyorsak yakın acıyı, ilerideki hoşlanmayı
düşünerek, seçmek zorundayız. Bedensel hoşlanmaların
kaderine karşı, aklın kaderini seçmekte özgürüz. Ama bu,
bir bilgelik işidir ve bilgelik özgürlüktür. Mutluluk,
bilgelikle gerçekleşebilir. [sayfa 75]
Sokrates, tümevarım (endüksiyon) yönteminin
kurucusudur, çünkü tek tek durumları ele alarak tüme
varmaktadır. Sokrates, Yunan aydınlanmasının da
kurucusudur, çünkü insan yaşamının ölçülerini hiç
eleştirmeden olduğu gibi kabul eden gelenekçiliğin
tersine, bu ölçüleri aklın süzgecinden geçirerek aydınlığa
çıkarmıştır. Hiçbir şey bilmediğimi biliyorum ünlü
sözü, kuru bir şüphecilik değil, böylesine bir aydınlanma
yöntemidir. Antikçağ Yunan düşüncesinde Platonculuk,
Megara okulu, Kirene okulu, Kinik okul ve Elis Eretria
okulu Sokratesçiliği, çeşitli yanlarından alarak
sürdürmüşlerdir.
Antikçağ Yunan düşüncesinde Eukleides, Elis’li
Phaidon, Antisthenes, Aristippos ve izdaşları
Sokratesçi sofistler adıyla anılırlar. Çünkü bunlar,
düşüncelerinde, Sokrates’i bilgicilik (sofizm)
doğrultusunda yorumlamışlardır. Bu düşünürlerin
öğretilerinde bilgici öğeler pek güçlüdür. Örneğin,
Kinizmin kurucusu Antisthenes, Sokrates töreciliğinden
yola çıktığı halde töreyi umursamazlığa varmıştır. Çünkü
töre, insanı gevşetir, rahata kavuşturur, oysa insan,
hazzın bu türlüsüne de sırt çevirerek yaşayabilmek için
dayanıklı olmalıdır. Hedonizmin kurucusu Aristippos
bireycidir, topluma değer vermez, istenen haz bireysel
hazdır, onun için de ölçü Protagoras’ın dediği gibi,
bireysel insandır. Megara okulunun kurucusu Eukleides,
bilgicilerin sanatı olan eristik sanatını geliştirmiştir,
öğretisi göreciliğe yönelen şaşırtıcı, tasımlarla
süslüdür. Bu örneklerde görülen genel töreyi yadsıma,
bireycilik, eristik bilgici temalar ve yöntemlerdir.
Platon’un bütünsel Sokratesçiliğine karşı olarak
Megara, Kirene, Kinik ve Elis Eretria okullarının
Sokratesçiliklerine tek yanlı Sokratesçilik adı
verilmektedir. Çünkü bu okullardan her biri Sokrates’in
öğretisini bütünüyle değil, belli bir yanından alarak
işlemişlerdir.
İnsan, elbette mutluluğunu arayacak. Soru şudur:
Mutluluk nerede?
MUTLULUK
KÖPEKLİKTE
Sokrates’in öğrencisi Atina’lı Antisthenes (İ.Ö.
444-368), insanın tam bağımsızlık ve özgürlüğünü savunan,
erdeme ve mutluluğa böylelikle erişebileceğini ilerisüren
bir okul kurmuştur. Antisthenes’e göre, insanın ereği
mutluluktur, mutluluk da her türlü bağdan kurtulmuş içsel
bir özgürlükle gerçekleşir. İstenilecek tek şey erdem,
kaçınılacak tek şey erdemsizliktir. Gerçek erdem, insanın
hiçbir değere bağlı ve tutsak olmamasıyla elde edilir.
Bunu sağlamak için de insanın bütün tutkularından
sıyrılması gerekir. İnsan hiçbir hazzın, isteğin,
sağlığın, zenginliğin, güzelliğin, şan ve şerefin peşinden
koşmamalıdır... Kinik adı, bir anlayışa göre,
okulun kurulduğu Kynosarges gymnasiomundan, başka bir
anlayışa göre, Yunanca köpek anlamına gelen kyon
sözcüğünden türemiştir. İkinci anlayışa göre, doğasal bir
yaşayışı yeğleyen, hiçbir topluluk kuralına aldırmayan,
pasaklı bir kılıkla gezen, uygarlığı küçümseyen bu kişiler
kendilerine takılan köpek adını benimsemişler.
Kinizm, Sokratesçi bir okuldur. Antisthenes de Sokrates
gibi töresel bir amaca [sayfa 76] yönelmeyen bilimleri
küçümser, erdemin bilgiyle elde edilebileceğini savunur,
yaşamın amacı olan mutluluğu erdemlilikte bulur. Kinikler,
doğasal bir yaşayışı yeğlemekle Stoa okulunun öncüleri
sayılabilirler, bu açıdan Hıristiyanlığı hazırladıkları da
ileri sürülebilir. Kiniklerin doğasal yaşayış düşüncesi,
sofistlerin insansal değerlerin doğaya aykırı bulunduğu
düşüncesine dayanmaktadır. Antisthenes, bu bakımdan, ilk
öğretmeni sofist Gorgias’ın Elea öğretisinden
yararlanmıştır. Kinizm öğretisini, kurucusu
Antisthenes’ten sonra Krates, Kseniades, Oneskrites,
Sinop’lu Diogenes sürdürmüşlerdir.
Fıçı içinde yaşayan Diogenes (İ.Ö. 412-323), Kinik
düşünürlerin en ünlüsüdür. Sokrates’in öğrencisi Atina’lı
Antisthenes, bir hayli yaşlandığı sırada, bütün dünya
zevklerine ve özentili felsefelere sırt çevirmişti.
Soylular arasında ve zevkli bir ömür sürerek yaşlandığı
halde birdenbire doğaya dönmüş, doğaya uygun yaşamayı
yeğlemişti. Köleler gibi giyiniyor ve "zevk almaktansa
ölmeyi yeğlerim" diyordu. Öğretmeninden öğrendiği erdem
anlayışını herkesin anlayabileceği bir dille anlatmaya
başlamıştı. Her türlü mal ve mülk edinmeye, kölelik ve
aile kurumlarına, din inançlarına karşı çıkıyor ve
çevresindekilere iyilik öğütleri veriyordu. Tutuklanmış
bir kalpazanın oğlu olan Sinop’lu bir genç, Diogenes, ona
yanaştığı zaman kendisinden hiç hoşlanmamış ve sopayla
döverek onu kovmuştu. Diogenes direndi ve Antisthenes’in
mesihvari sözlerine uyarak her şeyden el etek çekip bir
köpek gibi yaşamaya başladı. Öğretiye köpeksi adı
verilmişse herhalde Diogenes yüzündendir. Ölüleri gömmek
için kullanılan toprak bir kap içinde yaşıyor ve
felsefesini eylemiyle geliştiriyordu. Diogenes,
Antisthenes’in aklından bile geçirmediği bir biçimde bütün
geleneği yadsıyarak her türlü ruhsal ve bedensel isteklere
sırt çevirmiş, kendisini doğanın içinde doğal bir varlık
gibi özgür kılmıştı. Gerçek erdeme böylesine bir
özgürlükle varılabileceği kanısındaydı. Antisthenes’in
erdem öğütlerinden çok Diogenes’in bu eylemsel felsefesi
halk arasında tutunmuş ve Krates, Kseniades, Oneskrites
vb. gibi köpeksi düşünürler yetişmiştir.
MUTLULUK
KEYFETMEDE
Mutluluk, bir yaz denizinin karşısında, bir ağaç
gölgesindedir. Tedirgin edilmeden üstünde uyunan bir
toprak parçasındadır. Bir bahar sabahında çıplak ayakla
koşulan ıslak çimenlerdedir. Sıcak bir günün bitimine
doğru, birdenbire esiveren serin bir yeldedir. Güvenli bir
düşüncenin aydınlığında, uygun bir sesin titreşimindedir.
İstekle ısırılan bir peynir diliminde, yanarak içilen bir
yudum suda, özlemle aranan bir fincan kahvededir.
Bakkaldan alınan bir paketi taşırken dergilerden yapılmış
kesekağıdında göz ucuyla okunuveren güzel bir sözdedir.
Günün ilk aydınlığında, gecenin son karanlığındadır.
Özlenen sevgilinin dudaklarındadır. Bir annenin
okşayışında, bir babanın bakışında, bir çocuğun
gülüşündedir.
Çevremiz mutluluklarla doludur.
Sokrates’in ünlü öğrencisi Aristippos’a göre de her
davranışın nedeni, mutlu olmak isteğidir. Yaşamanın ereği
hazdır. Bizim haz dediğimize Yunanlılar hedone,
[sayfa 77] İ.Ö. IV’üncü yüzyılda yaşayan Kirene’li
Aristippos’un felsefesine de hazcılık anlamına
hedonisme diyorlar. Aristippos, yaşama sanatının büyük
ustası sayılmaktadır. Antikçağ tarihçilerine göre
yaşamasını iyi bilir, öğrencilerine örnek olurmuş.
Dionisios’un sarayında oturmaktan hoşlanırmış. Sokrates’in
okuluna kapılanmadan önce duygucu bir sofistti. Demokritos
ve Profagoras’la beraber bilgilerimizi duygularımıza
borçlu olduğumuzu savunuyordu. Oysa, Sokrates’e
kapılandıktan sonra da bu temel düşüncesini değiştirmemiş,
Sokrates’in töreciliğiyle geliştirmeye çalışmıştır.
Sokrates’in töresel hoşnutluğu (ahlaki memnuniyet,
eudaimonia) Aristippos’ta gündelik haz (hedone) olmuştur.
Ama o, bu yoldan da, aşağıda görüleceği gibi, belki biraz
daha açıklıkla, Sokrates’in vardığı sonuca varmaktadır.
Aristippos’a göre, insanı insan eden duygudur.
Çevremizi dolduran eşyanın aslında ne olduklarını
bilemeyiz. Onlar, bizim için, ancak bize göründükleri
gibidirler. Aslında ne oldukları da, hiçbir zaman
bilemeyeceğimize göre, pek umurumuzda olmamalıdır.
Bilgilerimiz, duygularımızla alabildiğimiz kadardır,
bundan öteye geçemez. Yaşamanın ereği de, tıpkı
bilgilerimiz gibi, gene bu duyularımızla aldığımız hazdır.
Yaşamaktan alabildiğimiz kadar zevk alalım, ancak ölçüyü
de kaçırmayalım (Ölçü işe karışınca Sokrates’in etkisi
başlamış demektir). Akıl, duyuların sonsuz isteklerine
karşı koymalıdır. Erdem, haz almakta ölçülü olmaktır.
Gerçek haz, sürekli olandır. Sürekli olan hazza da
bilgelikle varılabilir. Bilgenin hazzı, kendi kendinden
hoşnut olmasıyla belirir. Kendi kendinden hoşnut olmaksa
töresel hoşlanmadır (ahlaki haz). Bilgelik, gündelik
hazları küçümsemek, sürekli hazlara, töresel hazlara
yönelmek demektir.
Aristippos’un Hazcılık okulu birçok ünlü düşünürler
yetiştirmiştir. Bu hazcı öğrencilerden Theodoros’la
Evhemeros, hazcılığı dinsizliğe kadar götürmüşler, İ.Ö.
dördüncü yüzyılda tanrısızlığı (atéisme) savunmuşlardır.
Hele Evhemeros’un bir kuramıyla günümüz dinler biliminin
temeli atılmış olmaktadır. Evhemeros’un bu kuramına göre
tanrılar, ölümlerinden sonra insanlarca tanrılaştırılmış
olan insanlardan başka bir şey değildir.
Aynı çağda yaşayan bir başka hazcı, Hege’sias,
hazcılığı tüm kötümserliğe (pessimisme) götürmüştür. Ona
göre mutluluk, bir kuruntudur, çünkü her yaşayışta acılar
hazlardan fazladır. Saf mutluluk yoktur, her mutluluğa az
ya da çok acılar karışmıştır. Öyleyse yaşamanın ereği haz,
ne yapsak elde edemeyeceğimiz bir erektir. Şu halde
yaşamak değersizdir, gerçekleşemiyor demektir. Günlük
olayların hazzını arayan insan, buna hiçbir zaman
varamayacağı için, kendisini öldürmelidir. Erdem, erdem
içindir. Bunu ancak böyle bilenler; erdemi başka
nedenler yüzünden değil, sadece erdem için isteyenler, bir
başka deyişle bilgeler (hakim, filozof), yaşamakta bir
değer bulabilirler. Erdeminden ötürü kendinden hoşnut
olmak erişilebilecek bir erek (gaye), varılabilecek bir
sonuçtur. Çünkü erdem, ancak yaşayanlar içindir. En
üstün iyi, erdemdir. Bu bakımdan, erdemin bir
zorunluğu olduğundan yaşamak da bir çeşit iyiliktir.
Erdem, yaşamakla mümkündür. Şu halde yaşamakta,
kendiliğinden, biraz erdem vardır. Ancak bu durumdadır ki,
töresel idealizm, kötümserliği imkansız kılar. [sayfa 78]
Aristippos’un öğrencisi Hegesias’ın düşüncesini
yalın bir deyişle şöyle özetleyebiliriz: Bilge olamayan
insanlar, erdemsizdirler, erdem dışında da katıksız
mutluluk gerçekleştirilemeyeceğine göre, kendilerini
öldürmeleri gerekir.
Hegesias’a, ölüme çağıran lakabı bu yüzden
takılmıştır. Ona göre mutluluk, mümkün değildir, bilgelik
yoluyla, erdemle ancak acısızlığa varılabilir. Bir başka
deyişle, olumlu mutluluk (saf haz) elde edilemez, olumsuz
mutluluğa (elemsizlik) erişilebilir.
ALINYAZISI
İ.Ö. V. yüzyıl, antikçağ Yunan düşüncesinin
aydınlanma çağıdır. Bu çağda, gelecek yüzyılların en
önemli akımlarının temel düşünceleri kaynaşmaktadır. Çağı,
bütünüyle kavrayabilmek için, bir sanat yapıtının
aynasında da seyretmeli bir kez. Birbirinden değerli
birçok büyük yapıtlar arasından seçtiğimiz yapıt, ünlü
tragedyacı Sophokles’in Antigone’sidir.
Sophokles, olayı, kadercilik açısından görüyordu.
Erdemli Antigone, ölümü küçümseyerek görevini yerine
getirecek, erdemlerinin gerektirdiği yolda yürüyecekti.
Toplumun sesi olan koro "ölümlüler alınlarına yazılmış
olan felaketlerden asla kaçıp kurtulamazlar" diyordu.
Antigone de alnına yazılmış olandan kurtulamayacak,
"tanrıların katında şerefli olan"a ulaşacaktı.
Olay şuydu: Oidipus, babası Laios’u bilmeyerek
öldürmüş, Thebai kentine kral olmuştu. Gene bilmeyerek
evlendiği annesi İokaste’den iki kız, iki oğlan çocuğu
doğdu. Babasını öldürüp annesiyle evlendiğini öğrenince,
gözlerine mil çekerek kendisini cezalandırdı. Artık kör
bir kraldı. Kör bir kralsa, çevresindekilerin, hepsinden
çok da çocuklarının oyuncağı olur. Oidipus’un kaderi
buydu. Oğluyla evlendiğini öğrenen İokaste de kaderine
yönelmiş, kendini asmıştı. Oğulları, kör kral Oidipus’a o
kadar çektirdiler ki, krallığını bırakarak kızı
Antigone’yle beraber Kolonnas’a gitmek zorunda kaldı.
Oysa, ölmeden önce oğullarına ilenecek, birbirlerinin
kanına girmelerini dileyecekti. Kör kralın bu ilenişi
çabucak gerçekleşti. Birer yıllık süreyle Thebai tahtını
paylaşan oğullarından Eteokles, krallığı, süresi gelen
Polyneikes’e bırakmak istemedi. Polinekies, Argos’a kaçtı.
Argos kralının kızıyla evlenerek kaynatasının yardımını
sağladı. Argos ordusuyla Thebai kentine yürüdü. Savaş,
Argosluların bozgunuyla bitti ama, iki kardeş de
birbirlerini öldürdüler. Thebai krallığını eline alan
dayıları Kreon, Eteokles’i törenle gömdürdü, yabancı bir
orduyu kendi ülke’sine saldırttığından ötürü vatan haini
saydığı Polyneikes’iyse kurtlara kuşlara bıraktı, onu
gömmeye yeltenecek olanı da ölümle cezalandıracağını
bildirdi.
İşte genç Antigone’nin erdemleri burada belirmeye
başlar. Görevi, kardeşini gömmektir. Dayısı yeni kral
Kreon’un oğlu Haimon’la nişanlıdır, onu sevmektedir.
Toplum kaypak, güçlüye karşı eziktir. Koro, "ölülere saygı
bizi yükseltir ama, güçlülerin gücünü hor görmek de doğru
değildir" demektedir. Oysa, Antigone’nin kaderi gene
koronun söylediği gibi, "alnına yazılmış"tır, bundan
"kaçıp kurtulunmaz". [sayfa 79] Antigone erdemlerinin
gerektirdiği görevini yerine getirecek, kardeşini gömecek,
dayısı Kreon’un emriyle diri diri gömülecektir. Kader,
bütün yolları çizmiştir. Kral Kreon’un da "alnına yazılmış
olanlar" vardır. Nişanlısının acısına dayanamayan oğlu
Haimon kendini öldürecek, oğlunun acısına dayanamayan
karısı Kraliçe Eurydike de oğlunun yolundan gidecektir.
Bütün bunlardan Kreon’un çıkardığı sonuç şudur: "Acaba en
iyisi yerleşmiş geleneklere, kanunlara ömrümüzce uymak
değil miydi?" Toplum da koronun ağzıyla şu yargıya
varmaktadır: "Ey insan... Temkinli bir akıl, mutluluğun
ilk gereğidir".
DÜŞSEL BİR
EVREN
Antikçağın fizikötesi ve idealist hayalleri sonunda
Platon’da doruklaşıyor. Bu çağın insanlarına göre
yaşadığımız evren, gerçek bir evren değil, bir hayal
evrenidir.
Henüz emekleme çağında bulunan bilimlerin
yardımından ve denetiminden yoksun bulunan insan düşüncesi
düşsel varsayımlarını şöyle sürdürüyor: Elea’lılar tek ve
değişmez bir varlık olduğunu ileri sürmüşler, çokluğun ve
değişirliğin bir kuruntudan ve bir görüntüden başka bir
şey olmadığını söylemişlerdi. Dayandıkları gerekçe de
duyusal olanın yanıltıcılığı, ussal olanın
gerçekliğiydi. Sokrates’in öğrencisi Platon (İ.Ö. 427-347)
Elea’lıların bu savı üstünde durdu. Duyumları inceliyor ve
onların gerçeği bildirmekten uzak bulundukları kanısına
varıyordu. En kaba duyumlarımızı bile kavram’larla
dilegetiriyorduk. Bu, sadece bir dilegetirme sorunu
değildi. Başkalarının duyumları bir yana, kendi
duyumlarımızı bile çeşitli ussal sınıflandırmalar
yapmaksızın bilemezdik. "Üşüdüm" derken üşüyenin kendi
bedenimiz olduğunu, onu taşlardan, bitkilerden;
hayvanlardan ve öteki bedenlerden ayırabildiğimiz,
eşdeyişle bir sürü kavramla sınıflandırabildiğimiz için
biliyorduk. Kendi bedenimizin üşümüş olduğunu da onu
kaşınmalardan, kızarmalardan, ısınmalardan ayırabildiğimiz,
eşdeyişle bir sürü kavramla sınıflandırabildiğimiz için
biliyorduk. Demek ki bilgi kavramsaldı. Kavramlarsa
duyuların değil, bütün bu sınıflandırmaları yapan usun
ürünüydüler. Öyleyse bilgi, nesnesel değil, ussaldı.
Kendiliğinde nesne yoktu, bir görüntüden ve bir hiçten
başka bir şey değildi. Örneğin masa, kendiliğinde neydi?
Onu sertliğinden, renginden, boyundan, görevinden vb.
eşdeyişle kavramlarla dilegetirdiğimiz niteliklerinden
soyutlarsak geriye ne kalırdı? Bir hiç. Hiç demek, yok
demekti. Öyleyse gerçek olan, nesneler değil, kavramlar ve
eşdeyişle geneller (evrenseller, tümeller)’di.
Masa, bu genellerle varlık kazanıyordu. Ama masanın bizim
bilincimizin dışında var olduğu da bir gerçekti, bu
demekti ki geneller de bizim bilincimizin dışında vardılar
ve nesneldiler. Platon bu nesnel genel’lere idea
adını verdi ve nesnel düşünceciliğin (objektif idealizmin)
temelleri de böylece atılmış oldu.
Sokrates, iyilik kavramını ortaya atmıştı.
Ama bu iyilik neydi? Bizler iyi adamı, iyi davranışı
görebiliyorduk ama, iyiliği göremiyorduk. Platon,
düşünmeye (eşdeyişle, hayal kurmaya) devam ediyordu: Soyut
düşünceler, gerçek varlıklara karşılıktırlar. [sayfa 80]
İyi, güzel, doğru dediğimiz zaman soyut olarak
gerçek varlıkları, ide’leri (idealisme) düşünüyoruz. Soyut
düşüncelerimizin objeleri idelerdir. İyinin idesi
gerçektir, çünkü belli bir iyiden daha süreklidir. İyi
insan ölür, iyi davranış unutulur ama, iyilik
ölmez, unutulmaz. Sürekli olan, geçici olandan daha
gerçektir. O güzel kadın artık yaşamıyor ama, salt
güzellik yaşıyor. İdelerin duyusu akıldır. Yaşayan
güzelliği, yaşayan iyiliği göremiyorsak bu, aklımızın
kusurlu oluşundandır. Aklımız yeteri kadar gelişince salt
güzeli, salt iyiyi, salt doğruyu görebilecektir. Bir
davranış şurada iyi, ötede kötü sayılabilir ama, iyilik
her zaman, her yerde aynıdır. Gerçek geneldir, çünkü
kavramsaldır. Soyut düşüncelerimizin karşılıkları olan,
süreklilikleri bakımından, gerçek saydığımız varlıklardan
çok daha gerçek bulunan bu ideler gittikçe genelleşerek en
tepeye; sonuncu ideye kadar çıkarlar. En yüksek ide,
iyinin (le bien) idesidir. İyinin idesi Tanrı’dır. Tanrı
en yüksek iyiliktir. Erdem, Tanrı’ya benzemeye
çalışmaktır. Kötülükler, iyiliklerin zorunlu karşılığı
bulunduklarından, yok edilemezler. Şu halde insan, bu
kötülük ocağından kaçmaya, Tanrı’ya yaklaşmaya
çalışmalıdır. Buysa insanların tanrıca bir iş olan tüzeyi
(adalet) gerçekleştirmeleriyle olur. Erdemin ölçüsü
tüzedir. Bilgelik aklın tüzesi, cesaret kalbin tüzesi,
ölçülülük duyuların tüzesidir.
İdealizm, geniş anlamda, her türlü varlığı
düşüncenin ürünü ya da düşüncenin kendisi sayan bütün
öğretileri kapsar. Antikçağ Yunan düşünürü Platon bu genel
anlamda da idealisttir. Ancak Platon’un ideacılığını özgül
bir karakter taşımasından ötürü genel anlamdaki
idealizmden ayırmak doğru olur. Türcülük deyimi, bu
bakımdan, Platon ideacılığını genel idealizmden ayırır;
çünkü Platon, varlıkları gerçek saymaz ve varlıkların
türel biçimlerini gerçek sayar. Platon’a göre, gerçek
olan güzel kadın değil, güzellik’tir. Güzellik ya
da güzel kavramı, her türlü güzel olan nesneden çok daha
gerçektir; çünkü sonsuzca süreklidir, ölümsüzdür. Güzel
kadın ölüp gider ama, güzellik ölmez. İde, saltık (mutlak)
şeydir; oysa, o ideyle, İlgili nesnede o ideden alınmış
sadece küçük bir parça, tikel bir şey vardır. Güzel kadın,
kendinden daha güzel bir kadının yanında çirkindir; oysa
güzel idesi saltık olarak, her zaman ve her mekanda
kendisinin aynıdır. Güzel idesi bu saltıklığını,
sürekliliğini, değişmezliğini özdeksel (maddi) olmamasına
borçludur; özdeksel olsaydı eşdeyişle ide olmasaydı
geçici, göreli, değişken ve süreksiz olurdu. Öyleyse
yalnız ideler kendiliklerinden ve saltık olarak
gerçektirler, duyulur şeyler ve nesneler, idelerin gelip
geçici birer kopyalarından ibarettir. Nesneler dünyası
eşdeyişle özdeksel dünya hiçbir gerçeklikleri bulunmayan
bir simgeler (semboller) dünyasından başka bir şey
değildir. Sağlam bilgi süreksiz, gelip geçici, dayanıksız
şeyler üstüne kurulamaz. Öyleyse bilginin temeli, gelip
geçici olan özdeksel nesneler değil, sağlam idealar’dır.
Kalıcı bir gerçeklik olan idea, geçici bir görüntüden
ibaret bir evren meydana getirmiştir. İdea varlık, tamlık,
etkinlik, olumluluk; özdek yokluk, eksiklik, edilginlik,
olumsuzluktur.
Işık, Platon’da da düşünce’dir: İnsanlar, bir
duvarın önünde zincirlenmişlerdir. Işığı görmüyorlar.
Çünkü ışığa sırtlarını çevirmişlerdir. Gerçekler,
insanların sırtlarıyla ışığın arasından geçmektedirler.
İnsanların gördükleri bütün şeyler, gerçeklerin kendileri
değil, duvara beliren gölgelerdir. Bu insanları
omuzlarından tutup [sayfa 81] zorla ışığa çevirseydik,
önce gözleri kamaşacak, gerçeği göremeyeceklerdi. Ama
sonra, yavaş yavaş gözleri ışığa alıştıkça, gerçek
sandıkları gölgelerin asıllarını, asıl gerçekleri görmeye
başlayacaklardı. İşte sevgili Glaukon, bu tasarımda, insan
ruhunun akıl dünyasına çıkışını gör. Akıl dünyasının son
sınırında iyinin idesi vardır. Güçlükle görünür ama, bir
kez görününce de iyi ya da kötü her şeyin tümel nedeni
olduğu kolaylıkla anlaşılır. Işığı ve ışık kaynağını
yaratan da odur (Devlet, VII, 514A ve sonrası).
Görüldüğü gibi, Platon da, bir düşünce tanrısı
sonucuna varmaktadır. Bu tanrı, iyinin idesi olduğundan
ötürü, soyut bir düşüncedir. Ancak Platon’a göre görünen,
elle tutulan maddeler gerçek değildirler, birer
gölgedirler. Gerçek olan, soyut düşüncedir, idelerdir.
Maddeler, bu idelerin gölgeleri, kopyalarıdır: Glaukon,
bil ki, o, gerçekle bilimin nedenidir. Bilim ve gerçek ne
kadar güzel olursa olsun, iyi idesinin onlardan ayrı ve
güzellikte kat kat üstün olduğuna inanırsan aldanmazsın.
Nasıl göz dünyasında ışıkla göz güneşe benzedikleri halde
güneş değillerse, akıl dünyasında da bilimle gerçek iyiye
benzedikleri halde iyi değildirler. Çünkü iyinin özü çok
daha yükseklerdedir. Işığın, görünen şeylere, sadece
görünme gücü değil; doğma, büyüme, beslenme güçlerini, de
verdiğini bilirsin. Oysa ışığın kendisi doğuş ve oluş
değildir. Onlar, iyiden sadece bilinmiş olmak gücünü
almakla kalmazlar, varlık ve özlerini de alırlar. Oysa
iyi, varlık ve öz değildir. İyi, güçlülükte, varlık ve öz
olmanın çok daha üstündedir (Devlet, 507 B ve
sonrası).
Şunu bil ki Phaidros, ölümsüz denilen ruhlar, göğün
en yüksek noktasına varınca dışarıya çıkarlar. Kubbenin
tepesinde dururlar. Kubbe, onları da, kendisiyle beraber
döndürmeye başlar. O zaman, gök kubbesinin dışındaki
gerçekler bütün gerçekliğiyle görünür. Şimdiye kadar
yeryüzünün hiçbir ozanı bu gök ötesi bölgeyi şakımamıştır.
Phaidros, bundan öte de hiçbiri onu gereği gibi
şakıyamayacaktır. Renksiz, biçimsiz, dokunmak istesen
varlığıyla yokluğu belirsiz gerçek, ancak ruhu yöneten
aklın görebileceği gerçek, asıl bilginin yurdu olan
gerçek, işte o bölgede olan budur. Ölümsüz ruhlar,
kendilerine yaraşan besini, asıl gerçekliği, böylece
görerek rahatlar, mutlu olurlar. Ruh, kubbeyle birlikte
dönerken, öz doğruluğu görür, bilgeliği görür, bilgiyi
görür. Oysa gördüğü ne oluş halindeki bilgidir, ne de
şimdiki yaşayışımızda varlıklar adını verdiğimiz
şeylerdeki başkalıklara göre başka başka olan bilgi...
Gördüğü, salt ve gerçek bilgidir (Phaidros, 246E ve
sonrası).
Gerçeği aramayan iki varlık var: Tanrı ve bilgisiz
insan... Birincisi tam içinde, ikincisi de tam dışında
bulunduğundan ötürü bu her iki varlık da gerçeğin farkında
değildir. Yukardan gelen ışıkla aydınlanmış olan insan,
gerçeğin tek araştırıcısıdır (philosofia). İdeler, bize
dışarıdan gelmezler. Onlar, önceden zihinlerimizdedirler.
Dışarıdaki maddesel bölgeler, bizlere onları hatırlatarak,
onları uyandırırlar. Bu yüzdendir ki bilgilerimizi,
duyularımız yoluyla, maddelerden aldığımızı sanmaktayız.
Bu bir kuruntudur. Gerçekte, maddeler, evrensel akıldaki
örneklerine göre biçimlenmişler, sonra da, bizlere
görünerek, zihinlerimizde uyuyan asıllarını
uyandırmışlardır. Niçin?.. Çünkü gerçek olan, süreklidir,
kalıcıdır. Sürekli ve kalıcı olanlarsa, maddeler değil,
sadece düşüncelerdir. [sayfa 82]
Kendinden aşağıdaki kavramları yöneten, düzenleyen,
bu en genel kavramın, iyi’nin özü nedir?.. Platon,
Sokrates’in ağzından, bunu da açıklamaya çalışıyor: Önce
şunlar üstünde anlaşalım Protarkhos. İyilik, yetkin
olmalıdır, kendi kendine yeter olmalıdır. İyilik üstüne
söylenmesi gerekli olan şey, her akıllı insanın onu
aradığı, onu istediği, onu elde etmeye çabaladığıdır.
Akıllı insanlar, iyilik getiren şeylerin dışındaki öteki
şeylerin hiçbir çabaya değmediğini bilirler. İyilik,
güzelliği kapsar ama, güzelliğe sığmaz, ondan da
yüksektir. Çünkü güzelliğin ölçüleri, iyiliği
biçimlendiremez. İyilikte, güzellik ölçülerinin dışında
da, ölçüler vardır. O halde iyiliği, tek düşüncenin
yardımıyla kavrayamazsak, üç düşüncenin yardımıyla
kavrayabiliriz: Güzellik, orantı, gerçek... Bu üç ideye
tek bir ideymişler gibi bakarsak, iyiliğin özünü
kavrayabiliriz (Philebos, 20C, D ve 64D, 65A).
Mutluluğumuz, yukardaki ışığa doğru yükselmekle elde
edilecektir: Bize en çok söz geçiren ruh çeşidimiz,
aklımızdır. O, vücudumuzun tepesinde, bizi yeryüzünden,
göklerdeki soydaşlarımıza doğru yükselten ilkedir. Çünkü
biz, toprağın değil, göğün bitkisiyiz. Bu yüzdendir ki
insan, kendini tümüyle tutkularına verirse, bütün gücüyle
isteklerini doyurmaya uğraşırsa düşünceleri de ölümlü
olur. Sadece ölümlü yanını geliştirmiş olacağından,
kendisinde, ölümlü olandan başka hiçbir şey kalmaz. Oysa
insan, kendini bilgeliğe verir, ölümsüz düşünceleri
(çünkü, ölümsüz olan sadece düşüncelerdir) izlemek
yetisini geliştirirse, gerçeğe ulaşarak ölümsüzlüğe
katılır. Kendindeki yüceliği böylelikle korumuş olan
insan, mutluluğu elde eder. Bir şeyi korumanın yolu
tektir: O şeyi kendine yaraşan besinlerle, hareketlerle
beslemek... İçimizdeki yüceliğe, ölümsüzlüğe uygun
hareketler, evrenin düşünceleriyle onun yuvarlak
hareketleridir. Herkes kendini buna uydurmalı. Bu da,
düşünenin düşünülene, ilk özüne uygun bir biçimde,
benzetilerek başarılabilir (Timaios, 90A ve
sonrası).
Ya haz?.. Ona büsbütün mü sırtımızı çevirmeliyiz?
Platon bunu da tartışıyor: Philebos, hazzın, bütün
canlıların gerçek amacı olduğunu savunuyor. Haz, canlı
varlıklar için bir iyiliktir, diyor. Oysa Sokrates,
iyiliğin varlığında hazdan çok bilgeliğin payı bulunduğunu
söylemektedir. Önce şunu çözmeliyiz. Protarkhos, ne haz ne
de bilgelik, bir başlarına, herkesin özlediği üstün bir
iyilik değildirler. Şurası bir gerçektir ki, aradığımız
iyiliği, hazla bilgeliğin birbirlerine güzelce karıştığı
bir yaşayışta daha açık görebiliriz. Önümüzde iki çeşme
var. Biri haz çeşmesidir ki, bal akıtır. Öbürü bigelik
çeşmesidir ki, sert ama iyi edici bir suyu vardır. İşte,
sularını, birbirlerine, elimizden geldiği kadar iyi
karıştırmamız gereken iki çeşme bunlardır sevgili
Protarkhos (Philebos; 60A ve sonrası).
ÖĞÜTLER
YETMEYİNCE
Ne var ki artık, yoksulluk ve acı çeken insan
yığınlarına öğütler yetmiyor. Onları baskı altında
tutacak, başkaldırmalarını önleyecek bir güç
gerekmektedir. Bu güç, devlet’tir. İlkçağın köleci
devletleri böylelikle kurulmaya başlamıştır. İnsanların
kendi tüketimleri için ürettikleri altınçağ adı
verilen ilkel komünal toplumda köle [sayfa 83]
bulunmadığı gibi devlet de yoktu. Savaş tutsakları,
fazla bir boğaz beslememek için öldürülürlerdi. Köle ve
kölecilik, üretim araçlarının gelişmesi ve bundan ötürü
emeğin verimliliğinin artması sonucu, insanların
tükettiklerinden fazlasını üretmeye başlamalarıyla ortaya
çıkmıştır. Savaş tutsakları artık işe yaramakta, boğazı
tokluğuna çalıştırılmaktadırlar. Ama sayıları günden güne
artmakta, kolaylıkla baskı altında tutulamayacak kadar
çoğalmaktadırlar. Örneğin Atina kent devleti nüfusunun
dörtte üçü köledir. Bu köleleri çalıştırabilmek için güçlü
bir örgütün, eşdeyişle devletin baskısı gerekmektedir.
Köle sahipleri örgütlenip devlet kurumunu ortaya
koyuyorlar. Bu devletin masrafları da var, bu masrafları
da baskı altında tutulanlara ödetmek gerek. Vergi kurumu
da böylece ortaya çıkıyor. Düşsel varsayımlar, yeni bir
alana yöneliyorlar: Bu devlet, nasıl bir devlet olmalı?
Platon, Devlet adlı ünlü yapıtında, çömlekçi
zengin olmamalı, diyor, çömlekçi zengin olursa
çömlekçiliği bırakır, çömleksiz ne yaparız sonra?.. İşte
Platon’un devleti böylesine bir temele oturmaktadır. Amaç,
çömlekçiye çömlek yaptırarak, hem çömlekçinin, hem de
toplumun mutluluğunu sağlamaktır.
Platon’un örnek devleti üç sınıftan kurulmuştur:
Yargıçlar, askerler, çömlekçiler (çiftçiler, zanaatkarlar,
eşdeyişle halk)... Yargıçlar, devleti yönetip adaleti
gerçekleştireceklerdir. Askerler, devleti koruyacaklardır.
Çömlekçiler de devleti besleyeceklerdir. Mülkiyet, gereği
gibi çömlek yapabilsinler diye, sadece çömlekçilere
tanınmıştır. Yargıçlarla askerlerin mülkiyet hakları
yoktur. Malı olan kişinin aklı malında olur, ne yargıçlık
edebilir, ne de askerlik. Bu yüzdendir ki yargıçlarla
askerler mal kaygısından kurtarılmışlardır.
Çömlekçilerinse akıllarının mallarında olmaları gerekir,
çünkü böylelikle daha iyi çömlek yaparlar. Yargıçlarla
askerler, kışlalarda oduğu gibi, ortak sofralara oturup
çömlekçilerin ürünlerini yiyeceklerdir. Toplum, böylesine
bir işbölümü içindedir. Yargıçlarla askerler, gereği gibi
yönetip savaşabilsinler diye, müzik ve jimnastikle
eğitilirler. Yargıçlarla askerlere evlenip çoluğa çocuğa
karışmak, bir başka deyişle aile kurmak da yasaklanmıştır.
Ailesi olan kişinin aklı ailesinde olur, ne yargıçlık
edebilir ne de askerlik. Çömlekçilerse aile kurmalıdırlar,
böylelikle, çoluk çocuk elbirliğiyle daha iyi çömlek
yaparlar. Aşkı devlet düzenleyecektir. İlk iki sınıfta
isteyenin istediğiyle sevişmesi yasaklanmıştır. Devlet,
kuşakların sağlığı bakımından ölçüp biçerek, sevişmelerine
izin verirse sevişebileceklerdir. Sevişmek, ancak
böylesine koşullarla, serbesttir. Çocuklar da, ilk iki
sınıfta, devletindir. Devlet, çocukları alıp büyütecek,
eğitecek, öğretecektir. İlk iki sınıf çömlekçilerin işine,
çömlekçiler de ilk iki sınıfın işine asla
karışmayacaklardır. Her sınıf kendi işiyle uğraşıp
toplumunu mutlu kılacaktır.
Görüldüğü gibi, Platon’un örnek devletinde
toplumculuk bir kuruntudan başka bir şey değildir. Büyük
yükü çeken üretici sınıf eski düzende sürüp gitmektedir.
İlk iki sınıfta sadece iki gelenekle savaşılmaktadır:
Mülkiyet ve aile... Çocukların ana babalarıyla bağları
kesinlikle koparılmıştır. Ne çocuk anasını, ne baba oğlunu
tanımayacaktır. Çocuklar, toplumun çocuklarıdırlar.
Böylece, hısımlık denilen bağ da ortadan kalkmış
olacağından herkes birbirine kardeş (eski deyişle, birader
ya da hemşire) diyecektir. Bu sonuçla kutsal kardeşlik de
sağlanmış olacaktır. [sayfa 84]
Bu örnek devletin gerçekleştiği yurt (cite, kent),
on iki bölgeye ayrılacaktır. Her bölgeye, eşit topraklı,
üçüncü sınıftan 5040 aile yerleştirilecektir. Niçin? diye
soracaksınız. Pythagoras’tan kalma sayı mistikliğini
hatırlamalısınız. 1 x 2 x 3 x 4 x 5 x 6 x 7= 5040 kutsal
bir sayıdır. Bu ailelere dağıtılan toprakların gerçek
mülkiyeti devletindir, onlara geçici mülkiyeti (hukuk
deyimiyle, zilyetliği) verilmektedir. Çömlekçiler,
eşitliğin bozulmaması için, topraklarını satamazlar. Peki,
gün geçtikçe bu ailelerin sayısı artarsa ne olacak?
Yargıçlar, bu artışı önlemekle görevlidirler, 5040 sayısı
bozulmamalıdır. Yargıçlar gereğinden çok çocuk doğumunu
önleyemezlerse, kutsal sayıyı bozacak olan kuru kalabalık
sömürgelere sürülmelidir. Böylece, sömürgeciliği de ileri
sürmekle toplumun yararına başka toplumların ezilmesini
yeğliyor Platon.
Çömlekçilerin topluluğunda, geçici de olsa mülkiyet
bulunduğu gibi, miras kurumu da vardır. Platon’a göre 5040
küçük birliğin bozulmaması için miras en büyük oğula
kalmaktadır. Öteki çocukların baba yurdunda hiçbir hakları
yoktur. Bu 5040 aile bir arada yemek yiyip, bir arada
oturmak zorundadır. Herkes birbirini gözetlemekle
görevlidir. Toplumun yararına aykırı bir davranış ya da
bir söz sezen, hemen yargıçlara bildirecektir. Bu suçlama,
en önemli yurttaşlık ödevidir. Yargıçlar müzik dinleyip
askerler jimnastik yaparlarken çömlekçiler de birbirlerini
gözetleyeceklerdir, Eğitimsel töre (terbiye ahlaki)
alanında, onlara da bu düşmektedir.
Platon, sadece belli sınıflar için mülkiyetle aileyi
yıkmaya çalıştığı halde, din kurumunu bütün sınıflar için
desteklemektedir. Örnek devlette dinsizlik, ölüm cezasıyla
cezalandırılan, en büyük suç sayılmıştır. Tanrılara,
cinlere, atalara inanılacaktır. Tüm işlerin tanrılar,
cinler, atalar eliyle düzenlenip yürütüldüğüne
inanılacaktır. Kötülüklere göz yummayacaklarına, rüşvet
vermek yoluyla kandırılamayacaklarına inanılacaktır.
Platon, her türlü yeniliklere de düşmandır.
Mısırlıların, bir resmin nasıl çizileceğine kadar, her
şeyi kurallaştırmalarını beğenmektedir. Yenilikler,
toplumun sağlam düzenini bozarlar. Bu yüzden örnek
devletin kapıları her türlü yeniliklere kapalı kalmalıdır.
Yenilikler gençlerden türerler. Bu yüzden yaşlılar
gençleri sürekli bir baskı altında tutmalıdırlar. Kötü
müzik, kötü şiir yasaktır. Bir müziğin, bir şiirin kötü
olup olmadığına yargıçlar karar verir. Onların izni
olmadan hiçbir müzik çalınamaz, hiçbir şiir okunamaz.
Platon, bu örnek devletini gerçekleştirmek amacıyla,
üç kez Syrakuza’ya gitmiş, üçünde de paçasını güç
kurtarmıştır. İlk yolculuğunda Syrakusa diktatörü
Dionysios’un hışmına uğrayıp köle olarak satılmış,
kendisini tanıyan birinin satın almasıyla
kurtulabilmiştir. Ünlü Akademi, bu yolculuğun türlü
yorgunluklarla biten sonunda, Akademos’un bahçesinde
kurulmuştur.
Platon, Devlet adlı yapıtında Sokrates’i
şöyle konuşturmaktadır: Bana kalırsa Adeimantos, mutluluk
toplum içindir. Biz devletimizi bütün topluma mutluluk
sağlasın diye kuruyoruz. Yoksa, bir sınıf, ötekilerden
daha mutlu olsun diye değil. Çünkü, kurduğumuz devlette
doğruluğu, kötü yönetilen devletlerdeyse eğriliği
bulmaktayız. Yurt, baştan başa mutlu olacak. Bir heykeli
boyarken biri çıkar da, vücudun en güzel yerlerine en
güzel renkleri koymadığımızı, örneğin yüzün en güzel
[sayfa 85] yeri olan gözleri niçin erguvana değil de
karaya boyadığımızı sorarsa, ona diyebiliriz ki, ne tuhaf
adamsın, sence güzele boyamak için gözü göz olmaktan
çıkarmak mı gerek? Sen heykelin bütünüyle güzel olmasına
bak, bütünün güzelliği için gözlerin kara olması
gerekiyordu. Koruyucular için de, böylece, onları koruyucu
olmaktan çıkartacak bir mutluluk gerekmez. Çiftçilere de
bayramlıklar giydirip, altınlar takıp, toprağı ister
işleyin ister işlemeyin; çömlekçilere de ocak başında yan
gelip kadeh tokuşturun, arada bir de tezgaha geçip
dilediğiniz kadar çömlek yapın mı diyeceksin? Bütün yurdun
mutlu olması için koruyucunun koruyuculuğunu, çömlekçinin
de çömlekçiliğini gereği gibi yapması gerekir. Biz, toplum
için gerçek koruyucular, ona hiçbir kötülük etmeyecek
koruyucular istiyoruz. Toplum için koruyucular ararken
gözettiğimiz nedir? Bu koruyuculara en büyük mutluluğu
sağlamak mı, yoksa bütün yurdu göz önünde tutup herkesin
mutluluğunu sağlamak mı? Evet, koruyucularla yardımcıları
kurduğumuz düzene bakıyorlar mı, hem kendilerini, hem
başkalarını görevlerinde usta olmaya zorluyorlar mı?
Böylece de bütün yurt gelişip en iyi yönetime kavuşunca
her sınıf doğanın verdiği mutluluk payını alabiliyor mu?
İşte asıl buna bakmalı Adeimantos... (Devlet,
dördüncü bölüm, 419-421).
Platon’un örnek devletinde, yargıçlarla savaşçıların
jimnastikle müzik mutluluklarına karşı, çömlekçiler de,
evrensel mutluluktan; sadece iyi yönetilmek mutluluğu
paylarını almaktadırlar.
Yüzyıllarca sonra Thomas Morus’ün Büyük Britanya
adasında düşleyeceği hiçbir yerde olmayan,
eşdeyişle hayal ürünü olan anlamındaki ütopya’nın
ilk örneği Platon’un Devlet’idir.
İnsanlar, bilimsel pratiğin denetinden yoksun
başıboş düşünceleriyle hayal kurmakta yarışıyorlar.
HER İŞE
YARAYAN ERDEM
Thrasymakhos’la Platon’un Devlet adlı
yapıtının birinci kitabında karşılaşıyoruz. Khalkedon’lu
(Kadıköylü) olduğunu oradan öğreniyoruz. Yanında
Kleitophon ve Kharmantides adlı öğrencileri de var.
Kharmantides söze karışmıyor. Pire’de, kocamış zengin
Kephalos’un evinde toplanmışlar. Sokrates her zamanki
gibi, tatlı tatlı konuşmaktadır. Odada, onlardan başka,
Sokrates’in öğrencileri olan Platon’un kardeşleri
Glaukon’la Adeimanthos, Kephalos’la oğulları Lysias ve
Polemarkhos, bir de Entydemos var. Söz, önce yanlışlıktan
açılıyor. Sonra, paranın ne işe yaradığı, dnğruluğun ne
olduğu tartışılmaya başlanıyor. Sokrates’in bulunduğu bir
toplulukta sözün dönüp dolaşıp doğruluk üstüne çekilmemesi
olacak iş değildir. Sokrates, konuşmanın dizginlerini,
hemen, güçlü avuçlarına alıveren soylu bir kişiliktir.
Sofist öğretmen Thrasymakhos’u kızdıran da bu olsa gerek.
Platon’un kaleminden Sokrates’in deyişine göre, "biz böyle
konuşurken Thrasymakhos birkaç kez söze karışacak olmuştu.
Yanındakiler, konuşmamızı sonuna kadar dinlemek
istediklerinden, [sayfa 86] bırakmamışlardı onu. Ben
konuşmaya ara verince tutamadı kendini. Bir vahşi hayvanın
sinsiliğiyle toparlanıp, parçalayacakmış gibi saldırdı
üzerime".
Thrasymakhos’a göre erdem, güçlünün işine
gelendir. Toplumu güçlülerin yönetmesi doğa
kurallarına uygundur. Hak dediğimiz şey, zor kullanmaktan
doğmuştur. Haklıyla haksızı kanunlar ayırır, kanunları
yapanlarsa güçlülerdir. Nelerin yasak olup, nelerin yasak
olmadığını zor kullanan güçlüler buyurur. Güçlünün ölçüsü
sadece kendi çıkarıdır. Güçlünün çıkarı, uygarlığa
erişmemiş toplumlarda yumruk gücüyle, uygar toplumlarda
kanun gücüyle sağlanır. Bu iki güç arasında hiçbir ayrılık
yoktur. Her düzen, güçlünün işine geldiği gibi kurulur.
Tek gerçek, güçlü olmaktır. Şu var ki, töre çenebazlarının
yanıldığı yerlerde, haksızlığı ya büyük ölçüde başarmak ya
da gizlice yapmak gerekir. Ayıplanan haksızlıklar küçük ya
da hemen sırıtıveren haksızlıklardır. Toplumlar, büyük
ölçüde başarıları haksızlıkları alkışlarlar. Haksızlık
etmek, başarı sağlar, kazanç sağlar. Bunun için de
haksızlık etmek, iyidir.
Thraysmakhos, Sokrates’i ürküten o saldırışıyla, bu
düşünceyi şöyle savunuyor: Ey Sokrates, nedir bu sizin
deminden beri ettiğiniz boş sözler? Karşı karşıya geçmiş,
budalaca sorular, karşılıklarla birbirinizin önünde
yerlere yatıyorsunuz. Doğruluğun ne olduğunu gerçekten
öğrenmek istiyorsan, yalnız sormakla kalma, başkalarının
verdiği karşılığı da alkış toplamak için çürütmeye kalkma.
Sormak, karşılık vermekten kolaydır. Sen de karşılık ver
bakalım söylenene, neymiş sence doğruluk? Sana kalırsa
çobanlar, koyunlarla öküzleri, efendilerinin ve
kendilerinin yararına değil, koyunlarla öküzlerin yararına
beslerler. Sence, kentlerin başındaki yönetmenlerin de,
sürülerin başındaki çobanlar gibi, gece gündüz
düşündükleri kendi işlerine gelen değildir. Sen, doğruyla
doğruluğu, eğriyle, eğriliği anlamaktan çok uzaksın, bunu
bilmiyorsun; Doğrulukla doğru, aslında bir başkası için
yararlı olan, güçlünün, yönetenin işine yarayan şeydir;
güçsüzün, yönetilenin de zararınadır. Eğrilikse tam
tersine. Güçlü, üstün oldukları için yöneticiler işlerine
geleni yaparlar. Sen saf bir adamsın koca Sokrates. Şunu
anlamalısın ki, doğru adam, her işte, doğru olmayanın
karşısında zararlı çıkar. Bir doğruyla bir eğri ortak
olsa, bu ortaklığın sonunda, zararda olan hep doğrudur.
Doğru adam çok, eğri adam az vergi verir. Almaya gelince
iş tersinedir. Doğru adam az, eğri adam çok alır. Bir
eğriyle bir doğru yönetimin başına geçtiler mi, doğru,
kendini işe vereceğinden evine bile bakamaz olur.
Doğruluğu onun devlet malından faydalanmasına engeldir.
Üstelik de, hep doğru kalmak yüzünden, hısımlarını
gücendirir. Sen eğriyi gözünün önünde tut ki, doğru
olmamanın insana neler kazandıracağını anlayasın. Bunun da
en kısa yolu, eğriliği sonuna kadar götürmektir. Öyle bir
eğrilik düşün ki, onu yapanı mutluluklara ulaştırıyor.
Gördüğü haksızlığa rağmen onu yapmayanı sefil, perişan
ediyor. İşte, böylece sonuna varan bir eğrilik, zorbalık
dediğimiz düzenin ta kendisi olur. Zorba, başkalarının
mallarını azar azar değil, zorla, toptan alır; bu mallar
ister tanrıların olsun, ister devletin. Oysa ki, onun
yaptığını yapan bir küçük adam ceza görüp rezil olurdu. O
küçük adama hırsız denir, soyguncu denir, yağmacı denir.
Ama yurttaşlarının mallarına el sürmekle kalmayıp onları
köleliğe de sürükleyen kimseye [sayfa 87] bu adlar
verilmez. Yalnız kendi yurttaşları değil, eğriliği sonuna
kadar vardıran bu adamı bilen herkes, ona, muradına ermiş
mutlu bir adam diyecektir. İnsanlar eğriliği, eğrilik
yapmak korkusundan değil, eğriliğe uğramak korkusundan
ayıplarlar. Görüyorsun ya Sokrates, sonuna varan bir
eğrilik bir adama böylece doğruluktan daha çok yaraşır.
Eğri adam bu yüzden daha güçlü, daha efendi olur. Başta da
söylediğim gibi, doğruluk, güçlünün işine gelendir;
eğrilikse, kendimize yararlı olan, kendi işimize gelendir.
Platon’un Gorgias adlı kitabında
karşılaştığımız Kallikles de, ters açıdan, aynı düşünceyi
savunuyor. Kallikles’e göre erdem, güçsüzün işine
gelendir. Çünkü, haklıyla, haksızı ayıran kanunlar
çoğunluğun, güçsüzlerin yapıtıdırlar. Güçsüzler,
güçlülerden korktukları için, kanunlar yapmışlar,
kendilerini korumaya çalışmışlardır. Tek gerek, güçlü
olmaktır. Erdemsizlik doğaldır, doğaya uygundur. Güçlü
elbette ezecek, vuracak, kazanacaktır. Bu türlü davranış,
onun gücünün hakkıdır. Güçsüzler, ki çoğunluktadırlar,
daha küçük yaştan başlayarak -aslan eğitiminde yapıldığı
gibi- birtakım boş lakırdılar, erdem büyülemeleriyle
güçlüleri köleliğe alıştırırlar. Başka bir yapabilecekleri
yoktur zavallıların, elbette kurnazlıklarını
kullanacaklardır. Güce karşı kurnazlık da doğal bir
davranıştır. Güçsüzler, haklıyla haksızı, kendi çıkarları
bakımından belirlerler. Bundan ötürü de çok elde etmek,
haksızlık etmek diye tanımlanır. Oysa doğa, eşitlik
tanımaz. Doğada eşitlik diye bir şey yoktur. Bitkilere,
hayvanlara bakınız. Oluşum, güçlülerin güçsüzleri yok
etmesiyle gelişir. Nitekim insanlar arasında da gerçekten
güçlüler çıkar bu yalanları silkip atarak doğaya aykırı
kanunları çiğnerler. Önce, bir uşaktan başka bir şey
olmayan bu kimse, artık, efendimizdir. Daha fazla
kazanacak, daha mutlu olacaktır, çünkü daha iyidir.
Haklıyla haksız üstüne belirtilmiş bütün lakırdılardan
büsbütün başka, ayrı bir anlamda daha iyidir. Çünkü doğaya
uygundur.
THEOS VE
THEORİA
Antikçağ Yunan düşüncesinin ilk gerçek ve büyük
bilgini Aristoteles, kendisinden önceki bütün felsefeyi
toplayıp sistemleştirdikten sonra onları alet
anlamına gelen (Yunanca: organon) doğru düşünme
yöntemiyle eleştiren ve kendi sistemini bu eleştirisiyle
geliştiren ilk bilimsel yapılı düşünürdür. Mantık
biliminin kurucusu olduğu gibi, politikadan meteorolojiye
kadar günümüzde de kullanılan çeşitli terimlerin
yaratıcısıdır. "Ansiklopedik deha"sıyla insanlığı iki bin
yıl etkilemiştir. Bu uzun süreli etkide, kendine düşünsel
bir temel arayan ve aradığını onun sisteminde bulan
Hıristiyanlığın rolünden çok, onun ansiklopedik dehasının
rolü vardır. Günümüze kadar sürüp gelen bu iki bin yılın,
ortaçağın skolastik dönemini kapsayan pek uzun bir süresi
Aristoteles’in kesin egemenliği altında geçmiştir. Öyle
ki, onun en küçük bir sözünü yadsımaya kalkan bu
davranışını hayatıyla ödemiştir. Onun yapıtlarının
tanıklığı, herhangi bir savın tanıtlanmış sayılması için
yeter sayılmıştır. Bu uzun tarih süresince, gerçek demek,
onun söylediği ve yazdığı demektir. [sayfa 88] "Filozof"
deyince o, "okul" deyince onun öğretisi, "bilim" deyince
onun sistemi anlaşılmıştır. Araplar onu, "ilk öğretmen"
saymışlardır. Çağının olanakları içinde pek derin ve geniş
bir kavrayışla ilgilenmediği hemen hiçbir bilim yoktur.
"Özdeğin bulunmadığı yerde uzay ve zaman da olamaz"
düşüncesinde XX. yüzyılın büyük fizik dehası Einstein’la
birleşmektedir. Günümüz Gestalt ruhbilimi onun
biçimciliğine dayanıyor. Günümüz tanrıbilimi hala ona
dayanarak ayakta durmaya çalışıyor. Khalkidike’deki
Stageira (Selanik dolaylarında) kasabasında doğmuş, babası
Nikomakhos, Makedonya Kralı Amyntas’ın özel hekimiymiş. On
üç yaşında Atina’ya, Platon’un ünlü Akademia’sına öğrenci
olarak gönderilmiş. Platon’un ölümüne kadar tam yirmi yıl
orada okumuş. Platon’un ölümünden sonra Makedonya Kralı
Filip, oğlu küçük İskender’e öğretmen olması için onu
Makedonya’ya aldırtmış. O zaman öğretmenimiz otuz üç
yaşındadır. İskender kral olduktan sonra Aristoteles
yeniden Atina’ya dönecek ve pek güçlü bir himaye altında
İskender’in ölümüne kadar hiçbir baskıdan korkmaksızın
bilimsel çalışmalarına başlayacaktır. Şimdi kırk altı
yaşındadır ve daha on üç yıllık bir yaşamı vardır.
Atina’da, Lykeion bahçesinde okulunu kuruyor ve
eskiden öğrencisi olduğu ünlü Akademia’nın karşısına
yepyeni bir güçle çıkıyor (İ.Ö. 334). Derslerini bahçenin
gölgeli yollarında gezinerek verdiğinden, öğretisine
gezimcilik adı verilecek. Antikçağ Yunan düşüncesinin
bilmediği yepyeni bilimler kuruyor: Mantık, gramer,
geologia, botanik, anatomia, psychologia, rhetorika,
politika... Büyük İskender’in dünyayı titreten pek güçlü
himayesi altında, para sıkıntısı bilmeden bilimsel bir
yaşam için çok mutlu koşullar içinde çalışmaktadır. Büyük
İskender’in ölümünden sonra, o güne kadar pusuda bekleyen
gerici güçler hemen inlerinden çıkıyorlar ve onu
dinsizlikle (klasik suç) suçlandırıyorlar. Aristoteles,
Atina’dan kaçmak zorunda kalıyor ve bir yıl sonra da
sığındığı Euboia Khalkis’te ölüyor. İnsanlık,
ilkçağlarında rastlamadığı ve pek uzun bir süre daha
rastlayamayacağı eşsiz bir bilgini böylece yitirmiş
olmaktadır. Ne var ki dinsizlikle suçlandırılan bu bilgin,
din kurumunu iki bin yıl süreyle ayakta tutacaktır.
Antikçağ Yunan düşüncesinde Aristoteles, çağdaş anlamıyla
ilk bilgindir. Kendisinden önceki bütün bilgileri
toplamış, iç içe geçmiş olanları birbirinden ayırmış,
sınıflandırmış, eleştirmiş ve bütünlemeye çalışmıştır.
Özellikle, sonradan Metafizik adı verilen Prote
Fitosofia (İlk Felsefe) adlı yapıtı Thales’ten
kendisine kadar gelen felsefe tarihinin çok başarılı bir
özetidir ve en güvenilir kaynağıdır. Topladığı bilgilerin
doğruluklarını ölçmek için bilimsel bir düşünme yöntemi
aramış ve doğru düşünmenin kurallarını bütün
ayrıntılarıyla saptamaya çalışarak bunlara Yunanca alet
(doğru düşünmenin aletleri) anlamına gelen organon
adını vermiştir. Aristoteles’in bu doğru düşünme
kuralları’na sonradan mantık adı verilmiştir.
Formel ya da biçimsel mantık (Os. suri mantık) adı
verilen mantık, Aristoteles’in saptadığı bu kurallardır.
Genç Aristoteles henüz Akademia’da bir Platon
öğrencisiyken kendisine kadar gelen düşünme’de
üç bakış (Yu. theoria) bulunuyordu: İnsanın
görünene bakışı (doğa), insanın kendisine bakışı (insan),
insanın görünmeyene bakışı (doğaüstü)... Düşünür
Aristoteles yöntemsel aletler bularak bu ilkel bakış’ı
doğru bakış’a çevirmek istedi: Görünmeyenden
görünene [sayfa 89] bakmak (tümdengelim "doğrulama") ve
görünenden görünmeyene bakmak (tümevarım "araştırma")...
Ne var ki, bu doğru bakış’ı gerçekleştirmek için
düşünme’nin bilim’den yararlanması, eşdeyişle düşünce doğa
bilim diyalektiği, gerekiyordu. O çağın bilimleriyse
düşünmenin pek gerisindeydiler. Bu yüzdendir ki düşünür
Aristoteles, düşünme’sine karşılık verecek bilim’i
de kendisi yapmak zorundaydı. Fizik ve fizyolojiden
meteorolojiye ve ekonomiye kadar çeşitli bilim
alanlarındaki, çağının ölçülerine göre pek geniş, bilimsel
çabalarının nedeni budur. Physika adı altında
toplanan Fisike Akrobasis, Peri Uranu, Peri Geneseos
Khai Fthoras ve ayrıca Peri ta Zoa Historia, Peri
Psikhes vb. adlı yapıtları bu çabanın ürünüdür: Bu
bilimsel çalışmalardan ve bu çalışmalar sırasında ilk
felsefe (Yu. prote filosofia) doğdu. Artık,
çağıyla zorunlu imkanlar içinde, geleneksel büyük soruya
karşılık aranacaktır: İlk nedir?.. İlk neden, en son ve en
gelişmiş düşünce olarak, Platon’un idea’sı olamaz. Çünkü
idea, görünen sayısız gerçek biçim’lerinin
-Platon’un sandığı gibi dışında değil- içindedir ve o
biçimlerden soyularak, eşdeyişle içlerinden çıkarılarak
elde edilmiştir. Kaldı ki Platon bu idea’lara
nesnelerin özü demektedir, öyleyse öz nasıl
biçimsel nesne’den ayrı ve onun dışında olabilir?
Öz’süz biçim ve biçim’siz öz
olamaz. Platon’un yanılgısı gerçek varlık’ı, gerçek
biçimsel varlık’lardan ayırdığı öz’de
görmesidir. Öyleyse görünenden görünmeyene bakıp
(tümevarım, Yu. epagoge) araştırmalıyız, ama
bulduğumuzu da görünmeyenden görünene bakıp (tümdengelim,
Yu. apagoge) doğrulamalıyız. Tümevarımla
araştırıp idea’yı buluyoruz, şimdi onu
tümdengelimle doğru yerine oturtmalıyız.. İdea
(soyut kavram) bir töz’dür (Os. cevher),
oysa her töz içsel bir öz’dür. Böylesine bir
öz elbette özdek (Os. madde) olamaz
(antikçağ Yunan düşüncesinin zorunlu yanılması). Bu öz
(Yu. ousia; Aristoteles bunu töz anlamında ve
idea terimi yerine kullanmaktadır), biçim’lenerek
(Yu. eidos; Aristoteles bunu nesnenin
niteliklerinin tümü anlamında kullanmaktadır)
gerçekleşiyor. Nesnenin görünümü olan biçim de
özdek değildir. İlk özdek (Yu. prote hyle)
biçim’sizdir, sadece bir güç’tür (Yu.
dynamis; Aristoteles bunu imkan anlamına kulanıyor)
onu edim’e (Yu. energheia. Aristoteles bunu
gerçek anlamında kullanıyor) geçirip gerçekleştiren
biçim’dir. Öyleyse bu oluş’u (Yu.
genesis) gerçek’leştiren (Yu. energheia)
devim’in (Os. hareket, Yu. kinesis)
güdücüsü nedir? Aristoteles burada çağları aşan eşsiz bir
sezişle çok parlak bir kavram ortaya atıyor:
Entelekheia (nedeni kendisinde bulunan)... Ne yazık ki
bu kavramı olur olmaz yerlerde boşu boşuna -örneğin,
Demokritos’un dehasını gösteren tümüyle doğru
"niceliklerle oluşan nitelikler" ilkesine karşı çıkmak
için- harcıyor, tam derinleştirilmesi gereken yerde
derinleştirmiyor ve gene o soyut eidos’una (biçim)
dönüyor. Artık amacı, tümüyle bir araştırma, tümevarımdır.
Öylesine bir tümevarım ki alabildiğine bomboş bir alanda
göklere doğru yükselecek ve, bir daha tümdengelimle
denetlenmeyecektir. Ne var ki, çağının bilimsel zorunluğu
içinde, Aristoteles’in hayranlık verici büyüklüğünü
belirtmeye bu kadarı da yetmektedir. Son çözümlemede,
Aristoteles’in elinde görünen gerçek’i açıklamak
için iki kavram kalmıştır: Hyle (madde) ve eidos
(biçim)... Biçimsiz olan özdek, biçimle gerçekleşmektedir;
eşdeyişle biçimsiz olan kumaş biçimlenerek pantolon,
ceket, perde, masa örtüsü [sayfa 90] olacaktır. İlk
neden bunlar mıdır?.. Bir bakıma bunlar ilk nedene pek
benzemektedirler:Bunlarsız oluş olamayacağı için
zorunlu olarak oluş’tan önce var’dırlar.
Özdek, güç halinde (Os. bilkuvve) biçim’dir
(Aristoteles, özdeğe zorunlu olarak öncelik tanıyan bu
düşüncesiyle katıksız bir maddeci görünüşündedir).
Ceketleşecek (biçim) olan elbette kumaştır (özdek). Biçim,
özdeğin energheia (gerçek) haline geçmesidir. Buysa
bir kinesis (hareket) işidir. Her özdek bir
dynamis’tir (imkan), onu energheia (gerçek)
kılmak için bir kinesis gerekir. Öyleyse öyle bir
devim olmalı ki, kendi kendisinden önce bulunmasın
ve ilk devindirici (Yu. proton kinoun)
olsun. Bu ilk devindirici, biçimlerin biçimi olan
bir noesis noeseos’tur (düşünmenin düşünmesi) ve
tek sözle Tanrı’dır (Yu. Theos).
En yüksek varlık olarak düşünülen theos
(Tanrı), antikçağ Yunan felsefesinde Ksenofanes ve
Parmenides tarafından felsefe konusu yapılmıştır. Homeros
Hesiodos mitolojik çoktanrıcılığına karşı çıkan Kolofon’lu
Ksenofanes tek tanrı (Yu. Eis theos) vardır, der.
O, ne yapı ve ne de düşünce olarak ölümsüzlere benzer. Tüm
gözdür, tüm kulaktır, tüm anlaktır. Değişmez ve
devimsizdir. İnsansal biçim, nitelik ve davranışlar ona
yakıştırılamaz. Homeros’la Hesiodos, resim yapmasını
bilselerdi şüphesiz kendilerine benzeyen tanrılar çizecek
olan öküzler gibi davranmışlardır. Parmenides de,
ustasının bu savını geliştirerek, sürekli (Yu.
Synekhes) ve bölünmez (Yu. Atomos) bir
bütün (Yu. Pan) olan tekvarlık’ın
savunusunu yapmaktadır. Bu yüzden de değişme (Yu.
Alloiousthai), bir kuruntu (Yu. Doksa)’dan
ibarettir, der. Theos düşüncesi bir yandan tüm
tanrı (Yu. Pan Theos) olarak kamutanrıcılığa
(panteizme), öbür yandan tanrıyla dolma (Yu.
En Theos) olarak coşkusal gizemciliğe (antuziazma), bir
başka yandan da tanrının kendini seyredişi (Yu.
Theoria) felsefeye ve bilime (teoriye) yolaçmıştır.
Kök anlamında tanrı, (Yu. Theos)’nın
bakışı’nı dilegetiren theoria, tanrının
tanrısal varlık (Yu. Kosmos)’ı özgür ve
zorunsuz olarak seyredişidir. Yunanlılar, bu deyimi, ilkin
tanrılar onuruna yapılan törenleri seyretme
anlamında kullanıyorlardı. Hellen doksografları (felsefe
tarihçileri), bu kavramı, evrenin seyredilişi (Os.
Temaşası) anlamında Pythagoras’ın felsefeye aktardığını
yazarlar. Demek ki theoria, özgür, zorunlu olmayan,
pratik hiçbir amaç gütmeyen, salt ve kuramsal (teorik) bir
bilgi edinme’dir. Böylece, felsefe de, tanrılık
theoria’nın yöneldiği yere yönelmiş ve bizzat bir
theoria olmuş oluyor. Bu yüzdendir ki Aristoteles,
felsefeye, en tanrısal bilgi anlamında theologie
der ve ilkin Mısır’lı rahiplerin theoria yapmış
olduklarını söyler. Sonra, felsefe-öncesi efsane (Yu.
Mythos) geleneğinde, Hellen ozanları theoria yapıyorlar ve
krallara tanrısal yasa (Yu. Nomos)’ları
bildiriyorlar. Aristoteles’i de kapsayan Hellen felsefesi
döneminde de bu gelenek sürmektedir, şu farkla ki, artık
ozan-bilgelerin yerini filozof-bilgeler almıştır.
Mythos Philosophos (eşdeyişle, ozan-filozof) kavgası,
Platon’a kadar sürmüştür. İlkin Platon, düşünsel olarak
dikkatle bakma (Yu. Theorein) işinin, bir ozan
işi değil, bir filozof işi olduğunu ilerisürüyor ve ünlü
filozof-krallar deyimini ortaya atıyor. Demek
istediği şu: Artık krallara, tanrısal yasa (Yu.
Nomos)’ları ozanlar değil, filozoflar bildirecek. Çünkü
ozanlar, bu yasaların bilgisini, eşdeyişle, siyasal
eğilime temellik edebilecek bilgileri canlı [sayfa 91] bir
forma aktarabilecek güçte değildirler. Theoria,
varlıkların, bizim için ne olduklarını değil,
kendiliklerinde ne olduklarını (eşdeyişle, kosmos içinde
varolan olarak ne olduklarını) söyler. Uygulama için
zorunlu olmayan, demek ki özgür olan bir bilgidir.
Bilimsel bilginin ve bilimsel bilgi kuramlarının özgürlüğü
sorunu, theoria’nın bu anlamından türemiştir.
Felsefe, ancak Aristoteles’ten sonra uygulama alanı
(Yu. Praxis)’na yöneliyor. Theoria’yla
praxis’in birbirlerini şart koştuklarını anlamak
içinse, daha binlerce yıl beklemek gerekecek.
Aristoteles biçimler biçimi’nin niteliklerini
aşağı yukarı her tanrıcı ya da tanrılığa varan öğretideki
deyimlerle sayıp döker: Salt edimdir, salt tindir,
bilincin bilincidir, kendi kendisine bakıştır, kendi
kendisini özleyiştir vb... Ancak burada, önemle
belirtilmesi gereken, Aristoteles’in parlak bir görüşü
daha gözlenmektedir: Son çözümlemede özdekle biçim bir ve
aynı şey olmaktadır (Yu. e eskhate hyle kai e
morfe tauto: Metafizik, VIII, 6, 19; VIII, 10,
27, XII, 10, 8). Aristoteles, ilk bakışta, önce karşı
çıktığı Platon düşünceciliğiyle sonunda birleşmiş
göründüğü halde, bu üstün ve şaşırtıcı düşünceye gene
kendi doğru düşünme yöntemi’yle varıyor. Her
varlık, özdeklikle biçimliliği birlikte taşır. Çünkü her
biçim, kendisinden daha üstün aşamadaki biçimin özdeğidir.
İplik, tarladaki pamuğa ya da koyunun sırtındaki pöstekiye
göre biçim, kumaşa göre özdektir. Kumaş, dokunduğu ipliğe
göre biçim, cekete göre özdektir. Bu mantığın zorunlu
sonucu her varlığın ve bu arada elbette en üstün varlığın
özdek ve biçimi birlikte taşıdığıdır. Bundan da zorunlu
olarak şu sonuç çıkmaktadır: En üstün varlığın da özdeksel
bir yanı vardır. Aristoteles, Metafizik’inde, bizzat kendi
mantığının zorunluğuna uyarak bu sonuçtan kaçınabilmek
için en yüksek varlığın özdeksiz olduğunu ısrarla
belirtmiştir. Böylesine bir spekülasyona girdikten sonra,
nedenleri tanıtlanamayacak olan düşünsel varsayımlar
sıralanmaktadır: Biçimler biçimi ya da salt
biçim özdeksizdir. Böyle olunca da hiçbir şey istemez,
hiçbir şey yapmaz. Özdeği devindiren o değildir, özdek ona
özlem’inden ötürü devinir. Aslında etkileyen o
değildir, etkileyen bu özlem’dir. Özdek, onu
özlediği için ondan etkilenir. O, kendisiyle yetinen,
kendisine bakan, kendisi için düşünendir. Nesnelere ve
insanlara karışmaz, onların kaderlerini çizmez. Kader,
özdeğin ona olan özlemiyle çizilir. Öyleyse o, bir
doğrudan neden değil, bir dolayısıyla neden’dir.
Doğrudan nedenler, özdeğin bu dolayısıyla nedene
özleminden doğarlar. Her varolan’ın var olması için
tahta (özdeksel neden, Yu. hyle), yapıcı (etken
neden, Yu. arke tes geneseos), nasıl yapılacağını
gösteren plan (biçimsel neden, Yu. to eidos) ve ne
yapılacağı düşüncesi (ereksel neden, Yu. to telos)
gerekir. Dikkat edilince görülür ki, özdeksel nedenin
dışındaki üç neden, düşünce, eşdeyişle ruh
birliğinde tekleşmekledir. Öyleyse özdek ve ruh,
dönüp dolaşıp, Aristoteles sisteminde de karşı karşıya
gelmektedirler. Aristoteles’te ruh, biçim’le
özdeştir. Özdek beden, biçim ruhtur. Ruh, üç basamaklıdır:
Bitki ruhu, hayvan ruhu, insan ruhu... Her basamak bir
üsttekinin özdeğidir. Bitkilerde sadece özümleme ve üreme
ruhu vardır, hayvan ruhu, devim istek duyum’la belirir ve
bitki ruhuna eklenir, usla beliren insan ruhuysa kendinden
önceki bütün ruhları içerir. Bitki ruhu hayvanlık
biçiminin özdeği, bitki ruhunu içeren hayvan ruhu insanlık
biçimin [sayfa 92] özdeğidir. Bu basamakların tabanında
biçimsiz özdek, tepesindeyse özdeksiz biçim
vardır. Özdek ilk biçimlenişinde, ki bu biçimler biçimine
özlemiyle gerçekleşmiştir, dört ana biçimde belirir:
Toprak, su, hava, ateş (dört ana unsur). Bu dört ana unsur
yer değiştirme ve çarpışma’yla çeşitlenir ve
sayısız biçimlere dönüşerek organik dünyayı meydana
getirirler. Organik dünyayı böylece kurduktan sonra,
Aristoteles insansal değerleri işlemeye başlamaktadır:
Politika, ethika, poetika, rhetorika... İnsan bir
toplumsal varlık’tır (Yu. zoon politikon) diyen
Aristoteles artık onun toplum içindeki yerini ve düzenini
de belirlemek isteğindedir. Önce onun kişisel törebilimini
belirtir. Bu törebilimin amacı, antikçağ geleneğine uygun
olarak, mutluluktur ve bu mutluluk da bilgelikle sağlanır.
Bilgelik, düşünme ve tutumla gerçekleşir. Öyleyse düşünsel
ve tutumsal erdemleri birbirinden ayırmak gerekir:
Arete dianoetike ve arete ethike... Ne var ki
tutum, düşünmeye dayanmalıdır. İnsan, toplumsal bir varlık
olduğundan onun töresel kişiliği de devlet içinde
oluşacaktır. Devlet şöyle ya da böyle olmuş, bunun önemi
yoktur. Önemli olan, devletin yurttaşlardaki bu töresel
kişiliği gereği gibi geliştirip geliştiremediğidir. Yetkin
devlet bu ödevindeki başarısıyla ölçülür.
Antikçağ Yunan düşüncesinde Aristoteles’in lise’siyle
Platon’un akademi’si geniş çapta okullaşmış iki
büyük idealist öğretidir. Bu iki idealist öğreti, sadece
Yunan düşüncesine özgü kalmayıp bütün bir ortaçağ boyunca
Doğu’yu ve Batı’yı, eşdeyişle bütün dünyayı etkisi altına
almıştır. Günümüzde bile insanlığın büyük bir bölümüne
egemen olan metafizik düşünce, bu iki idealist öğretinin
ortak ürünüdür.
Antikçağ Yunan düşüncesinin büyük idealist üçlüsü
Sokrates Platon Aristoteles’in ortak yanı, toplumu
düzenlemeye çalışmalarıdır: Toplumun düzenlenmesi
gerekiyorsa demek ki düzeni bozulmuştur. Her üç düşünür de
devlet’i onarmaya çalışmaktadırlar. Her üçünün de
düşsel varsayımlarının altında, tarihsel süreçte Yunan
mucizesi diye adlandırılan sömürgen ekonomik aşamanın
meydana koyduğu köklü bir toplumsal tedirginlik
yatmaktadır. Sokrates törebilimini devleti ayakta tutacak
vatandaşlar yetiştirmek için kuruyor. Platon, devlet
ütopyasıyla köleleri iyice çalıştıracak bir örgüt
öneriyor. Aristoteles, üyelerinin kişiliklerini
güçlendirmekle kendini de güçlendirecek olan bir devlet
kurmak peşinde. Dinsel metafizik, bu dünyadan umut kesmiş
bulunan kölelere öteki dünyada mutluluklar bağışlayarak
onları avutmaya çalışıyor. Ne var ki bütün bunlar, bir kez
düzeni bozulan toplumu yeniden düzenlemeye yetmiyor.
Öyleyse bütün bunlardan şüphe etmek gerek.
ŞÜPHE
Tarihsel süreçte şüphecilik, ilerisürülen
düşüncelerin eskidiği ve yeni düşüncelerin henüz ortaya
çıkmadığı çağlarda belirmiştir. Bu çağlardan ilki, Yunan
köleci toplumunun yozlaştığı ve çökmeye yüz tuttuğu
çağdır. Bu yozlaşma ve çöküntü, Yunan bilgicilerinin
(sofistlerinin) şüpheciliğinde yansımıştır. Thales’ten
beri ortaya atılan felsefesel açıklama denemelerinin
çokluğu, doğal olarak eleştiriyi ve şüpheyi [sayfa 93]
gerektirmiştir. Bu çağa antik aydınlanma çağı
denir. Antikçağ Yunan bilgiciliğinin kurucusu Protagoras
(485-411), tarihsel süreçte ilk şüphelenen düşünürdür.
Şöyle der: "Her şeyin ölçüsü insandır. Her şey, bana nasıl
görünürse benim için böyledir, sana nasıl görünürse senin
içinde öyledir. Üşüyen için rüzgar soğuktur, üşümeyen için
soğuk değildir. Her şey için, birbirine tümüyle karşıt iki
söz söylenebilir". Demek ki herkes için gerekli kesin ve
saltık bir bilgi edinmek olanaksızdır. Bu göreci
şüphecilik (Os. Reybiyyei izafiyye, Fr.
Scepticisme relativiste), Protagoras’ın izleyicisi
Leontinoi’lı Gorgias (483-375)’ta daha da ileri giderek
yokçuluğa (nihilizme) varmaktadır. Gorgias şöyle diyor:
"Hiçbir şey yoktur. Varsa bile insan için kavranılmaz.
Kavranılsa bile öteki insanlara anlatılamaz". Antikçağ
Yunan şüpheciliği, bu ilk bilgici döneminden sonra Elis’li
Pyrrhon (365-275)’la okullaşıyor. Bilgi sorununu dizgesel
(sistematik) olarak ilk inceleyen şüpheci Pyrrhon’dur. Bu
yüzden Pyrrhon’a şüpheciliğin kurucusu denir. Büyük
İskender’in ve Aristoteles’in çağdaşı olan Pyrrhon,
akademia’yla peripatos (Platon’la Aristoteles) okulları
arasındaki karşıtlığı sezmekte gecikmemiştir, daha sonra
da bu karşıtlığın Stoa ve Epikuros okullarında
derinleşmesini izlemiştir. Bu gözlemleri, Pyrhon’a,
felsefe öğretilerine karşı güvensizliği ve bundan ötürü de
şüpheyi aşılamıştır. Şöyle diyor: "Gerçekten güzel ya da
çirkin olan hiçbir şey yoktur. Herhangi bir şeyi güzel ya
da çirkin bulan insanın kişisel seçimidir. Gerçek bir
bilgi olmadığına göre, bilge kişi, her şeyde yargıdan
kaçınmalıdır". Ruhsal rahatlık (Yu.
Euthymia) ancak böylesine bir ilgisizlik ya da
duygusuzluk (Yu. Adiaphoria)’la sağlanabilir.
Bu düşüncelerini sözlü dersleri ve yaşamıyla açıklayan
Pyrrhon’un öğretisi, yazılı olarak, izdaşı Timon (320-230)
tarafından yayılmıştır. Timon, ustasının öğretisini üç
önermede formüle etmiştir: 1- Nesnelerin gerçek yapısı
kavranılmaz (Yu. Akatalepsia)’dır, 2- Öyleyse
nesnelere karşı tutumumuz yargıdan kaçınma (Yu.
Epokhe) olmalıdır, 3- Ancak bu tutumladır ki ruhsal
dinginlik (Yu. Ataraksia)’e kavuşabiliriz.
Pironcular için gerçek mutluluk (Yu.
Eudaimonia) budur. Görüldüğü gibi, yüzyıllarca sonra
Kant’ın öğretisinde biçimlenecek olan bilinemezcilik,
antikçağ Yunanlılarında şüphecilik biçiminde
yansımaktadır. Daha açık bir deyişle, antikçağ
bilinemezciliği şüpheciliktir. Pyrrhon şüpheciliği,
stoacılıkla Epikurosçuluğu da belli ölçülerde
etkilemiştir. Bundan sonra şüpheciliğin, Platon’un
izdaşlarınca sürdürülen akademiye sızdığını görüyoruz.
Kimi felsefe tarihçileri bu sızmayı, Pyrrhon
şüpheciliğinin büyük bir başarısı olarak nitelerler.
Platon akademisinin akademi şüpheciliği adıyla
anılan bu şüpheci dönemi, orta akademi dönemidir.
Arkesilaos (316-241), Karneades (214-129) ve Klitomakhos
(180-110) gibi düşünürlerce sürdürülen akademi
şüpheciliği, felsefe tarihçilerince ölçülü şüphecilik
olarak nitelenir. Akademi şüpheciliği, kesin gerçek
deyimi yerine gerçeğe benzer deyimini koymuş ve
bununla yetinilmesi gerektiğini savunmuştur. Onlara göre
kesinliği hiçbir zaman elde edemeyeceksek de kimi şeylerin
öteki şeylerden daha çok doğruluğa yatkın olduğunu
görebiliriz. Gerçeğe benzer olan, en çok olasılı
(muhtemel) bulunandır. Ussal olan da, olanaklı
bulunanların içinde en olasılıya göre davranmaktır
(Bertrand Russell, Batı Felsefesi Tarihi’nde, bu
görüş çoğu çağdaş düşünürlerin paylaşabileceği bir
görüştür, der). Bu yüzden [sayfa 94] akademi şüpheciliği,
olumlu şüphe ya da verimli şüphe deyimiyle
nitelenmiştir. Çünkü bu şüphe, kesin gerçeğe henüz
ulaşamamışsa bile, yanılabileceğini de göz önünde tutarak
kesin gerçeği aramakta ve her an kendi kendini düzeltip
tamamlayarak gittikçe daha çok kesin gerçeğe
yaklaşmaktadır. Bununla beraber, İ.Ö. 56 yılında Atina’nın
elçilik göreviyle Roma’ya gönderdiği üç düşünürden biri
olan, orta akademinin ikinci başkanı Karneades, Roma’da
tüze (adalet) üstüne iki ayrı konuşma yapmış ve birinde
tüzeyi tanıtlamak için ilerisürdüğü kanıtları ikincisinde
birer birer çürütmüşter. Böylelikle de kesin gerçeğin
bulunmadığını göstermiştir. Roma’lı gençlerin pek
beğendiği bu söylevlere yaşlı Marcus Cato şiddetle karşı
çıkmış ve senato’da yaptığı bir konuşmayla elçi
Karneades’in Atina’ya geri gönderilmesini sağlamıştır
(Plutarkhos, ünlü Yaşamlar’ında, Cato’nun bunu,
Karneades’i sevmediğinden değil, genellikle felsefeyi
sevmediğinden yaptığını yazar). Orta akademi, özellikle
Arkesilaos’un büyük etkisiyle tam iki yüzyıl (İ.Ö. 69
yılında ölen Antiokhos’un akademi başkanlığına kadar)
şüpheci kalmıştır. Bu iki yüzyıl sonunda stoacılığa teslim
olan akademi şüpheciliğinden sonra antikçağ Yunan
şüpheciliği, Girit’li Aenesidemos (İ.S. birinci yüzyılda
yaşadığı sanılıyor)’la yeniden ve Pironcu biçimiyle
canlandırılmıştır. Tarihlerin yazdığına göre, Greklerden
iki bin yıl önce Knossos’ta şüpheci söz oyunlarıyla
saraylıları eğlendiren bir çeşit şüpheciler varmış. Bu
yüzden kimi felsefe tarihçileri Anenesidemos’un bu
kökenden de kaynaklandığına işaret ederler. Aenesidemos’un
Pironcu şüpheciliği, akademi sonrası şüpheciliği ve
yeni Pironculuk adlarıyla da anılır. Aenesidemos,
tropos öğretisi (nesnel bilginin olanaksızlığını
tanıtlamak için ilerisürülen on kanıt öğretisi)’nde şöyle
diyor: Bütün insanların algıları aynı olsaydı aynı
düşünceleri edinirler, tek düşünceli olurlardı. Oysa
çeşitli düşüncelerimiz var. Demek ki algılarımız da
birbirinden farklı. Nedensellik de bu bir örnekliği
sağlayamaz. Neden, sonuçtan önce olamaz, sonuçla zamandaş
olamaz, sonuçtan sonra olamaz. Zamandaşlık her ikisini
aynılaştırır. Nedenin sonuçtan önce olması da, birinin
varlığı öbürünün yokluğunu gerektireceğinden, mümkün
değildir. Neden neden olduğu sürece sonuç ortada yoktur ve
sonuç, sonuç olarak meydana çıkınca nedenle ilişiği
kalmamış demektir. Güneş kızartır, karartır, eritir ve
yakar. Demek ki aynı nedenin çeşitli sonuçları olabiliyor.
Güneşin böylesine çeşitli nitelikleri olduğu da
söylenemez. Çünkü bunlar, güneşin nitelikleri olsaydı her
şeyi kızartması, her şeyi karartması, her şeyi eritmesi ve
her şeyi yakması gerekirdi. Oysa böyle değil; elmayı
kızartıyor, buzu eritiyor ve yaprakları tutuşturuyor.
Yaprağı eritmediğine ve buzu kızartmadığına göre,
nedenselliği yaprakta ya da buzda aramak gerektiği
ilerisürülebilir ki bu da sonucun, neden kadar,
nedenselliği olabileceğini düşünmek demektir ve saçmadır.
Oluş çelişiktir, öyleyse yoktur. Nedensellik olamayacağına
göre, oluş da mümkün değildir.
Şüpheciliğin yargıdan kaçınmak için dayanacağı on
kanıt vardır ki her türlü şüpheyi ve yargıdan kaçınmayı
haklı kılar (Yu. tropoi e topoi epokhes):
Duyan canlı varlıkların yapısı birbirinden farklıdır, aynı
şey çeşitli hayvanlara çeşitli biçim ve oranlarda görünür.
İnsan yapısı da birbirinden farklıdır, her insanın başka
duyu ve düşüncelere sahip oluşu bunu tanıtlamaktadır. Aynı
insandaki duyu organları da [sayfa 95] birbirinden
farklıdır, göze hoş görünen buruna tiksindirici bir koku
verebilir. Duyan kişinin içinde bulunduğu çeşitli durumlar
ve koşullar da birbirinden farklıdır, nesneler bize
gençlikte ihtiyarlıktakinden başka görünür. Eğitim de
duyan kişileri farklılaştırmaktadır, bilgiliyle bilgisiz
aynı nesneyi aynı biçimde görmezler. Nesnelerin içinde
bulundukları durum ve koşullar da onları farklılaştırır,
uzakta giden bir gemiyi duruyor sanırız. Nesnelerin
nicelikleri ve nitelikleri onları kendi kendilerinden
farklılaştırmaktadır, keçiboynuzunun bütünü karadır ama,
ondan ayrılan parçalar aktırlar. Nesnelerin belli birtakım
nitelikleri görecedir, sağdan başka ve soldan başka
görünürler. Duyumlara karışan yabancı unsurlar da onları
farklılaştırır, nesneler su içindeyken havadakinden daha
hafif gelirler. Alışkanlıklar da nesneleri farklılaştırır,
her gün görünen güneşe aldırmayız ama, kırk yılda bir
görünen ondan daha küçük bir kuyrukluyıldızdan dehşete
kapılırız... İ.S. ikinci yüzyılda yaşayan şüpheci Agrippa,
troposları ondan beşa, Agrippa’yla aynı yüzyılda yaşayan
şüpheci Menodotos da ikiye indirmiştir.
Şüphecilik antikçağda bitmiyor. Günümüze gelinceye
kadar onun çeşitli biçimlerine rastlayacağız. Özellikle
Descartes, Hume, Kant, Comte gibi ünlü düşünürlerin
şüphecilikleri bizi şaşkına çevirecek. Hele rönesans
şüpheciliğini ibretle izleyeceğiz. Bütün bu
şüpheciliklerde ortak olan iki büyük yanılgı
(hata)’dır: İlk yanılgıları nesnel gerçekliğe yanlış bir
anlam vermeleri ve onu son (değişmez, başkaca
hiçbir bilgiyi gerektirmez) bilgi saymalarıdır. Oysa böyle
bir bilgi yoktur. Bilgi süreci de, kendisinden yansıdığı
evrensel yaşam gibi, sonsuzdur ve sürekli olarak
gelişmektedir. Sonsuza kadar da gelişmeye devam edecektir.
Bilgiye son çekmek, sonsuza son çekmek demektir ki
olanaksızdır. Evrensel gelişme nasıl sonsuzsa, onun
bilgisi de elbette sonsuz olacaktır. Belli bir yere bir
zamanlar yirmi saatte giden tren teknik gelişme sonucu
bugün dört saatte gitmektedir. Bir zamanlar trenin o belli
yere yirmi saatte gittiği nasıl kesin (saltık) ve doğru
bir bilgiyse bugün dört saatte gittiği de öylece kesin ve
doğru bir bilgidir. Her ikisinden de şüphelenilemez. Yarın
bu süre belki de çok daha kısa bir zamana inecektir. Bilgi
bu anlamda görelidir ama, tarihsel olarak (eşdeyişle,
bilgi sürecinin belli aşamalarına tekabül eden belli
tarihlerde) kesin ve saltıktır. Her göreli bilgi
saltıklığını da birlikte taşır. Şüpheciler, kendilerinin
verdiği yanlış anlamdaki saltık bilginin yokluğundan,
bilginin yokluğu sonucunu çıkarırlar. Bundan ötürü de
metafizik ve idealist göreciliğin (relativizmin) çıkmazına
düşerler. İkinci yanılgıları bilgi sürecinde duyumların
rolünü abartıp saltıklaştırmalarıdır. Oysa bilgi sadece
duyumlarla elde edilmez. Bilgi edinmenin, duyum ve
düşüncenin çeşitli etkileşimlerini gerektiren karmaşık bir
süreci vardır. Şüpheciler, duyumları saltıklaştırmakla da
yetinmeyip onun kişiden kişiye değiştiğini ve bundan ötürü
de saltık ve kesin olmadığını ilerisürerler. Oysa çeşitli
kişiler aynı nesnel gerçekliği birbirinden farklı olarak
algılayabilirler, ama bu duyumlarımızın bizi aldattığı
anlamına gelmez. Ünlü bir diyalektikçinin dediği gibi,
eğer bir duyu örgenimiz şüphe uyandırıyorsa başka bir duyu
örgenimizi kullanırız. Gözlerimize inanmıyorsak
ellerimizle yoklarız. Bu da yetmiyorsa başka insanların
ellerinden ve gözlerinden yararlanırız. Bu da yetmezse
çeşitli araçlara, deneye, pratiğe başvururuz. [sayfa 96]
Böylece duyu örgenlerimiz, hem birbirlerini denetleyerek,
hem de başkalarının duyu örgenleriyle denetlenerek ve aynı
zamanda çeşitli araçlar, aygıtlar, deneyler ve pratikle de
denenip doğrulanarak bizlere doğru ve kesin bilgiyi
verirler. Örneğin elimize aldığımız yuvarlak meyveye "bu
elmadır" deriz. Bu kesin, saltık, doğru bir bilgidir;
şüphelenilemez. Görüldüğü gibi antikçağın çocuksu
şüphecilerinden günümüzün sözde bilimsel şüphecilerine
kadar tüm şüpheciliğin kanıtları sadece bu iki yanılgıya
dayanır. Protagoras "hava üşüyen için soğuk, üşümeyen için
sıcaktır" diyordu, doğrudur. Ama havanın sıcak ya da soğuk
olduğunu sizin üşümeniz ya da üşümemeniz değil, termometre
saptar. Hava size sıcak ya da soğuk gelebilir, bu bedensel
yapınızın direncine bağlıdır. Ne var ki havanın, sizden
bağımsız olan bir ısısı vardır. Kaldı ki bedensel
dirençleri normal olan insanların büyük çoğunluğu da bunu
termometre kadar doğrulukla saptayabilirler.
ÇİÇEKLİ
BİR BAHÇE
Mutluluk duymadan yaşayanlar budalalardır, diyordu
Demokritos. Genç Epikuros bu sözü iyice bellemiş olmalı.
Demokritos yüz yaşında öldüğü yıl, Epikuros (İ.Ö. 341-270)
on dokuz yaşındaydı. Tanrı korkusuyla ölüm korkusunun
büsbütün serseme çevirdiği insanların, büyücülük eden
annesinden titreye titreye nasıl yardım dilediklerini de
hemen her gün görüyordu. Bir ara, Platon’un satın aldığı
Akademos’un bahçesine (Akademi) gidip gelerek,
Ksenokrates’in ağzından Platon öğretisini dinlemişse de
bundan çabucak vazgeçmişti. Kuramsal bilimler onu
ilgilendirmiyordu. İnsanlara gerekli olan tek bilimin,
mutlu yaşama bilimi olduğuna inanmıştı. Bilimin
görevi, insanları mutlu kılmak olmalıydı. Bunu sağlamak
için de, mutluluğun engelleri olan o iki büyük korkuyla,
tanrı ve ölüm korkularıyla, koca bir geleneğe karşı
koymayı göze alarak, savaşmak gerekiyordu. Şu güzelim
dünyanın tadını çıkarmak dururken, şişirilmiş iki kuruntu
yüzünden acı çekmek neden?
Genç Epikuros, atomcu Leukippos ve Demokritos’a
olduğu kadar hazcı Aristippos’a da çok şeyler borçlu
olmalıdır. Aristippos, Epikuros’un ustaca biçimlendireceği
mutlu yaşama biliminin babasıdır. Ona göre, Sokrates’in
aradığı mutluluk (eudaimonia), en üstün iyi, tek sözle
hazdır. İnsanlar hoşlanmayı ararlar, hoşlanmayı isterler
ve ancak hoşlanarak mutlu olabilirler. Hoş olmayan her şey
kötüdür. Nereden gelirse gelsin, ne türlü olursa olsun bir
anlık hazdır insanlığın dileği. Hazzın her türlüsü iyidir
ve iyiliktir.
Bir açıdan bakarsanız, Epikuros’u, mutluluğu aramak
gerektiğini ortaya atan Sokrates’in zorunlu sonucu
sayabiliriz. Sokrates, insanların, erdeme erişerek
mutluluğu elde edebileceklerini söylerdi. Sokrates’ten
yola çıkan kynikler, örneğin Diogenes, çevresi yasaklarla
sınırlanmış çekilmez bir yaşama biçimi getirmişlerdi.
Onlara göre mutlu olabilmek için hemen hemen bütün
isteklerden vazgeçmek gerekiyordu. İnsanlar, bu düşüncenin
baskısı altında, sıkıntıdan bunalıyorlardı. [sayfa 97]
Aristippos, ilk tepkiydi. İkinci ve büyük tepki de
Epikuros’tur. Sokrates mutluluğu sağlamak için erdem mi
arıyor? İşte Epikuros’un bulduğu en yüce erdem: Mutluluğa
götüren araçların tam ve doğru olarak tartılması erdemi
(phronesis)... Bu erdemin tartısına vurursak ortada ne
tanrı korkusu kalacak, ne ölüm.
Epikuros, Atina’da bir bahçe satın alıp okulunu
kurduğu yıl, otuz beş yaşındaydı. Daha önce Sisam adasında
ve Lapseki’de öğretmenlik denemelerine girişmişti.
Epikuros’un bahçesi, Platon’un bahçesine benzemiyordu.
Kapıları ardına kadar açılmıştı halka. Sınıf, ırk, tür,
bilgi, yaş ayrılığı gözetmeksizin her isteyen
buyurabilirdi. Bahçeye gelenlerin hepsi birbirleriyle
kardeş sayılıyorlardı. Epikuros, tatlı tatlı konuşan pek
sevimli bir öğretmendi. İnsanların gerçekten pek
özledikleri yaşam sanatını öğretiyordu. Bahçeye
kapılananlar, gerçek dostluğun olağanüstü sevinciyle
mutluydular. Epikuros onlara: Ölümden neden korkuyorsunuz?
diyordu, siz varken ölüm yoktur, ölüm varken de siz
olmayacaksınız. Hiçbir zaman onunla karşılaşmayacaksınız
ki... Ne etseniz birleşemeyeceğiniz bir şeyden korkmak
budalalık değildir de nedir?
Epikuros’un üç yüzden çok yapıtı varmış. Bugün
elimizde sadece birkaç mektubu var. Epikuros’un
düşüncelerini bu mektuplarla ondan söz açan başka
yapıtlardan öğreniyoruz. Mektupları, öğretisinin,
çoğunluğun hoşuna gidecek bir ustalıkla kurulduğunu
belirtiyor: Ölümün bizler için hiçbir şey olmadığını
anlamaya çalış Menoikeos. Gelmesi değil de, beklemesi
ürkütücü olduğu için ölümden korkan kimse ahmağın biridir.
Çünkü o, geldiğinde karşısında bizi bulamayacağı için bize
hiçbir acı veremeyecektir. Bilge ölümden korkmaz. Nasıl
yemeklerin bolluğundan değil de iyiliğinden zevk alırsak,
yaşamanın da uzunluğundan değil güzelliğinden zevk alırız.
Ölüm gelecek diye acı çekmek en büyük aptallıktır. Mademki
mutluluğu elde edince her şeyi elde ediyoruz, öyleyse ilk
işimiz mutluluğa erişmek yollarını aramak olmalıdır. O
halde sana her zaman öğrettiğim ilkeleri güt ve kullan
Menoikeos... (Menoikeos’a Mektup).
Epikuros’un Menoikeos’a öğrettiğini söylediği bu
ilkeler şunlardır: Aç kalmamak, susuz kalmamak,
üşümemek... Bu durumda bulunan ve ilerideki günlerde de bu
durumda olacağını uman insan mutlulukta Zeus’la
yarışabilir. Bütün erdemler hoş yaşamayı sağlamak içindir.
İnsanın amacı salt sükun halinde (ataraksia) yaşamaktır.
Bu sükunu bozacak her türlü bağlılıklardan, bu arada
evlilikten ve devlet işlerine karışmaktan, kaçınmalı ve
dostlukla yetinmelidir. Övülecek tek bağlılık, dostluktur
(kardeşlik).
Evreni tanrılar yaratmamıştır. Çünkü; durup dururken
niçin yaratsınlar? Kendi kendilerine yeter oldukları halde
evreni yaratmak işine neden girişsinler? En yüksek
derecede mutlu bulunurlarken, evreni yönetmek gibi ağır
bir yükün altına niçin girsinler? Böylesine kötülüklerle
dolu bir dünyayı neden yaratsınlar?
İlkin her sözcüğün anlamını incelemek gerekir
Herodotos. O zaman diyebiliriz ki, hiçbir şey hiçten
doğmaz, çünkü her şeyin kendine özgü doğurucu bir tohumu
olmasaydı her şey, her şeyden doğabilirdi. Öte yandan da
her gözden yok olan yokluğa dönseydi bütün şeyler yok
olurdu, çünkü gözden yok olan her şey ancak [sayfa 98]
yoklukta karar kılabilirdi. Bundan çıkan sonuç şudur ki,
dünya her zaman, şimdi olduğu gibi, var olagelmiştir ve
şimdiden sonra da, şimdi olduğu gibi, var olacaktır.
Dünya, maddelerden kurulmuştur. Bu maddelerin varlığını da
duyumlarımız tanıtlamaktadır. Cisimlerden kimileri
bileşiktir, kimileri de bileşikleri meydana getiren
elemanlardır. Elemanlar, görünmez ve değişmez nitelikte
bulunan atomlardır. Çünkü hiçbir şey yokluğa dönmediği
gibi, bileşikler dağılınca, onları meydana getiren
varlıkların da varlıkta kalmaları gerekir. Dünya
sonsuzdur. Çünkü her sonlunun bir ucu, olması gerekir,
dünyanın ucu bulunmadığına göre, sonsuzluğa açıktır, sonu
olmadığına göre de zorunlu olarak sonlu değil demektir.
Atomların hareketinin başlangıcı yoktur. Çünkü atomlar
boşluk kadar öncesizdir. Atomların hareketi sürekli ve
sonsuzdur (Herotodos’a Mektup, Büyük Filozoflar
Antolojisi, Mehmet Karasan çevirisi, İstanbul, 1949,
s. 59-68).
İsteklerimizin kimileri doğal, kimileri de
gereksizdir. Menbikeos. Doğal olanlardan kimileri sadece
doğal, kimileri de zorunludur. Zorunlu isteklerimizden
kimileri yaşamak için, kimileri vücudumuzun rahatlığı
için, kimileri de mutluluğumuz içindir. İsteklerimiz
üstüne doğru bir bilgi, bizlere, istenenlerle
istenmeyenlerin, vücudun sağlığıyla ruhun rahatlığını
aradığını öğretmektedir. Mutlu bir yaşamanın amacı, sadece
budur. Bütün davranışlarımızın nedeni, vücut acılarımızı
olduğu kadar, ruh acılarımızı da önlemektir. Biz zevki,
ancak yokluğunda acı duyduğumuz zaman ararız. Acı
duymadığımız zaman ona ihtiyacımız yoktur. Bunun içindir
ki zevk, mutlu bir yaşamanın gereğidir diyoruz. Bize göre
zevk, doğal iyiliklerin başında gelir. Zevkin bu gücü,
karşımıza çıkan ilk zevke sarılmamızı gerektirmez. Çünkü
birçok zevkler sonunda acı doğururlar. Acı doğuran
zevkleri istemediğimiz gibi, zevk doğuran acıların
başımızın üstünde yeri vardır. Bu acılar, o zevklerden
üstündür elbet. Böylece ve aynı şekilde her acı, bir
kötülüktür ama, her acıdan kaçmak gerekmez. Her acıyı ve
her zevki, yararı ve zararı bilgece gözden geçirilerek,
değerlendirmeli. Gerçekten, birçok hallerde, iyi kötü
olduğu gibi, kötü de iyidir. Zevk en üstün iyidir
dediğimiz zaman ne sefihlerin zevklerini, ne de hayvanca
hazları ilerisürmekteyiz. Bizi anlamayan bilgisizlerin
suçlamalarına kulak asma. Bizim sözünü ettiğimiz, sadece,
ruh rahatsızlığıyla beden acısının yokluğundaki
mutluluktur. Bedenimiz acısız ve ruhumuz rahatsa, mutluyuz
Menokieos. İnsanı mutlu kılan, ne kıyasıya içme, ne tıka
basa yeme, ne cinsel sapıklıklar, ne de zengin sofralarını
dolduran balıklarla etlerin sağladığı hazlardır. İnsanı
mutlu kılan; akla uygun ve sade alışkanlıklar,
arayacağımız ve sakınacağımız şeyleri iyice ölçebilen,
ruha rahatsızlık veren yanlış inanışları söküp atabilen
bir akıldır. O halde bütün bu söylediklerimizin
ilkesi, iyiliklerin en büyüğü olan bilgeliktir. Onu
felsefeden de üstün tutmak gerek. O bütün erdemlerin
kaynağıdır. Bu erdemlerse bizlere bilgelik, namus ve
doğruluk olmaksızın mutlu olunamayacağını öğretiyor.
Bunlarsa zevksiz elde edilemez. Gerçekten, bunlarsız mutlu
bir yaşama olamayacağı gibi, mutlu bir yaşama olmadan da
bunlar var olamaz (Menoikeos’a mektnp).
Bilgelik, mutlu bir yaşamanın, hem sonucu hem de
nedeni oluyor böylece. [sayfa 99]
DİREKLER
ARASINDA BİR GALERİ
İ.Ö. dördüncü yüzyılın son günlerinde Atina kentine
bakarsanız, şunları görürsünüz: Platon’un sebze bahçesine
Ksenokrates kurulmuş, ünlü Akademi’nin sözcülüğünü
yapıyor. Onun karşısında, Epikuros’un kiraladığı bir başka
sebze bahçesi var. Felsefe öylesine bir geçer akçe ki,
Atina bahçıvanları hıyar yetiştirmek için yer bulamaz
olmuşlar. Antisthenes’in kurduğu Kinik okulun başına
Krates geçmiş. Stilpon, Euclides’in kurduğu Megara okulunu
yürütmek için söylevler çekiyor. Kıbrıs adasından gelme
Zenon da Poikile meydanında direkler arasında kurulmuş bir
resim galerisine (stoa) yerleşmiştir.
Zenon da (İ.Ö. 336-264), Epikuros gibi, bir yaşama
biçimi kurma yolundadır. İnsanlar, kuramsal düşünceden
bıkmışa benzemektedirler. Kuramın içinden işlerine
yarayanı seçmeye çalışıyorlar. Varlığın ilk nedeni hala
araştırılıyorsa, artık bu, yaşamanın amacını
değerlendirebilmek içindir. Bu amaç, Zenon’da da
bilgelik olmakta devam ediyor. Gerçekte, antikçağın
hangi öğretisine bakarsak bakalım hep bu amaçta
birleşildiğini göreceğiz. Bilim, mutlu yaşamak için
istenilmektedir. En yüksek erdem, iyi ve mutlu yaşamaktır.
Buna varmanın yolu nedir?.. Öğretiler burada
birbirlerinden ayrılmaktadırlar. Zenon da, bu amaca varmak
için, yeni bir yol bulmaya çalışmaktadır:
Mutluluk istiyoruz?.. Haklısınız... Şu halde nasıl
mutlu olabiliriz?.. Bilgeliğe erişerek... Bilgelik nedir
ve buna nasıl erişilir?.. Zenon’un Stoa okulu, bu soruyu
şöyle karşılıyor: Teorik ve pratik erdemi elde ederek.
Teorik erdem, eşyanın mahiyeti üstünde doğru bilgi
edinmektir. Pratik erdem, akla uygun davranmaktır. Bu iki
erdem birbirlerine bağlıdırlar. Eşyanın mahiyeti üstünde
doğru bilgi edinemezseniz akla uygun davranamazsınız.
Bilimin değeri, pratik yararındadır.
Sorular bitmiyor: Edindiğimiz bilginin doğru olup
olmadığını nasıl anlayacağız?.. Zenon karşılıyor hemen:
Edindiğimiz bilginin doğaya uygunluğuyla... İyi ama,
edindiğimiz bilginin gerçekten doğaya uygun olup
olmadığını nasıl anlayalım?.. Zenon’da karşılık hazır:
Tasarımlarınızı (katalepsis) ve sanılarınızı (doxa) bir
yana bırakın, açık seçik bilgi (episteme) edinin. Bilgenin
bilgisi böylesine bir bilgidir.
Sorular devam ediyor: Davranışlarımızın, edindiğimiz
bu açık seçik bilgi sonunda, akla uygun olup olmadığını
nasıl anlayacağız?.. Zenon, burada dört ana erdem ölçüsü
veryor: Doğru seçme erdemi (phronesis), sabırla katlanma
erdemi (andreia), ölçülü olma erdemi (sophrosyne),
adaletle üleştirme erdemi (dikaiosyne).. Bu karşılık, şu
soruyu getiriyor: Doğru seçtiğimizi, sabırla
katlandığımızı, adaletle üleştirdiğimizi nasıl
bilebiliriz? Doğaya uygun davranarak (naturam
sequi), diyor Zenon.
Stoa okulu, böylelikle, kalıcı bir ilkeye varmış
olmaktadır. Stoa düşüncesine göre en doğru seçen, sabırla
katlanan, en ölçülü ve en adaletli üleştirici doğa’dır,
bir başka deyişle, madde’dir. Doğalaşan bilge, bir
kaya parçasının mutluluğu içindedir. [sayfa 100] Hiçbir
şey onu sarsamaz ve yıkamaz. Akla uygunluğun ölçüsü,
doğaya uygunluktur. Çünkü akıl da bir doğa, bir madde
ürünüdür ve aklın bütün düşünceleri doğada olup bitenlerin
yansımasından başka bir şey değildir. Tasarımlardan ve
sanılardan kurtulmuş bir akıl, açık seçik doğa bilgisini
edinebilir. Açık seçik doğa bilgisi de, insana, yaşamak ve
mutlu olmak için en doğru ölçüyü verecektir.
Zenon’un, kendini öldürerek göçüp gitmesinden sonra,
Stoa okulunun başına öğrencisi Kleantes (İ.Ö. 331-233)
geçti. Mistik, yapılı bir atlet olan Kleantes, stoa
öğretisine, dinsel bir anlayış getirmeye çalışmıştı. O da,
öğretmeni gibi kendini öldürünce, okul, bir süre
Khrisippos’un (İ.Ö. 280-206) yönetiminde kaldı. Daha sonra
Panaitios (İ.Ö. 180-110) ve Poseidonios (İ.Ö. 135-51),
öğretiye, Platon ve Aristoteles düşüncelerini
karıştırdılar. Panaitios, Roma’nın ünlü komutanı
Scipio’nun arkadaşıymış. Okulun Roma’ya yerleşmesinde, bu
arkadaşlığın yardımı olmuştur. Romalılar stoanın peşinde
düşünsel bakımdan nasıl önemli bir güç kazanmışlarsa, stoa
da Romalıların elinde yepyeni bir kişilik elde etmiştir.
Romalılar, önce, stoayı karışmış düşüncelerden kurtararak
eklektizmden ayırmışlar, sonra da onu kendi güçlerine
uygun bir biçimde Romalılaştırmışlardır. Şunu da unutmamak
gerekir ki, her ne kadar çarmıha germişlerse de, artık
dünya üstünde bir İsa yaşamış bulunmaktadır. Stoa
öğretisi, bir hayli güçlenmekte olan karşıt bir öğretiyle
savaşmak zorundadır. Bununla beraber stoa, pek güçlü
kalıcı değerleri yüzünden, ortaçağın kilise babalarını
bile etkileyecektir. Putçulukla Hıristiyanlık arasında son
savaş köylerde olmuş ve sonunda putçuluğu yenen
Hıristiyanlık, bu savaşta kazanabilmek pahasına,
ilkelerinden birçoklarını putçuluğa bağışlamak zorunda
kalmıştır (bkz. Hpnse Leonard, Hellen Latin Eskiçağ
Bilgisi, Suat Yakup Baydur çevirisi, c. ıı, s.
405-406).
BABA VE
OĞLU
Düşünsel alanda gelişen ruh ve madde ikiliğine
karşı, eylemsel alanda da ezenler ve ezilenler ikiliği
gelişiyordu. İsrailoğullarının İlyaşa, Amos, Yuşa, Ermiya
gibi peygamberleri güçsüzler adına seslerini duyurmaya
başlamışlardı. Çoban peygamber Amos şöyle haykırıyordu:
"Ey İsrailliler, Asdot ve Mısır ülkelerindeki saraylara
seslenerek deyin ki: Samarie dağlarının üstünde toplanın
ve neler çektiğimizi görün. Tanrı Yahova buyuruyor ki,
onlar doğru olanı bilmiyorlar. Bana adaklar sunmakla
üstlerine düşeni yaptıklarını sanıyorlar. Onların
adaklarını istemiyorum. Bilin ki, yakında, Tanrı’nın
tüzesi ve yargısı yeryüzünde seller gibi akacak..."
Hıristiyanlık, yeni bir din kılığı altında eski
Yunan’ın stoa felsefesini dilegetiriyordu. Doğal yaşayışa
dönülmeliydi. İsa şöyle sesleniyordu: Gökteki kuşlara
bakınız; ne ekerler ne biçerler, ne kilerleri ne ambarları
vardır, oysa Baba onları yeterince beslemektedir. Kırdaki
çiçeklere bakınız; ne çalışırlar, ne iplik eğirirler, oysa
Baba onları yeterince giydirmektedir. Vay şimdi tok
olanların haline, çünkü aç kalacaklardır. Vay şimdi
gülenlerin haline, çünkü ağlayacaklardır. [sayfa 101]
Gerekli olan, toplum sınıflarını altüst edecek yeni
bir düzendi. Musa’nın yarar ölçüsüne karşılık İsa, bu
düzeni sağlamak üzere, yoksulluk ölçüsünü
getiriyordu. Gerçek erdem yoksulluktaydı. Tanrı katına
ancak yoksullar ulaşabileceklerdi.
Nasıra kasabasında doğan doğramacı İsa, bütün
insanların kardeşliğine dayanan yeni bir düşünce
getiriyordu. İnsanların hepsi Baba Tanrı’nın
çocuklarıydı. İnsanın ruhu, Tanrı’nın ruhuydu. Tanrı,
insanın içindeydi. Babası nasıl kendisiyse, kendisi de
öylece babasıydı. İlk bakışta karışık gibi görünen bu
idealizm, şu düşünceye varmaktadır: İnsan, kendisinin
Tanrısıdır. İnsanlar ancak sevgiyle birbirlerine
bağlanabilirlerdi. Sevmek içinse eşitlik gerekiyordu.
Eşitliği sağlayan yoksulluktu. Bu yüzdendi ki, "bir
devenin iğnenin gözünden geçmesi, bir varlıklının Tanrı
ülkesine girmesinden kolay"dı. İnsanların, yüzlerini bile
görmeyeceği mirasçıları için para biriktirmesi saçmaydı.
Gökteki kuşlara bakmalıydı, onlar ne ekiyorlar ne de
biçiyorlardı, ne kilerleri ne de ambarları vardı, ama
Baba onları pekala besliyordu. Biri sevilip ötekine
yüz çevrilmeden iki efendiye birden kulluk edilemezdi, ya
Tanrı’ya kulluk ya da Mamon’a (eski Suriyelilerin
zenginlik tanrısı) kölelikten birini seçmek gerekiyordu.
Ne yiyecek ne de giyecek için kaygı çekilmemeliydi;
yaşamak yiyecekten, beden giyecekten daha soylu değil
miydi? Kır zambaklarına bakmalıydı, ne çalışırlar, ne
iplik eğirirlerdi, oysa Süleyman bile onlar gibi
giyinememişti. Bir kır otunu böyle giydirebilen Baba,
insanlara neler yapmazdı? Yarın için kaygı çekmemeliydi,
çünkü yarın denilen gün kendi kaygısını çekiyordu, her
güne kendi derdi yeterdi.
Dünya kötülüklerle doluydu. Krallar peygamberleri
öldürüyor, din bilginleri başkalarına emrettiklerini
kendileri yapmıyorlardı. Doğrular eziliyor, iyilere
ağlamak düşüyordu. Oysa gök saltanatı gelmek üzereydi;
Tanrı, iyilere düşman olan dünyadan iyilerin öcünü
alacaktı. İyiliğin egemenliği yakındı, iyilik çağının
başlaması birdenbire olacaktı. Bu, dünyanın en önemli
devrimiydi. Büyükler küçüklüğü, küçükler de büyüklüğü
tadacaktı. Gök saltanatı, iyi balıklarla kötü balıkların
bir arada kaynaştığı büyük bir ağın savrulmasıydı. İyi
balıklar ayıklanacak, kötülerse yeniden denize atılacaktı.
Gök saltanatı, iyi bitkilerle kötü bitkilerin
birbirlerinden ayrılacakları saatti. Karamuğun buğdaydan
ayrılacağı an gelmek üzereydi.
Bu düşüncelerden çoğu İsa’dan önce de biliniyordu.
Ruhların özgürlüğü, eski Yunan’dan geliyordu. Danyal, gök
saltanatından söz açmıştı. Sirakh oğlu İsa, Gamaliel,
Soho’lu Antigone, Hillel gibi adamlar bunlara benzer
sözler söylemişlerdi. Özellikle, dinin iyilik etmekten
ibaret bulunduğunu söyleyen Sirakh oğlu, adaşından çok
daha önce ona önderlik etmişti. Oysa bütün bu davranışlar,
İsa’nın uyandırdığı ilgiyi doğuramamıştı. Çünkü İsa,
hiçbir ayrılık gözetmeksizin, dünyanın bütün yoksullarına
sesleniyordu.
İsa’dan sonraki ilk yüzyıllar, yoksulluğu en büyük
erdem sayan yüzyıllardır. Ortaçağın sonlarına kadar,
dünyanın her yerinde, yoksul anlamındaki ebion
tilciğinden yapılan ebionistler adı altında dilenci
orduları türemiştir. Özellikle, bilimin sıkı bir baskı
altında tutulduğu en karanlık çağ olan ortaçağ, böylesine
dilenci mezhepleriyle doludur. Lyon yoksulları, İncil
yoksulları, Fratricelle’ler, Begard’lar, [sayfa 102]
Bonhomme’lar bunların sayısız örneklerinden birkaçıdır.
Bütün bu mezhepler, İsa’nın en gerçek çırakları
olduklarını savunuyorlardı. Yoksulluktan da öteye giden
bir çeşit dilencilik, yüzyıllar boyunca, en büyük
ermişlik, varılması gereken tek erdem sayılmıştır. XIII.
yüzyılda yeni bir din kurma yolunda beliren Ambria olayı,
yoksullar adına yapılmıştı. İsa’nın hikayemsi öğütlerinden
biri ebionistlerin amacı olmuştu: "Varlıklı bir adam
vardı, yiyip içip keyfine bakardı. Lazar adında bir yoksul
da yaralar bereler içinde kıvranır, varlıklının
artıklarıyla geçinirdi, yoksulu İbrahim’in kucağına
vermişlerdi. Cehennemin acıları içinde kıvranan varlıklı;
ey İbrahim baba, diye bağırdı, Lazar’ı gönder de
parmağının ucunu suya batırıp dilimi serinletsin, çok acı
çekiyorum... İbrahim şöyle karşılık verdi: Ey oğul, sen
dünyada iyilik payını alırken Lazar kötülük payını
alıyordu. O şimdi acılarını unutacak, sen acı çekeceksin".
İsa’nın yaptıkları ve söyledikleri Matta, Markos,
Luka ve Yuhanna tarafından dört İncil’de
anlatılmıştır. Hıristiyanlığın kutsal kitabı, Eski Ahit
adı verilen Tevrat’ı bütünüyle kapsadığı gibi
Yeni Ahit adı altında dört İncil’le birlikte
daha birçok mektup ve vahyi toplamıştır. Hıristiyanlık,
ilk biçimiyle, bir Yahudi mezhebi olarak belirmiştir.
Hıristiyanlığın bir sistem olarak yayılışı, İsa’nın
ölümünden sonra, Tarsus’lu Pavlus’un işidir. Yeni Ahit’te
yer alan Resullerin İşleri adlı kitabında şöyle
demektedir: "Bütün ulusları İsa Mesih’e imana çağırmak
üzere onun aracılığıyla inayet ve peygamberlik aldım.
Roma’da bulunan kutsallığa çağrılmış bütün sevgililerine
Babamız Allah ve Rab İsa Mesih’ten inayet ve selam olsun".
Pavlus, bu mektuplarında, Yahudiliğin erdemlerini
anlatarak ulusları İsa’nın Yahudi mezhebine çağırmaktadır.
Romalılara mektubunda, "Yahudiliğin erdemleri çoktur,
çünkü onlar Allah’ın vahiylerine kavuştular, Allah onlara
emniyet etti" demektedir. Eski ve Yeni Ahit’lerin
tümünü kapsayan Hıristiyanlığın kutsal kitabı, Yuhanna’nın
vahyiyle son bulmaktadır. Kutsal kitabın son buyrukları
şunlardır: "Bu kitabın peygamberlik sözlerini her işiten
ben şehadet ediyorum. Eğer bir kişi bunlara bir şey
katarsa Tanrı da bu kitaplarda yazılmış olan belaları ona
katacaktır, eğer bir kişi bunlardan bir şey çıkarırsa,
Tanrı da onu bu kitapta yazılmış olan hayat ağacından ve
kutsal şehirden çıkaracaktır. Bütün bunlara şehadet eden,
tez geliyorum, diyor. Amin; gel ya Rab İsa!.."
GEREKLİ
OLAN
İsa, "Marta, Marta... ne çok şey istiyorsun? Oysa
gerekli olan yalnız bir şeydir" demişti. Ne demek istediği
belli. Ama insanlara daha ve başkaca birçok şeyler
gerekmekte.
Tarihsel süreçte Yunan mucizesi’ni Roma
mucizesi izlemektedir. Can çekişen Yunan köleciliği,
yerini, gittikçe gelişen Roma köleciliğine bırakıyor.
Yunanlılar, tarihsel pratiğin teorisini kurmuşlardı,
Romalılarsa Yunan teorisinin pratiğini
gerçekleştiriyorlar. Romalıların düşünsel yaşamı,
stoacılığın Roma’ya sokulmasıyla [sayfa 103] başlamıştır.
Roma stoacılığının ünlü düşünürleri Marcus Tullius Cicero
(İ.Ö. 106-43), Annaeus Seneca (3-65), köle Epiktetos
(50-130) ve İmparator Marcus Aurelius’tur (121-180).
Stoacılığın Roma’ya yerleşmesinde stoacı Panaitios’la
Roma’nın ünlü komutanı Scipio ve stoacı Diodotos’la
Roma’nın ünlü devlet adamı Cicero arasındaki dostlukların
büyük yardımı olmuştur. Romalılar stoa öğretisiyle nasıl
düşünsel bir güç kazanmışlarsa stoa öğretisi de
Romalıların elinde yepyeni bir kişilik elde etmiştir.
Romalılar, önce, stocalığı karışmış düşüncelerden
temizleyerek eklektizmden kurtarmıştır, sonra da onu kendi
güçlülüklerine uygun olarak Romalılaştırmışlardır. Bundan
başka stoacılık, yeni filizlenen Hıristiyanlıkla da
savaşmak zorunda kaldığından yeni değerlere yönelmiştir.
Buna karşı Hıristiyanlık da putçulukla yaptığı bu savaşı
kazanabilmek için stoacılıktan birçok ilkeler benimsemek
zorunda kalmıştır.
Roma stoacılığının başında Cicero, Seneca, köle
Epiktetos ve İmparator Marcus Aurelius bulunmaktadır.
Bunlardan sadece biri, Cicero, isa’dan önce yaşamıştır.
Marcus Tullius Cicero’nun (İ.Ö. 106-43) bu konudaki
önemi, daha çok, hemen bütün Yunan felsefesini Romalılara
tanıtmış olmasındadır. Bu bakımdan Roma felsefe dilinin
babası sayılıyor. Stoacı Diodotos’un yakın dostuydu.
Yunancayla stoacılığı ondan öğrenmiş olmalıdır. Filozof
olarak stoacılığa pek bir şey katmış değildir. Şu örnekte
de görüleceği gibi, düşüncesi, stoa temeline
dayanmaktadır: En gerçek kanun, doğru akıldır. Doğru akıl,
doğaya uygun, bütün varlıklarda aynı, değişmez, yok olmaz
bir güçtür. O, bize görevimizi gösterir. Namuslu adam,
onun buyruk ve yasaklarına kulaklarını tıkamaz. Bu kanun,
hiçbir değişme tanımaz; Atina’da başka, Roma’da başka
değildir. Bu, bütün zamanlarda ve bütün ulusları yöneten
tek ve aynı kanundur (De Rebuplica 3. kitap, XXII).
Annaeus Seneca (İ.S. 3-65), ruhun ölümsüzlüğüne
inanmak gibi ruhçu çıkışlarına karşın, özellikle doğa
bilimi bakımından stoacılığa yeni değerler kazandırmıştır.
Şu mektuplar, onun stoacı düşüncelerini belirtmektedirler:
Ölçülü tutkuları olmak mı, ya da hiçbir tutkusu olmamak mı
daha iyidir dersin Lucilius?.. Bizim stoacılar hiçbir
tutkuyu istemiyorlar, Aristocularsa ölçülü olmak şartıyla
kimilerine göz yumuyorlar. Ben, kendi payıma, bir
hastalıktan vücudun nasıl yararlanabileceğini anlamıyorum.
Korkma, elinden alınmasını istemediğin hiçbir şeyi senden
ayıracak değilim. Ben, ancak kötü ve bozuk olanı alacağım
senin elinden. Şehveti ve sefihliği senden alıyorum ama,
yaşayışını tatlı kılabilecek her şeyi sana bırakıyorum.
Onlar seni yöneteceği yerde, sen onları yönet. Bütün
tutkuların doğal kaynaktan çıktığını bilmez değilim.
Bunlar, yaşamaya katlanabilmek için gereklidir. Ancak,
şehvet ve sefihlik, yaşamaya katlanabilmek için değil,
sadece kendileri için gereklidirler. O halde kapılarımızı
bunlara kapayalım. Çünkü onları içeri almak kolaydır ama,
dışarıya atmak zordur Lucilius... (Lucilius’a Mektuplar,
CXVi). Köle de ne demek oluyor Lucilius? Şehvet ve
oburluğun yüzünden asıl köle sen değil misin? Hepimiz aynı
kökten, aynı kaynaktan gelmekteyiz. Hiç kimse başkasından
daha soylu değildir. Evlerinin avlusunu atalarının
resimleriyle süsleyenler, soylu değil, ünlüdürler.
Herkesin bir tek babası vardır, o da Gök Tanrı’dır. Parlak
ya da sönük [sayfa 104] basamaklarla herkesin kütüğü ona
çıkar (De Beneficiis, XXVIII). Sadece namusun iyi
olduğunu anlamadıkça mutlu olamazsın Lucilius. Çünkü mutlu
yaşamak için kuşkuyla titrememek gerekir. Bizi güvene
götüren tek bir yol varsa o da bütün dış şeyleri hor
görmek ve namusla yetinmektir. Kendini erdeme değil de
talihe bırakırsan özgürlüğünden olur, başkalarına boyun
eğersin. Gerçek iyiler, aklın verdikleridir. Çünkü onlar,
sağlam ve süreklidir. Mutluluk budur Lucilius... (Lucilius’a
Mektuplar, LXXV).
Epiktetos (İ.S. 50-130), ölümsüzlüğe inanmaz,
bitimsiz bir yaşayışı düşünmeyi açıkça gülünç bulur. Eski
stoaya bağlı sert bir ahlakçıdır. Efendisi sakat bacağını
bükerek eğlenirken, yapma kırarsın, demiş. Bacak kırılınca
da, hiçbir şey olmamış gibi, soğukkanlılıkla, kırarsın
demedin mi, diye mırıldanmakla yetinmiş. Bu olay onun
Andreia erdemine ne büyük bir düşünce gücüyle bağlandığını
tanıtlamaktadır (İnsanların, kırılan bacağa katlanmak
yerine, o bacağı kırdırmamak gerektiğini öğrenmeleri için
daha pek uzun yıllar geçecektir). Tek satır yazmamıştı.
Düşüncelerini, öğrencilerinin tuttuğu notlardan
öğreniyoruz. Bu notlarda, örneğin, şunları söylemektedir:
Bilgelik, elimizde olan ve olmayan şeyleri bilmek ve ona
göre davranmaktır. Elimizde olanlar davranışlarımız,
elimizde olmayanlarsa vücudumuzdur. Senin olanı kendine
ayır, senin olmayanın yakasını bırak. En büyük felaket,
ölümü felaket saymaktır. İsteklerinin her halde
gerçekleşmesini istiyorsan sadece kendi elinde olanları
iste Her şeyin iki kulpu vardır. Biri onu taşımaya
elverişli, öbürü değildir. Kardeşin sana bir kötülük
ederse, onu sana kötülük ettiği yandan alma. Çünkü o kulp
onu taşımaz. Kardeşin olduğu yandan al. Çünkü onu
taşıyabilecek kulp, bu kulptur. Yapacağın işi ölç. O yükü
kaldırabilecek misin? Güreşçi olmak istiyorsan kollarına
bak. Filozof olmak istiyorsan, başkaları kadar yemekle
beraber, filozoflar kadar içmekle yetinip yetinemeyeceğini
düşün. Bugün filozof, yarın tefeci, öbür gün Kayser’in
vekilharcı olamazsın. Tek bir adam olman gerek, iyi ya da
kötü tek bir adam. Bilge odur ki kimseyi kötülemez,
kimseyi övmez, kimseden yakınmaz, kimseyi suçlamaz. O,
bütün isteklerini kökünden söküp atmıştır. Yalan
söylememek gerektiğini her zaman tanıtlarız ve her zaman
yalan söyleriz. Gerekli olan, "neden yalan söylememeli?"
sorusunun karşılığını bulmak değil, yalan söylememektir.
Doğa yasası, her doğanın ölmesini gerektirir. O halde
ölmen gerek. Ben sonsuzluk değilim. Nasıl saat günün bir
parçasıysa ben de bütünün bir parçasıyım. Saat gelir
geçer, ben de gelir geçerim. Geçip gitmenin biçimi hiç de
önemli değil. İster sıtmayla olsun, ister suyla...
Görevimiz, elimizde olanı yapmak, üst yanına kulak
asmamaktır. Deniz yolculuğuna çıkacaksam gemiyi, kaptanı,
mevsimi seçerim. Çünkü bunlar benim elimdedir. Yolda bir
fırtına koparsa umursamam, çünkü bu, benim elimde
değildir. Nasıl kaptanı seçmek benim görevimse, fırtınayla
uğraşmak da öylece kaptanın görevidir, o düşünsün, bana
ne.. (Düşünceler-Sohbetler).
İmparator Marcus Aurelius (İ.S. 121-180) da, Seneca
gibi, ruhun ölümsüzlüğüne inanıyor. Bir yandan da
Epiktetos gibi, sert bir ahlakçıdır. Eski stoanın, kendi
kendisiyle hesaplaşmak (nefis murakebesi) ilkesini en iyi
uygulayanlardan biri [sayfa 105] olduğunu şu yapıtıyla da
tanıtlamıştır: Kendime Bakışlar... Marcus
Aurelius’a göre bizler, bir bağ kütüğü gibi yemiş vermek
için yaşamaktayız. Aklımız, bedenimiz üstünde egemen
olamayacak kadar güçsüzleşmişse, yaşamaktan isteğimizle
ayrılmalıyız. Seneca’nın da dediği gibi, yeterince yaşamak
elimizdedir. Marcus Aurelius şöyle demektedir: Doğaya
uygun olarak yaşa ve ondan tasalanmadan ayrıl, tıpkı
olgunlaşmış bir yemiş gibi. Yemiş olgunlaşınca kendisini
yaratmış olan ağaca ve toprağa minnet duyarak yere
düşer... Roma köleciliğinin pratik yaşamı günümüz
anamalcılığını hazırlaya dursun, teorik yaşamından
günümüze sadece iki mutluluk öğüdü kalmıştır.
Mutluluğun engellerinden biri de ölüm korkusudur.
Öleceğini bilmek düşüncesi, umut kırıcı bir düşüncedir.
Ölüm olayı bir anda meydana gelecektir. Oysa, Bergson’un
dediği gibi, her an meydana gelmediği görüldüğüne göre,
sürekli olarak tekrarlanan bu deney insanda belirsiz bir
kuşku yaratmakta, ölüm düşüncesiyle çöken kesinliğin
ürpertici etkilerini yumuşatmaktadır. Bu deney kendisini
oyalayarak, ölüm bunalımından kurtulmuştur. Bu oyalanma
genç insanlarda pek güçlüdür. Ama çan seslerinin duyulmaya
başladığı yaşlılık yılları kapıyı çalınca oyalanma gücü de
bir hayli azalır. Yaşlı insan, artık ölüm korkusunun
baskısı altındadır.
Marcus Tullius Cicero (Çiçeron) bu baskıya karşı
direniyor. Yaşlılığın üstünlükleri yok mudur? diye soruyor
kendi kendine Bu üstünlükler mutluluk vermez mi?.. Cicero,
yaşlılığın sorunlarını dört bölümde topluyor: Çalışmaktan
uzaklaşmak, bedensel çöküntü, zevk yoksunluğu, ölüme
yakınlık.
Cicero, Yaşlılık (De Senectute) adlı yapıtını
altmış iki yaşında yazdı. Bir yıl sonra, kafasının kılıçla
kesileceğinden habersizdi. Roma imparatorluğunun en ünlü
kişilerinden biriydi. Konsüllük etmişti. Usta bir
söylevci, düşünce ve edebiyat adamıydı. Julius Caesar’ın
diktatörlüğünden sonra bir köşeye çekilmiş, kendini
büsbütün edebiyatla felsefeye vermişti. Caesar, senatoda
hançerlenince yeniden siyaset tutkusuna kapıldı. Roma’nın
bir hayli karışık günleriydi. Caesar’ı hançerleyenler
yaptıkları işin sonucunu alamadan kaçmışlar, meydanı boş
bırakmışlardı: Cicero, bu boşluktan yararlanmasını bilen
Marcus Antonius’e karşı, Caesar’ın yeğeni genç Octavius’ü
tuttu. Antonius’le Octavius birleşince, büyük mutluluğuna
inandığı yaşlılığını yaşayamadı. Kafası kesilerek
öldürüldü.
Cicero, dört bölümde topladığı yaşlılık sorunları
üstünde, ayrı ayrı düşünüyor. Yaşlılığın yapacağı işler
yok mudur? diye soruyor önce Yaşlılar, gençlerin
yaptıkları işleri yapamazlar, bedensel güçleri yetmez,
doğru. Ama çok daha büyük, çok daha değerli işler
yapabilirler. Büyük işler, çeviklikle değil, bilgi ve
düşünce gücüyle yapılır. Yaşlılık bu güçleri artırır.
Isparta’da en önemli görevlerde bulunanlara Yaşlılar,
bunların kurullarına da Yaşlılar Kurulu denirdi.
Yaşlandıkça belleğimizin (hafıza) gücünü yitirdiği sanısı
doğru değildir. İşletmezsen ya da yaratılıştan ağır
işliyorsa güçsüzdür elbet. İşleyen akıl gücünü yitirmez.
Oğulları, yaşlılığından ötürü mallarını yönetemiyor diye
koca Sophokles’i suçlamaya kalkmışlardı. Sophokles,
yargıçlara, o sırada yazdığı Oidipus Kolomnosta’yı
okudu. Yargıçların parmağı ağzında kaldı. Homeros’u,
Simonides’i, İsokrates’i, Gorgias’ı, Platon’u,
Pythagoras’ı, Zenon’u, [sayfa 106] Diogenes’i düşünün.
Bunlar, en ünlü yapıtlarını en yaşlılık günlerinde
vermişlerdi. İnsan çok yaşayınca görmek istemediği birçok
şeyi görür derler. İyi ama, görmek istediği birçok şeyi de
görür.
Yeni yetiştiğim sıralarda bir boğa ya da bir fil
kadar güçlü olmak umurumda değildi. Şimdi de gençlikteki
gücümü yitirişim umurumda değildir. Elinde olanı kullanmak
gerek. Ünlerini kollarındaki güce borçlu olanlar
hayıflanabilirler. Kafa gücüyse son soluğa dek sürer.
Kyros, ölürken, iyice yaşlandığı halde, hiçbir gün kendini
gençliğindekinden daha güçsüz bulmadığını söylemişti.
Milon, Olympia meydanına omuzlarında canlı bir öküzle
girmiş. Sana böyle bir omuz gücünün mü, yoksa
Pythagoras’ınki gibi bir kafa gücünün mü verilmesini
isterdin? Hiçbir iş yapamayacak kadar yaşlılar da vardır
elbet. Ama bu güçsüzlük yaşlılığın işi değil, sağlığın
işidir. Sağlığını koruyan yaşlı, böylesine güçsüzleşmez.
Bundan başka, gençler bile zayıf yapılı olabildiğine göre,
yaşlıların zayıf yapılı olmasında şaşılacak ne var?
Bunaklık denilen aptallık, her yaşlıda değil, az akıllı
yaşlılarda olur. Hem bunak gençlerin sayısı daha mı az?
Cacilius, komedilerdeki budala kocamışlar, derken; her
şeye inanıveren, unutkan, gevşemiş yaşlıları anlatmak
istemişti. Bunlarsa yaşlılığın değil uyuşuk, tembel,
uykucu bir yaşlının kusurlarıdır. Çalışkan yaşlı,
yaşlılığının geldiğini duymaz bile Böylece, haberi olmadan
yaşlanır. Birden çöküvermez, yavaş yavaş söner.
Yaşlılar aşırı zevklerden yoksundur. Eğer yaşlılık,
bizlerden, gençliğin o en kötü kusurunu uzaklaştırıyorsa
ne büyük bir iyilik ediyor. Bedensel zevk, doğanın
insanlara verdiği en büyük beladır. Şehvetin göze
aldırmadığı hiçbir kötülük yoktur. Şehvetle erdem bir
arada bulunamazlar. Akıl, zevk isteğini uzaklaştırmaya
yetmiyorsa, bunu yapabilen yaşlılığa saygı duymalıyız. Her
şeye yettiği halde zevk isteğini durdurmaya yetmeyen aklı
düşünün, aşırı zevk isteğinin kötülüğünü daha iyi
anlarsınız, akıl size gerekiyorsa eğer. Aşırılığa kaçmayan
zevklerdense yaşlılar da yararlanabilirler. Yaşlılar,
güzel sofralardan, sık sık boşaltılan kadehlerden uzak
kalıyorlarsa sarhoşluktan, hazımsızlıktan, uykusuzluktan
da uzak kalıyorlar demektir. Yaşlılar, iyi sofraların
başında otururlar. Konuşma hevesini artırıp yiyip içme
hevesini azaltan yaşlılığa çok şeyler borçluyuz. Ama
insanın içini gıcıklayan öyle zevkler vardır ki, yaşlılar
bunları duyamazlar diyebilirsiniz. Doğru, ama yaşlılar bu
zevklerin yokluğunu da duymazlar. Yokluğunu duymadığın
şeyin üzüntüsünü de duymazsın. Bir şeye karşı istek
duymayan ondan yoksun kalmış değildir. Bir bakıma bu
yoksunluk da pek o kadar büyütülmemeli. Bir tiyatroyu ön
sıralardan seyredenler daha çok zevk alır ama, arka
sıralardan seyredenler de zevk alır. Zevk düşkünlüğüne,
yükselme hırsına, başkalarını geçmek için didinmeye,
tutkuların tümüne kölelik ettikten sonra ruhun yapayalnız
kalması, kendisiyle baş başa yaşaması ne paha biçilmez bir
zevktir. Eğitim ve bilgiyle beslenince, insana, istediğini
yapmak için gereken zamanı bırakan yaşlılıktan daha hoş
bir şey olamaz. Solon, bir mısraında ne güzel söylüyor:
Her gün bildiklerime birçok şeyler katarak yaşlanıyorum.
Yaşlılık ölüme yakınmış. Onca yıl yaşayıp da ölümün
küçümsenmesi gerektiğini anlamayan yaşlıya yazıklar olsun.
Hangi genç budala akşama kadar yaşayacağını [sayfa 107]
kesinlikle söyleyebilir? Hem gençlerde insanı ölüme
götüren nedenler yaşlılardan daha çoktur. Yaşlıların
sayısının az oluşu da gençlerin daha çok öldüklerini
göstermiyor mu? Ölüm, ruhu tümüyle yok ediyorsa, üstünde
durulmaya değmez, onu sonsuz bir ömür yaşayacağı bir yere
götürüyorsa, istenilmesi gereken bir şeydir. Ölüm,
gençlerin de başında olduğuna göre, niçin yaşlılığı
kötüleme nedeni olsun? Ben, kendi payıma, oğlumun ölümünü
görmekle ölümün yaşa bakmadığını acı bir deneyle öğrenmiş
bulunuyorum. Bir genç uzun bir süre yaşayacağını umar, bir
yaşlıysa böyle bir umut besleyemez, diyebilirler. Kesin
olmayan bir şeye umut bağlamak düpedüz budalalıktır.
Bundan başka yaşlı, gencin umduğunu ele geçirmiş
bulunduğundan, daha iyi bir durumdadır. Biri uzun bir süre
yaşamayı umar, ötekiyse uzun bir süre yaşamıştır. Bir
aktörün hoşa gitmesi için oyunun bitmesi gerekmez,
oynadığı perdede beğenilmesi yeter. Bir ömür, kısa da
olsa, gereği gibi yaşamaya yetecek kadar uzundur. Elmalar
hamken çekilip kopartılır, olgunlaşınca kendiliklerinden
düşerler. Böylece, gençlerin canını da bir güç koparıp
alır, yaşlılarsa olgunluktan sönerler. Bu olgunluk, bana
öyle tatlı geliyor ki, uzun bir deniz yolculuğundan sonra
karayı görür gibi oluyor, sonunda bir limana varmak
kesinliğinin hazzını duyuyorum. Önemli olan, hayata doymuş
olmaktır. Her çağın, ayrı ayrı giderilmesi gereken
hevesleri vardır. Nasıl ki bir genç, bir çocuğun; bir orta
yaşlı da bir gencin heveslerini duymaz ve aramazsa bir
yaşlı da öylece kendinden önceki çağların heveslerini
duymaz ve aramaz. Yaşamaya doymanın anlamı budur.
Tanrılardan biri bana yeniden çocukluğa dönmemi
bağışlasaydı bütün gücümle direnirdim. Yarışı başarıyla
bitiren at, meydanın öbür ucuna dönmek istemez. Yaşadığıma
pişman değilim, dünyaya boşuna gelmediğimi biliyorum,
ömrümü gereği gibi geçirdim. Ksenophon bir yapıtında,
ölmek üzere olan Kyros’a şunları söyletir: Sevgili
çocuklarım, siz benim ruhumu ne zaman gördünüz ki öldükten
sonra göremeyeceğiniz için ağlıyorsunuz? Cicero, yaşlılık
üstüne söylevini şu sözlerle bitiriyor: Keşke sizler de bu
çağa gelseniz de benden dinlediklerinizin doğru olduğunu
kendi deneylerinizle anlayabilseniz.
Marcus Tullius Cicero, Yaşlıktan (De
Senectute), sonra Dostluk’u (De Amicitia) da övdü.
Düşünce, Aristoteles’le Theophrastos’tan gelmektedir.
Ancak, Romalı stoacı Cicero, dostluğun, Yunan kökünden
gelen tanımını Romalılaştırmıştır. Tanım, stoacılığın
temel düşüncesine uygundur: Dostluk, anlaşmaktır
(symphonia). Dostluk, insanların insanlarla ve tanrılarla
ilgili her şeyde, yakınlık ve sevgi duygularıyla
anlaşmalarıdır. Ancak, iki insanın birbiriyle
anlaşabilmesi kolay değildir. Dostluğu gerçekleştirecek
bir anlaşmanın doğabilmesi için birtakım nitelikler ister.
Bu nitelikleri taşımayanlar, dost olamayacakları gibi,
dost da edinemezler. Cicero, yapıtında, bu nitelikleri
bilimsel bir sıraya sokarak saymamıştır. Yapıtın bütünü
içinde, konuşmanın gidişine göre serpiştirilen bu
nitelikler, şöylece sıralanabilirler:
1. Dostluk, ancak iyi insanlar arasında
gerçekleşebilir. İyilik, dostluğun en gerekli niteliğidir.
İyi olmayan insanlar dost olamazlar. Ama iyiliğin ölçüsü
nedir?.. Cicero, iyilik konusunda, filozofların ölçülerini
aşırı bulmaktadır. Filozoflara göre, bir insanın iyi
olabilmesi için, bilge olması gereklidir. Cicero’ya göre,
bu anlamda [sayfa 108] bir iyiliğe hiçbir ölümlü
erişememiştir. Bilgelik, kıskançlık dolu, karanlık bir
sözdür. İyi sayılmak için doğruluk, dürüstlük, hakseverlik
ve cömertlik yolunu tutmak yeter. Katıksız iyilik, erdemli
kişide bulunur. Çünkü dostluğu hem doğuran, hem sürdüren
erdemdir. Genellikle iyi sayılan insanlar, iyi
insanlardır. Onların erdemleri, günlük yaşayış için
yeterlidir. Hiçbir zaman, hiçbir yerde bulunmayan
insanları düşlemek gerekmez.
2. Dostluk, sürekliliği gerektirir. Süreklilik
niteliği bulunmayan yerde, dostluğun sözü edilemez.
Sürekliliği de ancak erdemlilik sağlayabileceğine göre, bu
nitelik, iyilik niteliğine sıkıca bağlıdır. Cicero’ya
göre, gerçek dostluklar ölümsüzdür. Ancak bu sürekliliği
sağlamak da kolay bir şey değildir. Ortaya çıkar
ayrılıkları çıkabilir, siyasal düşünceler çatışabilir,
insanların huyları değişebilir. Kara alınyazıları gibi,
dostluğun üstüne çöken öyle rastlantılar vardır ki,
bunlardan kaçınmak, insan bilgeliğinin değil, talihin
işidir.
3. Dostluk, her alanda uyuşmayı gerektirir. Her
alanda uyuşmamış olanlar, süreklilik niteliğini, bundan
ötürü de dostluğu sağlayamazlar. Düşüncelerinde,
beğenilerinde, yaşayışlarında benzerlik bulunanlar,
birbirleriyle uyuşabilirler. Ayrı düşünceler, ayrı
beğeniler, ayrı yaşayış biçimleri uyuşma yerine, çatışma
doğururlar. Her alanda uyuşmamış kişilerin dostluğu,
yalancı bir dostluktur ve her yalancılık gibi günün
birinde kırılıp dökülmek zorundadır.
4. Dostluk, sadakati gerektirir. Çünkü uzun bir süre
uyuşmuş bulunanlar, bu uyuşmanın bir, ya da birkaç
niteliğini yitirebilirler. Önceden uyuşmamış kişilerin
dostlukları ne kadar yalancı bir dostluksa, bu
niteliklerin yitirilmesinden ötürü bozulan dostluklar da o
kadar yalancıdır. Gerçek dostluk, ölümsüzdür. Talihin gözü
kördür derler ama, güler yüz gösterdiği kişilerin de
gözlerini kör ettiği bir gerçektir. Onlar, çok kez, bir
kendini beğenme ve dostunu hor görme duygusuna
kapılabilirler. Hiçbir şey, talihli bir budaladan daha
çekilmez olamaz. Kimilerinin; önceden erdemli insanlarken,
kumanda ve yetki elde ederek mutluluğa eriştikten sonra,
değiştikleri, eski dostlarını hor görüp yenilerine
bağlandıkları görülebilir. Yetkileri ya da paralarıyla
alınabilecek her şeyi elde edip de, dostluğu, evrenin bu
en değerli ve en güzel süsünü elde etmemelerinden daha
budalaca ne olabilir? Alınabilecek olan şeyler, kim
güçlüyse onun malıdırlar. Dostluksa, sadece dostun
malıdır.
5. Dostluk, akıllılığı gerektirir. Herkesin
mallarını alırken, sadece kendisinin olanı almasını
beceremeyen budalalar dostluk kuramazlar. Bu akıllılık,
sevgi alanında filizlenen bir akıllılıktır. Sevgi erdemi,
dostlukları hem kurar, hem korur. Çünkü, onda her türlü
ahenk, süreklilik, sağlamlık vardır. Kendini gösterip
ışığını parlattığı zaman, başkasında da parladığını
gördüğü erdem ışığına yaklaşır, ondaki ışıktan da ışık
alır. Dostluk, işte bu ışıktan tutuşur. Sevgi ve dostluk
sözcükleri aynı kökten gelirler (Amor, amicitia, amore).
Sevmekse, hiçbir şeye gereksinmeden, hiçbir yarar
beklemeden, sevilen’e bağlanmak demektir.
Akıllılık, gerçek olanla gerçek olmayanı ayırmada tek
ölçüdür. Yüze gülücüyle gerçek dostu, akıllılık ayırır.
6. Dostluk, birliği gerektirir. Taras’lı Arkhitas
(İ.Ö. dördüncü yüzyılda yaşayan Pythagorasçı filozof) ne
doğru söylemiş: Bir insan, göğe yükselerek evreni ve
yıldızların [sayfa 109] güzelliğini seyretseydi bu seyir
ona hoş gelmeyecekti. Oysa yanında gördüklerini
anlatabileceği bir dostu bulunsaydı bundan pek
hoşlanırdı... Evet, doğa yalnızlığı sevmiyor. Dostluğun en
tatlı yanı da, doğanın istediği bu birlikteliği
gerçekleştirmesidir. Doğa, ne istediğini, ne aradığını bu
kadar açık olarak belli ettiği halde, bilmem nasıl oluyor
da bu kadar sağırlaşabiliyor, doğanın uyarmalarına
kulaklarımızı bu kadar tıkayabiliyoruz?.. Dostlar
arasında, sadece sevgi ve beğenme değil, saygı da
bulunacaktır. Doğa, dostluğu, erdemin yardımcısı olsun
diye vermiştir, kötülüklerin yardakçısı olsun diye değil.
Onun amacı şudur: Erdem, tek başına en üstün iyi’ye
erişemediğine göre, oraya başkasıyla birleşip ortak olarak
erişsin. İşte, bence, diyor Cicero, insanların peşinde
koşmaya değer saydıkları her şeyi, şerefi, ünü, ruhun
sükun ve sevincini içine alan birlik, bu birliktir. Bütün
bunlar var olunca, yaşamak, mutlulukla dolar. Bunlar
olmadan mutlu olunamaz. Mademki bu birlik, en üstün
iyilik’tir, onu elde etmek istiyorsak, erdem kazanmaya
çalışalım. Erdemsiz, ne dostluğa, ne de herhangi bir şeye
erişebiliriz. Erdeme değer vermeden dost edindiklerini
sanan insanlar bir gün kötü bir olayla karşılaşmak zorunda
kalırlarsa, o zaman; ne kadar yanılmış olduklarını
anlayacaklardır. Atinalı Timon bile (insanların
nankörlüğünden tiksinerek yalnızlığı arayan Atinalı
zengin), tiksintisini dökebilecek bir insan aramamaya
katlanamamıştır.
Cicero, yapıtında, dostluğun sınırlarını da çizmeye
çalışıyor. Soruyor: Acaba, Coriolanus’ün (İ.Ö. V. yüzyılda
yaşayan Romalı komutan, önceleri pek sevildiği halde,
sürgün cezasına çarptırılınca Roma’nın üstüne yürümeye
kalkmıştı) dostları olsaydı, vatana karşı, onunla birlikte
silaha sarılırlar mıydı?.. Doğa, dostluğu, erdemin
yardımcısı olsun diye vermiştir, kötülüklerin yardakçısı
olsun diye değil. Dostluğun temeli, erdeme karşı duyulan
saygıya dayandığına göre, insan erdemden ayrılırsa,
dostluk süremez. Utanç verici bir şey istememek, istenince
de yapmamak, dostluğun en kutsal yasasıdır. Dosttan
şerefli şeyler istemek, dost uğruna şerefli şeyler yapmak,
dostluğun en kutsal yasasıdır.
Bu konuda üç düşünce ileri sürülmektedir:
a) Dostumuza karşı, kendimize beslediğimiz
duyguların aynını beslemek düşüncesi: Bu düşünce,
doğru bir düşünce değildir. Çünkü, kendimiz için
yapamayacağımız nice işler vardır ki, dostlarımız uğrunda
pekala yapabiliriz. Örneğin, kendimiz için yalvarmak
şerefsizlik olduğu halde, dostumuz için yalvarmak ne büyük
şereftir.
b) Dostumuza karşı, dostumuzun bizim için
beslediği duyguların aynını beslemek düşüncesi: Bu
düşünce de, doğru değildir. Yapılan ve görülen iyiliklerin
eş olmasını istemek, dostluğu çok ince ve derin hesaplara
vurmak demektir. Gerçek dostluk, daha zengin, daha
cömerttir. Aldığından çok vermemekte bu kadar titiz
davranmaz.
c) Dostumuza karşı, onun kendisine beslediği
duyguların aynını beslemek düşüncesi: Bu düşünce de
yanlıştır. Çünkü, kimi insanların güçleri kırılmış, ya da
başarıya ulaşma umutları yitirilmiş olabilir. Dostunun da
onun gibi düşünmesi dostluğa yaraşmaz. Tersine, dost,
dostunun güçsüzlüğünü gidermeye, yitirilen umutlarını
desteklemeye çalışan kişidir.
Öyleyse, gerçek dostluğun sınırları başka türlü
çizilecektir: Töresel bir temizlik içinde katıksız bir
anlaşma. [sayfa 110]
Dostluk üstüne söyleyeceklerim işte bunlar, diyor
Cicero, size gelince, siz erdeme öylesine değer verin ki,
-onsuz dostluk olamaz- erdemden başka hiçbir şeyin
dostluğa üstün tutulabileceğine inanmayın.
Antikçağ Yunan bölünmezciliği
(Atomculuğu)’nin büyük ve güçlü ürünü Epikurosçuluk’tur.
Epikurosçuluğun büyük ürünü de Latin özdekçiliği’nin
başlıca temsilcisi Lukretius’dur. Özdekçilik, böylelikle,
eski Yunan’dan eski Roma’ya geçmiş bulunmaktadır. Bu,
öylesine bir geçiştir ki, yüzyıllarca sonra Batı’yı
uyandıracak ve özdekçilik anlayışına geniş boyutlar
kazandıracaktır. İdealizme pek yakışan bir güçlüler
egemenliğinin vatanı olan Roma’da Lukretius, Roma’nın
bütün görkemine direnen sağlam bir tohum gibidir. Roma
egemenlerinin çıkarlarına uygun düşen dinsel ve gizemsel
felsefenin temsilcileri Cicero, Seneca, Epiktetos ve
Marcus Aurelius’un bütün çabalarına karşın bu tohum
gittikçe verimli olmaktan alıkonulamamıştır. Benjamin
Farrington, Epikuros’un Tanrıları ve Roma Devleti
adlı yazısında şöyle der (The Modern Quarterly, sayı 3, c.
I, Londra, s. 214): "Epikurosçuların ona karşı: duydukları
taparcasına sevgi, Cicero’nun hoşuna gitmiyordu.
Tusculenedes, İ.Ö. 45 yılında Epikurosçuluğun Roma’da
yayılışına öfkeleniyor,. başka bir felsefenin önerilmesini
amaçlıyordu". Epikuros özdekçiliği’nin Roma’da
yayılışının başlıca etkenleri, onun ilk çeviricisi
Amafinius’le Lukretius’dür. (Bilinmesi gerekir ki
Lukretius, Roma’da, kendisinden hiç söz edilmemek yoluyla
baltalanmıştır. Kimi incelemecilere göre, bu susku,
örgütlenmiş ve bilinçli bir suskudur. Çağımızda da
uygulanan bu yöntem bir dereceye kadar etkendir. Nitekim
Lukretius’un kişiliği ve yaşamı üstüne bu yüzden hemen
hiçbir bilgi kalmadığı gibi, yazılarının çoğu da yitip
gitmiştir). Günümüze kalan parçalarından birinde büyük
özdekçi düşünür şöyle der (Lukretius, Nesnelerin Doğası
Üstüne, kitap II, satır 59-63): "Kendi zenginliklerini
arttırmak için vatandaşlarının kanlarını dökerler. Cinayet
üstüne cinayet işleyerek zenginliklerini iki katına
çıkarırlar. Kardeşlerinin cenaze törenleri onlar için haz
konusu, yakınlarının sofraları kin kaynağıdır".
Lukretius’un bütün düşüncelerini ve Epikuros özdekçiliğine
katkısını De Rerum Natura adını taşıyan bu şiirden
öğreniyoruz. Bu şiir altı kitaba bölünmüştür. Lukretius’a
göre; evren sürekli olarak devinen özdekten meydana
gelmiştir, başlangıcı ve sonu yoktur, yaratılmamıştır ve
yok olmayacaktır, zaman ve uzay devinen özdeğin dışında
varolamaz, bunlar birbirleriyle bağıntılıdırlar, özdeğin
bölünebilirliği atomda biter; evrenin bütün değişik
görünüşlerinin içinde bu atomlar vardır, doğayı açıklamada
yaratıcı ilkeler hayal etmek yanlıştır ve yalandır, sonsuz
olan evrende sayısız dünyalar vardır, bu dünyalar hep aynı
atomsal özdeklerden meydana gelmiştir, devim özdeğin bir
özelliğidir ve hiçbir doğadışı varlığın fiskesiyle meydana
gelmiş değildir, demir gibi en katı cisimlerin bile içi
sonsuz bir devimle devinmektedir. Görüldüğü gibi, çağdaş
bilimin birçok verileri bu şiirde verilmiştir. Dikkat
edilmesi gereken nokta, bu gibi özdekçi düşüncelerin her
zaman şunlar gibi sosyo-ekonomik gözlemleri de birlikte
getirmiş olmasıdır: "İnsanların gümüş ve altın damarlarını
izlediği, toprağın derinliklerinin demirle araştırıldığı
bu yerlerde Scaptensula’nın dibinden pis kokulu bir soluk
yayılır. Madencilerin yüzleri ve tenleri bu zararlı soluk
altında çöker. Onların neden [sayfa 111] çabuk öldüklerini
ve ne türlü çetin bir baskıyla bu uğraşıya boyun
eğdirildiklerini, varlıklarının nasıl bir güvensizlik
içinde olduğunu hiç görmediniz ya da duymadınız mı?"
(İbid, kitap VI, satır 808-815). Lukretius bunlardan başka
doğaya hiçbir şeyin kumanda etmediği ve edemeyeceği,
doğada nesnel yasaların var bulunduğu ve doğanın bu
yasalara göre geliştiği, bu yasaların nesnel oldukları
kadar da zorunlu bulundukları, düşüncenin nesnel gerçeğin
bir yansıması olduğu, sevinç ve acı izlenimlerimizin
duyumlarımız ve algılarımızla meydana konduğu vb. gibi
şaşkınlık verici çağdaş düşünceler ileri sürmüştür.
Unutulmamalıdır ki, bütün bu düşünceler İ.Ö. ileri
sürülmüşlerdir, yirmi bir yüzyıllık bir kıdemleri vardır.
Lukretius’a göre kendiliğindenlik evrenin
oluşmasında temel yasadır. Şöyle der: "Evrenin atomlarının
yerli yerine yerleştirilmiş olmaları, bir kafanın
hazırladığı bir plana göre olmuş değildir. Evrenin içinde
bin bir türlü değişime uğradıktan, sonsuzluk boyunca
sarsılıp yerlerinden edildikten sonra, her çeşit
devinmeleri ve birleşmeleri deneye deneye sonunda evreni
meydana getiren bir düzene ulaşmışlardır" (İbid, kitap I,
satır 1024-1028). Demek ki, bu düzen kendiliğinden elde
edilmiş, evren kendi kendini deneye deneye kurmuştur. Her
şeyin bir başlangıcı, bir yaşamı ve bir sonu olduğu
yolundaki eytişimsel tez, Lukretius’da bütün açıklığıyla
dile gelir: "Devinmeler, varoluşa ne kesin olarak üstün
gelebilirler ve ne de onu koruyabilirler. Meydana gelmiş
olanı tümüyle yıkamayacakları gibi, meydana getirdiklerini
koruyamazlar da. Varolma ve yok olma arasındaki savaş bu
yüzden sonsuza eşit koşullarda sürüp gider. Yaşam, kimi
zaman burada ve kimi zaman orada üsttedir. Ölüm de öyle.
Aydınlık denizin kıyılarına ayak basan çocuğun yaşam
viyaklamaları, ölümün hüzün verici iniltilerine karışır.
Bu iki oluş birbirine karışmadan hiçbir gecenin ardından
gündüz gelmediği gibi hiçbir gündüz de geceye
dönmemiştir". (İbid, kitap II, satır 569-580). Demek ki
evren, sonsuz bir oluş içindedir. Epikurosçu ataraxia,
Lukretius’un büyük şiirsel değeri bulunan dizelerinde
şöyle dile gelir: "Doğa’nın ne dediğini duymuyor musunuz?
Beden için acıdan ,uzak, tin için tasasız olmaktan başka
bir istediği var mı ki? Acıyı dindirebilen, tasayı yok
edebilen her şey ona sevinç verir. Doğa, doğa olarak,
bundan başka bir şey istemez. Eğer bizim evimizde
ellerinde geceyi aydınlatmak için meşaleler tutan
heykeller yoksa, her yanı gümüşle ışıldamıyor ve altınla
parıldamıyorsa ne çıkar, bir akarsu boyunda; bir ağacın
dalları altında, dostların arasında, taze çimenlerin
üstüne uzanarak, kolayca ve masrafsızca, kendimizi
dinçleştirebilmek, hele hava bize gülümsüyorsa ve mevsim
yeşil otların arasına çiçekler serpiştirmişse.. bize
yeter" (İbid, kitap II, satır 17-33).
Evet sevgili Lukretius, gerekli olan, şimdilik
sadece bu.