ORTAÇAĞ
Mutluluklarını arayan insanlar, bir ara, bu
mutluluğu, özgür düşüncenin kapılarını kilitlemekte
buldular. Yüzyıllarca süren bu araya, ortaçağ diyoruz.
Artık erdem, gerçekten erdem olduğu için değil,
tanrı buyurduğu için erdemdir. Artık Yunanlıların
doğa-tanrılarının yerini Hıristiyanlığın kişi-tanrısı
almıştır. Oysa bu kişi-tanrının düşünürleri,
doğa-tanrıların düşünce sisteminden kurtulamayacaklardır.
Skolastik dediğimiz Hıristiyan okulu düşünürleri,
yüzyıllar boyunca, Platon’la Aristoteles’i gevelemekten
başka bir şey yapmamışlardır.
Hıristiyan düşüncesinin, İ.S. V’inci yüzyıla kadar
süren ilk dönemine patristik (Yunanca kilise
babası anlamındaki patros deyiminden geliyor),
bu tarihten sonra ortaçağın sonuna kadar süren ikinci
dönemine skolastik (Latince okul anlamına gelen
schola deyiminden geliyor) denir. Bu iki dönemden
birincisine Platoncu Hıristiyan tanrıbilimi evresi,
ikincisine Aristotelesçi Hıristiyan tanrıbilimi evresi
de denebilir. [sayfa 119] Bununla beraber Platon
etkisi XIII. yüzyıla kadar ilk skolastik düşünürlerde de
devam etmiş ve ancak bu yüzyılda Aquino’lu Thomas’yla
yerini Aristoteles egemenliğine bırakmıştır. Patristik
felsefenin ünlü babaları Clemens (150-215), Tertulian
(160-222), Origenes (185- 254) ve Augustinus
(354-430)’tur. Patristik felsefe, Hıristiyanlığa yapılan
saldırılara karşı koymaya çalışan bir savunma felsefesi,
bir apologia’dır. Kilise babalarının Felsefesi olan
patristik felsefe, ortaçağ skolastiğinin ilk
hazırlıklarıdır. Skolastik, bütün ortaçağı kaplar.
Skolastiğin ayırt edici niteliği dogmatik oluşudur. Belli
bir konuyu incelemek demek, o konuda Aristoteles’in , ne
yazdığını okumak demektir. Daha derin bir inceleme,
Aquino’lu Thomas’nın, Aristoteles’in bu yazısı üstüne ne
yazdığını okumak demektir. Bilimsel bir incelemeyse
Aristoteles’in ve Aquino’lu Thomas’nın bu yazılarını
tekrarlayan üçüncü bir kitabı okumak demektir. Hiçbir
kişisel görüş, tartışma, kuşku ve kurcalamaya izin yoktur.
En küçük kişisel bir çıkışa cesaret eden, ölüm ya da bir
çeşit diri diri ölüm demek olan afaroz cezasıyla
cezalandırılır. Bu sıkı disipline rağmen skolastik, önemli
düşünürler yetiştirmiştir. Bunların başında skolastiğin
kurucusu Scottus Eriugena (833-880) gelir. Anselmus
(1033-1109), Petrus Abaelardus (1079-1142), Aquino’lu
Thomas (1224-1274), Duns Scotus (1270-1308) vb. onu
izlerler. Hıristiyan felsefesinin skolastik dönemi,
yaklaşık dokuzuncu yüzyıldan XVI. yüzyıla kadar sürmüştür.
Hıristiyanlık, temelde, ilkel bir kamulculuk
anlayışı içinde İsa’nın söylediği birkaç şiirli sözden
ibarettir. Bu yalın sözlere felsefesel bir temel bulmak
gerekiyordu. İlk yıllarda Yunan stoacılığıyla savaşmak
zorunda kalan Hıristiyan kilisesi babaları, bu düşünsel
temeli, önce Platon öğretisinde, sonra da Aristoteles
öğretisinde buldular. Her iki dönemin de ayırıcı niteliği,
felsefesel sorunları birtakım tartışılamaz dogmalara
bağlamış olmasıdır. Hıristiyan düşünürleri, yüzyıllarca,
bu dogmalardaki açık çelişmeleri anlaşılır kılmaya
çalışmışlardır. Bir Yahudi mezhebi olarak ortaya çıkan
Hıristiyanlığın dogmaları, gerçekte, Yahudiliğin
dogmalarıdır. Hıristiyan felsefesi, bu dogmaları
desteklemek amacından doğmuştur ve Hıristiyan
tanrıbiliminin hizmetçisi (La. Ancilla
theologiae) durumundadır. Bu çağın hemen bütün düşünürleri
din adamlarıdır, Hıristiyan kilisesinin hizmetçileri
(La. Ancilla ecclesiae) durumundadırlar. Bu
demektir ki, Hıristiyan felsefesi kutsal Roma kilisesi
imparatorluğunun (La. Sacrum Imperium Romanum)
hizmetinde olan ve onun buyruklarına göre biçimlenebilen
bir felsefedir. Buysa felsefe kavramının gerçek
anlamıyla çelişiktir. Bu bakımdan denilebilir ki
Hıristiyan felsefesi, antikçağ Yunan idealizminin
Hıristiyanlık dini ölçüleri içinde bir devamından
ibarettir. Kaldı ki Hıristiyanlık, Yunan stoacılığında
içkin bulunmaktadır. Hıristiyanlığın tanrısı:
Parmenides’in varlık, Sokrates-Platon’un iyi
idesi, Aristoteles’in ilk neden, Plotinos’un
bir düşüncelerinin karma ürünüdür. Bundan başka, bir
İngiliz tarihçisi, Edward Gibbon da The Decline and
Fall of the Roman Empire adlı yapıtında, yaptığı
araştırmalar sonunda Platon’un gizli bir logos
öğretisi (İng. Logos doctrine)’ini bulduğunu,
Hıristiyanlığa temel olduğu kuşkusuz bulunan bu öğretinin
çoktanrıcı tepkiye karşı gizli tutulduğunu ve Platon’un
öğrencilerine gizlice okutulduğunu, kulaktan kulağa gelen
bu öğretinin İskenderiyeli Yahudi dinbilimci Phile
tarafından açıklandığını [sayfa 120] ve Phile
tanrıbiliminin de Hıristiyan tanrıbilimcilerin başlıca
kaynaklarından biri olduğunu ilerisürmüştür. (bkz.
İbid, c. ı, s. 572 vd.). Platon’un bu öğretisi, Platon
sisteminde gerçekten de bir boşluk olarak kalmış bulunan,
soyut İdealar dünyasından somut özdeksel dünyaya nasıl
geçildiğini açıklamaktadır. Platon’a göre bu geçiş bir
yaratan’ın gücüyle olmuştur, yaratan (eşdeyişle Tanrı)
ruhsal bir güçtür, bu ruhsal güç yaratılış yoluyla
özdeksel yaratılan’ı kendi varlığından çıkarmıştır.
Yaratan-yaratılış-yaratılan üçlüğü, Hıristiyan
baba-oğul- kutsal ruh üçlüğünün temeli olduğu gibi
Aristoteles erekçiliğinin de temelidir.
Ortaçağ Hıristiyan düşünürlerinin başında Origenes
(İ.S. 185-254) geliyor. Ona göre erdemin kendisi, asıl
erdem değildir. Kötü, kendi başına hiçbir anlam taşımaz.
Gerçek olan iyi’dir, bir başka deyişle Tanrıdır.
Kötülük, iyiliğin yadsınmasıdır (inkarıdır). Özgür ruhlar
tanrılaşmaya özendiklerinden Tanrıdan yüz çevirirler. İşte
kötülük, erdemsizlik; onların bu gururlarında belirir.
İyiyle kötü, bir başka deyişle erdemle erdemsizlik,
tanrıyla yokluk arasında özgür bir seçmeyi gerektirir. Her
şey tanrıdan gelmiştir, tanrıya dönecektir. Dünyalık
yaşama, bir çeşit cezadır, bir çeşit ödentidir
(kefarettir).
Aurelius Augustinus (İ.S. 354-430) da aşağı yukarı
bunları söylüyor. O da Origenes gibi, Platonculuğun
dostudur. Ona göre de erdem, tanrının tözüdür
(cevheridir). Tanrılık irade, ötesinde başka hiçbir şey
bulunmayan bir ilke olduğundan, yaratmanın nedenini
araştırmak boşunadır. Tanrı yarattı, çünkü yaratmak
istedi. En yüksek iyi, mutluluk değil, erdemdir. Tanrının
iradesi iyi, güzel, doğru’dur. İnsan kötülük
yolundadır. Onu kurtaracak olan Tanrıdır. Tanrı, insanı
kurtarır, çünkü kurtarmayı ister. Ama bütün insanları
kurtarmaz, hangilerini kurtarıp hangilerini
kurtarmayacağını önceden seçmiştir. Bir başka deyişle,
insanlar arasında kimileri kurtuluşa önceden
ayrılmışlardır.
Her iki düşünürün düşüncelerinden çıkan sonuçlar
skolastik dediğimiz Hıristiyan düşünce okulunu
doğurmuştur. Ortada, yedi yaşında bir çocuğun bile
sorabileceği şu sorular durmaktadır: Dünyalık yaşama bir
cezaysa, bana bu ceza niçin veriliyor? Dünyaya gelip
gelmemek elinde olmayan ben böyle bir cezaya uğramak için
hangi suçu işledim? Kurtuluş planı daha ben doğmadan
yapılmışsa, ben de bu planın içine girebilen mutlulardan
değilsem, bunda benim ne suçum var? Neden ben bu planın
içinde değilim? Tanrı beni niçin gözden çıkarmış,
kurtulmaya değer görmemiş?
Saçlı sakallı düşünürler, yedi yaşındaki çocuğun bu
sorularına karşılık bulmak zorundadırlar. Bulamazlarsa ne
erdemden, ne de erdemsizlikten söz etmemeleri gerekir.
Skolastiğin kurucusu Scottus Eriguena’dır (İ.S.
833-880). Eriugena, yukardaki soruların karşılıklarını
bulamayınca, şu ilkeyi ortaya atıyor: Tanrı salt yokluk,
sonsuzdan gelip sonsuza giden sır’dır.
Bu düşünüre göre, sadece Tanrı değil, insan da
böyledir. İnsan da bir sırdır, çünkü insan da bir
Tanrıdır. Çocuk, babadan doğdu. Şu halde babadan başka bir
şey olamaz. İnsan, küçük çapta bir evrendir, evrensel
bütün varlıkları kendinde [sayfa 121] özetler (Claude
Bernard’ı hatırlayınız). Varlığınızdan kuşkulanmayınız,
düşündüğünüz için varsınız (Descartes’ı hatırlayınız).
İnsan, günah işleyerek meleklerden ayrıldı, tövbeyle
tanrılığa yükselir. Günah, bir başka deyişle erdemsizlik,
insanın kendi beden yapısından gelir. Bir bakıma insan
duyularının, gelişmekte olan insan aklı üstündeki
egemenliğinin zorunlu bir sonucudur.
Şu halde erdemsizlik, insan için zorunludur.
Eriugena’ya göre erdemsizlik, töz olarak (cevher
olarak, substantiellement) yoktur. Tanrıdan ayrılış,
düşüş, bir yoksunluktan başka bir şey değildir. Şu halde
salt kötülük, bir başka deyişle erdemsizlik, daha bir
başka deyişle şeytan yoktur. Erdemsizlik, yaşamanın
yokluğu demektir. Bir varlıktan bütün iyi şeyleri
kaldırın, onu yok etmiş olursunuz. Yaratma, başı gibi sonu
da olmayan bir oluştur. O, olmuş değildir, oluyor.
Hepimiz, varlığımızın kökleriyle, baş ve son olarak,
sonsuzluğun içindeyiz.
Bu düşünceleri Eriugena’yı kilisenin, kendisini
tutan imparatorun gözünden düşürmüş, perişan etmiştir.
Görülüyor ki düşünce, bu kadarcık da olsa özgürlüğe
yönelince karşısına hemen ortaçağın karanlığı çıkmaktadır.
Bu çağın önemli sayılan bir başka düşünürü de
Anselmus’tur (İ.S. 1033-1109). Anselmus’a II. Augustinus
diyorlar, bundan da düşüncelerinin hangi yönde olduğu
anlaşılabilir. Ona göre inan (iman, dogma) her türlü
tartışmadan önce gelmelidir. Bizler inanmak için
düşünmüyoruz, tersine, düşünmek için inanıyoruz.
Anselmus’u iyice incelerseniz, onun, göründüğü kadar
budala olmadığını anlarsınız. Anselmus, inana sarılmakla,
yukarıdaki soruların karşılığını bulmaktaki güçsüzlüğünü
belirtmiş, inanmayıp da ne edeceksiniz, demek istemiştir.
Anselmus, insan aklının karşısında, inandan başka çıkar
bir yol bulamamıştır.
Ortaçağa göz gezdirirken Petrus Abaelardus’tan (İ.S.
1079-1142) da söz açmak gerekiyor. Abaelardus, gerçekten
önemli bir düşünürdür. Kovulmuş, kendi kitabı kendisine
yaktırılmış, afaroz edilmiş, öğretmeninin kıskançlığına
uğramış aydın bir kafadır. Ona göre kötülüklere
sürüklenmek günah değildir, tersine, erdemin gereğidir.
Çünkü her erdem bir savaştır, her savaş da bir düşman
ister. Günah bir eylem (fiil) değildir. Günah eylemin
biçiminde, bir başka deyişle emreden iradede bulunur.
Günah, eylemde değil, niyettedir. Bundan çıkan sonuç
şudur: Niyeti kötü olmayan adamın yaptığı iş kötü bile
olsa o adam bir kötülük yapmış olmaz. Buna karşı, kötülüğe
niyet eden adam o kötülüğü yapmaya fırsat bulamamışsa bile
kötülükten kurtulamaz, kötülük yapmış sayılır. İstek,
doğaldır. İnsanlar bunu önleyemezler. Ama o isteğe kendini
bırakmak niyeti kötülüğün ta kendisidir.
Abaelardus, isteği, niyeti, eylemi birbirinden
ayırmakla erdem alanında yeni bir görüş ortaya atmakta;
insan yaşayışını sürekli bir kötülük gibi gören aşırı din
anlayışına karşı koymaktadır.
Sıra Aquino’lu Thomas’ya (İ.S. 1224-1274) gelince,
Platon düşüncesinin yerini Aristoteles’in aldığını
görüyoruz. Düşünür Thomas hemen bütün mutluluğunu
Aristoteles’i incelemekte, onu yeni baştan anlatmakta
bulmuştur. Ona göre evren, mümkün olan alenilerin en
iyisidir (Leibniz’i hatırlayınız). İrade, zorunlu olarak
[sayfa 122] iyiye doğru gider; şehvet kötüye doğru gider.
Günahın kaynağı özgürlükte ya da seçme özgürlüğünde değil,
şehvettedir.
Yedi yaşındaki çocuk değil, saçlı sakallı koskoca
kilise babaları da bunu sormaktan kendilerini
alamamaktadırlar. Mademki Tanrı iyilikçidir ve tüm iyiliği
istemiştir, öyleyse kötülükler bu güçlü Tanrı iradesine
karşı nasıl oluşabilmişlerdir?.. Hiç değilse kendi
kendilerine bunu soran bu saçlı sakallı kilise babalarının
içinde İ.S. III. yüzyılda yaşamış Lactantius adında biri
de var. Latince birçok din yapıtları vermiş, akıllı bir
kişi. O da şöyle bir mantık kuruyor bu konuda: Tanrı,
dünyamızdan kötülükleri ya atmak istiyor ama atamıyor, ya
atabilir ama atmak istemiyor, ya ne atabiliyor ne de atmak
istiyor. Bu konuda başka bir ihtimal olamaz. Atmak istiyor
da atamıyorsa; bu güçsüzlüktür, Tanrı’nın özüne aykırıdır.
Atabiliyor da atmak istemiyorsa bu kötülüktür, Tanrı’nın
özüne aykırıdır. Ne atabiliyor, ne de atmak istiyorsa bu
hem güçsüzlük, hem de kötülüktür ki, Tanrı’nın özüne
büsbütün aykırıdır. Hem atabiliyor, hem atmak istiyorsa
Tanrı’ya yakışan da budur bütün bu kötülükler hala neden
duruyor? (Tanrının Gazabı Üstüne, XIII. bölüm).
Lactantius, koyu bir dinci olduğundan, kendi kurduğu
bu güçlü mantığa karşılık bulmak için kıvranmaktadır.
Bulduğu karşılık şudur: Tanrı, kötülüğü istemiştir ama,
insanlara da, ona iyilikle karşı koysunlar diye, bilgeliği
vermiştir.
İnsan zekası, yüzyıllar boyunca, ortaçağın koyu
karanlığıyla savaşmaktan yılmamıştır. Bu yüzdendir ki
ortaçağ, irili ufaklı birçok tartışmalarla doludur.
Bunlardan özellikle çok ilginç olan ikisi Adcılarla
Gerçekçiler ve Tomacılarla Skotçular arasındadır.
XI. yüzyılın sonlarına doğru, Abaelardus’un
öğretmenlerinden Compiegne papazı Roscelin, genel
kavramların (Tr. tümeller, Os. külliler,
Fr. universeaux) hiçbir gerçeklikleri bulunmadığını
ilerisürdü. Genel kavramlar havada uçup giden seslerden
başka bir şey değildiler: Gerçeklik, genellikte değil,
bireysellikteydi. Güzel diyoruz, bu, sözümüz tasarımımıza
verdiğimiz bir addan (Fr. nom, bundan da bu
akıma yakıştırılan ad: nominalisme) ibarettir,
seslerle dilegetirilir ve hiçbir gerçekliği karşılamaz.
Gerçek olan şu ya da bu güzel kadındır; güzel çiçektir,
tek sözle canlı bir bireyselliktir.
Papaz Roscelin’in bu düşüncesine, Abaelardus’un bir
başka öğretmeni, Champeaux’lu papaz Guillaume bütün
gücüyle karşı çıktı. Ona göre, genel kavramlar gerçektiler
(Fr. réel, bundan da bu akımın aldığı ad:
realisme). Bunu anlamamak için insanın sağduyudan
yoksun bulunması gerekirdi.
Roscelin’in ortaya attığı’ bu sav, kiliseyi
temellerinden sarsan bir savdı. Çünkü kilise, tümüyle,
genel kavramlar üstüne kurulmuştu. Başta "Tanrı" olmak
üzere bütün dinsel gerçeklikler birer genel kavramdılar.
Eğer genel kavramların gerçeklikleri yoksa bütün bunların,
sonuç olarak da kilisenin hiçbir gerçekliği olamazdı.
Aslında Roscelin’in amacı bu sonucu sağlamak değildi, ne
bu kadar akıllı ne de böylesine gözüpekti. O, daha çok,
bütün insanlara bulaştırılmak istenen ilk günah ve Tanrı
kavramında dilegetirilen baba, oğul, kutsal ruh teklemesi
gibi dogmalarla savaşmak istemişti. Günah, ancak bireysel
ve kişisel günah olmalıydı; insan, dünyaya [sayfa 123]
gelmeden yüzyıllarca yıl önce işlenen ilk günahın cezasını
değil, kendi kişisel günahının cezasını çekmeliydi.
İsa’nın tanrılığı, üçlükte teklik kavramı içinde
eritilerek yadsınmamalıydı. Roscelin’in amacı bunlara
benzer sonuçlara varmaktı. Ne var ki ilerisürdüğü
düşüncenin zorunlu sonucu olarak elde tutmak istedikleri
de yok olup gidiyorlardı. Kilise, Guillaume ve Anselmus’un
yardımlarıyla, varlığını şiddetle savundu ve Roscelin’i
sözünü yalanlamaya mahkum etti. Oysa ok yaydan ve söz
ağızdan çıkmıştı bir kez. Roscelin istediği kadar kendi
sözünü yalanlasın, onun düşüncesi kilisenin başına birçok
dertler açmakta devam edecekti. Skolastiğin büyük düşünürü
Duns Scottus gizlice bu akıma karışacak ve Durand, Ockham
Buridanus, D’Ally gibi birçok düşünürler kendisini
izleyeceklerdi..
İki öğretmenin ortasında kalan erdemli öğrenci
Abaelardus, bu tartışmayı tatlıya bağlamak için
kavramcılığı (Fr. conceptualisme) ilerisürdüyse de,
parlak zekasına karşın kavramcılık adı altında adcılığı
tuttuğunu bir türlü gizleyemedi. Kavramcılık, tümelleri
bilimsel yerlerine oturtuyor, bunların gerçekliklerini
savunmak kadar gerçek olmadıklarını savunmayı da yersiz
buluyordu. Bu, açıkça şu demekti: Genel kavramların gerçek
olmadıkları o kadar bellidir ki bunların gerçek
olmadıklarını söylemek yersizdir.
Yahudi tanrıbiliminin, antikçağlı Elea’lıların,
idealizmin babası Platon’un ünlü tümel’lerini
kökünden yıkan bu tartışma, özellikle XIV. yüzyılda
İngiliz tanrıbilimcisi Ockhamlı William (1295-1349)
tarafından başarıyla sürdürülmüştür. Adcılığın kurucusu
sayılan ve İngiliz görgücülüğünün öncülerinden olan
William of Ockham’ın öğretisi scépticisme théologique
(Tr. Tanrıbilimsel şüphecilik) adıyla da anılır.
Aforoz edilmiş bir Fransisken papazı olan William,
felsefenin tanrıbilim karşısında bağımsızlığa kavuşmasında
başlıca etkenlerden biridir. Skolastiğin büyük düşünürler
çağı Ockham’lı William’la kapanmıştır. O, bir tanrıbilimci
olmaktan çok, bir Aristotelesçi mantıkçıydı. "Tümel olan
gerçek değildir" (yani: nesne değildir, sadece birbirine
benzeyen birçok şeyleri dilegetiren bir sözcüktür, bir
ad’dır) demekle Aristoteles mantığının ilkin
Porphyrios tarafından ilerisürülen ve sonra İbni Sina ve
Augustinus tarafından benimsenen ve metafizik alanda
sürdürülen yanlış yorumunu düzeltmek istemişti. Porphyrios,
Aristoteles’in Kategoryalar’ına yazmış olduğu
yorumda, cinslerin ve türlerin töz ya da cisimsel olup
olmadıklarını tartışmıştı. "Tümeller gerçektirler" (La.
Universalia sunt realia) diyen metafizik realizm, bu
yanlış yorumun ve tartışmanın ürünüydü. Buna karşı,
Aristoteles’in de amacına uygun olarak, insan zihninde
olup bitenleri düzenlemek isteyen mantıksal tümellerin
birer ad’dan ibaret (La. Universalia sunt
nomina) olduğunu belirtmek gerekiyordu. Ockham’lıya göre,
tümellerin nesnelerden önce de var bulundukları (La.
Universale anterem) doğruydu, ama bu tanrıbilimsel
açıklamalar için, geçerliliği bununla sınırlı, bir
önermeydi. Yaratıcı bir tanrıyı varsaymak için,
yaratılanların daha önce tanrılık zihinde var bulunması
gerekiyordu. Ne var ki bu, mantığın alanı olan insan
zihninde de var bulunmalarını gerektirmezdi. Bilgi edinmek
işlemini gerçekleştiren insan zihni için tümeller elbette
nesnelerden sonra (La. Universale post rem) meydana
çıkmışlardı. İnsan zihni, onları, tek tek nesnelerden
soyutlayıp [sayfa 124] birer ad olarak ortaya koymuştu.
Ockhamlı William, böylelikle, bilimle metafiziği,
felsefeyle tanrıbilimi birbirlerinden ayırmış ve
birbirlerine geçemeyecekleri sınırlarını çizmiş oluyordu.
İlkin Compiegne papazı Roscelin tarafından ortaya atılan
(XI. yüzyıl) ve sonra Ockham’lının öncülüğünde ortaçağ
Aristotelesçilerince geliştirilen (XIV. yüzyıl) adcılık
öğretisinin büyük önemi, elde ettiği bu sonuçtadır. Duns
Scotus’ün yarı gerçekçiliğinin de (XIII. yüzyıl), mantığı
metafiziğe bağlayarak adcılık yönündeki büyük eğilimiyle
Ockhamcılığın temellerini güçlendirdiği unutulmamalıdır.
Ockhamisme (Fransızlar Occamisme biçiminde de
yazarlar) deyimi, özellikle William of Ockham (Fransızlar
Guillaume d’Occam derler)’ın mantığını dilegetirir (bkz.
E. A. Moody, The Logic of William of Ockham, London
1935). Bu mantık, özellikle, anlamları üçe ayırmasıyla
ünlüdür: Mantıksal (İng. Logical), bilgi
bilimsel (İng. Epistemological),
tanrıbilimsel (İng. Theological). Nesneleri
temel, düşünceleri de ikincil olarak ele alışı bu mantığın
güçlü yanıdır. Ne var ki tekilin geneli içerdiğini
yadsıması da büyük yanılgısıdır. Ockhamlı’ya göre sadece
tekil nesneler gerçektirler, genel
kavramları insanlar tarafından yaratılmışlardır ve
nesnelerden bağımsız olarak hiçbir gerçeklik taşımadıkları
gibi nesnelerin niteliklerini de yansıtmazlar. Bu
ilerisürüş, metafiziğe metafizik anlayışla karşı çıkmanın
zorunlu yanılgısını taşımaktadır. Nitekim Ockhamcılığın bu
doğruyu yanlış bir biçimde görüşü, Berkeley’le çağdaş
semantikte, özdekçiliğe karşı kullanılacaktır. Tekil’le
genel’i birbirinden ayırırken, onların diyalektik
bağımlılığını görmeksizin, metafizik bir anlayışla
karşıtlaştırmak bu yanılgının başlıca nedenidir.
Ockhamisme’in tanrıbilimsel şüphecilik’le
nitelenmesi, tanrıbilimin ussallık ve bilimsellik
iddiasına karşı yarattığı şüpheden ötürüdür. Ockham’lıya
göre insan sadece inan’malıdır, tanrıbilimi
ussallıkla bağdaştırmaya çalışmamalıdır. Tanrılık alanın
bilimini yapmak iddiasını taşıyan bütün skolastik, çürük
ve boş varsayımların toplamından başka bir şey değildir.
XIV. ve XV. yüzyılların üniversitelerini gerçek birer
savaş alanına çeviren Ockhamcılık, güçsüz yanlarına
rağmen, ortaçağın en ilerici akımlarından biridir.
"Adcılık, ortaçağda özdekçiliğin ilk dilegetirilişidir".
Ortaçağın ikinci ilginç tartışması Tomacılıkla
Skotçuluk arasındadır. Tomacılık, ortaçağın dokuzuncu
yüzyıldan ondördüncü yüzyıla kadar süren skolastik
döneminde, Skotçuluğun (Skotizm) karşısında yer alır.
İtalyan düşünürü Aquino’lu Saint Thomas’nın (1224-1274)
öğretisiyle İskoçyalı düşünür Duns Scottus’un (1270-1308)
öğretisi Hıristiyanlığın temel sorunları üstünde
çatışmışlardır. Thomas öldüğü yıl Scottus dört yaşındaydı.
Hıristiyan felsefesinin bu köklü polemiği her iki
düşünürün izdaşlarınca yapılmıştır. Hıristiyan felsefesi,
bu iki düşüncede, birbirine karşıt yönlerde uçlaşmış
bulunmaktadır. Gerçekte her iki düşüncenin kökleri
ortaçağın patristik dönemindedir. Tomacılık
Ogüstinusçuluğun, Skotçuluk Pelagusçuluğun izindedir.
Ogüstinusçıiluğun izinden gelen Tomacılık gerici,
Pelagusçuluğun izinden gelen Skotçuluk ilerici bir
akımdır. Tomacılığa göre zeka iradeden üstündür, Tanrı
özgür değildir ve dünyayı yaratmak zorunda olduğu için
yaratmıştır. Tanrı bile özgür olmadığına göre, insan için
özgürlük söz konusu olamaz, insan kurtuluşu için hiçbir
şey yapamaz ve Tanrı’nın bağışına muhtaçtır, insanı ancak
Tanrı kurtarabilir. Bu [sayfa 125] bakımdan Tomacılık
entellektüelci (entelektüalizm), gerekirci (determinizm)
ve yazgıcı (fatalizm) bir akımdır: Buna karşı Skotçuluk
iradeci (volontarizm), yadgerekirci (endeterminizm) ve
usçudur (rasyonalizm); irade zekadan üstündür, Tanrı
özgürdür ve dünyayı yaratmak istediği için yaratmıştır,
insan da özgürdür ve Tanrı’nın yardımı na muhtaç
olmaksızın kendi çabasıyla kendisini kurtarabilir,
Kutsal Kitap’a usa uygun olduğu için inanılmalıdır...
Aquino’lu Thomas, gerici bir kampta yer aldığı halde,
Hıristiyan okul (skolastik) felsefesinin en önemli
düşünürlerinden biridir. Hıristiyanlığa Aristoteles’i o
kabul ettirmiş ve felsefe dilinin temellerini atmıştır.
Summa Theologiae adlı yapıtı yüzyıllar boyunca tek
gerçek kitap sayılmıştır. Bu yapıt, Katolik metafiziğinin
en yüksek aşamasıdır. Hıristiyan kilisesi, ortaçağı
kaplayan ezici egemenliğini Augustinus, Anselmus, Thomas
üçlüsüne borçludur. Hemen bütün Avrupa’ya yayılmış bulunan
bu egemenlik, Thomas’dan sonra çökmeye başlayarak
Vatikan’ın dar sınırlarına kadar çekilecektir. Günümüzde,
Vatikan Katolik kilisesinin resmi felsefesi Yeni
Tomacılıktır. Eski Tomacılık nasıl felsefeden yararlanarak
güçlendirilmeye çalışılan bir tanrıbilimcilikse Yeni
Tomacılık da öylece bilimden yararlanarak güçlendirilmeye
çalışılan bir tanrıbilimciliktir. Kilise, önce savaştığı
her karşı gücü daha sonra, çıkarına göre yorumlama yolunu
tutarak varlığını sürdürmeye çalışmaktadır.
Skotçuluk, ortaçağın skolastik döneminde Tomacılığın
karşısında yer almıştır. İnce doktor adıyla anılan
Duns Scottus’un öğretisine karşı Tomacılık insanı
aşağılatır, güçsüzleştirir, kör bir yazgıcılığın
(fatalizm) kucağına atar; Skotçuluk insanı yüceltir,
güvenini artırır, töresel sorumluluğa sokar
(endeterminizm). Bundan başka her iki öğreti de kavramcı
(konseptüalizm) oldukları halde Thomas’nın kavramcılığı
gerçekçiliğe (realizm), Scottus’un kavramcılığı adcılığa
(nominalizm) yakındır. Thomas kavramları gerçek saymaya,
Scottus gerçek saymamaya eğilimlidir. Nitekim Skotçuluk,
Ockham’ın adcılığını hazırlamıştır: Ockham, Durand de
Saint-Pourçain, Jean Buridanus, Pierre d’Ailly ondan
güçlenmişlerdir. Skotçular, Meryem’in ilk günahtan
kurtulmuş olan gebeliği (immaculee conception) savını
tutarlar, Tomacılar karşıt düşünceyi savunurlar.
Skotçular, İsa’nın çarmıha gerilişini Tanrı isteği
sayarlar, Tomacılar bunun insanların günahları için
gerektiğinden çok ödenmiş bir karşılık olduğunu
ilerisürerler. Skotçuluk usçudur (rasyonalizm), usu en
büyük güç sayar, Kutsal Kitap’a ve kilise
öğretisine usa uygun olduğu için inanılmalıdır. Bu,
açıkça, insan usu kutsal kitaptan üstündür, anlamına gelir
ve inakçılığa (dogmatizme) karşı çok önemli bir tepkidir.
Skotçuluk, ortaçağ Hıristiyan düşüncesinin en ilerici
akımıdır ve skolastiğin çöküşünü hazırlamıştır.
İSLAM VE
DÜŞÜNCESİ
Batı, ortaçağın karanlığını yaşarken, İ.S. VII.
yüzyılın başlarında, Doğu’da yeni bir düşünce sistemi
kuruluyor. Muhammed (570-632) yeni bir din getirmiştir.
Yüzyıllardan beri tam uyku içinde bulunan Doğu insanları
artık yeni bir erdeme yöneleceklerdir. Bu yeni din,
Musa’nın getirdiği gibi, tektanrıcıdır. Bu yeni din,
İsa’nın getirdiği gibi bütün insanları erdeme
çağırmaktadır. Oysa, ne Musa’nın getirdiği gibi sadece bir
ulus için, ne İsa’nın getirdiği gibi Tanrı’yı
kişileştirmek içindir. İnsanlar, Tanrı’nın çocukları
değil, kullarıdırlar. Onun buyruklarına göre yaşayacaklar;
böylece, hem bu dünyada, hem de öteki dünyada
mutluluklarını sağlayacaklardır. Bu yeni din, toteme
bağlanan ilk insanlardan beri geniş çapta toplulukları
etkileyen yirmi sekizinci dindir. [sayfa 127]
Müslümanlık, Musevilikle başlayan ve Hıristiyanlıkta
Yunan felsefesiyle ilişki kuran tektanrıcı din anlayışının
sonuncusudur. Yahudi kaynağından türeyen tektanrı dogması
her üç dinin de temel öğesidir. Yaratıcı ve yönetici olan
bu tanrıyla insanlar arasındaki ilişkiler, tapım (kült) ve
tören (rit), pratiği düzenleyen törebilimsel kurallar bu
dinsel zincirin temel belirleyicileridir. Müslümanlığın
kurucusu Muhammed, Yahudi geleneğini ve Hıristiyanlığın
gnostik yorumunu özümsemiştir. Müslüman olabilmek için
Adem’den başlayan bütün Yahudi peygamberleri zincirine ve
onlara gönderilen kitaplara inanmak şarttır. Ancak
Muhammed ve Kuran, zamanla bozulduğu ilerisürülen bu
tanrısal sistemin düzelticisi ve tamamlayıcısı olarak son
peygamber ve son kutsal kitap olmak niteliğini taşır.
Muhammed’in nebilikle peygamberliği (Ar: Nübüvvet ve
resalet) kişiliğinde toplaması, yani eski şeriatı
sürdürdükten sonra yeni şeriatı getirmiş olması bundan
ötürüdür. Müslümanlık, Arapların ilkel komün sisteminden
sınıflı bir topluma geçtikleri ve komünal, ilişkilerin
feodal ilişkilere dönüştüğü bir çağda ve bu toplumsal
dönüşümün bir yansıması olarak oluşmuştur. Bu yüzden,
Yahudilik ve Hıristiyanlıktan farklı olarak, çok güçlü
sınıfsal bir karakteri vardır. Bu sınıfsal karakter
özellikle kader dogmasında belirlenmiştir, her şey tanrıca
düzenlenmiştir ve tanrının dilediği gibi olmaktadır,
katlanmak ve ölümden sonraki mutlulukları beklemek
gerekir. İslam dini, VII. yüzyılın ilk yıllarında
yayılmaya başlamıştır. O günlerde Arapların birçoğu
Hıristiyanlığa bağlanmıştardı. Hıristiyan Arap papazları,
Arap panayırlarında dolaşarak öğütler vermekte; ölümden
sonra dirilmenin, öteki dünyada sorguya çekilmenin, cennet
ya da cehenneme gitmenin sözünü etmekteydiler. Arap
ülkesinde boy boy manastırlar türüyordu. Bir yandan da
Hıristiyan Nasturilerle Yakubiler, Yahudiler, putatapan
Sabiiler Arap ülkesinde Yunan düşüncesini yayıyorlardı.
Muhammed, aristokrat bir ailenin yoksul çocuğuydu.
Varlıklı amcaları vardı ama, kendisine pek yardım
etmiyorlardı. Yaşadığı yer uyanık ve varlıklı bir
alışveriş kenti olan Mekke’ydi. Toplumsal bir kargaşalık
Arap ülkesini sarmıştı. Suriye, Mısır, Kuzey Afrika’nın
büyük bir parçası Bizanslıların elindeydi. Yemen, Irak,
Basra Körfezi kıyıları, Anadolu’nun bir parçası İran
egemenliğine girmişti. Toplumsal yaşayış, ilkel bir
yaşayıştı. Araplar birçok kadınlarla evlenmekte,
bakamayacakları kadar çocuk yapmakta, verimli olmayan kız
çocuklarını diri diri toprağa gömerek öldürmekteydiler.
Yeni bir düzen gerekiyordu. Bizans düzeninin alınması
Bizans egemenliğini, İran düzeninin alınması İran
egemenliğini güçlendirecekti. Musa ulusçuydu, oysa Arap
ülkesinde kaynaştırılmaları gereken birçok uluslar
yaşıyordu. Bir bireşime gidilmesi gerekiyordu ve gidildi.
Müslümanlık, bu bireşimin ürünüdür. İslam sözcüğü,
Tanrıya bağlanmak anlamındadır ve teslim
kökünden türetilmiştir. Müslümanlık, Yahudiliğin Elohim ve
Yahova ikiliğiyle Hıristiyanlığın teslis üçlüğü
karşısında, katıksız tektanrıcıdır. Siyasal bir karakter
taşır, pratik bir dindir (iman ile amel birleşimi).
Müslümanlığın kutsal kitabı Kuran, Arapçanın mudhar adı
verilen Hicaz lehçesiyle yazılmıştır ve seksen altısı
Mekke’de, yirmi sekizi Medine’de meydana getirilen yüz on
dört sureden ibarettir. Vaaz, nasihat ve telkin sureleri
Mekke’de, şeriat ve devlet sureleri Medine’de meydana
gelmiştir. Ku’ran’ın tamamlanışı yirmi üç [sayfa 128] yıl
sürmüştür. Çeşitli zamanlarda meydana getirilen sureler,
değişen gereklere göre, çelişik yargıları
kapsamaktaydılar. Bunlar, halife Osman zamanında
ayıklanarak Ku’ran’a kesin biçimi verilmiştir (ayıklanan
ve çıkarılan ayetler Buhari’nin Hadis’inde vardır). Gusül
ve halifelik kurumu gibi hükümler Himyeri kabilelerinden;
oruç, namaz, nikah gibi hükümler Yemenlilerle Yahudilerden
alınmıştır. Dinsizlik çağından (cahiliyet devri) kalma
birtakım kurallar oldukları gibi muhafaza edilmiş; kumar,
yıldızlara bakmak gibi adetler yasaklanmıştır. Müslüman
olabilmek için beş yükümü yerine getirmek ve altı dogmaya
inanmak şarttır. Bu beş yükümün üçü sınıf farkı
gözetilmeksizin bütün müslümanlara, ikisi varlıklı
sınıftan olan Müslümanlara farz (yapılması zorunlu)
kılınmıştır. Bu beş yüküm şunlardır: 1- Tanrıdan başka bir
tanrı olmadığını ve Muhammed’in tanrının kulu ve elçisi
olduğunu dille söylemek (Ar. Kelimei şehadet), 2-
Namaz kılmak, 3- Oruç tutmak, 4- Varlıklı olanların zekat
(mal ve paranın kırkta birini her yıl sadaka olarak
dağıtmak) vermesi, 5- Varlıklı olanların yaşadıkları
sürede bir kez hac (Mekke’deki kabeye giderek çevresinde
dolaşma)’a gitmesi... Zekat, varlık vergisidir. 361 gram
gümüşe eşit herhangi bir değere sahip olanlar varlıklı
sayılırlar ve bu varlıklarının kırkta birini her yıl
yoksullara vermekle yükümlüdürler. Bundan başka,
varlıklılar, şart olmamakla beraber, ramazan bayramlarında
fitre (sdaka-i fıtır) vermeli ve kurban bayramında da
kurban kesmelidirler. İnanılması şart olan altı dogma da
şunlardır: 1- Tanrının varlığı ve birliği, 2- Tanrının
melekleri, 3- Tanrının peygamberleri (Adem, Şit, İdris,
Nuh, Hud, Salih, İbrahim, Lut İsmail, İshak, Yakup, Yusuf,
Eyüp, Şuayıp, Musa, Harun, Davut, Süleyman, İlyas, İlyesa,
Zülkifil, Yunus, Zekeriya, Yahya, İsa, Muhammed), 4-
Tanrının peygamberlerine gönderdiği kutsal kitaplar
(Adem’e gönderilen on yaprak, Şit’e gönderilen elli
yaprak, İdris’e gönderilen otuz yaprak, İbrahim’e
gönderilen on yaprak, Musa’ya gönderilen Tevrat
kitabı, Davut’a gönderilen Zebur kitabı, İsa’ya gönderilen
İncil kitabı, Muhammed’e gönderilen Kuran kitabı),
5- Ahiret (ölümden sonraki dünya)’in varlığı, 6-
Kaza (tanrıca yazılanın olması) ve kader
(tanrının önceden takdir edip yazdığı)’in tanrıdan
geldiği... Meleklerin sayısını sadece Tanrı bilir, dört
büyük görevli melek vardır: Tanrı’nın buyruklarını
peygamberlere ulaştırmakla görevli Cebrail, eceli gelen
insanların ruhlarını almakla görevli Azrail, dünyadaki
olayları düzenlemekle görevli Mikail, kıyamet gününü
yönetmekle ve o gün insanları diriltmekle görevli İsrafil.
Ahret gününe inanmak; bir gün dünyanın sonu geleceğine
(kıyamet), büyük kutsal mahkeme kurulup insanların orada
yargılanacaklarına, cennet ve cehennemden birine
gönderilip sonsuza kadar orada yaşayacaklarına inanmak
demektir... İnsanların elindeliği (irade-i cüz’iye) sadece
dilemek alanındadır, şunu ya da ötekini dilemekte özgür ve
bu yüzden de sorumludurlar. Bununla beraber, dilek iyi ya
da kötü olsun, bütün olup bitenler tanrıca önceden
belirlenmiştir (kader) ve önceden belirlendikleri biçimde
(kaza) olurlar... Farz (Müslümanlarca yapılması kesin
olarak zorunlu kılınmış işlerdir. Namaz gibi bütün
Müslümanlara zorunlu olanlara farz-ı ayn, zekat
gibi bir kısım Müslümanlara zorunlu olanlara farz-ı
kifaye denir), vacip (yapılmalarının kesin
olarak zorunlu kılınıp kılınmadıkları bilinmeyen, bununla
[sayfa 129] beraber her halde yapılması gerekli olan
işlerdir), sünnet (farz ya da vacip olmadıkları
halde, peygamber tarafından yapıldıkları için ona uyularak
yapılan işlerdir. Peygamberin her zaman yapıp ara sıra
ihmal ettiği işlere sünnet-i müekkede, ara sıra
yapıp çoğunlukla ihmal ettiği işlere sünnet-i gayr-i
müekkede denir), müstehap (kuşluk namazı kılmak
gibi peygamberin ara sıra yapıp çoğunlukla yapmadığı
ibadetler), haram (sarhoşluk, hırsızlık, yalancılık
gibi kesin olarak yasaklanmış şeyler), mekruh
(kesin olarak yasaklanıp yasaklanmadıkları bilinmemekle
beraber yapılmaması gerekli şeylerdir. Bunlardan harama
yakın olanlarına keralıet-i tahrimiyye, helale yakın
olanlarına keralıet-i tenzihiye denir), helal
(yapılmasına izin verilmiş şeyler), mubah
(yapılmaları ve yapılmamaları yasaklanmamış şeyler),
müfsit (ibadetleri bozan şeyler).. Namazın sabah,
öğle, ikindi, akşam, yatsı olmak üzere günde beş vakit
kılınması farzdır. Gün doğarken, güneş tepedeyken ve gün
batarken namaz kılınması yasaklanmıştır. Ayrıca cuma
namazı, cenaze namazı gibi farz-ı kifaye: bayram
namazlarıyla teravih namazı gibi sünnet olan namazlar da
vardır. Oruç, gün doğuşundan gün batışına kadar, yemek
yememek, hiçbir şey içmemek ve cinsel ilişki kurmamak
suretiyle tutulur. Farz olan oruç, ramazan ayı süresince
tutulması gereken oruçtur. Ayrıca adak oruçları gibi
vacip, muharrem ayının 9, 10, 11. günlerinde tutulan
oruçlar gibi sünnet, her kameri ayın 14, 15, 16’ıncı
günleri tutulan oruçlar gibi müstehap olan oruçlar da
vardır. Ramazan bayramının ilk günüyle kurban bayramının
dört gününde oruç tutmak yasaklanmıştır (haram)... İslam
dini, bir yönetim bütçesi de önermektedir. Bu bütçeye göre
beş çeşit gelir ve sekiz çeşit gider sayılmıştır. Gelirler
şunlardır: Ganimet (savaşta ele geçirilen her türlü
değerlerdir ki bunların beşte biri yönetime, beşte dördü
savaşanlara ayrılır), zekat (genellikle kırkta bir olarak
alınan gelir vergisi. Ayrıntıları şunlardır: Kırk koyun ya
da keçi için bir koyun ya da keçi, otuz sığır ya da manda
için bir yaşını bitirmiş bir buzağı, yirmi miskali -bir
miskal, bir buçuk dirhemdir-, bir dirhem de 3.207 gramdır
geçen altından ve iki yüz miskali geçen gümüşten kırkta
bir altın ve gümüş, beş veski geçen toprağın yağmur
suyuyla sulanıyorsa ürününün onda biri, el emeğiyle
sulanıyorsa ürününün yirmide biri), cizye (Müslüman
olmayan uyruk erkeklerden yılda bir dinar olmak üzere
alınan vergi), haraç (Müslüman olmayan çiftçilerden
anlaşma yoluyla alınan kira), işlenmemiş toprak (bir
toprağı işleyen ona sahip olur, işlenmemiş toprak
yönetimindir)... Bu gelirler şu giderlere harcanır:
Yoksullara yardım, çalışamayacak durumda olanlara yardım.
Müslümanlığı yeni kabul edenlere yardım, köleleri özgür
(azatlanmış) kılmak için ödenti, borcunu veremeyen
borçluların borçlarını kapatmak için ödenti, konuklara ve
yolda kalanlara yardım, hayır işlerine harcama, memur
maaşları (o zamanlar memur olarak sadece tahsildarlar
bulunduğu için tahsildarların maişetini temin)...
Muhammed, maaş oranını şöyle ayarlamıştır: "Bize memur
olan kişi karısının maişetini sağlayabilir, bir de ev
alabilir, bir de hizmetçi tutabilir. Bundan fazla haddi
tecavüzdür". Peygamber Muhammet’in ölümünden sonra meydana
çıkan yeni gerekler ve sorunlar şu bilimleri
oluşturmuştur: Kutsal kitabın boşluklarını peygamberin
sözleri ve işlemleriyle doldurabilmek gereğinden Hadîs
bilimi, kutsal kitabın açık olmayan sözlerini yorumlama
[sayfa 130] gereğinden Tefsir bilimi, yeni
koşullara uygun bir hukuk gereğinden Fıkıh bilimi,
aykırı anlayışlar arasındaki tartışma gereğinden Kelam
bilimi, kutsal kitabın ve peygamber sözlerinin gizli
anlamlarını araştırma gereğinden Tasavvuf bilimi...
İslam düşüncesinde Kelam açık felsefenin,
Tasavvuf gizli felsefenin oluşma alanıdır. Bununla
beraber her ikisinde de amaç dindir, bilim bu amaca
varabilmek içi sadece bir araçtan ibarettir. Gerçek İslam
felsefesindeyse (ki başlıca temsilcileri El Kindi, Farabi,
İbni Sina, İbni Rüşt, İbni Bace, Gazali, Sühreverdi, İbni
Tufeyl’dir) amaç bilimdir, din bu amaca varabilmek için
bir araçtan ibarettir. Pratik sorunlardaki görüş
ayrılıklarından mezhepler, teorik sorunlardaki
görüş ayrılıklarından meslekler oluşmuştur.
Mezhepler, dinsel geleneğe sıkıca bağlı kalarak Ku’ran ve
Hadis’i kıyas (benzerine uydurma) yöntemleriyle
yorumlayan ehli sünnet mezhepleri ve yeni gereklere
uydurmak için değiştirerek yorumlayan ehli bid’at
mezhepleri olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Ancak kıyas
yoluyla uygulama çeşitlendiği gibi oybirliğini sağlamak da
her zaman mümkün olmadığından ehli sünnet de, yapısı
gereği zorunlu olarak çeşitlenen ehli bid’at gibi, çeşitli
mezheplere ayrılmıştır. Ehli sünnet dinsel kurallar
alanında Selef, Matüridiyye, Eşariyye gibi
mezheplerle hukuk kuralları alanında İmam Ahmet İbn
Hanbel’in içtihatlarından Hanbelilik, İmam Ebu Hanife’nin
içtihatlarından Hanefilik, İmam Şafii’nin içtihatlarından
Şafiilik İmam Malik’in içtihatlarından Malikilik
mezheplerine bölünmüştür. Ehli bid’at akımında da
Kaderiyye, Sıfatıyye, Müşebbihe, Mutezile gibi birçok
mezhepler türemiştir. Şiilik (Şia) katıksız ilk
biçimiyle bir siyasal partidir ve peygamberin amcaoğlu
Ali’yi halife yapmak istemeyen Hariciler
(Havariç)’e karşı Ali’yi tutanların partisini adlandırır.
Sonraları bid’at sayılmış ve Şii-Batınilik adı
altında tasavvuf tarikatlarının gizli ve siyasal sığınağı
olmuştur. Sonraları geniş anlamında, tasavvuf
deyimiyle anlamdaş kılınan bâtınilik de ilk ve
katıksız biçimiyle bir siyasal partidir ve altıncı İmam
Caferus Sadık’ın oğlu İsmail’i küçük kardeşi Musa Kazım’a
karşı imam yapmak isteyen İsmaili’lerin birçok
ülkelerde kurdukları gizli örgütün adıdır. Bu bakımdan
Alevilik (peygamberin amcaoğlu ve damadı Ali
yandaşlığı) deyimi, Şiilik, Batınilik, İsmaililik
deyimlerinin tümünü kapsayan genel bir anlam taşır ve
gerçek halifeliğin Ali soyuna özgü olduğu savını içerir.
İslam dininin ayırıcı niteliği, kadınların aşağı görülmesi
ve çok kadınla evlenmenin hukuksallaştırılmasıdır.
Ku’ran’a göre, "tanrı erkekleri kadınlardan üstün
kılmıştır", "kadınlarınızı dövün", "mirasınızda erkek için
kız payının iki katı ayrılmalıdır", "gönlünüzün dilediği
kadınlardan iki, üç, dört tane alın" (Nisa suresi 34, 11,
3). Müslümanlık bir devlet dinidir, halife de bu
devletin başkanıdır. Geniş ve ayrıntılı bir hukuk sistemi
vardır, bu hukuk Kur’an (Tanrı sözleri) ve Hadis
(Peygamber sözleri)’le kesin olarak sınırlı ve
değişmezdir. Bunlarda bulunmayan yeni olaylar için
kıyas ve icmaı ümmet yollarına başvurulur. Bu
yöntemlerle de çözülmesi olanaksız bulunan sorunlar
içtihat (yetkililerin Ku’ran ve hadise dayanarak
yaptıkları yorum)’la çözümlenir. İcma (topluca
verilen karar), ümmet (bir dinde olanların
topluluğu)’in bir araya toplanamayacak kadar çoğalması
sonunda yetkililerin bir araya gelerek topluca bir karara
varmalarını dilegetirir, Müslümnlığın temel amacı olan
dinsel ve sınıfsal devlet örgütü ilkin peygamber Muhammed
tarafından Medine kentinde, Yunan site devletlerini
andıran [sayfa 131] bir biçimde, bir kent-devleti olarak
kurulmuştur. Daha sonra ve özellikle Emeviler zamanında
dünyanın pek büyük bir bölümüne egemen olan İslam
imparatorluğu meydana gelmiştir. Günümüzde dünyanın beş
kıtasında çeşitli devletlerle temsil edilen müslümanlık
altı yüz milyonu aşkın bir nüfusu kapsamaktadır.
İslam felsefesi (Us. Felsefei İslamiyye, Fr.
Philosophie Islamique), ortaçağ Hıristiyan felsefesi gibi,
çeşitli uluslardan düşünürlerin Müslümanlık disiplini
içinde düşünmelerini dilegetirir. Antikçağ Yunan
felsefesini Suriyelilerden öğrenen İslam düşünürler,
Hellenistik felsefeyi Arapçaya çevirmekle işe başlamışlar
ve düşüncelerini Yunan felsefesinin Müslümanlıkla
uzlaştırılması yolunda geliştirmişlerdir. Bu bakımdan
temel yapısı tanrıbilimci, uzlaştırıcı ve eklemecidir.
Müslümanlığın daha ilk yıllarında dinsel dogmalar ve bu
dogmalarla kurulan toplumsal düzen yetmemeye başlamıştı.
İlk çeviricilerden El Kindi, Plotinos’un ünlü
dokuzlularını çevirmiş ve Aristoteles’i Yeniplatoncu
öğelerle karıştırarak sunmuştu. İlk Arap ve Müslüman
düşünürü sayılan El Kindi (Ölümü: 872) usçudur, tanrıyı
kanıtlama (Ar. Alburhan)’ya ve ona yaklaşmaya
çalışmıştır. İslam doğa felsefecileriyle tartışmış ve
onlara karşı çıkmıştır. El Kindi, uslamlama (Ar.
Alistidlal) yoluyla kanıtlıyor ve bilinen özellikler
(Ar: Al-Havass)’den daha az bilinen özellikleri, ilinek
(Ar. Al’araz)’lerden öz (Ar.
Al-zat)’ü çıkarsamaya çalışıyordu. Tümeller (Ar.
Al-külliyat)’i girçek saymıyor ve onların iç düşünme
(Ar. Al-murakaba)’nin ürünleri olduğunu
ilerisürüyordu. Ona göre tümeller duyulur, (Ar.
Al-mahsüsat) şeyler değil, anlakalır (Ar.
Al-makulat) şeylerdir. El Kindi, usu da üçe ayırmaktadır:
Önce insan ruh (Ar. Al-nefs)’unun dışında
sonsuz ve eylem halinde bir us (Ar.. Al-akl
bilfiil), bir de sonsuz ve kendiliğinden işleyen bir us
(Ar. Al-akl al-faal) var. İnsan ruhunda bulunan güç
halindeki us bunların etkisiyle gelişip edinilmiş us
(Ar. Al-akl al-mukteseb) oluyor. İnsan usunu
oluşturan bu uslar, tanrılık uslardır. El Kindi meşşâi
okulunun kurucusudur. Onu bu yolda Ahmed Serakhsi, Ebu
Ma’şer Belkhi, Farabi ve İbni Sina izlemişlerdir. Bununla
beraber İslam felsefesinde, eski Yunan’da olduğu gibi, bir
doğa felsefesi de gelişmiştir. Sokrates’ten önceki Yunan
ve Hint felsefelerinin etkisiyle oluşan İslam doğa
felsefesi, özgür düşünceli mutezileciliğin
bilimselleşmesidir ve tabiiyyun, dehıyyun, İslam
atomculuğu, batınilik, ihvan-üs-safa gibi-felsefesel
akımları kapsar. İslam doğa felsefesinin (ki buna genel
olarak tabiiyyun deniyor) kurucusu Ebu Bekr
Zekeriya Razi (841-926, Fransızlar Rhazes ya da
Al-Razes diyorlar)’dir. Razi, deney ve tümevarım
(Ar. Al-istikra) yöntemlerini kullanan, bilginin
sadece duyularla elde edildiğini savunan İslam
felsefesinin ilk görgücüsüdür. En çok bağlandığı
düşünürler Yunanlı Anaksagoras’la Empedokles ve İranlı
Mani’ymiş. Bedensel hastalıkların, aynı zamanda, ruhsal
nedenleri olduğunu ilerisürecek kadar çağını aşmış bir
düşünürdür. Yetkeler, onun Hekimlik kitabı’nı
psiko-somatik hekimliğin ilk yapıtı sayarlar. Felsefesinde
tanrı, boşluk (Uzay), süre (Zaman), ruh
ve özdek olmak üzere beş temel öğe vardır. Fizikte
ışığın bir ortamdan başka bir ortama geçerken kırıldığını
göstermiştir. Kimyada basit cisimlerin özelliklerini
saptamış, yerçekiminin varlığını tanıtlamak için deneyler
yapmıştır. Razi, meşailiğin büyük düşünürleriyle
(özellikle El Kindi, Farabi, İbni Heysem, İbni Hazm)
olduğu kadar mutezilenin büyük düşünürleriyle de
(özellikle [sayfa 132] Cahiz, İbni Keyyal) kıyasıya
çatıştığı için yalnız kalmış ve İslam felsefesinde bir
gelenek kuramamıştır. Bundan sonra İslam felsefesinde,
gene eski Yunan’da olduğu gibi, Platon ve Aristoteles
etkileri egemen olmuştur. İslam felsefesinin iki büyük
okulu, meşaiyye ve işrakiyye bu etkilerle
oluşmuştur. Meşailik Platon, Aristoteles uzlaştırılması,
İşrakilik Platon tasavvuf uzlaştırılmasıdır. Bu arada
İslam disiplini, Cabir İbni Hayyan gibi çok büyük bir
hekim düşünür yetiştirmiştir ki kimya biliminin babası
sayılır. Cabir, bilginin duyularla elde edildiğini ve daha
sonra derece derece ussal bilgiye erişildiğini
ilerisürmüştür. Hayvan’dan insana yükselişi, karanlık
(Ar. Zulmani)’tan ışık (Ar. Nurani)’a
çıkış olarak niteler ki bunda ışıkçılığın ilk izleri
görülmektedir. Cabir’e göre bilgi elde etmek için
görünenden görünmeyene doğru uslamlama ve yorumlama
(Ar. Al istinbat) yoluyla yürümek gerekir. İslamsal
Aristoculuk, meşaiye okulunda özellikle Farabi (870-950)
ve İbni Sina (980 -1037)’yla gelişmiştir. Farabi,
Aristoteles mantığına dayanan usçu bir metafizik
oluşturuyor. Aristoteles’i, Plotinos’un da yardımıyla,
İslam diniyle uzlaştırmaya çalışmaktadır. Ne var ki
böylesine bir uzlaştırmayla yetinmemektedir, İslam dinini
de bilimle uzlaştırması gerekmektedir. Din (Ar.
Şeriat)’le özgür felsefe (Ar. Hikmet)’nin ve
kimi yerde de gizemsel bilgi (Ar.
Marifet)’nin uzlaştırılması hemen bütün İslam
düşünürlerinin başlıca uğraşıdır.
Yüzümüzü ister batıya, ister doğuya, ister kuzeye;
ister güneye çevirelim, karşımızda daha bir süre hep
Aristoteles’le Platon’u göreceğiz. Türkistanlı Farabi de
Aristotelesçidir. Bu yüzden kendisine ikinci öğretmen
(Muallim-i Sani) denilmektedir. Farabi, bir Türk
düşünürüdür. Türkistan’ın Farab kentinde doğmuştur. Asker
çocuğudur. İlk öğrenimini yurdunda, yüksek öğrenimini
Bağdat’ta yapmıştır. Önceleri Türkistan’da kadılık yaptı,
sonra kendini büsbütün felsefeye verdi. Anadili olan
Türkçe kadar Arapça, Farsça, Süryanice ve Yunanca
biliyordu. Hekim, metafizikçi ve müzikçiydi. Yüzden çok
kitap yazmış; Aristoteles, Platon, Zenon gibi Yunan
düşünürlerini yorumlamış, bunların görüşlerine kendi
görüşlerini katmıştır.
Uyun-ül-Mesail adlı kitabında, kişiyi erdemli
kılan, Tanrı’dır, diyor Farabi, her işte başarı ancak
Tanrı’nın eliyle olur. Tanrı’nın bağışı (inayet-i ilahiye)
her şeyi kuşatır, herkesle bitişiktir. Her olan şeyin
nedeni kaderdir. Kötülüklerin de nedeni kaderdir (Tanrı
istemeseydi kötülük olmazdı). Kötülükler ilinek (araz)
olarak iyidirler. Çünkü kötülükler olmasa iyilikler de
olmazdı.
Farabi’nin düşünce sisteminde törebilimin (ahlak
ilmi) önemli bir yeri yoktur. Farabi doğrudan doğruya
töreden söz açmamış, töreyi işlememiştir. Ancak
Aristoteles’in töresini yorumlarken kendi düşüncelerini de
katmak istemiş, karışık, açık seçik olmayan sözler
etmiştir. Örneğin, öğretim (tedris, talim) yoluyla eğitim
(terbiye, tehzip) yolunu birleştirmiş, her gerçek
öğretimin bir eğitim olduğunu ya da her eğitim için bir
öğretim gerektiğini söylemiştir (bu konuda’ çok aydınlık
olan Sokrates’i hatırlayınız).
Âra-yi ehl-i Medine-tül-Fazıla adlı kitabında da
bir başkanın erdemlerini saymıştır. Farabi’ye göre,
başkanlık edecek kişide şu erdemler bulunmalıdır:
Organları [sayfa 133] tam olmalıdır, anlayışlı olmalıdır,
belleği (hafızası) güçlü olmalıdır, akıllı ve ince görüşlü
olmalıdır, güzel konuşur olmalıdır, öğrenmeye gönüllü
olmalıdır; yiyeceğe, içeceğe, eğlenceye tutkun
olmamalıdır; doğruluğu sevmeli ve yalancılıktan
tiksinmelidir. Nefsini yüksek tutmalı ve kendisinden
kuşkulandıracak şeylerden çekinmelidir, dindar olmalı ve
dünya kaygılarında gözü bulunmamalıdır, tüzesever
(adaletli) olmalı ve kötülük yapmaktan çekinmelidir,
işinde ayak diremeli ve dilekli olmalıdır.
Görüldüğü gibi Farabi’nin erdemleri, Müslümanlığın
erdemleridir. Oysa Farabi bütün bu erdemlerin bir kişide
toplanamayacağını da düşünmüş olmalı ki, sözlerini şöyle
bitiriyor: Bu erdemler tek kişide bulunmazsa, birkaçı
birinde, birkaçı da ötekinde bulunursa, o iki kişi başkan
olur. Eğer bu erdemler üç kişide bulunursa o üç kişi
başkan olur. Bu erdemler için daha çok kişi gerekiyorsa o
kadar kişi başkan olur.
Farabi, bu hoşgörüsüyle, başkanlığın kapılarını on
iki kişiye kadar açmış demektir. Kişiyi erdemli kılan,
Tanrı’dır düşüncesine uygun olarak organları tam
bulunmak, belleği güçlü olmak gibi tanrı vergisi
nitelikleri de erdem saymıştır. Oysa tek kollu doğmuş bir
kişinin, nasıl bir öğretim ya da eğitimle, ikinci bir kol
edinebileceğini söylememiştir.
Farabi toplumcudur. Kişinin yetkinliğe erişebilmesi
için pek çok şeyler gereklidir, diyor. Kişi, tek başına,
bu şeylerin tümüne birden erişemez. Toplum, kişilerden
birinin eksiğini ötekiyle tamamlar. Yetkinliğe erişmek
gücü, insana doğarken verilmiştir. Oysa birçok insanlar
bir araya toplanıp her biri ötekinin ihtiyacını hazırlamak
suretiyle birbirlerine yardım etmedikçe, insan, tek
başına, bu yetkinliği elde edemez.
En yüksek iyilik, en büyük yetkinlik ancak kentte
(şehirde) yaşamakla elde edilir, kentten aşağı bir
toplulukta elde edilemez. Erdem, yardımlaşmadır.
İnsanlar, kötülükler için de yardımlaşabilirler. Ama
gerçek mutluluğa ulaştıracak şeylerde , yardımlaşan kent,
erdemli kenttir. Mutluluğa ulaşmak için yardımlaşan
toplum, erdemli toplumdur. Bütün kasaba ve kentleri
mutluluğa erdirmek için yardımlaşan ulus, erdemli ulustur.
Bunun gibi, bütün uluslar, mutluluğa varmak için
birbirlerine yardım ederlerse yeryüzü, erdemli bir yeryüzü
olur. Erdemli kent, bütün organları tam olan bir bedene
benzer. O bedenin bütün organları, yaşamak için, nasıl
birbirlerine yardım etmek zorundaysalar, kentlerin bütün
kişileri de, mutlu olmak için birbirlerine yardım etmek
zorundadırlar. Bedenin organları çeşitlidir, görevleri ve
güçleri başkadır. Oysa içlerinde bir organ vardır ki
onlara başkanlık eder. Bu başkan, yürek’tir.
Görevleri başkana yardım etmek olan başka organlar vardır,
bunlar en yakın yardımcılardır, başkanın işini
kolaylaştırırlar. Bu ikinci organlar, görevlerini başkanın
amacına uygun olarak yaparlar. Üçüncü organlar da
görevlerini, ikinci organların amaçlarına uygun olarak
yapmaktadırlar. Böylelikle aşağı doğru inerek sadece
hizmet eden, amacı bulunmayan ve kimseye başkanlık etmeyen
organlara kadar varılır. Toplum da böyledir, böyle
işlemelidir.
Kişiler, bütün davranışlarında, ya iyi bir şeyle ya
da kötü bir şeyle karşılaşırlar. Kişi, yararlanmasını
bilirse, iyiden olduğu kadar kötüden de yararlanabilir.
İyi olana [sayfa 134] ya uyar, ya uymaya çalışır, ya da o
şeyin iyiliğini görerek on uymak için uygun bir fırsat
bekler. Kötü olandan da ya kaçınmaya uğraşır, ya kötülük
kendindeyse kendinden atmaya çabalar, ya da kurtulmayı
başarmak için onu kendinden atıncaya kadar başkalarından
örnek almaya çalışır.
İnsanlar için ceza ve armağan gereklidir. Ancak her
ikisi de niyete göre gerekli olur (Abaelardus, dört yüzyıl
sonra, XII. yüzyılda aynı sözü söyleyecektir). İnsanın
niyeti tanrı bilgisiyle, tanrı sevgisiyle düzelir. İnsan,
tanrının ve peygamberinin yolunda yürürse niyetinde
iyilik; işlediği işlerde , doğruluk olur.
Farabi, bir yandan Aristoteles’le uğraşadursun, öbür
yandan da kimini açıkça söyleyip kimini ancak sezdirdiği
düşünceleriyle gelecek yüzyıllarda yaşayacak olan birçok
büyük düşünürlere öncülük etmiştir. Birtakım düşünceleri
açıkça gülünç ve günümüz düşüncesine aykırı bulunmakla
beraber, düşünce sistemi incelenince, şaşırtıcı bir
genişlik görülmektedir. Geniş çapta bir insancılık
(humanisme), dünya devleti düşüncesi, Machiavelli’den yedi
yüzyıl önce bir insanları yönetme sanatı, bir siyaset
bilimi, Darwinciliğin ilk tohumları, Hobbes’un
düşünceleri, Rosseau’dan yüzyıllarca önce bir toplumsal
sözleşme (contrat social) eğilimi Farabi’yi bir hayli
yüceltiyor. Kendinden sonra gelen düşünürler ondan çok
yararlanmışlardır.
Farabi’nin karanlık bıraktığı töre düşüncesini, ünlü
öğrencisi İbn-i Miskeveyh aydınlığa çıkarmıştır. İbn-i
Miskeveyh’e göre, eğitim önce, öğretim sonra gelmelidir.
Bir başka deyişle, uygulanış (ameliye) önce, kuram
(nazariye) sonra yapılmalıdır. Töre, bilimden önce gelir.
Bilgin olmak için her şeyden önce erdemli olmalıdır.
Erdemli olmak için bilmek yetmez, uygulamak gerekir.
Gerçek bilim ancak erdemi uygulayanda bulunur.
İbni Sina da görgücülükle usçuluğu bağdaştırıyor ve
bu bağdaştırma işinde doğabilimsel İslam felsefesinin
kurucusu Razi’yle Farabi’ den yararlanıyor. Ne var ki İbni
Sina bu görgücü-usçu (Fr.
Empirico-rationaliste) alandan usaaykırıcı (Fr.
Irrationaliste) bir alana kaymakta ve Meşailikten
işrakiliğe geçmektedir. Bilimleri de şöyle
sınıflandırmaktadır: 1- Özdeğine bağlı biçimlerin bilimi,
ki doğa bilimleridir. İbni Sina bunlara aşağı bilimler
(Ar: Al-ilm-ül-esfel) diyor; 2- Özdeğinden tümüyle
ayrılmış biçimlerin bilimi, ki metafizik ve mantıktır,
İbni Sina bunlara yüksek bilimler (Ar.
Al-ilm-ül-ali) diyor; 3- Özdeğinden ancak zihinde ayrılan
bilimler, ki matematiksel bilimlerdir; İbni Sina bunlara
orta bilimler (Ar. Al-ilm-ül-avsat) diyor.
İbni Sina, tüm bilgilerimizin sezgiyle elde edilen açık
ilkelerden çıkarsama (Ar. Al-istintaç)
yoluyla oluştuğu kanısındadır. Bilgi sürecinin duyum ve
algıyla başladığını kabul etmekle beraber gerçek bilginin
ussal olduğunu ilerisürüyor. İbni Sina, çağını pek aşan
bir görüşle cisimlerin kendi iç güçleriyle devindiğini
savunuyor. Bu iç güçe özgüç (Fr.
Autodynamisme) anlamında Ar. Al-kuvvet
al-nefsiye demektedir. İ. H. İzmirli, İbni Sina’nın,
Batı skolastiğinden çok önce, varlıkbilimsel kanıt
(Fr. Preuve ontologique)’ı ilk ilerisüren düşünür
olduğunu söylemektedir. İslam felsefesinde İbni Sina,
meşailikten işrakiliğe kol atmış bir düşünür olmakla
beraber, başlıbaşına bir okuldur. El Cüzcani, Behmenyar,
İbni Zeyle, Ebu Abdullah Masumi, Meymun bin Necib
al-Vasıti, ünlü ozan Ömer Hayyam, Ebül Maali, Ebül Abbas
[sayfa 135] Zevkeri, Abdürrezzak et-Türki gibi ünlü
düşünürler İbni Sina Okulu’ndan sayılırlar.
Fahrüddin Razi, Nasireddin Tusi Seyyit Şerif Cürcani gibi
önemli düşünürlerin de onun etkisinde oldukları bir
gerçektir. İslam felsefesinde iman felsefesi’nin
kurucusu İmam Gazzali (1058-1111)’dir. Meşailiğe
hücumlarıyla ve Eş’ariliği geliştirmesiyle ünlüdür: İslam
felsefesinin ilginç, ama en gerici düşünürlerinden
biridir. Denilebilir ki felsefe, onun ve onun
güçlendirdiği Eş’arilik yüzünden Arap yarımadasından
Batı’ya göçetmek zorunda kalmıştır. Tüm felsefe ve
filozoflara düşman olan Gazzali gerçekten çok ilginç
şeyler söylemektedir: Örneğin, tanrının varlığını
kanıtlamak için metafizikçilerin ilerisürdükleri tüm
kanıtlar saçmadır diyor, çünkü bu kanıtların tümü
fizikseldir (örneğin ilk kımıldatıcı kanıtı gibi), oysa
metafizik fizikle açıklanamaz, özdekçiler ve
doğabilimciler kendi sistemlerinde metafizikçilerden çok
daha tutarlıdırlar. Göksel ruhun tikel varlıklara
yayıldığı savı saçmadır diyor, çünkü bu doğayla tanrı
arasında bir akım kurmak olur ki hem din anlayışına, hem
de doğabilim anlayışına aykırıdır. Platon’la Farabi’ye
karşı çıkarak, tanrı tümelleri bilirmiş de tikelleri
bilmezmiş diyor, bunu ilerisürmek tanrıyı yadsımaktır.
Gazzali’nin ve Eş’ariliğin gerici ve ezici baskısı
yüzünden Batı’ya göçeden İslam felsefesi (Meşşaiyye)
Endülüs Arapları arasında özellikle İbni Bacce (Ölümü:
1138) ve İbni Rüşd (1126-1198) taraflarından
sürdürülmüştür: İbni Bacce, özellikle Ar.
Mütevahhid (yalnızmışçasına yaşayan insan) adını
verdiği birbaşınalık kuramıyla ünlüdür. Kendisini
böylesine yalnızlaştıran insanın (ki bu yalnızlaştırma
gerçekte değil, düşünsel olarak yapılacaktır)
kötülüklerden arınarak akl-al faal (tanrı)’la
birleşebileceği kanısındadır. Bu konuda yazdığı yapıt bir
hükümetin yönetimini tasarımlar. Örneğin bu yetkin
yönetimde ne hekimler ne de hakimler (yargıçlar, kadılar)
bulunmayacaktır, çünkü her ikisi de yetkin yönetim
sayesinde gereksiz olacaktır. Antikçağ Yunan felsefesi, bu
İslam düşünürlerince Batı’ya tanıtılmıştır. Özellikle İbni
Rüşd, XII. yüzyılın başlarında Michael Scott tarafından
Latinceye çevrilince büyük coşkunluk ve, hayranlık
uyandırmıştır. İngiliz düşünürü Bertrand Russel, Felsefe
Tarihi’nde şöyle der: "İbni Rüşd, İslam felsefesinden çok
Hıristiyan felsefesi için önemlidir. O, İslam felsefesi
için ölü bir sondu, Hıristiyan felsefesi içinse bir
başlangıç olmuştur".
Batılılar, İspanya Araplarından İbni Rüşd’e
Averroés ve onun Aristotelesçi öğretisine de
Averroisme derler. Batı, Yunan felsefesini ve
özellikle Aristoculuğu İbni Rüşd’ten öğrenmiştir. İbni
Rüşd, Aristoteles öğelerini Farabi ve İbni Sina’dan
almakla beraber, onlardan ayrılarak Aristoteles’in özdekçi
yanını işlemiştir. Bu yüzdendir ki İbni Rüşd öğretisi,
XII. yüzyılda, Hıristiyanlığa aykırı bulunarak suçlanmış
ve yasaklanmıştır. Örneğin Hollandalı düşünür Herman van
Riswik, İbni’ Rüşdçülüğünden ötürü 1512’de yakılmıştır.
İbni Rüşdçülüğün Batı’daki en büyük ve verimli ürünü Roger
Bacon’dur. İbni Rüşd’e göre ruh ölümlüdür, nedeni olan her
şey zorunludur ve bundan ötürü tanrı da bir zorunluluğa
bağlıdır. Biçimler özdeğin içinde gizlidirler ve tanrılık
etkiyi gerektirmeksizin birbirlerinin içinden çıkarak
varolurlar. Bundan ötürü de yoktan yaratma söz konusu
olamaz, söz konusu olabilen gizliden açığa ilksiz-sonsuz
ve zorunlu bir evrimdir. Devim, ilksiz ve sonsuz [sayfa
136] bir süreçtir. Görüldüğü gibi bütün bu varsayımlar,
kökleri Aristoteles’te bulunan, tüm özdekçi
varsayımlardır. İbni Rüşdçülük, birçok bakımlardan
Hıristiyan kilisesiyle çatışmaktadır. Evren ilksiz ve
sonsuzdur (Hıristiyanlığa göre evrenin başı ve sonu
vardır, yaratılmıştır ve yok olacaktır), yokluk diye bir
şey yoktur (Hıristiyanlığa göre tanrı evreni yoktan
varetmiştir), ruh bedenle birlikte ,göçüp gider
(Hıristiyanlığa göre ruh ölümsüzdür), tanrının bağışı
insanı ölümsüz kılamaz (Hıristiyanlığa göre insanı
tanrının bağışı kurtarır ve ölümsüz kılar), insan usu
tanrıyla aynı şeydir (Hıristiyanlığa göre insan tanrının
yaratığıdır, eksiktir ve suçludur, aşağılanmıştır ve
düşmüştür, bu yüzden de usuyla kendini kurtaramaz ve ancak
tanrının bağışını dileyebilir).
Bu arada İslam felsefesi disiplini içinde birtakım
Yahudi düşünürler de yetişmiştir ki bunların en başında
İbni Cebirol (Fransızlar Avencebrol diyorlar)
gelir. Kamutanrıcıdır. Bir başkası İbni Me’mun (1135-1204,
Fransızlar Maimonide diyorlar)’dur.
Işıkçılığın kurucusu Şahabettin Sühreverdi
(1153-1191)’dir, öteki Sühreverdi’lerden ayırmak için,
Öldürülmüş (Maktul) Sühreverdi adıyla anılmaktadır. Henüz
otuz üç yaşındayken, Halep’te, bilgisini kıskananların
dinsizlikle suçlamaları yüzünden, Selahattin Eyyubi’nin
buyruğuyla öldürülmüştür. Arap ve Acem olmadığı kesinlikle
bilinmekte, Türk soyundan geldiği sanılmaktadır.
Çevresinde saygı ve kıskançlık uyandıran taşkın bir
düşünce gücü vardı. Genç Sühreverdi, Işık düşüncesinde
Platon’la Tasavvufu birleştiriyor. Gerçekte o da Tasavvuf
yolunun yolcularındandır. Ama, Batıniler gibi, sözcüklerin
gizli anlamlarını aramıyor. O, bir düşünce adamıdır.
Gerçeğe, sözcük yorumlayarak değil, düşüncesini
yoğunlaştırarak varmaya çalışmaktadır. Bunun için de,
Tasavvufun sadece yönteminden yararlanıyor (Mükaşefe
yöntemi). Ona göre felsefe, bir sezgi işidir (İlham vahi,
hads). Felsefe yapmak, peygamberlik yapmak demektir.
İnsan, özvarlığını (Nefsini) eğiterek, yavaş yavaş ve
basamak basamak Işığa doğru yükselir. İnsan Işığa
yaklaştıkça, Işığın aydınlığı artar. Sezgi yoluna bir kez
girildi mi, gittikçe güçlenir insan. Her basamağın
aydınlığı, insanı, bir yukardaki basamağın aydınlığına
çeker. Böylelikle, Işıklar Işığı’nın (Nur-ül-envar, Tanrı)
her anlamı kapsayan büyük aydınlığına ulaşılır. Gerçek
felsefe, mantık oyunlarına başvurmak değil, böylesine bir
sezgi merdivenine tırmanabilmektir. Anlamlar alemi (Alem-i
mana), sözcüklerle anlatılamaz ve mantık oyunlarıyla
tanıtlanamaz. İnsanlar, ona, bir başlarına ulaşabilirler.
Felsefe, onlara, sadece bu yolu göstermekte yardımcı
olabilir. İşte, Şahabettin Sühreverdi, Işık Heykelleri
(El heyakilün-nur) adlı yapıtında bu yolları
göstermektedir. Sühreverdi’ye göre ruh ve beden diye bir
ayrılık yoktur, bunlar aynı şeydir. Bütün cisimler gibi
beden de yoğun bir karanlıktır. Bu karanlık, Işığa doğru
yükseldikçe yoğunluğu erimeye başlar. Sonunda büsbütün
aydınlanır, Işık alemine girer. Bedenler ruh ayrılığı,
sanıldığı gibi, bir öz ayrılığı değil, bir derece
ayrılığıdır.
Sühreverdi, düşüncesinin bu çizgisinde kişiliğini
ortaya koymakta, Platon’dan ayrılmaktadır. Platon’a göre
cisimler gerçek varlıklar değildir, gerçek olan o
cisimlerin ideleridir (soyut kavramlarıdır). Sühreverdi’ye
göre ruhlar da, cisimler de [sayfa 137] gerçektirler.
Bunların arasında özde bir ayrılık yoktur. Ruh,
tasarlanmış bir kavram, bir ide değil; cismin
aydınlanmasıdır.
Sühreverdi, düşüncesinin , bu çizgisinde,
Zerdüşt’ten de ayrılmaktadır. Sühreverdi’ye göre
karanlıkla ışık, bir karşıtlık değildir ki aralarında
kavga olsun. Karanlık, ışıktan gelmiştir, ışığa
dönecektir. Bu, bir zorunluluktur. Kişi, öz varlığını
eğiterek, her zaman ışıklanabilir, ruhlaşabilir. Ruh,
bedenin eğitilmişidir. Yirminci yaşımız, yirminci yaşa
vardığından ötürü onuncu yaşımızı ortada bulamaz ki onunla
kavgaya tutuşsun. Zerdüşt’e göre karanlık, ışıktan koptuğu
halde, aynı özden gelen bir düşmandı. Evrense ışıkla
karanlığın savaş alanıydı. İnsanlar, bu savaşa, ışığa
yardımcı olarak katılmalıydılar.
Ak sakallı budalalar, genç düşünürümüzü buralardan
yakalayıp fitnelemiş olsalar gerektir. Oysa açık kapı
bırakmamak için elinden geleni yapmaktadır. Işık
Heykelleri adlı yapıtında (heykel, Arapça’da
kalıp, kılık, görünüş anlamlarına da gelmektedir)
sezgi yöntemini bir yana bırakarak, ışıklar ışığının
bambaşka bir ışık olduğunu, öteki felsefelerin
tuttukları mantık ’yolundan tanıtlamaya çalışıyor:
Hayvansal ruh, tanrısal ruhtan başkadır. İnsan ruhu,
tanrısal ışıklardan biridir. Doğuşu tanrıdan olduğu gibi,
batışı da tanrıyadır. Kimileri, insan ruhunun cisim
olmadığını anlayınca, bu ruhun tanrı olabileceğini
sanmakla sapıklık uçurumuna düşerler. Oysa tanrı birdir.
Ahmet’le Mehmet’in ruhları bir olsaydı, birinin bildiğini
ötekinin de bilmesi gerekirdi. Böyle olunca, bir insanın
bildiğini bütün insanlar da bilirdi. Kimileri de bu ruhun,
tanrının bir parçası olduğunu sanırlar. Bu da sapıklıktır.
Tanrının cisim olmadığı kesin bulunduğuna göre, cisim
olmayan bir şey nasıl parçalanabilir, nasıl bölünebilir?
Kimileri de bunun öncesiz olduğu kuruntusuna kapılırlar.
Böyle olsaydı, onu ışık ve kutsallık aleminden ayrıla rak
karanlık ve ölüm alemine inmeye kim zorlayabilirdi? Bir
fitil, bir ateşten tutuşur. Ama o fitili tutuşturmakla o
ateşten hiçbir şey eksilmez (Nur Heykelleri, Saffet
Yetkin çevirisi, 1963 baskısı, s. 10-11).
Burada görüldüğü gibi, genç düşünürümüz tuttuğu
yoldan ayrılarak Batıni tasavvufun açıkça söylediği gibi,
evrende her şey, bir şeydir (vahdet-i vücut),
diyemiyor. İlk düşüncelerinde birleştirmeye yüz tuttuğu
maddeyle ruhu yeniden ayırıyor. Madde, öz olarak,
karanlıktır. Işıklar ışığı (Tanrı), onu parlatıyor,
ruhlandırıyor. Oysa bu ruh, o yüce ışığın ışığı değildir,
sadece parlatmış olmasıdır. İnsanda parlayan ışık-ruhla,
onu parlatan ışıklar ışığı-ruh arasında hiçbir ilgi
yoktur. Başka bir deyişle, parlatan sadece parlatmıştır,
kendinden bir şey vermemiştir. Maddeler, ışıklar ışığına
yaklaştıkça aydınlanırlar, ruhlaşırlar, gerçeğe ulaşırlar.
İyi ama, ulaştıkları gerçek nedir? Bu gerçek, hiç
değilse Batınilerin varlık birliği gerçeği gibi, yeni bir
gerçek olmadığına göre bu kadar çaba nedendi? Parlatan
ışığın bambaşka bir ışık olduğunu kutsal kitaplar
da söylemiyorlar mıydı?
Sühreverdi’de, Platon’da olduğu gibi, bir şiir tadı
var. Bu şiir tadına, çok daha sonra, XVI. yüzyılda,
Bruno’da da rastlıyoruz. Gerçekten de bu üç önemli düşünür
aynı yoldadırlar: Uçsuz bucaksız bir öncesizlik ve
sonrasızlık düşüncesi.
Sonsuz bir aydınlık düşünün. Öylesine derin,
öylesine geniş bir boşluk ve pembelik. Bu aydınlıkta,
gittikçe büyüyen, bir karaltı beliriyor. Bu karaltı,
kendini etkiliyor, [sayfa 138] çoğaltıyor. Sonsuz
boşluktaki karaltı, o ana kadar uyumakta olan mekanı;
sonsuz boşluktaki büyüme, o ana kadar uyumakta olan zamanı
uyandırıyor. Bu karaltının gelişen bir derecesinde, büyük
aydınlıktan gelen bir ışınla, aydınlanma ve kımıltı
başlıyor. İşte insana kadar sürüpgelen aydınlık ve
kımıltı...
Aydınlandıkça artan aydınlanabilme gücü, güçlendikçe
zorunlu olarak artan aydınlık. Aydınlananlar, hem ilk
parlayışı, hem de birbirlerini aydınlatmaya başlıyorlar.
Boşluğun içindeki doluluk, gittikçe artan bir hızla
büyüyor, yükseliyor, kaplıyor. Evren, oluşmaktadır:
Bilinç, etkileyerek ve etkilenerek, yayılmaktadır. Bu
başdöndürücü gidişin sonunda, zorunlu olarak, yeni bir
karaltıyı doğuracak olan tüm aydınlanma var.
Yepyeni bir boşluk ve yepyeni bir aydınlık. Öylesine yeni,
taze, pırıl pırıl bir boşluk ve pembelik, zamansız,
mekansız, maddesiz.
Oysa hikayemiz gene de bitmiyor. Sonsuz aydınlığa
yepyeni bir karaltı düşmek üzeredir.
Bugün kafamızda bulunan akıl, en az yüz bin yıldan
beri gelişe gelişe oluşmuş bir akıldır. Bu aklı ana
babalarımızdan böylesine yetkinleşmiş olarak alıyoruz. Yüz
bin yıllık maddesel gelişmeyle yüz bin yıllık bilginin
onardığı bu akıl, çağdaş akıldır. Gelin, bir oyun
oynayalım. Öyle bir akıl düşünelim ki, ne yüz bin yıllık
maddesel gelişmeden, ne de yüz bin yıllık bilgiden
yararlanmış olsun. İnsansız , bir adada kendi kendine
doğmuş bir akıl... Bu akıl, tanrılık düşünceye varabilir
mi?
İspanya Araplarından İbni Tufeyl (Ölümü: 1185.
Fransızlar Abentofal diyorlar) Tanrının oğlu Hay
(Hayy ibn-i Yakazan) adlı ünlü yapıtında, böylesine
bir oyun oynuyor. İbn-i Tufeyl, XII. yüzyılda, Arap
yönetimi altında bulunan Endülüs’te yaşamıştır. Hekim,
filozof, ozan ve riyaziyeciydi. Sorumuzu karşılayan
yapıtını roman biçiminde yazdı. Yapıt, XVII. yüzyılda
İngilizceye çevrilerek birçok Batılı yazarları etkiledi.
De Foe’nun ünlü Robinson Cruzo’sunu, ondan
etkilenerek yazdığı söylenir. Oysa İbn-i Tufeyl’in de,
X’ncu yüzyıl düşünürlerinden İbn-i Sina’nın Hayy ibn-i
Yakazan risalesinden etkilendiği bilinmektedir. İbn-i
Sina’nın da, Huneyn İbn-i İshak’ın (Ölümü: 910) Yunancadan
çevirdiği bir öyküden yararlandığı sanılıyor. Düşünce, bir
Helenistik çağ düşüncesini andırmaktadır.
İbn-i Tufeyl, sorumuzu şöyle karşılamaktadır: Evet,
varabilirdi... Hay, Atlas denizindeki insansız bir adada
kendi kendine doğmuş (tenasülü binefsihi) bir çocuktur.
Yavrusu ölmüş bir ceylan, onu alıp emziriyor. Bundan
başka, ağaçların besleyici suları ve olgun yemişleri de
var. Küçük Hay, mutludur. Kendisine analık eden ceylanın
peşinden koşarak, becerikliliği öğrenmiştir. Günler
geçtikçe de, kendi başkalığını sezmektedir. Çünkü
adada, kendine benzemedikleri halde ceylâna benzeyen başka
hayvanlar da bulunmaktadır. Kendisi tektir ama, çevresi,
birbirine benzeyenlerle birbirlerine benzemeyenlerin
kaynaştığı bir alandır. Küçük Hay, bunlara bakarak, tür
düşüncesini ediniyor. Hayvanların cinsel organlarını
çirkin bulmaktadır. Bu yüzden, örtünmek gereğini duyuyor.
Önce yapraklardan, onların kuruyup döküldüklerini görünce
de, daha sanra, sağlamlık düşüncesine vararak, kuş
tüylerinden giyitler yapıyor. Bir değneğin ucunu
sivriltmeyi, o değneği çeşitli işlerde kullanmayı
öğreniyor. Hayvanlardan kiminin boynuzları, kiminin güçlü
dişleri, [sayfa 139] kiminin hızlı koşan bacakları var.
Bizim Hay de, onların üstünlüklerine karşı, ellerini ve
aletlerini kullanarak üstünlüğünü sağlayacaktır (insan,
alet yapan hayvandır, diyen Marx’ın tanımını
hatırlayınız).
Hay’cik, yüz bin yıllık yetkinliği ve bilgileri
bulunmayan aklıyla, birtakım seziler peşinde: Bir şeyi bir
yerden alıp öbür yere koyabiliyor. Az önce boş olan o yer,
şimdi kaplanmıştır. Çevresi yer kaplayan şeylerle
doludur. Bu şeylerden çoğu, birbirlerine benzemedikleri
halde, yer kapladıklarından ötürü, aralarında bir ortaklık
var. Benzemezler arasında benzerlikler bulunuyor.
Bu benzerlikler, kendisini de, hiçbirine benzemediği
halde, bütün çevresindekilere yaklaştırmaktadır.
Güneşten kavrularak tutuşan odunlar var. Ateş
ısıtıcı, aydınlatıcı, içine atılan balığı pişirerek
lezzetlendiricidir. Alevler, niçin göğe doğru
yükseliyorlar? Yukarda, varmak istedikleri bir yer olmalı.
Bitkiler de yukarıya ’ doğru büyüyorlar. Yukarda, bütün
cisimleri kendine çeken bir güç olmalı. Yağmur yukardan
yağıyor. Şimşek yukarda çakıyor. Gürültüler yukardan
geliyor. Bulutlar yukarda dolaşıyor. Yukarısı bir hayli
önemli.
Bu sırada ceylan ana ölüyor. Hay, yeni bir gerçekle
karşılaşmıştır: Ölüm... Ceylan ana kıpırdamıyor artık.
Ağzını açmıyor, bacaklarını sallamıyor, gözlerini
oynatmıyor. Az önce gezip dolaştığı, hareket ettiği
halde, şimdi bu bitmişlik neden? Kendisi de,
bacaklarını kıpırdatmadan durabilmektedir, ama sonra keyfi
isteyince gene kıpırdatabiliyor bacaklarını. Ceylan ana da
keyfi isteyince kıpırdatabilir mi yeniden? Hay,
onun üstüne atılıyor, çekiştiriyor, tartaklıyor. Boşuna.
Ceylan ana bitmiştir. Öyleyse onu kıpırdatan,
işleten güç neydi? Soğumuş cesedi deşiyor Hay. İçini
araştırıyor. Eline sıcak bir yürek geçmiştir. Bütün
bir soğukluk içinde tek sıcak şey. Sonunda bu yürek de
soğuyacaktır, ama en son soğuduğuna göre, en canlı o
olmalı. Bu bitmişlikte, bu durmuşlukta eksilen,
yitirilen nedir? Yoksa bu yitirilen şey de, alev gibi,
duman gibi, yukarıya giden bir şey midir?
Kıpırdayabilenler, bir gün, kıpırdamaz
olabiliyorlar. Şu halde bütün kıpırdayabilenler
sonludurlar. Ya yukarısı?.. Yukarısı sonsuz mudur?
Yukarısının ancak bir yüzü görünmektedir. Görünen yüz
sonludur. Ya görünmeyen yüzde sonsuzluğa doğru bir uzanış
varsa? Hay, göğe iki değnek saplayabildiğini, bu
değneklerin de, göğün görünmeyen yüzüyle birlikte
sonsuzluğa doğru uzanabildiklerini düşlüyor. Oysa bu
değneklerden birini kırabilirdi. Sonsuzluğa gittiklerinden
ötürü birbirlerine eşit olmaları gereken bu iki değnekten
biri kırılmakla bu eşitliği bozmaktadır. Başka bir
deyişle, öbür uçları sonsuzluğa gittiğinden ötürü
birbirlerine eşit olmaları gereken değnekler, birinin
kırılmasıyla, hem eşit hem de eşit olmayan
bir duruma gireceklerdir ki böyle bir durum düşünülemez,
çelişiktir. Şu halde, yerdekiler gibi, göktekilerin
de sonlu olmaları gerekir. Sonsuzluk, kendisinin sonu
görememesi değildir. Kendisinin sonunu göremedikleri
de sonludurlar.
Hay, dalları kırıp, yonttuğu değnekleri bıçak gibi
kullanarak bir kulübe yapmıştır. Kendisi olmasaydı,
şimdi yer kaplayan şu kulübe de bulunmayacaktı. Öyleyse,
bütün bu yerdekilerin ve göktekilerin, bütün bu sonluların
da bir yapıcısı olmalıdır. O yapıcı olmasaydı,
bütün bu sonluların da, şu kulübe gibi, bulunmamaları
gerekirdi. [sayfa 140] Bu yapıcıysa, yaptıkları gibi,
sonlu olmamalıdır. Sonlu olsaydı onun da bir yapıcısı
bulunacaktı. İlk yapıcı, zorunlu olarak sonsuz’dur.
Bundan başka, bütün sonluların cisimleri sonunda dökülüp
dağılmakta, son bulmaktadırlar. Şu halde ilk yapıcı,
sonsuzluğun zorunluğundan ötürü, elbet cisimsiz
olmalıdır. Sonsuz cisimsiz bu kımıldatıcı, sonlu cisimli
kımıldayanları kımıldatabilmek için onlarla birlikte’dir.
İşte ceylan ana, bu birlikteliği yitirdiği için artık
kımıldamaz olmuştur. Öyleyse, bu birlikteliği görebilmek,
bu birlikteliği anlayabilmek için kendi içimize
bakmamız gerekir.
Tanrının oğlu Hay, böylelikle, baba’sına
kendi içinde ulaşmaktadır. Bir başka deyişle, babasını
kendisinde bulmaktadır. O, hem her yerde bulunan, hem de
hiçbir yerde bulunmayandır.
Salaman’la Absal, tam bu sırada, karşımıza
çıkmaktadır. Komşu adayı yöneten, iki yöneticidirler.
Salaman, Kutsal Kitap’ın açık anlamlarıyla toplumu
düzenlemeye çalışmaktadır (zahiri, sünni, şeriatçı). Ab
sal, Kutsal Kitap a gizli anlamlarıyla toplumu düzenlemek
düşüncesindedir (Batıni, alevi, hakikatçı). Adalardaki
toplumsa, her iki yola da boş vermekte, bildiklerini
okumaktadırlar. Absal’i yabani bir hayvan sanıp avlamaya
kalkışan, sonra, kendi türünden bir canlı olduğunu
anlayarak onunla dost olan Hay’se (kendiliğinden akıl),
komşu adanın düzensiz toplumunu yola getirmek için üçüncü
bir yolu, kendi yolunu deneyecektir.
Oysa, üçüncü yolda tutmuyor. İnsanlar, ne türlü
olursa olsun, hiçbir yoldan tanrı düzenine gereği gibi
ayak uydurmak istemiyorlar. Bu yollar, kişiyi erdeme
ulaştırmıyorlar. Nitekim, yapıt da, toplumu düzenlemekten
umutlarını kesen Hay’le Absal’in, toplumsal adayı
Salaman’ın yönetimine bırakarak ıssız adaya dönmeleriyle
sona ermektedir.
İbn-i Tufeyl’in, öyküsünden çıkardığı sonuç şudur:
İnsanlar eşit anlayışta değildirler. Gerçek, üstün
anlayışlı kişiler içindir. Çoğunluk, birtakım biçimler,
yasalar konmadan yönetilemez. Daha açık bir deyişle,
çoğunluğa şeriat bilimi gerekir, hakikat bilimi üstün
yaradılışlı bir azınlık içindir.
Hay (kendiliğinden akıl), Salaman’ın şeriat
bilimindeki, iki gereğin gerekçelerini uygun bulmamaktadır
(İbn-i Tufeyl’e göre, Hay’in vardığı sonuç, ilke
bakımından, şeriata uygundur. Hay, şeriatı beğenmiştir).
Gerekçelerine akıl erdiremediği gerekler şunlardır:
1. Apaçık gerçek dururken, niçin birtakım
gizlemelere gidilmiştir? Örneğin, yeryüzünde, insanların
birbirleriyle dövüşerek asla geçemeyecekleri gerçek
köprüler varken Sırat köprüsü gibi bir öte dünya köprüsünü
ortaya atmak neden? Erdemsizlerin birbirlerine verecekleri
acı, cehennem ateşinden daha mı az ürkütücü?
2. Din, mal edinilerek eşitsizliğin doğmasına izin
verdiği halde zekat yasasını koyarak, kendi yarattığı
kötülükle gene kendisi uğraşmak gibi bir çelişmeye niçin
düşmüştür?
İbn-i Tufeyl, şeriatın bu soruları karşılamadığı
görüşündedir.
Işıkçılık (İşrakiyye) okulu XIII. yüzyılda yaşamış
olan Şemsüddin Şehrizori, İbni Kemmune, Kutbüddin Şirazi
gibi düşünürlerce sürdürülmüş ve daha sonra bir [sayfa
141] tarikat halinde örgütlenerek, özellikle İran’da,
günümüze kadar sürüpgelmiştir. Sühreverdi, bu tarikat
bağlılarına Şeyh-ül-işrak adıyla anılır. Bu arada
İslam disiplini Abdüllatif Bağdadi (Ölümü: 1231), Ebül
Berekat Bağdadi (1076-1166), İbni Haldun (1332-1406) gibi
bağımsız düşünürler de yetiştirmiştir. Bunların arasında
İbni Haldun çok önemlidir. Özellikle tarih alanında
olayları anlatmak yerine, olayları düşünmek
gerektiğini ilerisüren bu düşünür tarihsel olaylar’ın
yerine tarihsel nedenler’i koymakla tarih
felsefesinin temellerini atmış oldu. Bugün, birçok
Batılılar, onda, Vico’nun, Spenglerin, Montesquieu’ nün,
Rousseau’nun, Sorel’in, Malthus’ün, Machiavelli’nin,
Darwin’in, Nietzsche’nin düşünce tohumlarını buluyorlar.
İbni Haldun, önce, evrensel değişme’yi sezdi: Tarih
bilimiyle uğraşanları yanıltan, ulusların hal ve
durumlarının, günlerin ve yüzyılların geçmesiyle
değişmekte olduklarını unutmaktır. Bu değişme, Yüce
Tanrı’nın bütün varlıklar için koyduğu bir yasadır (Mukaddime,
Zakir Kadiri Ugan çevirisi, 1954 baskısı, I. cilt, s.
70-71). İbni Haldun, sonra, evrensel evrim’i
yakaladı: Biz, varlıkları birbirine bağlı olarak görüyor
ve varlıkların birinden ötekine geçişini, yetkin bir düzen
içinde, izliyoruz. Maddelerden her biri, aşağıdan yukarıya
doğru yükseldiği ya da yukarıdan aşağıya doğru alçaldığı
zaman, kendisine yakın olan maddenin biçim ve kalıbına
girmektedir. Yukarıya doğru yükselen madde, kendisinden
aşağıda olan maddeden daha hafiftir. Bu hal, yıldızlar
alemine çıkıncaya kadar sürer. Varlıklara bak.
Varlıkların, madenlerden başlayarak, yavaş yavaş ve tabaka
tabaka biçimlenmiş olduğunu görürsün. Maden, bitki ve
hayvanların ana maddeleri ortaktır. Madenin en yükseği
bitkinin en aşağısına bitişiktir. Örneğin, tohumsuz
yetişen maden tohumsuz türeyen sebzelerle, hurma ve üzüm
gibi bitkiler inci sedefiyle kabuklu sümüklüböcek gibi
hayvanlara yakındır ve onların biçim ve kalıplarına
girebilecek durumdadır. Bu gelişme, en aşağıdan
başlayarak, maymun ve şebek gibi hayvanlardan geçip insana
kadar yükselmiştir. İnsanın en aşağısı, işte bu
hayvanlardan başlamıştır. Benim gördüğüm budur. Doğrusunu
Tanrı bilir (Mukaddime, aynı çeviri, I. cilt, s.
241-247). İbni Haldun, toplumsallık zorunluğu’nu da
anlamıştır: Toplumsal yaşayış, insanlar için zorunluktur.
İnsan, yaşamak için, yaşama gereçlerini sağlamak
zorundadır. Bu gereçleri tek başına sağlayamaz. Bir buğday
tanesinin un olabilmesi, çeşitli hüner ve zenaatleri
gerektirir. Üretim, üretime yetecek kişilerin bir araya
toplanmalarıyla olur. Korunmak da öyle (Mukaddime,
aynı çeviri, I. cilt, s. 106-112). İbni Haldun, toplumsal
olayların tüm kökünü ekonomik temelde ve üretim
araçlarında görmektedir. Ona göre, ruhumuzu oluşturan da
ekonomik koşullardır: Her kazanç ve mal, emek harcayarak
elde edilir. Maden, bitki ve hayvanlardan sağlanan kazanç
da insan emeğinin ürünüdür. İnsanların çalışarak elde
ettikleri para ve mal, ziraat ve sanayide harcadıkları
emeğin değerinden ibarettir. Pazarlarda satın alınan
buğdayda iş ve emeğin değeri açıkça görülmez. Oysa,
buğdayın değeri, onu elde etmek için harcanan iş ve emeğin
değeridir. Kazma vurulmamış kuyudan su çıktığını gördün mü
hiç? Doğrusunu Tanrı bilir (Mukaddime, aynı çeviri,
ikinci cilt, s. 349-355). Hüner ve sanayiin gelişmesi,
toplumsaI gelişmenin başında gelir (II. cilt, s. 402). Bu
gelişme, insanı düşünsel bilgilerle uğraşmaya yöneltir (s.
403). Ancak bu gelişmenin [sayfa 142] sonunda, toplumun
çürüyüp dağılması da bir zorunluktur. İbni Haldun’a göre
Çoban toplumlardan Çiftçi toplumlara, Çiftçi toplumlardan
da Sanayi toplumlarına geçilir. Sanayi toplumuna geçiş,
bir gelişmenin sonucu olduğu kadar, bir çöküntünün de
nedenidir. Çünkü toplumlar, artık Çobanlık günlerindeki
güçlerini yitirmeye, bolluğun ve rahatlığın içinde
gevşeyip çürümeye başlamışlardı. Toplumların ömrü de,
insanların ömrü gibidir. İhtiyarlık ve ölüm, önlenmesi ve
giderilmesi mümkün olmayan bir hastalıktır II. cilt, s.
104). Tarihsel zorunluğunu yaşayan her toplum, kent
yaşayışına girip sanayileştikten sonra kocayacak ve
ölecektir. Bu sonuç önlenemez. Toplumun çöküntüsü iki
alanda başlar: Bil ki, devlet iki temel üstüne kurulur. Bu
temellerden biri ordu, öteki paradır. Bozgunluk bu iki
temelin sarsılmasıyla belirir (II cilt, s. 107). Devlet
yıkılmaya yaklaştığında vergiler artar. Vergilerin artması
da devletin yoksulluğunu önleyemez. Böyle bir durumda,
kazanmaktan umut kesilmiş olacağından, pazarlardaki
alışveriş durur. Çöküntü, işler tümüyle çığırından
çıkmcaya kadar devam eder (II cilt, s. 68). İbni Haldun,
İlmi Umran adını verdiği Sosyoloji biliminin de
kurucusu sayılmaktadır. Toplumbilimsel düşüncenin ilk
izlerine Aristoteles’le Farabi’de rastlanıyor. Ama onu bir
bilim olarak ilerisüren, derinleştiren ve ona bilimsel bir
bağımsızlık kazandıran kesinlikle İbni Haldun’dur. Şöyle
diyor: Bil ki, birinci kitapta inceleyeceğimiz kural ve
yöntemler benim icad ettiğim yeni bir bilim olup, yararı
çok büyüktür. Ben bu araştırma yöntemini, derin araştırma
ve incelemelerden sonra buldum. Başımın sağlığına and
içerim ki, Tanrı’nın kullarından hiçbirinin bu konuda söz
söylemiş olduğunu bilmiyorum. Bu konu kendi başına ayrı
bir bilim gibidir. Çünkü her bilimin kendine özgü bir
konusu vardır. İncelediğim konu, yeryüzünde toplumlar
halinde yaşayan insanların toplumsallık kural ve
yasalarıdır. Bunlar doğal yasalar ve kurallardır (I. cilt,
s. 9-96).
İbni Haldun, toplumbilim’e (kendi deyimiyle
ilmi umrân’a) tarih felsefesi yoluyla varıyor.
Amacı, tarihçileri eleştirmek ve onların niçin
yanıldıklarını saptamaktır. Tarihçilerin yanılma
nedenlerini şöyle sıralıyor:
1. Bir mezhebe ya da düşünceye aşırı bağlılık
tarihçiyi yanıltır. Tarihçi tarafsız olmalıdır.
2. Bir haberi anlatana inanmak, tarihçiyi yanıltır.
Haberi anlatanın doğruluğunu değil, haberin doğruluğunu
kanıtlamak gerektir.
3. Olayların nedenlerini araştırmamak tarihçiyi
yanıltır. Olayları sanılara göre değil, gerçek nedenlerine
göre değerlendirmelidir.
4. Olayın doğruluğu kuruntusuna kapılmak, tarihçiyi
yanıltır. Tarihçi, kendi kuruntularından
kurtulabilmelidir.
5. Olayları, o olayları doğuran durumlarla
karşılaştırmasını bilmemek; tarihçiyi yanıltır. Çünkü
olayı anlatan, kendi duyduğu gibi, çoğu başka biçimlere
sokarak anlatmış olabilir. Doğrulamak, olayları durumlarla
karşılaştırmak demektir.
6. Devlet büyüklerine yaranmak kaygısı, tarihçiyi
yanıltır. Bu kaygı, kötüyü güzel gösterme çabasını
doğurur. Tarihçinin işi, tarihi güzelleştirmek değil,
olduğu gibi anlatmaktır. [sayfa 143]
7- Toplumsal yaşayışın doğal kurallarını ve
yasalarını bilmemek (Sosyoloji), tarihçiyi yanıltır.
İbni Haldun, her sözün sonunu, doğrusunu Tanrı
bilir, diyerek bitirdiği halde, toplum düzenini, bir
yirminci yüzyıl maddecisi gibi, maddesel temellere
oturtmaktadır. Toplumun toplumsal ve siyasal düzenleri,
tanrısal düzenler değil, doğal düzenlerdir. Toplumlar da,
doğal varlıklar gibi, doğmakta, büyümekte ve ölmektedirler
(Vico, Spengler). Tarih, olayları anlatmak değil, olayları
düşünmektir (Sorel). Toplumsal olayların kökü, ekonomik
temellerde ve üretim araçlarındadır (Marx). Toplumlar
arasındaki ayrılıklar, coğrafya koşullarının başkalığından
ötürüdür (Montesquieu). Siyasal düzen, ideolojik değil,
pratik olmalıdır (Maccbiavelli). Ahlak düzeni, insanların
çoğalmasıyla ilgilidir (Malthus). Gelişme, en aşağı
maddeden başlayarak, maymun ve şebek gibi hayvanlardan
geçip, insana kadar yükselmiştir (Darwin). Ahlaksızlığın
ve çöküşün nedeni, kent yaşayışına geçiştedir (Rousseau).
Gerekli olan, güçlülük ve iradeliliktir (Nietzsche).
İbni Haldun, Mukaddime’sini şu sözlerle
bitirmektedir: Tanrının doğru düşünce, açık bilgi
bağışladığı kulları bizden sonra yetişerek, bizim bu
yapıtta yazdıklarımızdan ve anlattıklarımızdan, daha geniş
ve daha derinini yazar ve anlatırlar umudundayız. Bir
bilgiyi ilk önce ortaya koyan kimsenin görevi, ancak, o
bilginin konularını açıklamak, bölümlerini ayırmak, o
bölümlerde incelenen konular üstünde söz söylemektir. O
kimseden sonra yetişenlerse o bilgiyle ilgili sorunları
azar azar o bilgiye eklerler ve bu yolda onu ilerletirler:
Tanrı bilir. Siz bilmezsiniz. Ben Mukaddime’yi beş
ayda yazdım, 776 yılının (İ.S. 1377) tam yarısında
bitirdim. Düzenlemek ve ayıklamak için harcadığım süre bu
beş ayın dışındadır. Yapıtımın başında anlattığım gibi,
buna kavimlerin tarihini de ekledim. Bilgi, ancak, aziz ve
bilgin olan Tanrı eliyle bağışlanır (III. cilt, s. 352).
İslam felsefesi, bir başka yandan, gizemsel açıdan
da birçok düşünürler yetiştirmiştir. İmam Gazzali’nin
başlattığı felsefesel tasavvufa felsefei tasavvufiyye
adı verilmektedir. Bu alanda Muhyiddin Arabi, Sadreddin
Konevi, Nasır Tusi, Molla Cami, İmam Rabbani, Sadreddin
Şirazi, Feridüddin Attar, Bayeziti Bistami, Şeyh
Bedreddin, Nasır Hüsrev, İbrahim Ethem, Şakik Belhi vb.
gibi birçok ünlü düşünürler yetişmiştir.