TASAVVUF
İslamsal disiplin içinde oluşmuş bulunan tasavvuf
deyimi, genel olarak, iki öğeyle açıklanmaktadır.
Bunlardan biri varlık birliği (Ar. Vahdet-i vücut)
felsefesi, ikincisi dinin yüzeyiyle yetinmeyerek
derinliklerine inme eğilimidir. Ne var ki bu öğelerin
ikisi de İslamsal tasavvufun başlangıcında geçerli
değildirler, akıma zamanla katışmışlardır. İslamsal
tasavvuf, ilkin, Batı'da da görüldüğü gibi, dinsel yaşamın
aşırı, ama zorunlu bir sonucu olan gizemcilik (Fr.
Mysticisme)'le başlamıştır. İlk mutasavvıflar dinsel
yaşamı, içlerine kapanarak, bireysel olarak ve ruhsal
[sayfa 144] yanlarıyla yaşamak isteyen aşırı sofulardı. Bu
sofular, varlık birliği felsefesinden habersiz oldukları
gibi kutsal kitabın açık anlamlarının altındaki gerçek
anlamlarını bulup çıkarmak isteğini de duymamışlardı.
Amaçları, sadece, aşırı bir Müslüman olarak, dünya
işlerinden el etek çekip bütün gün ve gecelerini dinsel
bir yaşama vermekti. Nitekim İslam peygamberi de
peygamberliğe hazırlanırken böylesine bir yaşam sürmüştü.
İlk mutasavvıfların dileği, belki de, sadece ona
benzemekten başka bir şey değildi. Günlerini ve gecelerini
örneğin Hasan Basri tanrı korkusuyla titreyerek (bkz.
El-Isfahani, Hilyet-ül-Evliyâ, cilt II, s. 131),
Rabia Adeviyye tanrı aşkıyla ağlayarak (bkz. Şarani,
EI Tabakat-ül-Kübrâ, cilt I, s. 72) geçiriyordu;
varlık birliğini düşünerek ya da dinsel sözcüklerde gizli
anlamlar arayarak değil. O zamanlar aşırı dincilikte
peygamberi ve yakınlarını taklit eden ehl-i sünnet'e
de mutasavvıf deniyordu. Arap bilgini İbni Haldun,
ünlü Mukaddime'sinde şöyle der (s. 328): "Tasavvuf,
bir şeriat bilimidir. Temeli, ashab (peygamberin
yakın dostları) ve tabiin (bu yakın dostların
dostları) ile onlardan sonra gelenlerin hak ve hidayete
uyan halleridir ki kendini Allah'a vermek, tapımla
uğraşmak, dünyanın , her türlü işlerinden ve süslerinden
yüz çevirmek, çoğunluğun önem verdiği mal ve mülkten el
etek çekmek, halktan ayrılarak ve yalnızlığa çekilerek
ibadete dalmaktır". Bir başka İslam bilgini Sühreverdi de
Avarif-el-Maarif adlı yapıtında mutasavvıfların ehl-i
sünnetten olduklarını, tapımı şeriata uygun olarak
yaptıklarını, dinin kural ve temellerini araştırmakta
derinleşerek dinin gerçek amacına doğru yürüdüklerini ve
böylelikle tam ve gerçek bir inana kavuştuklarını
yazmaktadır. İslamsal bilgilerde çok yetkili 0bir kişi
olan ve mutasavvıflara karşı olduğunu hemen her yapıtında
açıkça söyleyen Abdülbaki Gölpınarlı bile bir yapıtında:
"Hiç şüphe yok ki Sufiler içinde şeriata harfi harfine
riayet edenler vardır" demektedir (bkz. A. Gölpınarlı,
Tasavvuf, 1969, s. 97). Zamanla tasavvufa katılmış
bulunan panteist felsefeyle Bâtınîlik, bu akıma, iki temel
özelliği olan varlık birliği anlayışıyla yoruma dayanan
içrekçiliği getirmişlerdir. Bu katışma sonunda tasavvuf şu
aşamalara ulaşmıştır: İlmelyakin aşamasında dini
olduğu gibi, eşdeyişle herkes gibi görür, uygular.
Aynelyakin aşamasında görünenden görünmeyene, dinin
derinliklerine inmeye çalışır. Hakkalyakin aşamasında
dinin gerçek amacına varır ve tam bir inan içinde ölüp
tanrıda ölümsüzleşir. Bu son aşamayı Cüneyd-i Bağdadi
şöyle tanımlamaktadır: "Tasavvuf, tanrının seni sende
öldürüp kendisiyle yaşatmasıdır". Tasavvuf sözcüğünün
hangi kökten türediği de tartışmalıdır. Genel olarak
bilgi anlamına gelen Yunanca sophia sözcüğünden
türediği ilerisürülür. Deyimin ilkin ne zaman kullanıldığı
kesin olarak bilinmemekle beraber, Yunan felsefesiyle
ilişki kuran ilk İslam düşünürlerinden çok önce
kullanıldığı sanılmaktadır. Biruni'nin Tahkik-i ma lil-Hind
adlı yapıtında ilerisürdüğü (s. 16) bu sav, doğru olmasa
gerektir. Yoksulluğu yeğlemeleri dolayısıyla Arapça
yünlü dokuma anlamına gelen sof giymeleri
yüzünden bu adı almış olmaları olanaklıdır.
Din kurumu, bütün biçimlerinde, usla çelişiktir.
Dinin inanmayı şart koştuğu dogmalar çoğunlukla gerçekdışı
konulardır.' Bâtınîlik akımı, gerçekte, İslam dininin usçu
bir eleştirisidir. Ne var ki bu eleştiri, tarihsel
koşullar altında açığa vurulamamış, dinsel bir görünüş
altında gizlenmiştir. Dilimize İçrekçilik deyimiyle
çevrilen [sayfa 145] Bâtınîlik, siyasal amaçlar da
gütmüş ve bu amaçlara varma yolunda din görünüşünden
olduğu kadar tasavvuftan da geniş çapta yararlanmıştır.
Ana savı şudur: Ku'ran'ın iç anlamlarına erenler
için dış anlamları gereksizdir. Örneğin, Bâtınî yorumuna
göre, namaz kılmanın amacı, tanrıya yaklaşmaktır, tanrıya
yaklaşmış olanların namaz kılmaları gerekmez. Bâtınîler
böylelikle din kurumundaki usa aykırılıkları yok etmişler,
ne var ki bunların yerine usçu yorumlamalarla yeni
inançlar getirmişlerdir. Örneğin, evrenin yaratılışında
beş temel güce inanırlar: 1- Sabık (her şeyden önce
var olan, bir çeşit tanrı, ama yaratıcı değil, bir oluşun
başlangıcı ve ilkesi, oluşma onun istemiyle değil, sadece
onunla başlıyor), 2- Tali (her şeyden önce var
olanın ardından gelen, us, erkek ilke), 3- Cedd
(özdeğin biçimlenme yeteneği, bir çeşit nefs, dişi ilke),
4- Feth (oluşmanın içinde gerçekleşeceği uzay,
mekan), 5- Hayal (oluşmanın onunla gerçekleşeceği
zaman)... Görüldüğü gibi evren, her şeyden önce var
olan'dır, ilksiz ve sonsuzdur, ne yaratılmıştır, ne de yok
olacaktır; sürüp gitmekte. olan bir oluş vardır, bu oluş
özdekseldir ve etkin-erkek ilkeyle edilgin-dişi ilkenin
karşılıklı etkileriyle sürüp gitmektedir. Bu anlayış,
tümüyle bilim öncesi bir özdekçilik anlayışıdır. Evrenin
oluşması ve oluşmanın sürüp gitmesi, doğaüstü güçlerle
değil, doğal güçlerle açıklanmaya çalışılmıştır..
Bâtınîliğin bu temel felsefesel öğretisinin üstünde
zamanla dinsel inançları da aşan yeni boş inançlar
türemiştir, örneğin önce peygamber'in yerine konan
imam'ın giderek tanrılığına inanılmıştır.
Bâtınîlerin saf, usçu, insansal ve arı felsefesi zamanla
bilgisizlerin elinde yeni usa aykırılıklara dönüşmüştür.
Bâtınîlik'le tasavvuf birbirine
karıştırılmamalıdır; Bâtınîlik, tasavvuftan yararlanmış ve
tasavvufu etkilemiştir, her iki düşünce akımında birbirine
geçmiş ortak yanlar vardır, ama birbirinden ayrı yanlar da
vardır.
Bâtınîler genellikle Alevidirler. Alevilik (Fr.
Alevisme) ilkin Ali'yi sevmek anlamında ve bir
siyasal parti olarak belirmiştir. Peygamber Muhammed,
Ali'yi sever ve tutarmış, ölümünden sonra da kendi yerine
geçirmek istermiş. Peygamber, İslam'ın bütün şerefli
işlerinde özellikle Ali'yi görevlendirirmiş. Peygamberin
ölümünden sonra Ali'yi Halife yapmak isteyenler Şia
adı altında partileşmişler, Ali'ye karşı olanlar da
Havaric adı altında toplanmışlardır. İslamlığın ilk
yıllarında, özellikle Ebu Bekir ve Ömerin Halifelikleri
sırasında, sadece siyasal çekişmelerle sürüpgiden
Alicilik; sonraları İran'dan gelen toplumcu akımlarla
İslamlığın boşluklarından doğan gizemci düşüncelere en
uygun bir barınak olmuş ve düşünsel bir öğreti biçimine
dönüşmüştür. Ne var ki bu öğreti de iç çelişmelerle
çeşitli anlayışlara bölünmüştür. Bu anlayışların içinde
Ali'yi tanrılaştıranlar bile türemiştir. Alevilik; Orta
Asya'da, Hindistan'da, Yemen'de, İran'da, Suriye'de ve
Anadolu'da pek güçlü bir varlıkla yayılmış, günümüze kadar
sürüp gelmiştir. Anadolu'da kızılbaşlık, tahtacılık
adları Alevilik'le eşanlamlıdır. İran'da da Alevilere
göranlar denir. Aleviler kendilerini sofi
(gizemci) adıyla adlandırırlar. Şiilere göre Ali,
Tanrı'nın dostu anlamında veli (Ar. Vali
Allah)'dir. Buysa onu sadece bir nebi (peygamber)
olan Muhammed'e üstün kılar. Ali'nin tanrılığı, Abd Allah
b. Saba'nın kendisine, Tanrı'nın niteliklerinden biri olan
Âli niteliğini kastederek "Sen osun" demesiyle
filizlenmiştir. İmamlığı da, Peygamberin: "Ben kimin
efendisiysem Ali de onun efendisidir" [sayfa 146] sözüne
dayanır, Gizemcilik, Ali'nin şu sözlerinden güçlenmiştir:
"Ben her akşam Peygamberin evine giderdim. Peygamber
birçok ayetleri bana yazdırır, gizli anlamlarını
açıklardı". Şia partisine bağlı olanlara göre Ali'yi
sevmeyenler Müslüman değildirler. Bu partiden, önce
Galiye kolu türemiştir. Bu kolun adına kurucusu Abd
Allah b. Saba'dan ötürü Sebeiye de denilmektedir.
Galiye tarikatına bağlı olanlara göre Ali, Tanrı'dır ve
bulutlar üstünde oturmaktadır. Bir gün yeryüzüne inerek
dünyayı düzeltecektir. Gök gürlemesi Ali'nin sesi,
yıldırım Ali'nin kamçısıdır. Haram denilen
şeylerin, gizli anlamlarında, hepsi helal'dir. Şia
partisinden türeyen ikinci kol İmamiye adını taşır.
Bunlara özel olarak Rafızi de denilmektedir. Bu
terim, Arapçada terk etmek anlamındaki rafaza
sözcüğünden türetilmiştir. Rafızilik, genel olarak bütün
Şiileri adlandırır ve Ebu Bekirle Ömer'in imamlıklarını
yadsımayan başkanlarını terk edenler anlamındadır.
Şiiliğin üçüncü büyük kolu, Ali'nin torunu ve İmam
Zeynelabidin'in oğlu Zeyd'in kurduğu Zeydiye
tarikatıdır. Bu anlayışa göre İmamlık, Fatma'nın soyuna
özgüdür. Fatma'nın soyundan gelen Fatımiler X'ncu
yüzyılda güçlü bir imparatorluk kurmayı başarmışlardır.
Ali yandaşlığı'na şia denir. Terim,
halife Osman'ın öldürülmesinden sonra ileri
sürülmüştür ve Peygamber Muhammed'in amcasının oğlu
ve damadı Ali'ye düşman olan Haricilik karşıtı
olarak siyasal bir parti niteliğindeki Şiilik'i
adlandırmıştır. İlkin, Ali'ye karşı Osman'ın
soyunu (Emeviler) tutanlara Şia-i Osman ve Ali'yi
tutanlara Şia-i Ali denmiş; daha sonra sadece
Ali yandaşlığını dilegetirmiştir. İslam tarihleri
şiiliğin gelişmesini genellikle üç aşamada incelerler.
Bunlardan birincisinde Şia-i Ula, ikincisine
Usul-ü Şia ve üçüncüsüne Ali'nin ölümünden sonraki
Şia denir. Şia-i Ula, Halifelik konusunda Ömer'den
sonra Ali'nin Osman'a yeğlenmesini dileyenlerin
oluşturdukları siyasal akımı dilegetirir. Hemen bütün
ashab ve tabiin bu görüşteydi. Bunlar bizzat Ali'nin
"Müslümanların en hayırlısı önce Ebu Bekir, sonra
Ömer'dir" sözüne uyarak Ebu Bekir'le Ömer'in
halifeliklerini onaylamışlar, ne var ki ondan sonra
Osman'ın değil Ali'nin halife olması
gerektiğini ilerisürmüşlerdir. Bu sav, ilkin bir ehl-i
sünnet savıydı. Ama zamanla Ali'yi tanrılaştıracak
kadar aşırı bir Ali'cilik güdülmeye başladığından Kur'an
ve hadislerin açık anlamlarına bağlı kalanlar elil-i
sünnet adını alarak şia adını bırakmışlardır.
Dr. R. Dozy, İslam Tarihi adlı değerli ve ünlü
yapıtında şöyle demektedir: "Başlangıçta Hariciler de
Ali'nin taraftarı idiler. Şiiler de böyle olmakla beraber
iki partinin düşünceleri çok çelişikti. Politikada
Haricilerin düşünceleri kendilerini demokratlığa götürdüğü
halde Şiilerin bencil düşünceleri mutlakiyetçi bir
yönetime ve ezici bir istibdada götürüyordu. Her ne kadar
bu iki parti çoğunlukla kişisel bir amaca ulaşmak için
çabalayan başkanlarının yönetimi altında bulunuyorlarsa da
Şiîler gene yüreklerinin derinliğinde bir İran mezhebi
taşıyorlardı. Özgürlüğü seven Arap ırkıyla tutsaklığa
alışmış İran ırkı arasındaki ayrım, işte burada ortaya
çıkıyordu. Peygamber'e bir halife (halef) seçmek,
İranlılar için alışılmamış ve anlaşılmaz bir şeydi. Onlar,
devlet başkanlığı için ancak soydan geçme (veraset)
kuralını tanıyorlardı. Mademki Peygamber erkek çocuk
bırakmadan ölmüştü, damadı Ali onun doğal mirasçısıydı.
Bundan ötürü Ali'den önce halife olan Ebu Bekir, Ömer ve
Osman; Ali'nin hakkını elinden almış [sayfa 147] olan
birer zorbaydılar. Ayrıca hükümet ve Araplarla onların
zenginilklerine karşı duydukları kin de bu düşüncelerini
güçlendiriyordu. Bir de hükümdarlarını tanrı soyu olarak
görmeye alışmış oldukları için bu puta tapma geleneğini
Ali'nin ve onun soyundan gelenlerin üstüne aktardılar (Dr.
R. Dozy, Tarih-i İslamiyet, Abdullah Cevdet
çevirisi, Mısır 1908, c. I, s. 281 vd.). Dozy'nin bu doğru
savına şu da eklenebilir: Yeni- platonculuktan türeyen
vahdet-i vücut (Varlık birliği) felsefesi, değil
Ali'nin, Yezidilikte olduğu gibi şeytan'ın bile
tanrı sayılmasına yeterdi.
Tarikat deyimi, yol anlamına gelen Arapça
tarik sözcüğünden türetilmiştir: Tasavvuf
terminolojisinde tanrıya kavuşma yolu olarak
tanımlanır. İslam dini açısından tanrılık bilgiyi elde
etmenin tek yol'u Ku'ran ve hadis'lerdir,
eş deyişle Tarikat-ı Muhammediyye (Peygamber
Muhammed'in yolu)'dir, başkaca hiçbir yorum gerekmez. Ne
var ki tasavvufçular bu düşünceye katılmazlar, onlara göre
dinin açık (Ar. zahir) anlamları bilgisizler
içindir (ki bu bilgisizler o çağın Arap dünyasında yüzde
doksan dokuzdur) ve bilgili ya da bilgiye yetenekli
kişiler için gizli (Ar. zatın) anlamları
vardır ki ancak büyük çapta bilgililerin yorumlarıyla
açığa çıkarılabilir. Yorum kapıları bu gerekçeyle
açılınca, çeşitli bilgilere göre çeşitli yorumların
meydana gelmesi ve bu yüzden çeşitli tarikat'ların
oluşması doğaldır: Şeriat'dan hakikat'a
marifet'le geçilmektedir. Çeşitli ustalar çeşitli
marifet'ler gösterdiklerinden tutulacak yol'lar
da doğal olarak çoğalmıştır.
Dinler, insan mutluluğunu sağlamak amacıyla,
anlaşmazlıkları giderecek; kötülükleri önleyecek, ölüm
korkusunu yenecek sözler getirdiler. Bu sözlerin açık
anlamları vardı. Ama insan aklı geliştikçe, bu açık
anlamlar, mutluluğu sağlamaya yetmediler. Bu sözlerin açık
anlamlarının ardında, gizlenmiş anlamları yok muydu?.. Var
olan, gelişen insan aklıydı. Açık anlamların yetmezliği
vardı. Kalıpları parçalama tutkusu vardı. Özgür düşünceye
susayış vardı. Mutluluğu elde etme çabası vardı. Bu
güzelim dünyada gereği gibi yaşamak bilinci vardı.
Yeni anlamlar yaratılması gerekiyordu. Açık (zahiri)
anlamlardan gizli (batıni) anlamlar var edildi. Zahirilik
yetmeyince, Bâtınîliğe gidilecekti elbet. Kestane, dalında
duruyordu. Meyveyi elde edebilmek için meyveyi gizleyen
zarı soymak gerekirdi. Amaç, kestaneyi yiyebilmekti.
Kestane bu güzelim dünyada, dalında bırakılamazdı. Oysa,
yeşil kabuğu parçalamak sanıldığı kadar kolay bir iş
değildi. Yeşil kabuğu parçalamaya kalkışanları asıyorlar,
derilerini yüzüyorlar, öldürüyorlardı. Gizliliği
araştıranlar, gizlenmeliydiler. Mansur gibi asılmak,
Nesimi gibi derisi yüzülmek düpedüz budalalıktı.
Anlaşılır'a varabilmek için anlaşılmaz olmaktan
başka çıkar bir yol yoktu. Açık seçiğin yerini, bu açık
seçikliği gizlemek amacıyla semboller aldı.
İslam düşüncesinde mezhepler bu zorunluktan
doğdular. Ortodoks Müslümanlığın karşısına, Martin
Lutherden sekiz yüzyıl önce, Protestan Müslümanlık
çıkıyordu. Yunanca'da akıl anlamına gelen logos,
Araplaşarak kelam olmuştu, Yunancada bilgi anlamına
gelen sophos da tasavvuf.
Felsefe, İslam statüsüne Ebu Hanife'yle (699-767)
girdi. Türk soyundan gelen bu İslam imamı, logos'u da,
sophos'u da gereği gibi kullanıyordu. İslamlık, birinci
yüzyılını henüz bitirmişti. Ebu Hanife, akla uygun olmayan
hiçbir kuralın [sayfa 148] uygulanamayacağını söylüyordu.
Tutulacak yolu nakil değil, akıl
gösterecekti. Şu din büyüğü böyle dedi; bu din büyüğü
böyle yaptı diye akla uygun olmayan kurallara boyun eğmek
gerekmezdi. Akla uygunluğu da, tartışmalar sonucunda,
çoğunluğun oyu belirtecekti.
Akılcılık yolu, Cebriye'yi, Kaderiye'yi, Mûtezile'yi
doğurdu. Soru şuydu: Yaptıklarımı ben mi yapıyorum, Tanrı
mı yaptırıyor?.. Cebriye' ye göre, yaptıklarımızı biz
yapıyorduk, Kaderiye'ye göre Tanrı yaptırıyordu.
Cebriyeciler soruyorlardı: Öyleyse neden biz sorumlu
olalım?.. Mûtezile de Cebriye'yle birleşerek şöyle
diyordu: İman kitaptaysa akıl da insandadır. Kader diye
bir şey yoktur. Tanrı benim işime karışmaz, ne ceza verir
ne armağan. Kitap da Tanrı sözü değil, kul sözüdür.
VIII. yüzyılda Vasıl bin Ata ( ? -748) ve onu
izleyenlerin meydana getirdiği Mûtezile (Fr.
Motazalites) akımı, İslam felsefesinde usçuluğu ve
usaaykırı bulunan dinsel inançlara karşı çıkmayı
gerçekleştirmiştir. Ünlü gizemci Hasan Basri'nin öğrencisi
olan Vasıl bin Ata, büyük suçlu (Ar.
Mürtekibi kebir) konusunda öğretmeniyle anlaşamayarak
ondan ayrılmış ve bundan ötürü onun ve izleyicilerinin
öğretisine Arapça ayrılma anlamındaki itizal
sözcüğünden türetilen ehli sünnetten ayrılanlar
anlamında mûtezile denmiştir. Bu davranış, İslam
dünyasında, dogmatik çelişkilere karşı insan usunun ilk
şahlanışıdır. Vasıl bin Ata'nın başkaldırdığı sorun şuydu:
Mademki ceza ölümden sonra verilecek, demek ki cezayı ruh
çekecektir. Mademki ruh ölümsüzdür, öyleyse nasıl yanıp
kül olacak? Mûtezileciliğin temel fesefesi bu çok haklı
sorudan türemiştir. Cahiz ( ? - 868), Muammer ibni Abbad,
Ebül Hüseyin Basri, El Nusaybini, Hişam vb. gibi
düşünürler yetiştiren mûtezile akımı Basra mûtezilesi
(Ar. Mûtezilei Basriyye, Fr. Ecole
dissideute de Bassora) adıyla anılır. Başlıca sorunları
kader, ceza, tanrının nitelikleri konularıdır.
Mûtezileciler kaderi yadsırlar, onlara göre kul kendi
eylemlerinin yaratıcısıdır. Böyle olmasaydı, tanrıca
belirlenen eylemlerinden sorumlu olamazdı. Eğer kader
varsa ve insana bütün eylemlerini tanrı yaptırıyorsa neden
kendi yaptırdığını gene kendisi cezalandırıyor?
Mûtezileciler bir bakıma, aklın almadığını aklın aldığına
indirgeyerek İslam dinini güçlendirmeye alışmışlardır. Bu
açıdan İslam felsefesinde akılcılar anlamında Arapça
Akliyyûn adıyla da anılırlar. Cennet, cehennem, vahiy
vb. gibi Ku'ran'da bulunan bütün usdışı tasarımları da
yadsımışlardır. Özellikle Cahiz, bilginin ilk koşulu
şüphedir, diyecek kadar ileri gitmiş ve bilimseleşmiştir.
İslam felsefesinin ilk Kelamcılar'ı da
mûtezilecilerdir. İslam felsefesinde insan usunun
yadırgamayacağı bütün tezler mûtezilecilerce
ilerisürülmüştür. Bu açıdan da mûtezileciler, İslam
felsefesinde özgür felsefeyi gerçekleştiren ilk ve tek
felsefe akımıdır. Mûtezileciler, tanrının nitelikletini de
yadsırlar ve tanrının zat (öz)'ını sıfat
(nitelik)'ından ayırırlar. Onlara göre tanrıya insansal
nitelikler yakıştırmak; onu öc alıcı, cezalandırıcı,
armağan verici saymak tanrılık düşünceye aykırıdır. Kuran
da tanrı kelam (söz)ı değil kul kelamıdır ve
mahluk (sonradan meydana getirilmiş)'tur. Mucize
(tansık) diye bir şey yoktur, evrende usdışı hiçbir olgu
gerçekleşemez. Sünnilerce sapkınlık sayılan Mûtezile
düşünceleri beş ilkede toplanabilir: 1. İnsan, eylemini
kendisi yaratır. Özgürdür ve kadere bağlı değildir. Böyle
olmasaydı [sayfa 149] kendi eyleminden sorumlu olmaması
gerekirdi. Tanrıca cezalandırılması da onun kendi eylemini
kendisinin yarattığına en büyük kanıttır. Yoksa tanrılık
ceza, tanrılık tüzeye (adalete) aykırı olurdu. Bu
düşünceden ötürü Mûtezile'ye Ashap al-Adl
(Adaletçiler) da denir. Oysa kaza ve kader'e
inanmak İslamlığın baş koşullarından biridir.
Mûtezileciler bu düşünceleriyle açıkça Ku'ran'a
karşı çıkmaktadırlar. Kader inancını yadsımaları nedeniyle
onlara Kaderiyye de denmiştir. 2. Tanrının
kendisinden ayrı nitelikleri yoktur. Nitelik (sıfat) öz
(zat)'den ayrı ve bağımsızdır, bundan ötürüdür ki,
tanrının özünde ya da özüne eklenen nitelikler kabul etmek
birçok tanrıların varlığını kabul etmek demektir. Tanrı
niteliklerini yadsıdıklarından ve tanrıyı böylesine bir
birlikte tasarladıklarından ötürü Mûtezile'ye Ehl-i
Tevhid (Birlikçiler) de denir. Mûtezileciler bu
düşünceleriyle de açıkça Ku'ran'a karşı
çıkmaktadırlar, çünkü bizzat tanrı sözlerine göre nitelik
ve öz birbirinin aynıdır ve tanrının nitelikleri vardır.
Birbirine pek benzeyen her iki düşünce arasındaki ayrılık
şuradadır: Sünnet ehline göre tanrı bilgindir ve bilgisi
vardır. Mûtezile'ye göre tanrı bilgindir ama, bilgisi
olduğundan ötürü değil. Bunun gibi, tanrı her şeyi görür
ama, görme niteliği olduğundan değil. Tanrı demek, her şey
demektir. Ona ayrıca nitelikler yüklemek gerekmez.
Görüldüğü gibi her iki, düşünce de birlik (tevhid)'çidir.
Mûtezileciler bu savlarıyla İslamın tevhid
anlayışına karşı çıkmaktadırlar, tevhid'in kendi
anlayışlarında olduğu gibi anlaşılmasını
ilerisürmektedirler. Ehli sünnet de tevhidcidir, çünkü
tanrının özüyle nitelikleri birbirinden ayrılamaz der,
bütün nitelikler tanrının zatında birliğe ulaşır. Ne var
ki sünniler niteliklerin varlığını kabul eder, Mûtezile
yadsır. 3. Mûtezile'nin üçüncü ana ilkesi ayrılık (İtizal)'a
neden olan büyük günah sorunu üstündedir. Eşdeyişle
Mûtezileciler bu sorun üstündeki ayrılıklarından ötürü
Mûtezile adını almışlardır. Mûtezile'ye göre inanlı
(Mü'min)'yla inansız (Kafir) arasında bir rütbe
daha vardır ki o da kabahatli (Fasık)'dir. Büyük
günah işleyenler ne kafir, ne de mümindirler, ancak
fasıktırlar. Ölmeden önce tövbe ederlerse mü'min olurlar,
etmezlerse kafir olurlar. Mûtezileciler, sünni anlayışına
aykırı olan bu duruma orta derece (Ar.
Menzile beyn al-menzileteyn) derler. 4. Mûtezile'nin
tia'd val-vaid adını verdiği dördüncü ilke, birinci ve
üçüncü ilkeleriyle ilgilidir. Bu ilkeye göre kötülerin
cezalandırılması ve iyilerin armağanlandırılması tanrı
için zorunlu (vacip)'dur. Bağışlama (şefaat)
ancak tanrının haklarıyla ilgili (Hak-ullaha müteallik)
tapım alanında olabilir. Yoksa kulların kendi yarattıkları
eylemlerinden ötürü tanrıca bağışlanmaları tanrının
adaletine aykırı olur. Tanrının yasakladığı bir eylemi
yapanın gene tanrıca bağışlanabileceğine inanmak
usaaykırıdır. 5. Mûtezilecilerin beşinci ilkesi, iyi
şeylerin yapılması ve kötü şeylerin yapılmaması (Ar.
Emr bi'1-maruf va'n-nehy ani'1 münker) zorunluğunu
ilerisürer. Bir bakıma ehli sünnet de bu düşüncededir ama,
iyinin ve kötünün Ku'ran'da açıklanmış olmasını,
eşdeyişle Ku'ran'da yasaklanan ve izin verilen
şeylerle sınırlı olmasını şart koşar. Mûtezileyse bu
konuda usun ölçütlüğünü kabul eder, eşdeyişle Mûtezile'ye
göre, iyiyi ve kötüyü us ayırır. Bu beş ilkenin dışında
Mûtezileciler İslamlığın temel ilkelerine iki aykırı görüş
daha ilerisürmüşlerdir: Tanrının ötedünyada gözle
görülemeyeceği ve tanrının söz (kelam), buyruk (emir) ve
yasaklarının (nehiy) yaratılmış (mahluk) olduğu.
Mûtezilecilik çeşitli [sayfa 150] Abbasi halifeleri ve
özellikle halife Ma'mun tarafından korunmuştur. Us'a
dayanan Mûtezileciliğin karşısına bir zaman sonra inan'a
dayanan gerici Eş'arilik dikilmişse de usçuluk akımının
gizemcilikte gizlenerek sürüpgitmesine engel
olunamamıştır.
Tasavvuf (sophos), bu düşünce akımlarının (logos)
ortasında gelişti. Tasavvuf zinciri şöyle sıralanmaktadır:
Ebu Haşim (VIII. yüzyıl), Zünnun (dokuzuncu yüzyıl),
Bayezid-i Bistami (dokuzuncu yüzyıl), Cüneyd-i Bağdadi
(dokuzuncu yüzyıi), Hallac-ı Mansur (858-922), İbn-i Sina
(980-1037), İmam Gazali (1059-1111), Muhyiddin-i Arabi
(1156- 1240)... Ve sonunda, kestaneyi yiyebilmek için
kabukları iyice parçalayan Mevlana Celaleddin'le Hacı
Bektaş (XIII. yüzyıl).
İslamlıkta tasavvuf çerçevesi içinde o kadar çok
tarikat türemiştir ki, Peygamber Muhammed'in tarikatında
pek az kimse kalmıştır denilebilir. Bu tarikatların tümü
tasavvuf ana düşüncesinde birleşirler, düşünce ayrılıkları
pek önemsizdir. Çoğu da tarikatı kuranın adını taşır: Şeyh
Ahmet Namıki-i Cami'ninkilere Camiler, Mevlanacılara
Mevleviler, Hacı Bektaşçılara Bektaşiler denir.
Tasavvuf tarikatlarının büyük çoğunluğu, özellikle
şii-batıniler, varlıkbirliği (vahdeti vücud)
anlayışında birleşirler. Bu anlayış, tüm varolanların
tanrının çeşitli belirimleri olduğu, daha açık bir deyişle
her varlığın bizzat tanrı olduğu inancını dilegetirir.
İslam gizemciliğinde vahdet-i şühut ve vahdet-i kusut'tan
sonra erişilen üçüncü ve son aşamadır: Bu en yetkin
aşamada bütün varlıklar, görünüşteki ayrılıklarından
sıyrılarak tek varlık içinde birleşir ve kaynaşırlar. Önce
bütün varlıkları ayrı ayrı gören (vahdet-i şühut) gizemci,
sonra kendi iradesini tanrılık iradeyle birleştirmiş
(vahdet-i kusut) ve daha sonra kendi varlığını tek varlığa
katarak vahdet-i vücut aşamasına ulaşmıştır. Bu yetkin
aşama, kendinden önceki bütün aşamaları kapsar. Bu aşamada
gizemci, artık kendisinin tek varlığın insan biçimindeki
belirtisi olduğunu bilmektedir. Örneğin Muhiddin Arabi,
Feridüddin Attar, Mevlana Celaleddin gibi son büyük
gizemciler bu aşamaya ulaşmışlardır. İslam Temciliğinin bu
aşaması, Batı'nın kamutanrıcılığına (panteizm) benzer.
Dinsel alanda inanca dönüşen bu spekülatif varsayıma göre
her şey, tek şeydir. Ayrılıklar görünüştedir, öz birdir.
İslamsal vahdet-i vücut anlayışı bu özü tanrıya
bağlar. Bir çeşit Hegelci tasarımla tanrının doğalaştığını
ve sayısızca çeşitlendiğini, çeşitli varlıklar halinde
meydana çıktığını ilerisürer. İslamsal varsayımda olduğu
gibi bu bir yaratma değil, bir belirme
(tezahür etme, zahir olma, görünme)'dir. Tanrı ot olarak
görünür, böcek olarak görünür. Her şey tanrıdır. Demek ki
yaratan ve yaratılan (Halik ve mahluk)
yoktur., sadece tanrısal bir varlaşma vardır.
Tasavvuf düşünürlerinden Hallac-ı Mansur, bu
düşüncenin açık seçiğini şu sözle ortaya attı: Ben
Tanrıyım (Enelhak)... Hemen yakalayıp döve döve
öldürdüler. Mansurun sonu, kendinden sonra gelen tasavvuf
düşünürlerine ders oldu. Mansurun açık seçik sözü çok
söylendi ama, öylesine anlaşılmaz biçimlerde söylendi ki,
söyleyenler, öldürülmek şöyle dursun, sözlerini
kimsecikler anlamadığından ötürü, tümen tümen hayranlık
kazandılar. Birtakım harflere, işaretlere, sayılara
anlamlar verildi. Açık seçik düşünce sır oldu. Tarikata
girenlere güvenilmiyor, sırrı öğrenebilmeleri uzun
denemelere bağlanıyordu. Mansurun iki kelimeyle
söyleyiverdiği [sayfa 151] o yalın sözü öğrenebilmek için
uzun yıllar geçirilmesi gerekiyordu. Bu korku,
tarikatlarda birtakım dereceler, menasik adı
verilen formaliteler doğurdu. Önce çırak, sonra kalfa,
sonra usta olunuyor, ustalıktan sonra da yavaş yavaş
yükselenlere gerçek adı verilen sır, azar
azar sunuluyordu. Sırrı öğrenebilme derecesine gelen,
kellesini vermeden sırrı açıklayamayacak kadar tarikata
bağlanmış oluyordu. Elde edebilmek için geçirilen uzun ve
yorucu çaba sırrı kutsallaştırıyordu. On dakikada
öğrenebileceklerini on yılda öğrenenler bilgilerini
önemsemek zorundaydılar. Dışarıda kalanlar da, hiçbir şey
anlamadan şaşkın şaşkın bakıp durdukları harfleri,
sayıları, işaretleri büsbütün kutsallaştırdılar. Üç, beş,
yedi, kırk derken, işler büsbütün karıştı. Güzelim insan
düşüncesi putlaşmaya başladı.
Pythagoras'tan gelen sayı mistikliği, İslam
düşüncesinde Esterabatlı Fazlullah'ın eliyle Hurufilik
oldu. Her harf bir sayıyı karşılıyor, her sayı bir sözü
anlatıyordu. Açıkça söylenemeyen söz, sayılarla harflerin
ardına gizlenmişti. ondördüncü yüzyılda yaşamış olan
Fazlullah; sayılar, harfler, işaretler komedyası arkasında
açık seçik olarak şunu söylemektedir: Biz, evrenin
tanrısı olarak ancak insanı bulduk (Ma Hüday-ı alem
adem yaftim).
XX. yüzyılın ikinci yarısında bile kolaylıkla
söylenemeyen bu sözü XIV. yüzyılda söyleyebilmek için
harflerin, sayıların ardına gizlenmek gerekirdi elbet.
Mevlana Celaleddin (1207-1273), bir şiirinde şöyle
demektedir: Bizim yolumuz, Şu güzelim dünyada yaşamak
yoludur... Bir başka şiirinde de şöyle diyor: Körün
ayağına bir engel takıldı, yaygıyı yayan iyi yaymamış
dedi. Yaygıyı yayan da, a kör dedi, kimseye suç yükleme;
sen tutacağın yolu görmüyorsun.
Mevlana'nın öğrencileri arasında Süryanos adında bir
de Rum delikanlısı var. Çetrefil lakırdı etmesini
beceremeyen, açık sözlü bir genç olacak ki, uluorta
konuşmalarından ötürü yakalayıp kadı'nın önüne
götürüyorlar. Kadı soruyor: Sen Mevlana'ya tanrı
diyormuşsun, doğru mu?.. Süryanos hep o açık
sözlülükle: Yalan, diyor, ben Mevlana'ya tanrı
demedim, tanrıyı yaratandır dedim. Tanrı benim, ama bunu
yıllardır bilmiyordum, bana tanrı olduğumu Mevlana öğretti...
Süryanos'u iyice çıldırmış sanarak bırakıyorlar. O da
gelip olupbitenleri Mevlana'ya anlatıyor. Mevlana:
Kadı'ya deseydin ki, diyor, yazıklar olsun sana,
eğer sen de tanrı olamadıysan.
Mevlana'ya göre bilgi, insanı öbür varlıklardan
üstün kılar. Evrenin bütün varlıkları içinde bilgiye
erişmiş olan tek varlık insandır. Her ne kadar evrendeki
bütün varlıklar aynı varlığın belirtisiyseler de, insan,
bilgisiyle, hepsinin üstündedir. Hacı Bektaş'a göre de her
insan, gereken bilgiye erişmiş değildir. Gereken bilgiye
erişen insana kutup (değirmen taşının ortasındaki demirin
adı) denir. Değirmen taşı nasıl kutbun çevresinde dönerse,
evrende öylece kutbun çevresinde dönmektedir. Sayısı pek
çok olan bu kutupların içinde de biri vardır ki; tam ve
yetkin bir bilgiye erişmiştir, ona da kutuplar kutbu
(kutb-ül-aktab) denir. Kutuplar kutbunun bir
yanında sağ imam, öbür yanında sol imam oturur (imaman).
Bu büyük yöneticiler üçler adını taşırlar.
Bunlardan sonra evrenin dört yanını yöneten dört direk
gelir (evtad-ı erbaa). Dört direkten sonra gelen
rütbe aptallar (abdaller ya da büdela; aptal ve
budala sözcüklerinin nereden geldiği de böylelikle
anlaşılmış oluyor) rütbesidir. [sayfa 152] Üçlerden sonra
direklerle aptallar, beşler adını alırlar. Bunların
altında da yediler, kırklar ve üç yüzler (rükeba,
nüceba, nükeba) vardır. Üç yüzler, bir çeşit genel
kuruldur. Evren, bu organlarla yönetilir (saltanat-ı
ilahiye).
Mevlana Konya'da, Hacı Bektaş Kayseri'de tasavvufu
sürdüredursunlar, aynı yüzyılda yaşayan bir de
alçakgönüllü Yunus Emre var. O da, kendi köşeciğinden
güzelim Türkçeyle şöyle mırıldanmaktadır:
Dervişlik dedikleri hırka ile taç değil,
derviş eyleyen hırkaya muhtaç değil.
Bütün bunların altında yatan gerçek nedir?
Dokuzuncu yüzyıl tasavvuf bilginlerinden Bayezid-i
Bistami, yüzyıllardan beri tartışılan ünlü göğe çıkma
(miraç) hikayesiyle, bu gerçeği anlatmaktadır: On iki yıl
benliğimin demircisi, beş yıl gönlümün aynası oldum.
Sonra, bir yıl, bütün gücümle, gönlümle benliğimin arasına
baktım. Dışımda bir dinsel yadsıma (küfür) kemeri gördüm.
On iki yıl onu kesmek için çalıştım. Sonra baktım, içimde
de bir dinsel yadsıma kemeri gördüm. Beş yıl da onu kesmek
için çalıştım. Halka baktım, onları ölmüş gördüm. İlk
anladığım şey Tanrı birliğiydi (vahdaniyet). Bir kuş
oldum. Nitelik (keyfiyet) havasında on yıl uçtum. Bu
havadan yüz milyon kez daha büyük bir havaya ulaştım.
Öncesizlik (ezeliyet) alanına erişinceye kadar uçtum.
Öncesizlik alanında Ahadiyet ağacını gördüm. Gördüm ve
anladım ki, bütün bunlar hud'aymiş (hud'a, hiyle
demektir).
Yorumcular, Bistami'nin son sözünü şöyle
yorumluyorlar: Gördüğüm her şeyin Tanrı değil, ben
olduğumu anladım.
XIII. yüzyıl tasavvuf bilginlerinden Feridüddin
Attar, Mantık-ut-Tayr adlı hikayesinde bu gerçeği
açıkça anlatmaktadır: Kuşlar, kendilerine, bir kral seçmek
isterler. Kuşlar krallığına Kafdağı'nın ardında oturan
Simurg'u (anka kuşu) uygun bulurlar. Hep birden, Simurg'a
gidip önünde yere kapanmak için, yola koyulurlar.
Kafdağı'nın ardına ulaşmak kolay bir iş değildir. Yolda,
kuşların yarısı ölür. Amaçlarına varabilmek için daha yedi
alan geçmeleri gerekmektedir. Bu yedi alanı geçinceye
kadar bir o kadar kuş daha ölür. Sonunda, milyonlarca
kuştan ancak otuz kuş kalmıştır. Onlar da bitkinlikten can
çekişmektedirler. Kafdağı'na varınca, buldukları Simurg
kendilerinden başka bir şey değildir (Simurg Farsça
otuz kuş demektir).
Hikayeden çıkan sonuç şudur: Tanrıyı arayan, sonunda
kendisini bulur.
XIII. yüzyılda Hasan bin Sabbah, kartalların bile
uçamadığı Alamut kalesinde, Bâtınîye tarikatını kurdu (bu
tarikata Melahide, İsmailiye, Haşhaşiye adları da
verilmektedir). Öğrencilerini afyonla (haşhaş) sersemletip
istediğini yaptırıyordu. Selçukluların ünlü başbakanı
Nizamülmülk böylelikle öldürülmüştür. Hasan bin Sabbah'a
göre, dinin bir içi, bir de dışı vardır. Gerekli olan,
bademin kabuğu değil içidir. Ku'ran'ın dış anlamı
değersizdir, iç anlamsa kitaba bakarak anlaşılamaz. Bunu
bildirmek için temiz yürekli (masum) bir imamın varlığı
yeter. Temiz yürekli imamın buyrukları kesin olarak yerine
getirilmelidir.
Kutsal kitapların dış anlamlarını (zahir ilmi)
peygamberler, iç anlamlarını [sayfa 153] (batın ilmi) da
imamlar bildirirler. Tenzil adı verilen dış
anlamlar kafaları olgunlaşmamış insan sürülerini yönetmek
içindir, gerçek tevil adı verilen iç anlamlardadır.
Örneğin, dış anlamda evli erkek ve kadınların
birbirleriyle cinsel ilişki kurmalarını bildiren zina, iç
anlamda tarikat sırlarını açıklamak demektir. Dış anlamda
ölüler dünyası olarak anlaşılan ahret, iç anlamda evrenin
dönerek kesintisiz insan oluşunu anlatır. Müstecip
ve mezun derecelerini atlayanlar dâî
derecesine yükselince dış anlamlardan kurtulurlar.
Tasavvufun ünlü ilkesi şudur: Misk derler, bu laftır,
miskin anlamı kokusundadır.
Bugün Hindistan, Afganistan, İran, Türkistan,
Arabistan, Yemen, Suriye, Irak ve Anadolu'da yaşamakta
olan Bâtınîliğin en büyük imamı (sahib-i azam) Kerim
dördüncü Ağa Han'dır. Kerim Han'ın, Peygamberin kızı
Fatma'yla Ali'nin soyundan gelme torunu olduğuna inanılır.
Kendisine bağlı olanlar her yıl onu altın ve elmasla
tartarlar. Her yıl, ağırlığının paraca tutarı kendisine
verilir. Babası Ahmet Ağa Han, Kerim Ağa Han'dan daha ağır
olduğu için 1946 yılı tartısında 3.600.000 İngiliz lirası
almıştı. VIII. yüzyılın sonlarına doğru imam olan
Cafer-üs-Sadık'ın (Fatıma'yla Ali soyundan 6. imam) oğlu
İsmail'e bağlanmak amacıyla İsmaililer adıyla anılan
günümüz Bâtınîleri, öğretilerini şu dört ilkede
açıklamaktadırlar:
1. İmamlık, İsmail'in çocuklarına özgüdür.
2. İmamın her yaptığı gerçektir.
3. İmamın her sözü Ku'ran'dır.
4. İmam, yeryüzünde Tanrı'nın ruhunu taşıyan kutsal
bir varlıktır. ondördüncü yüzyıl tasavvuf bilgini Şeyh
Bedreddin, Varidat adlı ünlü yapıtında, bu gerçeği,
şöyle özetliyor: Tapınma (ibadet), içimizin arınması
içindir. Gerçek tasavvufçu, herkesin anlayamadığı şeyleri
bildiği halde, bunları halka söylemez. Bildiklerini açığa
vurursa onu öldürürler. Buna, ikiyüzlülük diyebilirsiniz.
Ama dışla için bir ayrılığı olmalıdır. Her inanış, kendi
alanında değerlendirilmelidir. Gerçek, halka daha işin
başında ve açıkça söylenirse ya yollarını sapıtırlar, ya
da o gerçeği söyleyeni suçlarlar. Halk ve gerçek ayrı ayrı
gözetilerek, ortalama bir yolla, halkı gerçeğe yavaş yavaş
alıştırmak gerektir.
Bu alıştırmayı sağlamak için tasavvuf tarikatlarında
dokuz derece vardır:
1. İlk derece, inceleme derecesidir (tasavvuf
dilinde buna tafarrus deniyor). Dışarıda
bulunanlardan içlerine alacakları kişiyi uzun uzun
incelerler. Kendini beğenmişlerle inatçıları bir yana
ayırırlar, onlarla uğraşmazlar. Tasavvuf dilinde şöyle
sözler vardır: İçinde ışık olan evde konuşmayınız, çorak
tarlaya tohum saçmayınız... Bu sözlerin açık anlamı şudur:
Felsefemizi anlayamayacak kadar budalaları, kendini
beğenmiş ahmakları, inatçı aptalları içimize almaya
çalışıp bizi boş yere uğraştırmayınız... İnceleme süresi,
ortalama bir yıl sürer. İnceleme çalışması çok ilgi
çekicidir: Her düşünceyi destekleyip o düşünceden yana
görünerek inceledikleri kişiyi gereği gibi konuştururlar.
Kuşkucuların kuşkularını büsbütün artırırlar.
2. İkinci derece, alıştırma derecesidir (tasavvuf
dilinde buna ta'nis deniyor). Bu derecede, tutumu
iyice öğrenilmiş kişinin dostluğu kazanılmaya çalışılır.
Bu dostluğu günden güne güçlendirmek için her araca
başvurulur. [sayfa 154]
3. Üçüncü derece, kuşkulandırma derecesidir
(tasavvuf dilinde buna taşkik deniyor). Akıllıca
düzenlenmiş sorularla, içeriye almayı uygun gördükleri
kişiyi iyice denerler, kuşkusunu artırırlar ya da
uyandırırlar. Sorular şöyledir: Cennetin kapısı niçin
sekiz tanedir de cehennemin kapısı yedi tanedir?.. İnsanın
kulağı ikidir de niçin dili tektir?.. Namaz neden şu
zamanda kılınır da bu zamanda kılınmaz?..
4. Dördüncü derece, bekleme derecesidir (tasavvuf
dilinde buna ta'lik denir). Yukarıdaki sorularla
merakı uyandırılan kişi, soruların karşılıklarını öğrenmek
ister. Bu karşılıkları öğrenebilmek için yemin etmek
gerektiğini söyleyerek bekletirler. Kişinin kuşkusu,
merakı ve tarikata girme isteği, böylelikle, tutku
çizgisine yükselir, dayanılamayacak bir duruma gelir.
5. Beşinci derece, yemin ettirme derecesidir
(tasavvuf dilinde buna rabt denir). Tarikata
girecek kişiye, kendisine verilecek sırları hiç kimseye
açıklamayacağı yolunda çok ağır yemin ettirilir. Bu yemin,
bir törenle yapılır. Tören, yeminin değerini artırmak
için, bir hayli süslü ve özentilidir.
6. Altıncı derece, açıklama derecesidir (tasavvuf
dilinde buna ta'sis denir). Son söz söylenmez.
Ancak, yavaş yavaş açık (zahir) ve gizlinin (batın)
anlatılmasına girişilir. Açığın boşluğu karşısında
gizlinin yüceliği, gücü belirtilir. Gizlinin ancak,
kendisi gibi yüksek anlayışlı kimselerce anlaşılabileceği,
böylesine yüksek anlayışlı kişilere söylenebileceği
sezdirilir.
7.... (Bu baskıda 6. derecenin tekrarı olarak yer
almaktadır. - Eriş Yayınları'nın notu.)
8. Sekizinci derece, çıkarma derecesidir (tasavvuf
dilinde buna hal denir). Gizliyi öğrendikten sonra
açığın hiçbir değeri kalmadığı anlatılır. Böylece, birçok
dinsel yükümler kaldırılır. Tapma biçimleri, akla ve gönül
basamaklarına yönelir.
9. Dokuzuncu ve sonuncu derece, sıyrılma derecesidir
(tasavvuf dilinde buna insilab denir). Bu dereceye
yükselen kişi, artık dinsel yasaların, yasakların,
törelerin, törenlerin tümünden kurtulur. Kendisiyle baş
başa kalır.
Tarikata giriş, birçok tarikatlarda özel bir töreni
gerektirir. Örneğin Bektaşilikte bu tören şöyle
yapılmaktadır: Tarikata girecek kimseye harici
denir. Rehber adı verilen yol gösterici, kendisini
mahfil'in kapısına getirmiştir. Kapının dışında
harici muhafız adı verilen bir dış bekçi, kapının
içinde de dahili muhafız adı verilen bir iç bekçi
vardır. Haricinin üstünden dünyayı andıracak bütün mallar
alınmıştır. Başı açık, gözleri bağlıdır. Rehberin de sol
eli omuzuna doğru göğsündedir. Haricinin boynuna tıyg-ı
bend denilen bir ip bağlanmış ve bu ipe elin, belin,
dilin kilitlendiğini göstermek için üç düğüm atılmıştır.
Rehber, dünyanın bütün kirlerinden temizlenmesi için
hariciye aptes aldırır. Ellerini yıkatırken, "bu eller
bundan sonra kimseyi incitmesin", ağzını yıkatırken, "bu
ağız bundan sonra hiçbir yalan söylemesin", ayaklarını
yıkatırken, "bu ayaklar bundan sonra doğru yoldan
şaşmasın", bir havlu verip yüzünü kurulatırken de, "bu
ana kadar işlediğin bütün çirkâb-ı mâsivâdan yüzünü sil"
der. [sayfa 155]
Rehber, kapıda, şu terceman'ı okuyarak
haricinin içeri girmesi için izin ister: Bismişah,
Allah Allah, eli erde, yüzü yerde, özü darda, erenlerin
dar-ı mansurunda, Muhammed Ali divanında, Pir huzurunda;
boynu bağlı, başı açık, canı kurban, teni terceman,
müteehhil ikrarı vermek isteyen falanca adlı bir koç
kuzulu kurbanımız var. Erenlerimizin pendü nasihatıyla
hareket etmek ister. Hanedan-ı ehl-i beyte tevelld ve
teberra kılmak şartıyla pirimiz hünkarımız Hacı Bektaş
Veli efendimizin katarına katılmak ister. Getirelim mi,
emir mürşidimizin, ne buyrulur, şahım erenler?
Bektaşi babası, mahfildeki kardeşlerin oylarını alır
ve haricinin içeri girmesine izin verir. Harici, içeriye,
üçer adımda bir durup peymançe'ye geçerek girer.
Peymançe, henüz doğmamış çocuğun ana karnındaki duruşunu
andıran bir duruştur. Mahfilde üç, beş, yedi ve on iki
olmak üzere kümelenmiş mumlar yanmaktadır. Rehber,
hariciyi, mürşit adı verilen aydınlatıcıya teslim eder.
Mürşit, hariciye şöyle seslenir: Ey talip, Hacı Bektaş
efendimizin yoluna girmek istiyorsun. Bu yol çetindir,
kıldan ince kılıçtan keskindir, melamet yoludur, demirden
yaydır. Erenler, "gelme gelme, dönme dönme, gelenin malı,
dönenin canı" buyurmuşlar. Erenlerin nasihatlarıyla
hareket edecek kuvveti ve azmi kendinde buluyor musun, ne
dersin?.. Talip, mürşidin bu sorusuna: Allah
eyvallah, diye karşılık verir. Mürşit, bu karşılığı
alınca şu sözleri söyler: Nefsinle mücadele et, herkese
iyilikte bulun, batıla uyma, kudretin varken affet,
devletin varken mütevazı ol, kimseden mürüvvet ve insaf
bekleme, eline, beline; diline sahip ol, hakikat sırlarını
faş etme.
Mürşit, bu sözleri söyledikten sonra talibin başına
bir taç giydirir, kulağına da şu sözleri fısıldar:
Şeriatta üstün varol, tarikattan haberdar ol, marifette
payidar ol, hakikatte sabit kadem ol.
Bu sözlerin anlamı şudur: Harici şeriattan
gelmektedir, tarikata girmiştir, marifet -başka bir
deyişle, açık anlamların altındaki gizli anlamlar-
öğrenecek, gerçeğe ulaşacaktır.
Bundan sonra rehber, talibi mürşidin önünden alıp
öteki makamların önüne götürür. O makamlar da talibe
gerekli bilgiyi verirler. Rehber, cümleden cümleye
selam ve niyaz!.. diye bağırarak talibi yerine
oturtur. Mürşit sol eline bir kap su, sağ eline de bir
tutam tuz alır: Halil İbrahim peygamber, Tanrı'ya itaat
ederek nefsini Rahmana, malını konuklara, cesedini ateşe,
oğlunu kurban olmaya teslim ettiği halde gene de
hamdetmekte kusur etmedi. Lanet olsun ahdini bozana!..
diyerek acı tuzu tatlı suya atar ve talibe içirir. Su kabı
elden ele dolaşarak bütün erenler birer yudum içerler.
Sonunda mürşit de bir yudum içerek, esselam ey hazırun!
diye bağırır, işbu kişi teslim oldu ve erenler yoluna
niyet kıldı, huzurunuzda suya ve tuza ant verdi ki, yüz
döndürmeye, bu yolda ve kapıda ola.
Su, bilimi ve bilgeliği (ilim ve hikmeti) tuz
da tüzeyi ve erdemi (adalet ve fazileti) göstermektedir.
Suyun, yaratıcı ilk unsur olduğunda Tanrı düşüncesiyle
insan düşüncesi birleşmektedir. İ.Ö. VI. yüzyılda filozof
Thales ,ilk yaratıcı maddenin su olduğunu söylemişti. İ.S.
VII. yüzyılda Ku'ran, Enbiyâ suresinde, "biz her
şeyi sudan yarattık" demektedir. [sayfa 156]
Pythagoras'ın sayı mistikliği hemen bütün
tarikatlarda yer almıştır. Üç, beş, yedi, dokuz, on iki
sayıları kutsaldır. Bâtınî adı altında toplanan
tarikatlara göre insandan sonra üç varlık (zaman, mekan,
kaos-ced, feth, heyula) meydana gelmiştir. Nuh, İbrahim,
Musa, İsa, Muhammed olmak üzere beş peygamber
vardır (peygamberlik, tasavvufta, sadece bir bilgi
derecesidir). Beş peygamberi yedi imam izler, her imamın
on iki huccet'i vardır (huccet, imamdan sonra gelen
derecedir). Huccetten sonra daî, mezun, müstecip
dereceleri gelir. Yedi yıldız, on iki burç, haftanın yedi
günü, yılın on iki ayı, boyundaki yedi kemik, beldeki on
iki fıkra, yedi kat gök, yedi iklim, insanın yüzündeki
yedi delik hep bu anlamları karşılamaktadır.
Tasavvuf tarikatlarının, bütün gizliliklerine ve
kimi yerde, Şeyh Bedreddinin de söylediği gibi,
ikiyüzlülük sayılabilecek sözlerine rağmen akılcı ve
bilimci maddecilikleri açıkça görülmektedir. Ruh
sözcüğü, genellikle, maddesel birliği daha iyi
açıklayabilmek için kullandıkları karşıt bir sözcüktür.
Keramet denilen doğaüstü yetenekler, bilgisizleri adam
etmek için kimi yerde kullanmak zorunda kaldıkları çocukça
oyunlardan başka bir şey değildir. Hemen bütün
tarikatlarda hiçbir doğaüstü yeteneğe inanılmaz. Acayip
ve garaip görmek istersek kendimize bakarız, derler.
Ünlü Türk ozanı Yunus Emre, tasavvuf düşüncesini, şu
mısralarıyla özetlenmektedir:
Allah'ı ararsan gönlünde ara,
Mekke'de, Kudüs'te, Hac'da değildir.
Böylesine bir gerçeklikte insanla ağaç, toprakla
yıldız birbirinden ayrılamazken, Müslüman'la Hıristiyan'ı
ayırabilecek hiçbir neden kalmamıştır. Ünlü tasavvuf
şairlerinden Nasır Hüsrev (1003-1088), Divan'ında
şöyle demektedir: Senin Hıristiyanlardan üstünlüğün nedir?
Kafandan bu kuruntuları çıkar. Sen, Muhammet'e inanmış,
ona yapışmışsın. Oysa Hıristiyanlar, İsa'yı tutmuştur.
Onlar peygamberdirler, yoldaştırlar. Senin Hıristiyanlığa
düşmanlığın saçmadır, boşunadır.
XI. yüzyılın sonlarına doğru, Fatımi halifesi
Müstansır Billah'ın -Fatımiler, Bâtınîlik gücüyle bir
imparatorluk kurmuşlardır- iki büyük tarikat çağrıcısı
(dai-i azam) Mısırdan gizlice yola çıkmışlardı. Bunlardan
biri Nasır Hüsrev'di ve halifenin buyruğu gereğince
Horasan'a gidiyordu. Öteki Hasan Sabbah'tı ve halifenin
buyruğuyla Alamat kalesinin yolunu tutmuştu.
Hasan Sabbah'ın cinayetler tertipleyerek
başardığını, Nasır Hüsrev felsefe ve edebiyat yapıtları
tertipleyerek başarmaya çalışıyordu. Saadetname,
başından sonuna kadar bir öğütler dergisidir: Dünyanın
mutluluğu köylüdendir. Ekinler; bağlar, bahçeler onun
emeğinden meydana gelir. Âdemoğulları için bundan daha iyi
iş olur mu? Köylü yılanın, karıncanın ve ister insan ister
yük hayvanı olsun herkesin rızkını rahatça verir. Eğer
köylü böyle olursa -ki olması gerektir- melekleri bile
yener. Bu dünyada akıllıca tohum ekenler, ahrette cennet
bahçesinin çiçeği olurlar (Saadetname, XXIII,
220-225). Bu dünyada bulunan üç grup insan, bütün öteki
grupların en şereflisidir. Bunlar, Tanrı'nın has ve seçkin
kullarıdır. Bu yücelerin ilki peygamberler, ikincisi
ermişler (imamlar), üçüncüsü filozoflardır (nebiler,
veliler, hakimler). Bunlar, kuşa kurda rahatlık ve
mutluluk bağışlarlar. Geri kalan insanlarsa [sayfa 157]
ayak takımıdır (avam sınıfındandır), birbirlerini
yaralayıp sokmakta yılana ve akrebe benzerler. Tanrı'nın
seçkin kulları olan imamlar yücedirler ve her görmüş
oldukları şeyin gerçeğine ermişlerdir (Saadetname,
XXIV, 230).
İNSANIN
İNSANLA SAVAŞI
Değil insanları, evrendeki bütün varlıkları
birbirleriyle kardeş sayan içsel düşünce akımı (batın
ilmi), özel mülkiyetin kaldırılması ve mal ortaklığının
kurulması sonucunu doğurmuştur. İslam tarihi, Şii-Bâtınî
tarikatların bu konudaki savaşlarıyla doludur. Babekilik,
Karmatilik, Anadolu'da Şeyh Bedreddin tarikatı,
Bektaşilik, Hurufilik gibi birçok tarikatlar özel
mülkiyetle açıkça savaşmışlardır. Tasavvufun ilkesi şudur:
Her şeye malik ola ve bir şeye malik olmaya...
dokuzuncu yüzyılda, iki ünlü tasavvuf bilgini, İbrahim
Ethem'le Belhii Şakik, şöyle konuşuyorlar. Türk bilgini
Şakik soruyor: Sizin yaşama ilkeniz nedir?..
İbrahim Ethem, bulunca Şükrederiz, bulmayınca
sabrederiz, diyor. Şakik, onu bizim Horasan'ın
köpekleri de yapar, diye karşılık veriyor,
bulmayınca şükretmeli, bulunca dağıtmalı.
Dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında, aşağı
Mezopotamya'da, köleler efendilerine isyan etmişlerdi. Bu
isyan bastırıldı ama, toplumsal tedirginlik bütün
sarsıntısıyla gittikçe daha çok büyüdü. Başları ezilmiş
gibi görünen isyancı Zanç birlikleri, kalabalık işçi ve
rençber topluluklarının da katılmasıyla yeniden
güçleniyorlardı. Kendi aralarında haberleşebilmek için
gizli bir alfabe yaptılar. 980 yılında yeniden patlayacak
ve uzun yıllar devam edecek olan bu isyanları Savad'ın
dışında oturan gizli şefler yönetiyorlardı (karmata,
gizleyen anlamındadır). Vasit bölgesi dolaylarında, bu
gizli şeflerden aldığı buyruklarla işe koyulan Hamdan
Karmat, Kufe'nin doğusunda müstahkem bir yer yaptırmıştı.
Bu yerde ortaklaşa yaşanıyor, ortak sofralarda yemek
yeniyor, bütün mallar ortaklaşa kullanılıyordu. Giderler,
ortak bir kasadan harcanmaktaydı. Gittikçe güçlenen
ayaklanmanın başarıya ulaşabilmesi için Arap
aristokratlarının partizanlıklarından yararlanmak
gerekiyordu. Bu düşünceden yola çıkan Karmatîler,
hilafetin Ali çocuklarına özgü bulunduğu savını, bir araç
olarak, ortaya attılar. Hiç de umurlarında bulunmayan bu
siyasal sav, onlara, Arap dünyasının büyük çoğunluğunu
kazandırıyordu. Gerçekte, yıkılması gereken şu ya da bu
halife değil, eskimiş bir düzendi. Bu eskimiş düzenin
tohumları da Ömerin halifeliği çağında atılmış
bulunuyordu. İran'ın ezilmesinden sonra Arap develeri,
taşıyamadıkları bir yükün altında büsbütün kamburlaşarak,
Medine'ye yönelmişlerdi. Hikayeye göre, İran elmaslarını
taşıyan bu develeri görünce Ömer ağlamaya başlamış; keşke
aramızda ateşten bir dağ bulunsaydı da bizler İran'a
gidemeseydik, bütün fitneler işte bu elmas yığınlarının
içinde gizlidir, demişti.
Karmatîlik akımı, dokuzuncu yüzyıldan başlayarak
XII. yüzyıla kadar İslam dünyasını sarsan, eşitlik
(iştiraki) temeline dayanan geniş bir toplumsal tepkidir.
Ondördüncü yüzyılda Şeyh Bedreddinin XIII. yüzyılda
Baba İlyas ve Baba İshak'ın liderliklerinde baş gösteren
halk ayaklanmaları, Karmatî ayaklanmaları gibi, [sayfa
158] görünüşte ileri sürülen dış nedenlerin ötesinde, aynı
bir iç nedene (bir batıni nedene) dayanmaktadır. Bu iç
neden, dokuzuncu yüzyılın başlarında -Karmatîlerden yetmiş
beş yıl önce- Azerbaycan'da baş kaldıran Babek
ayaklanmasında, hiçbir gizliliğe bürünmeden, açıkça
dilegetirilmiştir. Hurremîlerin başına geçen Babek,
insanlar arasında eşitlik ve bütün mallarda ortaklığı
savunmaktadır. Asya ve Afrika topraklarını köklü bir
toplumsal tedirginlik sarmıştır. Gittikçe genişleyen İslam
akınları, bu topraklarda yaşayan çeşitli halkları
yoksulluğa düşürmüştür. İslam dünyasında da varlıkları her
gün biraz daha artan küçük bir azınlığın karşısında,
yoksullukları her gün biraz daha derinleşen büyük bir
çoğunluk türemektedir. Ekonomik alanın alabildiğine
genişlemesi büyük rekabetlere yol açmıştır. Gittikçe
zenginleşen yeni bir aristokratlar sınıfı doğmuştur. Öte
yandan İslam ordularının girdikleri toprakların halkları
ağır vergiler altında ezilmektedirler. Önce Müslüman
olmayanlardan alınan bu ağır vergiler, sonra Müslüman
olanlara da yükletilmiştir. Önce din adamlarına tanınan az
vergi ayrıcalığa (imtiyaz), halkın ağır vergiden kurtulmak
için din adamı kılığına bürünmesi karşısında, din
adamlarından da kaldırılmıştır (bu konuda bkz.
Hilmi Ziya Ülkenin notlar eklediği Tahir Harimi'nin
Türk Tarihinde Mezhep Cereyanları, 1940, s. 23-30).
Hurremîler Babekin yönettiği tarikat Mazdekçiliğin
ezilmesinden sanra İran'dan kaçarak öteye beriye dağılan
Mazdekçilerin düşünsel torunlarıdır. Bunların Asya ve
Afrika'da dağılışlarını Nizamülmülk şöyle anlatmaktadır:
Mazdek, mal insanlar arasında ortaktır, diyordu. Çünkü
insanlar, Tanrı'nın kulları ve Ademin çocuklarıdır. Her
biri ihtiyacına göre yekdiğerinin malını kullanmalı ve hiç
kimse bu haktan yoksun kalmamalıdır. Herkes malca eşit
olmalıdır. Mazdekin bu sözleri üzerine herkes malını
ortaklığa koymuştu... Mazdek öldürüldükten sonra karısı
Hürrem binti Kade, iki adamıyla birlikte Medayin'den
kaçtı. Rey kasabasına giderek halkı kocasının yoluna
çağırdı. Peşine takılanlara Hurrem Din adı verildi...
Hurrem Dinliler her yana dağıldılar ve her kentte başka
bir ad aldılar ve her yerde de sürekli olarak baş
kaldırdılar. Bâtınîler onlarla beraber oldu, çünkü her iki
mezhebin aslı birdir (Siyasetname, Mehmet Şerif
çevirisi, s. 205, 216 ve 234).
Acı ve yoksulluk çeken geniş halk yığınlarını insan
etmek için toplumu düzenlemek gerektiğini ilerisüren bir
de Türk bilgini var: Şeyh Bedreddin (1357-1420).
Şeyh Bedreddin bir Selçuk prensidir, Sultan II.
İzzeddin Keykâvus' un beşinci kuşaktan torunudur.
Edirne'nin yakınındaki Simavna kasabasında doğmuştur.
Babası Gazi İsrail, Simavna kalesini alan Türk ordusunun
kumandanıydı. Kalenin alınışından sonra da Simavna kadısı
olmuştur. Bedreddin, Yıldırım Bayezidin Timura
yenilmesinden sonra Bayezidin oğlu Musa Çelebi'nin
kazaskerliğini yapmıştır. Bayezidin öteki oğlu Mehmet
Çelebi, kardeşini ortadan kaldırıp yönetimi tek başına ele
alınca (1413) İznik'e sürülmüş, halifelerinin çıkardığı
isyanlar sonunda da yakalanarak Serez'de asılmıştır.
Serezin Yunanlılara geçişinden sonra Bedreddinin kemikleri
bir sandık içinde İstanbul'a getirilerek Topkapı Sarayı
Müzesi,'ne konulmuştur.
Bedreddinin toplumculuğu, sürgün olarak gönderildiği
İznik'te başlıyor. Kendisi, toplumsal düşüncesini şöyle
anlatmaktadır: Tanrı, dünyayı yarattı ve insanlara [sayfa
159] verdi. Şu halde dünyanın toprağı ve bu toprağın bütün
ürünleri insanların ortak malıdır. İnsanlar eşit olarak
yaratılmışlardır. Birinin mal toplayıp öbürünün aç kalması
Tanrı'nın amacına aykırıdır. Ben, senin evinde kendi evim
gibi oturabilmeliyim. Sen, benim eşyamı kendi eşyan gibi
kullanabilmelisin. Çünkü bütün bunlar hepimiz içindir ve
hepimizindir.
Tanrı, insanlara akıl verdi. Herkes, Tanrı'yı
aklının erdiğince kavrayabilir. Birinin kavrayışı ötekinin
kavrayışına benzemeyebilir. Aynı kavrayışta
bulunmayanların birbirlerini kınamaları, birbirlerini
zorlamaları doğru değildir: Düşünce ve vicdan özgürlüğü,
doğal düzenin ürünüdür. Ayrılıklar din adamlarının işleri
karıştırmasından doğmuştur. Bunlar ortadan kaldırılırsa
bütün dinler bir olur. Hıristiyanların Tanrı'yı
kavradıklarını yadsımak dinsizliktir. Onlar da aynı
Tanrı'ya tapmaktadırlar. Müslüman, Hıristiyan, Musevi,
Mecusi hep aynı Tanrı'nın kuludur. Hepsi kardeştirler.
Aralarında sevgi ve saygı olmalıdır. Onların bu sevgi ve
saygıları gerçeği yanlışa üstün kılacak, amaç,
gürültüsüzce kendiliğinden elde edilecektir. Birbirlerini
sevenler ve sayanlar her zaman birleşebilirler.
Hükümet, seçimle kurulmalıdır. Ulus, tam bir
özgürlük içinde oyunu kullanabilmelidir. Kıyan ve zorba
(zalim ve mütegallip) bir hükümetin buyruklarına uymamak
gerekir (caizdir). Saray, saltanat, yeniçeri, tekkeler,
dervişler hep zorbalığın ürünüdür. Bu zorbalığa boyun
eğilmemelidir.
Bedreddinin açık seçik maddeciliği, tasavvuf
konusundaki düşünceleriyle büsbütün belirmektedir.
Örneğin, varsayılan ölüm ötesi (ahret) üstüne hemen bütün
tasavvuf bilginleri sustukları, gerçek düşüncelerini
açıklamak gücünü, gösteremedikleri halde Şeyh Bedreddin,
Varidat adlı yapıtında korkusuzca ve açık yürekle
şunları söylemektedir: Ruhlar, maddelerde bulunan
güçlerden ibarettir. İnsanı iyiliğe sürükleyen kendi gücü
melek, kötülüğe sürükleyen kendi gücü de şeytandır. Bu
güçler, sadece insanlarda değil, bütün cisimlerde vardır.
Örneğin, bir yağmur tanesi bir neden ve güçle oluşur
(teşekkül eder). Yağmur tanesini oluşturan ve tarlaya
düşüren güce melek denir. Deccal, Dabbe, Mehdi'nin
görünmesi gibi kıyamet belirtileri yüzyıllardan beri
boşuna beklenmiştir, bundan sonra da boşuna beklenecektir.
Vücut zerreciklerinin bir kez dağıldıktan sonra yeniden
bir araya gelmesine ve cesetlerin yeniden dirilmesine
(haşrine) imkan yoktur. Her güzel şey cennet, her kötü şey
cehennemdir. Kitaplarda tanımlanan cennet ve cehennem bir
düşçülük ürünüdür (hayal aleminde tahakkuk etmiştir).
Bedreddin, tapınma (ibadet) konusunda da şunları
söylemektedir: Tapınma, bütün namazlar ve niyazlar,
ahlakın düzeltilmesi, içyüzün arınması içindir. Gerçek
tapınmanın hiçbir koşulu, sınırı, biçimi yoktur (yüzünüzü
nereye dönerseniz Tanrı oradadır, ayetini hatırlayınız).
Tapınma, hangi biçimde yapılırsa yapılsın, Tanrı'nın
isteğine uygun olur. Gerçek tasavvufçu, herkesin
anlayamadığı şeyleri bildiği halde bunları halka söylemez.
Onları meydana apaçık koyarsa öldürüleceğini bilir. Gerçi
bu, ikiyüzlülük sayılabilir. Ama dışla için bir ayrılığı
olmalıdır. Her inanış, kendi yerinde (mertebesinde)
haktır. Gerçek, halka, daha işin başında ve apaçık
söylenirse ya yollarını sapıtırlar, ya da gerçeği
söyleyeni suçlarlar. Halk ve gerçek, ayrı ayrı [sayfa 160]
gözetilerek, ortalama bir yolla birbirlerine
alıştırılabilir. Ama her halde halk, gerçeğe (hakikate)
alıştırılmalıdır.
Halifelerinden Börklüce Mustafa'yla Torlak Kemalin
çıkardıkları isyanlar bastırılıp bağlılarının tümü
kılıçtan geçirilince Şeyh Bedreddin, sürgün olarak
bulunduğu İznik'ten yola çıkarak Çelebi Sultan Mehmet'in o
sırada bulunduğu Serez'e kendi ayağıyla gelmiş ve boynunu
ipe uzatmıştır. Tarih şöyle yazıyor: Çelebi Sultan Mehmet,
Bedreddini karşısında görünce, yüzünüz neden bu kadar
sarardı? diye sormuş. Bedreddin de şu karşılığı
vermiş: Güneş, batarken sararır.
İNSANIN
KENDİSİYLE SAVAŞI
İnsan denilen varlık, kendisiyle savaşmanın
mutluluğunu da sezmiştir. Bu savaş, İslam düşüncesinde,
Melâmilik adı altında yeni bir mutluluk yolu (tarikat)
olarak belirmektedir. Arapça melâmet sözcüğü,
aşağılanma ve hor görülme anlamlarına gelen levm
kökünden türetilmiştir (levm sözcüğünün çıkışma,
azarlama, serzeniş, sitem gibi başka anlamları da
var). Ku'ran şöyle demektedir: Onlar ki
kendilerini hor görenlerin hor görüşlerinden korkmazlar
(vellezine layehafune levmete laimün...). Nişabur kentinin
Türk Müslümanları, Tanrı'nın bu sözüne tutunarak, yepyeni
bir yoldan mutluluğun peşine takılmışlardır. Müslümanlık,
henüz üçüncü yüzyılını yaşamaktadır (IX. yüzyıl).
Ku'ran'ın, ne sözcük, ne de yorumlanmış
anlamlarını kurcalamadan, Tanrılık düşünceye karışarak
mutluluğa varmaya çalışanlar, insanlıklarını hor görmek ve
aşağılamak yolunu tutarlar. Hem kendi kendilerini
kınarlar, hem de başkalarının kendilerini kınamasını
özlerler. Kendini üstün görmek, böbürlenmek, ikiyüzlülük
gibi kötü eğilimler böylelikle ezilecektir. Oysa bu,
varılacak bir amaç değil, varılmış bir amaçtır. Bu türlü
davranışlar, varılmış amaca uygun davranışlardır.
Öğrenilecek ya da öğretilecek bir şey yoktur. Bilmek,
bulmak, olmak yeter. Melâmîlik, bu yüzden, tarikat
biçimlerinin ve öğretilerinin her türlüsünden sıyrılmış
bir tarikattır. Ne özel giyiti, ne biçimciliği, ne
dereceleri, ne törenleri, ne de öğrenilmesi gereken bir
yöntemi vardır: Kimi yazarlar, bu nedenlerden ötürü,
Melâmîliği bir tarikat saymamaktadırlar. Melâmîlik,
kısaca, şöyle tanımlanabilir: Kınanacak davranışlarla
tanrısal sevinci duymak düşüncesi.
Melâmi olmak isteyen, nerede olursa olsun çünkü
Melâmîlerin tekke, mahfil, zaviye gibi belli bir toplantı
yerleri de yoktur yol göstericinin (mürşit) önüne oturur.
Yol gösterici, ne istiyorsun? diye sorar. Dilekçi,
Hakkı istiyorum, der. Yol gösterici (rehber),
Hakkı isteyen Haktan başka her şeyi gönlünden çıkarır, sen
de böyle yap, diye karşılık verir. Tören, bu
kadarcıktır. Bundan sonra gönül boşaltma (tahliye-i derun;
gönlün Haktan başka her şeyden boşaltılması) başlar. Gönül
boşaltma; yürürken, otururken, konuşurken, çalışırken, her
yerde bütün eylemlerin varlıktan (Haktan) geldiğini ve
kendisinin de bütün varlıklar gibi varlıkbirliği ya da tüm
varlığın bir parçası olduğunu düşünerek ölümsüzlük
sevincini duymak demektir [sayfa 161] (Hakta fani olarak
bekabillahı zevk etmektir). Başkaca hiçbir bilgiyi
gerektirmeden ömür boyunca sürecek olan bu sevince
melâmet neşesi denir: Artık, Melâmî olanın yapması
gerekli tek şey, kendi gibilerle oturup sohbet etmektir
(muhabbette fena, sohbete devamda vefa, marifette bekaa).
Başkaca yapılacak. hiçbir şey yoktur. Ne özel kılık, ne
özel tören, ne özel yerlerde toplantı, ne tövbe, ne zikir,
ne de öğrenilmesi gereken başkaca bir bilgi... (Rüsum ve
kuyudu ref, tarik-i tevhidin esasıdır).
Görüldüğü gibi, Melâmet dışındaki dinsel yollar da
(Sünniler ve Bâtınîler) böyle bir sonuca, böylesine bir
sevince varmaya, çalışmaktadırlar. Melâmîliğin başkalığı,
ötekilerde sonunda varılacak olan amacı çıkış noktası
yapmış olmasındadır. Bir şeriatçı (Ku'ran'ın sözcük
anlamlarına uyan, Sünni) namazlar kılacak, oruçlar
tutacak, zekatlar verecek ve bütün bunları bir ömür
süresince yaptıktan sonra öbür dünyada Tanrısına
kavuşacaktır. Bir marifetçi (Ku'ran'ın gizlenmiş
saydığı anlamlarına uyan, Bâtınî), bu yola törenlerle
girecek, uzun yıllar uğraşacak, bekleyecek, çeşitli
derecelerden geçecek, yükselecek ve sonunda ama gene de
yaşadığımız dünyada Tanrıyla birleşecektir. Melâmîyse,
Melâmî olduğu gün bu zevke girmiştir ve artık ömrünce bu
zevkle birlikte yaşayacaktır. Daha açık bir deyişle,
,öteki yollarda sonda varılan melamet neşesini Melâmîler
önde elde ederler ve onunla birlikte yaşarlar. Melâmîlik,
bir yaşama biçimidir.
Melâmî adıyla anılan dokuzuncu yüzyılın ilk
Melâmîleri, Nişabur kentinde, böylesine yalın bir
düşünceden yola çıkmışlardır. Gerçekte, Sünnilikle
Bâtınîliğin bir bireşimi (sentez) yapılmıştır. Melâmîlerde
şeriat (sözcük anlamıyla din) saygı görmektedir ve gerekli
sayılmaktadır (Melâmîler tevil etmezler, tevcih ederler;
başka bir deyişle, sözcüğün açık anlamını daha bir
açıklamaya çalışırlar, sözcüğün anlamını bir yana bırakıp
başka anlamlar yakıştırmaya çalışmazlar). Buna karşılık,
Bâtınîliğin varlıkbirliğini bir neşe kaynağı olarak
benimsemişlerdir, bu kaynaktan kendi deyişlerince zevk
etmektedirler.
Melâmeti adıyla anılan ilk Melâmîler, Nişabur
Türkleridir. Bu yolun ilk yolcusu olarak da Ebu Hafs-ı
Haddad (Ölümü: Hicri 260) adlı bir Türk gösteriliyor.
İnsanın, hem kendince hem de başkalarınca kınanması
gerektiğini belirten bir de ilgi çekici öyküsü var. Ebu
Hafs, kendisinden öğüt almak isteyen birine şöyle diyor:
Ticaret yap, kazancını dilencilere dağıt, sonra sen
dilen, ekmeğini dilendiğin parayla al, daha sonra ticareti
de, dilenmeyi de bırak.
Gene Nişaburda ve aynı yüzyılda Melâmîliği bir
topluluk yolu olarak ortaya atan da Hamdun Kassar (Ölümü:
Hicri 271) adlı bir Türktür. XII. yüzyıla kadar benliğini
korumuş olan bu yalın Türk düşüncesi, XII. yüzyıldan sonra
Bâtınîlikle karışmaya başlamıştır. Katıksız Melametiliğin
yerini, dinsel yasaklara aldırmayan, Ali'cilik güden
Kalenderiler almışlardır. Bu yüzden, önceleri Melâmetiliği
pek seven dinci toplum, Melametiliğe kötü gözle bakmıştır.
Kalenderilik, XI. yüzyılda Batı Türkistan'da ortaya çıkan
Yesevi tarikatından türemiş, Nakşibendiliğin bir koludur.
Katıksız Şii-Bâtınî ilkeler güden Yeseviye tarikatı, daha
sonra, Bektaşiliği doğurmuştur. Bektaşilikten de
Hurufilik, Abdallık, Haydarilik gibi kollar türemiştir.
[sayfa 162]
XII. yüzyılda, Melâmîliğin bozulması ya da bozulmuş
sayılması, Kalenderilerle gelen aşırı Bâtınî
düşüncelerinin, bu bireşimde, ağır basmaya başlamış
olmasındandır. Peygamberin amca oğlu ve damadı Ali,
Türkler için, halifeliğe getirilmiş ya da getirilmemiş
olmasını umursamadıkları, saygı değer bir din büyüğüdür.
Mal ortaklığı ilkeleriyse Şamanlık dini günlerinden kalma,
eski bir gelenekleridir. (Ziya Gökalp, Dergâh
dergisinde yayımlanan Türk Devletinin Tekâmülü
başlıklı yazsında, bu konuda önemli bilgiler vermektedir).
İlk Melâmîlerin, ilkeleri, yalın düşüncelerdir:
Tanrı gereklidir (Allaha iftikar). Peygambere benzemeye
çalışmalıdır (Peygamberi taklit). Tasavvuf, iyilikçilikten
başka bir şey değildir. İnsanlara iyilik, yardım
etmelidir. Ama onlardan yardım istenmemelidir. Kendimizle
uğraşmalı, başkalarının kusurlarını görmemeliyiz. Hiçbir
şeyle övünmemelidir. Dindarlık bile gizli tutulmalı, bir
övünç nedeni olmamalıdır. İnsanlara iyilik etmek de bir
üstünlük zevki veriyorsa, bu zevk ezilmelidir. Haktan
başka, ne açığı, ne de gizliliği araştırmak gerekmez
(Haktan başka ne zahiri, ne de batıni keşf ve keramete
itibar edilmez). Kişi, herkesten önce, kendi kendisini
kınamalıdır. Kendimizle savaşmalıyız.
Böylesine sağlam bir temele dayanan Türk bireşimi
melâmet düşüncesi, gittikçe çeşitli düşüncelerle karışmaya
başlayacak, ondokuzuncu yüzyılda Şeyh Muhammed Nurun
elinde yedi dereceli bir Bâtınî tarikatı biçimine
girecektir.
XII. yüzyılda Kalenderilikle birleşen Melâmîlik, XV.
yüzyılda Bursalı Ömer Dede'nin elinde yeniden
canlanmıştır. Bayramiye tarikatının kurucusu Hacı Bayram
ölünce; tarikat büyükleri anlaşamamışlar, Bayramiliği üç
kola ayırmışlardır: Fatih Sultan Mehmetin pek saygı
gösterdiği ünlü Bayrami bilgin Ak Şemseddin Şemsiye
tarikatını, Ömer Dede Melâmîye tarikatını kurmuştur.
Bayramilikten türeyen bu Melâmîliğe Bayramî-Melâmîlik
denir. Ak Şemseddin; Hacı Bayram tacını, hırkasını
tespihini, seccadesini ve asasını bana bıraktı,
diyerek posta oturunca, yıllardan beri onunla geçinemeyen
Ömer Dede (Emir Sikkini) şu karşılığı vererek Hacı
Bayram'ın halifeliği iddiasından vazgeçmiştir: Söyleyin
ona, gerçek; taç, hırka, tespih, seccade ve asada değil,
kalb-i musaffadadır... (Melâmîliğin, her türlü
biçimcilikten sıyrılma anlamını hatırlayınız).
Ancak Bayramilik, Erdebil tasavvufçuları yoluyla
gelen Halvetilikten doğduğuna göre, Şii-Bâtınî ilkelerle
yüklü bir tarikattır. Ömer Dede'nin Melâmîliği de,
dolayısıyla bu yükü yüklenmiş bulunmaktadır.
Artık, ilk Melâmîlerde bulunmayan, zikretmek yöntemi
de uygulanmaya başlayacaktır (zikretmek, sürekli olarak
Tanrı'nın adını ya da sözlerinden birini mırıldanarak, bir
çeşit düşünsel sarhoşluğa erişmek, Tanrılık düşünceyle
birleşerek neşelenmek demektir). XVI. yüzyılda yaşayan
Melâmî şeyhi İsmail Maşuki, "Allah, Allah, Allah"
diye zikredeceği yerde, ünlü enelhak'çı Mansurun yolunda
bulunduğunu anlatmak için, "Allahım, Allahım, Allahım"
diye zikretmeye başlamıştır. Buysa, düpedüz Mansurun
dediği gibi, ben Tanrıyım demektir. Usta bir ozan
olan ve Oğlan Şeyh adıyla anılan İsmail Maşuki, bu
düşüncesini şiirlerinde de açıklamaktadır: [sayfa 163]
Değme bir hor ü hakîre hor deyu kılma nazar,
Kalbinin bir kûşesinde arş-ı Rahman gizlidir.
Daha sonra, başka bir Melâmî şeyhi, Hamza Bali
gelecek ve varlıkbirliği (vahdet-i vücut) sırlarını
büsbütün açıklayacaktır. Bu şeyhten sonra Melâmîlik,
Melâmî- Hamzavî adını alarak yaşamakta devam
edecektir. Hamzavîlerden adı bilinmeyen bir ozan da,
şunları söyleyecektir:
Ben ne dersem Hak onu işler hemen,
Şöyle henzer, ben onun ağasıyım.
Sonunda, ondokuzuncu yüzyılda, Seyyit Muhammed Nur
adında Mısırlı bir Arap şeyhi ortaya çıkacaktır. Yanya'ya
gitmiş Nakşibendi olmuş, Mekke'ye gitmiş Halveti olmuş,
Usturumca'ya giderek Melâmîlikte karar kılmıştır. O
günlerde İstanbul'da Hamzavi-Melâmîlik yolunu Seyyit
Abdülkadir Efendi yürütmektedir. Muhammed Nur, İstanbul'a
gelerek onları da kendi yoluna almak istemişse de,
Abdülkadir Efendi buna yanaşmamıştır. Muhammed Nurun
açtığı yeni yol, Hamzavî-Melâmîlerin bağımsızlığı
karşısında, Nurîye Melâmîliği adını almıştır.
Artık Melâmîlik, Arap ve Acem düşüncelerinin bir
bireşimi olmak durumunu yitirerek, tam bir Bâtınî-Şiî
tarikatı biçimine girecektir. Muhammed Nur, Rumeli'nin
birçok yerlerinde tekkeler açtırmış, Ali'cilik gütmeye
başlamış, gerçek'i öğrenme yollarını
derecelendirmiş, birtakım törenler tertiplemiştir. Kesin
olarak, Ali'nin yeniden dünyaya ineceğine inanmaktadır. Bu
inanç, katıksız Alevi inancıdır. Bu metafizik inançla
yalın bir maddeciliği bağdaştırmaya çalışmaktadır. Şeyh
Bedreddin'in Varidat'ını yorumlayan bir yapıtında,
açıkça şunları söylemektedir: Bilgisizlere göre
(avam) vücut, Hakkın (Tanrı'nın) vücudunun
gayrıdır. Bilgililere göre (havas) vücut, Hakkın
vücudunun gölgesidir. Tasavvufa erişenlere göre
(asfiya) vücut, Hakkın vücudunun aynıdır.
Muhyiddin-i Arabî'yi yorumlayan yapıtında da şunları
eklemektedir: İlah ve Allah Arapçada müstağrik
demektir ki, Türkçe kaplamak anlamındadır. Şu
halde, Tanrı, bütünlüğün adıdır. Onu, ondan başkası
birleştiremez (tevhit edemez). Çünkü, bir şeyi
birleştirmek için bir başka şeyin de bulunması gerekir.
Başka şey olmayınca ne birleştirilecek?.. O halde, sen,
sana secde edersin (kendin için, kendine ibadet edersin
anlamına; kendisi için namaz kılan Hallac Mansuru
hatırlayınız). Eşyanın vücudu, Tanrı'nın vücududur.
Eşyanın, bağımsız bir vücudu yoktur. Bu, suyun kara oranı
gibidir. Kar, görünüştür (zahirdir). Su temeliyse gizlidir
(batındır). Halk (halk edilenler, yaratılanlar), Hakkın
belirmesidir (zuhurudur). Ondan başka varlık yoktur ki
yeni varlıklar yaratılabilsin (bir başka deyişle, yaratma
yoktur; yaratılan yoktur, yaratan yoktur; ancak varlığın
çeşitli biçimlerde kendini göstermesi vardır).
Muhammed Nura göre, bu bütünlük'ün bilincine
ve zevkine bilgiyle varılır. Birleşme (tevhit, bütünlükten
olduğunu duyma), anma ya da söyleme (zikir) yoluyla elde
edilecektir. Söyleye söyleye anma, anan, anılan (zikir,
zakir, mezkur) birleşirler. İnsanın bu bilgiye varması
için yetiştirilmesi gerekir. Bütünlük bilinci, [sayfa 164]
her bilinçli insanın kendiliğinden, yetiştirilmeden elde
edebileceği bir bilinç değildir (bana Tanrı olduğumu
Mevlânâ öğretti, diyen Süryanos'u hatırlayınız). Bu
bilince, altı basamakla çıkılır. İlk üç basamağa birleşme
katları (makamât-ı tevhit) ya da ölümlülük aşamaları
(merâtib-i fena), son üç basamağa da birlik katları
(makamâat-ı ittihat) ya da ölümsüzlük aşamaları (meratib-i
beka) denir. Bu basamaklar şunlardır:
1. Tevhid-i ef'al basamağı: Bütün eylemlerin,
bütün olmakta olanların varlığın işi olduğunu bilmektir.
İyilik- kötülük ayırımı bize göredir, varlığa göre ne
iyilik vardır, ne de kötülük. Olmakta olan, olması
gerekendir. Birinci basamakta bu bilgi zevk edilir.
2. Tevhid-i sıfat basamağı: Yaşamak, bilim,
buyrultu, işitmek, görmek, söylemek varlığa özgüdür.
İkinci basamakta bu bilgi zevk edilir.
3. Tevhid-i zat basamağı: Vücut, varlığın ,
vücududur. Eşyanın -ki insan da bu eşyadan biridir-
bağımsız vücutları yoktur. Üçüncü basamakta bu bilgi zevk
edilir.
Bu üç basamakta; eylem varlığın eyleminde, nitelik
varlığın niteliğinde, vücut varlığın vücudunda eritilip
yok edilir. Artık eyleme, niteliğe, vücuda bağlı bir
kişilik kalmaz. Kişilik, gerçek kişilik'le
birleşmiştir. Bu birleşmenin bilincine ve dolayısıyla
zevkine varılmıştır. Bu kattaki melamet neşesi, bir
sorumsuzluk neşesidir. Her iş Tanrı'nın işi, her istek
Tanrı'nın isteği olduğuna göre, ortada hiçbir yasak
kalmamıştır (Bâtınî tarikatlara ibaba mesleği
denilmesi bu yüzdendir, çünkü her şey mubahtır). Bu
sorumsuzluksa, toplumu kargaşalığa götürür. Bunu önlemek
için de Peygambere benzemeye çalışmak ilkesi
konulmuştur (edeb-i Muhammediye). Bir başka deyişle, her
istek Tanrı'nın isteğidir ama, Peygamber gibi istek duymak
gerekir (bu çabaya, tecelliyat-ı Muhammediye'ye mazhar
olmak, deniyor).
4. Makam-ı cem: Bu basamakta varlık
açıklanır, eşya gizlenir (Hak zahir, halk batın olur). Bir
başka deyişle, ilk üç basamağın bilincine eriştikten sonra
ana varlık görünmüş, meydana çıkmış; onun meydana
çıkışıyla da sayısız parça varlıklar ortadan
çekilmişlerdir. İlk üç basamağın bilgisi ve zevkiyle ana
varlığın bilgisine ve zevkine varılmıştır. Güneş,
vücudumuzun ardında gizliyken önümüzdeki gölgemizi
görüyorduk. Güneş yükselerek meydana çıkınca gölgemiz yok
olur.
5. Makam-ı hazret-ül-cem: Bu basamakta ana
varlık yeniden gizlenir, parça varlıklar meydana çıkar
(halk zahir, Hak batın olur). Çünkü ana varlık, gücünü
parça varlıklara vermiş, onlarda belirmiştir. Söyleyen,
gören, işiten, yapan, dileyen ana varlığın gücüyle parça
varlıklardır.
6. Makam-ı cem-ül-cem: Bu basamakta kişi,
tanrısal gücünü duyar. Çünkü Tanrı, onun vücudunda
belirmiştir. Önce, sonra, açık, gizli hep kendisidir
(evvel benim, ahır benim, zahir benim, batın benim).
İlk üç basamakta kendini ana varlıkta öldüren,
yitiren, yok eden kişi; son üç basamakta ölümsüzlüğe
erişmiştir. Bu kattaki melamet neşesi, bir ölümsüzlük
neşesidir. İlk Melâmîlerin, daha ilk adımda, Haktan başka
her şeyi gönüllerinden çıkararak elde ettikleri bu neşeyi,
son Melâmîler bir hayli basamak tırmandıktan sonra elde
etmektedirler. [sayfa 165]
Muhammed Nurun basamakları bitmemiştir. Yedinci
basamak olarak bir de makam-ı ahadiyet-ül-cem
vardır ama; onu ne ben söyleyebilirim ne de sen
anlayabilirsin, diyor; çünkü o makam, Peygamberin
makamıdır. Ku'ran'daysa, yetimin malına
yaklaşılmaması buyurulmuştur. Peygamber, bu makamını bana
öğretmiştir ama, başkalarına öğretmeme izin vermemiştir.
Bu makamda ne birlik ne de çokluk vardır. Ancak
Peygamberin kendisi öğretirse zevk alınır, başka türlü
zevkine varılamaz.
Oysa, Muhammed Nurun damadı ve halifelerinin
halifesi (halifet-ül -hulefa) Abdürrahim Fedâi,
Tefsir-i Suret-ül- Kevser adlı yapıtında bu basamağı
açıklamıştır. Tanrı, Peygambere şöyle demektedir: Ey
Muhammed, ben, bana değil, sana tapılmasını istedim, benim
değerimin değil, senin değerinin bilinmesini istedim,
çünkü sen bensin ve ben senden başka hiçbir şey değilim.
Bâtınîliğin büyük sırrı böylelikle açıklanmaktadır:
Gerçek Tanrı, aklı başında olan insandır. Aklı başında
olmayan insanlar, aklı başında olan insanların peşine
takılıp onların gösterdikleri yoldan giderlerse, mutlu
olabilirler.
Bu sonuç, ilk üç basamağın doğurduğu anarşiyi
önleyecek bir sonuçtur. Peygamberce davranmak
ilkesi, bu sonuçla anlam kazandığı gibi, bilgisizlerin ve
akılsızların elde ettikleri sorumsuzluk ve ölümsüzlük
neşelerine karşı, sorumluluğun ve ölümlülüğün bütün yükü
ve acısı da akıllı ve bilgili kişilere düşmektedir.
Melâmet neşesi altıncı basamakta bitmek zorundadır,
yedinci basamakta neşelenmek kolay değil.
YENİDENDOĞUŞ
Gün, birdenbire doğmaz. Aydınlık, karanlığın
içindedir. Gök, aydınlığını, karanlığının içinden süzer.
Bunun gibi; insan düşüncesinin yenidendoğuşu (renaissance)
de belli bir tarihte birdenbire başlamış değil. Düşünce
tarihini incelerken, düşünce çağlarını birbirlerinin içine
geçmiş, biri daha erimeden öbürünü başlamış olarak
görürüz. İ.S. V. yüzyılın ortalarına kadar süren ilkçağa
karşı ortaçağ, İ.S. ikinci yüzyılda başlamıştır. Ortaçağın
skolastiği ondördüncü yüzyılda eridiğine göre, yeniçağın
bu yüzyılda başladığı sanılırsa da bu yanlış bir sanıdır.
Tarihçiler, yeniçağa başlangıç olarak Türklerin İstanbul'u
aldığı yıl olan 1453 yılıyla reformation davranışlarının
başlangıç yılı olan 1517 yılı üstünde tartışa dursunlar,
bu çağın ilk düşünce kıvılcımları çok daha gerilerde
bulunmaktadır.
Akıl, artık, inandan ayrılmaya başlamıştır. İ.S.
1347 yılında Tubingenli Profesör Jean de Méricourt şöyle
konuşmaktadır: Erdemsizlik de, erdemlilik gibi, Tanrı
işidir. Günah, bir erdemsizlik değil, tersine, bir
erdemliliktir. Dayanılmaz bir güdüye kapılan kimse asla
günah işlemiş sayılmaz; niçin sayılsın ki, o güdü de bir
Tanrı işidir.
1348'de, Nocalos d'Autrecourt, Sorbonne
Üniversitesi'nde şu savı (tez) okuyor:
Doğayı incelemeliyiz. Geriliğimizin nedeni,
yüzyıllar boyunca o koca doğayı bir yana bırakıp
Aristoteles'le, Platon'la boşuna vakit geçirişimizdir.
Doğayı incelemek bizleri kolaylıkla kesin bir bilime
götürür. Tanrı'yı en yüksek varlık olarak düşünebiliriz
ama, [sayfa 166] onun
gerçekten var olup olmadığını bilemeyiz. Evren, her halde
sonsuz olmalıdır, çünkü yokluktan varlığa bir geçiş
düşünülemez.
Oxford profesörlerinden Roger Bacon (1214-1294)
gözlemin ve deneyin önemini XVI. yüzyılda yaşayacak olan
adaşından (Francis Bacon) daha önce kavrayarak kürsüsünde
uygulamaya başlamıştır. Toulouse'lu Profesör Raymond de
Sebond da Tanrı'nın kitabı saydığı doğayı öteki
kitaplardan üstün tuttuğunu açıklamaktadır.
Haçlılar Doğu'ya dinleri uğruna saldırdılar, oysa
kendi dinlerini temelinden sarsacak yeni düşüncelerle
döndüler. Bizanslıların kanadı altına sığınmış Yunan
yarımadası düşünce geleneğini yüzyıllardan beri gizli
gizli sürdürüyordu. İsa'ya yeni kuzular toplamaya
gidenler, Yunan yarımadasında mitolojik boğaların
sırtlarına binmek zorunda kaldılar. Bizans kilisesi de
Katolik kilisesiyle barışmak için Floransa'ya bilginler
gönderiyordu. Bu bilginler, iki kiliseyi barıştıramadılar
ama, İtalya'nın gözünü açtılar. Bizans imparatorluğunun
Türklerine eline geçişi de ekmeklerine yağ sürdü.
Bizans'tan İtalya'ya gerçek bir göç başladı. Edebiyat,
sanat, felsefe, eski Yunan'ın bütün zenginlikleri
İtalya'ya akıyordu. Bu yüzden, yeniden uyanış dediğimiz
Renaissance davranışında, Batı'nın ilk uyananı İtalya
oldu. Bu uyanış 1483 yılından başlayarak bütün Batı'yı
etkiledi.
Dante, Petrarca, Boccacio yeniden dirilmiş birer
eski Yunanlıydılar. Artık kilisenin ünlü kardinalleri bile
skolastik dilden tiksiniyorlar, eski Yunan edebiyatına
tapıyorlardı. Kardinal Nicolaus Cusanus, skolastiğin
yanlışlarını açıkça eleştiriyordu. Homeros, İsa'yı
yenmişti.
Fransız tarihçisi Michelet, her şey XII. yüzyılda
bitmişti, diyor, eğer olaylar doğal gidişlerini
kovalasaydılar yenidendoğuş (Renaissance) XII. yüzyılda
başlayacaktı. İlkçağ, ahmak kişileri olan bir çağdı.
Ortaçağ, akılsızlar çağıdır. Oysa budada, skolastik
yeterlikten ve kelimelere tapmaktan doğan modern bir
yaratıktır. XII. yüzyılda gömülen ortaçağın bıraktığı
boşluk bu budalaları yetiştirdi. İşte yenidendoğuşu üç
yüzyıl geciktiren neden.
Saçma sapan konuşmayı ve büyücülüğü birer sanat
haline getiren bu budalalar ordusunun içinden, ondördüncü
yüzyılın sonlarına doğru, yeniçağın ilk yeni insanı
doğacaktır. Bu yeni insanın doğumu elbette kolay
olmayacaktı.
Yeni insan, her türlü iç ve dış etkiden kurtulmuş;
kişiliğini bulan ve insanlığa güvenen yepyeni bir
varlıktır. Irk, kavim, parti, lonca ve aile bağlarından
kopmuştur. Olabildiğince özgürdür. Artık o, İtalya'da
doğduğu halde İtalyan değildir. Dante'nin dediği gibi, "onun
vatanı bütün dünyadır". Artık o, bağlı olmak
zorunluğunu duymamaktadır. Başkalarına benzemeye değil,
benzememeye çalışmaktadır. Bu durum, duygu ve düşünce
alanlarında böyle olduğu gibi, dış görünüşlerde de
böyledir. 1390 yılında, Floransa'da genel bir erkek kılığı
kalmamıştır. Herkes, kendine göre, özel bir biçimde
giyinmektedir. ondördüncü yüzyıl İtalya'sında, alçak
gönüllülük ve yaltaklanma bilinmemektedir. Dünyaya, ortak
bir görüşle değil, objektif bir bakışla bakmak bilinci
uyanmıştır. Yeni insan, düşünen bir kişidir (uomo
singolare). Artık o, bir ırka, bir partiye, bir loncaya,
bir aileye bağlı ve onlarla beraber genel bir yaşayış
içinde yaşayan bir insan değil, başlı başına bir
kişiliktir. Kendine özgü [sayfa 167] düşünceleri, kendine
özgü görüşleri, kendine özgü duyguları vardır. Yaşayışı da
elbette kendine özgü olacaktır. Ozan Petrarca (1304-1374),
Yalnızlık Üstüne (De Vita Solitaria) adlı
kitabında yalnız yaşamanın erdemini savunuyor. Petrarca'ya
göre mutluluk, iç ve dış etkilerden sıyrılmakla, bağımsız
olmakla mümkündür. İnsanın ilk ödevi kendini
geliştirmektir. Bu gelişmeye ancak yalnız yaşamakla
erişilebilir. Yalnız yaşamak, insanları sevmeye engel
değildir. İnsan yalnız yaşar ama, her zaman insanlarla
ilgilenir, onlarla beraber olabilir.
Yeni insan, bilgili ve çok yönlüdür. Hem düşünür,
hem dilci, hem devlet adamı, hem ressam, hem müzikçidir.
Büyük ozan Dante (1265-1321) bunun en belli örneklerinden
biridir. Tanrısal Komedi'yi (Divina Commedia)
inceleyiniz, ele alınmamış hiçbir sorun bırakmadığını
göreceksiniz. Dante'nin işlediği bu sorunların her biri
çağının en ileri bilgilerini kapsamaktadır. Ünlü adlar bir
yana, XV. yüzyıl İtalyan kentleri, birkaç dil bilen,
Tanrısal Komedi'yi ezberden okuyan sokak kadınlarıyla
doludur. Alman tarihçisi Jacob Burckhardt, Floransalı
tüccar ve devlet adamlarının eski Yunancayla Latincede
bilgin olduklarını yazıyor. Gene Buckhardt'ın İtalya'da
Yenidendoğuş Kültürü adlı kitabında bildirdiği XV.
yüzyılda yaşamış bir Leon Battista Alberti vardır ki
sanatçılardan, bilginlerden tutun, kunduracılara varıncaya
kadar dünyanın bütün hünerlilerinden mesleklerinin
sırlarını sorup öğrenmiştir. Yeni insanın çok yönlülüğü
doymak bilmez bir çok yönlülüktür. Yeni insan, çevresine
sonsuz bir sevgi duyan, çevresindeki her şeye
kendini bütün varlığıyla verebilen bir varlıktır.
Battista'nın şu sözü, yeni insanın niteliğini belirtiyor:
İnsanlar isterlerse her şeyi yapabilirler.
Bu sözün kaynağını Bacon'da arayınız. Roger Bacon
(1214-1294), daha XIII. yüzyılda, bu sözü şu türlü
söylemişti: Sihirbazlık hiçbir şey değildir. Çünkü
insan aklı doğayı kullanarak her şeyi yapabilir.
Yeni insan, kendi kendine, kendi gücünü böylece
bulurken dışarıya doğru da gelişmeye, sivrilmeye
başlamıştı. Artık o, ün peşinde koşabilir. Ortaçağda
sınıfların olan ün artık kişilerin eline geçmektedir.
Dante'nin, Petrarca'nın, Boccacio'nun ünleri İtalya'nın
sınırlarını aşmış, bütün Avrupa'ya yayılmıştır. Ortaçağda
şövalye sınıfına özgü, olan ozanlık ünü artık halkın
avuçları arasındadır. Eskiden yalnız büyük ermişlerin
yurtlan kutsal tutulurken 1350 yılında Arezzo Belediyesi
Petrarca'nın doğduğu evi müze haline getirmiştir.
Petrarca, ününün bu sevincini de tattıktan sonra daha
yirmi dört yıl yaşayacaktır.
Yenidendoğuş; sanatla başlamıştı. Can çekişen
ortaçağ, son nefesi yaklaştıkça, daha kırıcı, daha korkunç
oluyordu. Bilim susturulmuştu. Oysa sanat, dinci sisteme
dayanır görünerek büyük işler başarıyordu. Ressam Giotto
(1266-1336) klasik tiplerden sıyrılarak İtalyan
güzellerini Meryemleştirmeye başlamıştı. Mimar
Brunelleschi (1377- 1446) gotik sanatı yıkıyor, yeni
insanın büyük başarısını sağlıyordu. Artık üç ve yedi
üstüne kurulmuş kilisenin karşısında Floransa kilisesi
yükseliyordu. O kadar ki, kendisine nereye, gömülmek
istediği sorulan Michelange (1475 -l564),
Brunelleschi'nin yapıtını sonsuza kadar seyredebileceğim
bir yere, karşılığını verecekti. [sayfa 168]
İtalya'nın kent (şehir) devletleri, eski Yunan'ın
kent devletlerini andırmaktadır. Her birinin kendine özgü
özellikleri, kendine özgü güçleri vardır. Birbirleriyle
savaşan bu kentler, hem birbirlerini, hem kendilerini
yetiştirmişlerdir. Yeni insan, yeni kentleri doğurmuştur.
Yen kentler de yeni ulusları uyandırmıştır. Ulus düşüncesi
de yeni insanla birlikte gelişen bir düşüncedir. Ortaçağda
bugünkü anlamıyla bir ulus düşünülemezdi. Ortaçağ ulusları
başlı başına birer varlık değil, bir ortaçağ devletinin
üyesiydiler. Bilgileri, görüşleri, dilleri, sanatları
ortaktı. Ulus bilinci de, yeni insanla beraber doğmuş, bir
yenidendoğuş (Renaissance) bilincidir. XV. yüzyıl,
insanın, kentin, ulusun kendini bulmaya, kendini tanımaya
başladığı bir yüzyıldır.
Yeni insan, kendini bulduğu gibi dünyayı da bulmaya
(keşfetmeye) başlamıştır. Marco Polo, (1254-1323), Moğol
dünyasına dalıyor, Christophe Colomb (1451-1506) Doğu
Hindistan'a açılıyordu. Bunlar, denizlere açılan yüz
binlerce İtalyan arasından en büyük adlardır. Bilim,
gittikçe denemelere doğru yöneliyordu. Kozmoğrafyanın
deniz yolculuklarıyla ilgisi kuruluyor, botanik, zooloji
dev adımlarıyla gelişiyordu. Petrarca dağlara tırmanıyor,
doğanın güzelliklerini kavrıyordu. Yeni insan, çevresini
didiklemeye başlamıştı. Evrenin hiçbir sırrını çözmeden
bırakmak istemiyordu. Çünkü bütün varlığıyla şuna
inanmıştı: İnsan aklı her şeyi çözebilir.
İnsanın insanlığa karşı bu güveni, gözlerimizi
yaşartacak kadar duygulandırıcıdır. İnsan, şu kocaman
evren içindeki bu yalnız varlık, kendinden başka neden
medet umabilirdi ki? Yıldızlar, o ellerini uzatıncaya
kadar sırlarını sakladılar. Aşılmaz çöller, o adımlarını
atıncaya kadar, kapılarını açmadılar. Toprak, o üstünde
güvenle tepininceye kadar, zenginliklerini vermedi.
Denizler, o üstlerine yürüyünceye kadar dalgalarını
çekmediler. İnsan, bütün bunlardan mutluluğunu zorla
almalıydı. Gücü yettiği kadar yapabilirdi bunu. Elbette
gücünü kullanacaktı. Oysa bu gücün sonsuza kadar yeteceği
sezisi insanın içini kaplamıştı bir kez. Bu sezinin
peşinden gitmek zorundaydı.
Yenidendoğuşun getirdiği erdem, insanın insanlığa
olan güveni'dir.
Yenidenbiçimleniş anlamındaki reformasyon,
yenidendoğuş anlamındaki rönesans çığırı içinde yer
alan dinsel bir akımdır. Alman papazı Martin Lutherin
(1483- 1576) 1517 yılında Wüttenberg kilisesinin kapısına
astığı, Katolik kilisesine karşı ünlü protestosu yüzünden
Protestanlık adını alan bu akım, gerçekte, genel düşünceyi
dilegetiriyordu. Katolik kilisesi, Rönesans'ın getirdiği
yeni hayat görüşüne uymayacak kadar donmuş, bozulmuş ve
köhneleşmişti. Hıristiyanlığı, ilk ve sade biçimine
döndürerek skolastiğin eklentilerinden temizlemek hemen
bütün Hıristiyanların dileğiydi. Fransa'da Calvin ve
İsviçre'de Zwingli'nin geliştirdikleri Protestanlık,,
sonradan Calvinizm aracılığıyla İngiltere'ye geçerek
Anglikanizmi doğurmuştur. İnsanlar arasındaki eşitsizliğin
Tanrısal düzenin gereği olduğunu ilerisüren Lutherin
düşünceleri, toplumun kurulu düzenine her bakımdan uygun
düştüğü için hiç yadırganmadı ve kolaylıkla benimsendi.
İznik Konsilinin hazırladığı İncil metni de temel
kutsal kitap olarak dokunulmazlık ve yorumlanılmazlık
kazanınca, kilisesiz ve papazsız bir dine dönüş yolundaki
ilk protestoları bilmezlikten gelip, yeni Protestan
kiliseleri yükselmeye başladı. Daha sonra, Katolik
kilisesinin [sayfa 169] tuttuğu yoldan gidilerek,
ayıklanan Aristotelesçilik geri getirildi ve İznik
Konsilinin hazırladığı metin bununla temellendirilmeye
çalışıldı. Lutherin, önceleri şeytanın yatağı dediği us,
yeniden eski tahtına oturtulmuştu. Şu farkla ki, usla
kutsal kitap çatışırsa kutsal kitabın dediği olacaktı.
Aristotelesin söylediği değil... Yeni ekonomik ilişkilerin
meydana getirdiği Rönesans'ın yeni insanı, dinsel insan
olmaktan çıkarak kişisel insan olmaya başlamıştır.
Yenidendoğuş düşüncesinin ayırıcı niteliği
insancı (ümanist) oluşudur. Bu düşünce insan'ı
arar ve dış dünyayı insanla olan ilişkileriyle
değerlendirir. İnsan, artık bilgilerini yenilemekte ve
bütün inaklardan (dogmalardan) kuşkulanmaktadır.
Yenidendoğuş şüpheciliği, metafizik temeli yıkarak,
bireyci (endividüalist) temeli kurmaya başlamıştır.
Ortaçağın feodal toprak ağasının desteği olan metafizik,
yeniçağ burjuvasının desteği olan bireycilikle çatışıyor.
Ne var ki bu çatışma, aynı anadan doğan iki kardeşin
çatışmasıdır. İdealist metafizik, idealist bireyciliğe
boyun eğmek üzeredir. Bu sırada, yeniçağın yeni insanını
simgeleyen iki büyük zeka doğuyor: Nicolaus Cusanus'la
Giordano Bruno.
Kardinal Nicolaus Cusanus (1401-1464)'a göre tanrı
kavranamaz. Çünkü us, yapısı gereği, birleştiricidir ve
birleştirme işini gerçekleştirebilmek için de çokluklar ve
ayrılıklar gerekir. Tanrıysa ancak çokluklar ve
ayrılıkların dışında düşünülebilir. Öyleyse düşünce, bu
son ereğinde kendisiyle çelişmeye düşmektedir. Daha açık
bir deyişle, birleştirici olan düşünce, ayrılıklarla
çalışmak için yapılmış olduğundan -çünkü birleştirebilmek
için ayrılıkların varlığı gerekir- yetkin birleşmeye
(Tanrı) yükselince çalışamaz... Ortaçağdan Rönesans'a
geçiş döneminde yaşayan' ve düşünce yapısıyla da bir kolu
geçmişte, öbür kolu gelecekte bulunan Cusanus, Kant'ın
öncüsü sayılabilir. Düşüncenin sınırını çizmiş ve bu
sınırın ötesinde kalan metafiziği mistik bir görüşle
sezilere bırakmıştır. Tanrıyla doğayı da birbirinden
ayırmış, güçlü bir sezgiyle evrenin evrimsel bir gelişme
süreci olduğunu söylemiştir. Cusanus'e göre, doğada
karşıtlar (çokluklar ve ayrılıklar) vardır. Tanrıdaysa
bütün karşıtlar birleşmiştir, öyleyse bu iki yapı aynı şey
olamaz. Evren devim halindedir ve sonsuz bir değişme
içindedir, Tanrıysa tüm değişmezliktir. Cusanus,
"karşıtların sürekli olarak geçitlerle ortadan
kalkacağı"nı düşünmekle bir çeşit eytişimsel anlayışa
varmış bulunmaktadır. Cusanus'e göre dünya, evrenin
merkezi de olamaz. Çünkü evrenin merkezi ancak kendi
dışındaki bir şeye göre olabilir, evrenin dışında bir şey
tasarlamaksa evrenin bütünlük (La.
universum) niteliğini ortadan kaldırır. Tanrıbilime karşıt
düşüncelerinden ötürü Cusanus öğretisine olumsuz
Tanrıbilim adı verilmiştir.
Giordano Bruno (1548-1600), tipik bir rönesans
adamıdır. Doğa karşısında duyduğu büyük coşkunluk yüzünden
onu ozan-düşünür olarak nitelendirirler.
Gençliğinde Dominiken tarikatına girmiş, oysa cüppesiyle
birlikte metafizik düşüncelerini de pek çabuk üstünden
atmıştır. Hareketli bir yaşamı vardır, her yerde
kovuşturmaya uğradığından serbestçe düşünebilmek için ömrü
boyunca kentten kente dolaşmıştır. Sonunda, yakalanarak,
Roma'da Campo di Fiora meydanında yakılmak suretiyle
öldürülmüştür. Kendisine bu cezayı tebliğ eden Engizisyon
yargıcına, "ölümümü bildirirken siz, benden çok
korkuyorsunuz" demiş. Kopernikus [sayfa 170] sisteminden
esinlenerek evrenin sonsuzluğunu kavramış. Tanrının da,
varsa eğer, ancak böyle bir sistem içinde, sonsuzlukta
gerçekleşebileceğini düşünmüş. Aristoteles'in evreni
bölümlere ayırmasını açıkça gülünç buluyor. Ona göre gök,
sonsuz evrendi. Akıl için iki sonsuz olamayacağına göre
Tanrı ve Evren bir ve aynı şeydiler. Tanrı evrenin
yaratıcısı değil, kendisidir. Yaratılan bir şey yoktur,
olmakta olan bir şey vardır. Ne yaratan vardır, ne de
özgürce bir yaratma işi. Bunların yerine doğa'yı ve
meydana gelme zorunluğunu koymamız gerekir. Evren-Tanrı,
açılarak ve yayılarak, kendisi bireyleşmeden bireyleri
meydana getirir. Sonsuz büyüklükte nasıl bulunuyorsa bir
parçacık otta, bir kum taneciğinde, bir karıncada da
öylece, bütünüyle bulunur. Sonsuz gerçek olarak onun her
yerde bulunması yüzünden doğa'da hiçbir şey yok olmaz.
Ölüm, hayatın bir değişmesinden başka bir şey değildir.
Doğa'da, bizlerin kurup çattığımız anlamda bir ölüm
olamaz. Sadece her şey sürekli olarak değişir, o kadar. Bu
değişme sonsuzdur. Tohumlar başka tohumlara yönelirler,
değişirler. Örneğin tohum, ot olur, başak olur, ekmek
olur, keylus olur, kan olur, insan tohumu olur. İnsan
tohumu insan olur, ceset olur, toprak olur, bitki tohumu
olur. Bu değişmeler ve yenileşmeler sonsuza kadar sürüp
gidecektir. Bu sırada bir başka İtalyan, Tommaso
Campanella (1568-1639) yeni gidişe ayak uydurabilmesi için
felsefeyi zorluyor. Oysa bu zorlayış sonuçsuz kalacaktır,
ortaçağın son kalıntılarından olan İtalyan kilisesi onu da
boğup susturmak üzeredir. İtalya'da doğan yeni düşünce
artık İtalya'da barınamayarak İngiltere'ye, Fransa'ya,
Almanya'ya doğru yola çıkmak zorundadır. Campanella'ya
göre Varlık'ın ilkeleri şunlardır: Yapabilmek, bilmek,
istemek... Bilgi olmasaydı doğa hiçbir zaman hiçbir şeyi
meydana getiremezdi. İşte Tanrı bu üç ilkenin
birleşimidir, bir başka deyişle salt (Mutlak) iktidar,
salt bilgi, salt sevgidir. Bilgilerimiz duyularımızdan
gelir. Oysa bu duyuları bilgi haline getiren akıldır.
Campanella'nın bu ileri çıkışları, sonraları, çok daha
aydınlık olarak işlenecektir. Görüldüğü gibi, yeni insan
önce kendini, sonra da doğayı tanıma yolundadır.
Çekinmeden aynaya bakmasını, aynadakini olduğu gibi
görmesini öğrenmiştir. Düşüncesi, artık, bu yeni
bilgilerine dayanacaktır: Zavalılığını, gülünçlüğünü,
karmakarışıklığını bilmekte, gene de ürkmemektedir. Bu
yeni bilgileri onu yıpratmayacak, güçlendirecektir. Yeni
insan; yavaş yavaş, dünya gerçeklerini bulmakta, ortaya
çıkarmakta, incelemekte ve bütün bunlardan yeni sonuçlara
varmaktadır. Bakışlar gökten yere inmiş, yerden de aynaya
çevrilmiştir. Ayna, bakmasını bilenlere her şeyi olduğu
gibi göstermektedir. Yeni insan, Yunanlı balıkçının bir
fırtına sırasında Neptunus'a dediğini kendi kendine
mırıldanmaktadır: Ey Tanrı, beni ister kurtar ister
mahvet, ben dümenimi kırmadan dosdoğru gideceğim.
Tommaso Campanella'nın İtalya'da boğulan sesi,
İngiltere'de Francis Bacan (1561-1626)'un ağzında devam
etmektedir: Bilmek mi istiyorsunuz? Şu halde sormaktan
vazgeçerek kendiniz deneyiniz. Deneyin mihengine
vurulmamış olan deney öncesi (a priori) bir düşünce,
gereken bilgi değildir. Peşin yargılardan kaçınınız. Kimi
insanların büyük kötülüklerden kurtulduklarını görüyoruz,
bundan doğaüstü bir koruyuculuk sonucunu çıkarıyoruz, aynı
insanların o büyük kötülüklerden kurtulmadıkları halleri
de düşünün. Eşya üstünde anlaşacak yerde, herkesin
istediği anlamı [sayfa 171] verdiği kelimeler üstünde
beyhude yere kavga ediyoruz. Felsefenin kurtuluşu, gözleme
ve deneye bağlanmakla sağlanabilir. Doğa üstüne soyut
düşüncelere dalmaktan kurtulunuz, bu soyut düşünceler
hiçbir işinize yaramayacaktır. Bir başka İngiliz, Thomas
Hobbes (1588-l679), ulusdaşının sürdüğü tarlaya yeni
tohumlar atmaktadır: Felsefe yapmak, doğru düşünmektir.
Düşünmekse katmak, ayırmak, toplamak, çıkarmak; bir başka
deyişle, saymak demektir. Şu halde doğru düşünmek,
birleştirilmesi gerekeni birleştirmek, ayrılması gerekeni
ayırmaktır. Birleşebilen ya da ayrılabilen şeyler
cisimlerdir. Demek ki felsefenin cisimlerden başka bir
konusu olamaz. Ruhlar, Melekler, Tanrı düşünülemez. Bu
soyut kavramlar felsefe konuları değil, inan konularıdır.
Felsefenin konusu cisimler, metodu da dış ve iç
duyarlıktır. Dış ve iç duyarlığın her ikisi de deneye
dayanır. Gözlem biliminin dışında gerçek hiçbir bilgi
yoktur. Hobbes'a göre sınırsız özgürlük (Kayıtsız
hürriyet, La liberte dindifference) diye bir şey yoktur.
Biz insanların davranışları dayanılmaz içgüdülerin
elindedir. Tutkusuz akıl, çekiciliği olmayan töresel
ilkeler insanlar üstünde hiçbir etki yapamaz. Bir istekten
sonra gelen davranışımızı yönetmek bizim elimizdedir ama,
isteğimizi yönetmek elimizde değildir. Her davranışın
yeter bir nedeni vardır. Yeter neden, zorunluktur.
Evrendeki her cisim gibi insan da bu zorunluğa bağlıdır.
Her şeyde olduğu gibi törede de en gerçek yönetici, çıkar
(Menfaat) düşüncesidir. Salt iyi, salt kötü, salt tüze.
(Adalet), salt töre (Ahlak) yoktur, bunlar uydurulmuş
kavramlardır. Gerçekte iyi, hoşa giden, kötü de hoşa
gitmeyen şeydir. Doğada olduğu gibi Devlette de hakkı
meydana getiren güç (Kuvvet)'tür. Gerçek Devlet, herkesin
herkese karşı kavgasıdır.
Devlet bu kavgaya bir dereceye kadar son verdiği
için onun emrettiği erdem, yasak ettiği erdemsizliktir.
Rönesans insanı, artık, önüne serilen her türlü bilgiden
şüphe etmektedir. Felsefe tarihçilerinin modern
şüphecilik (Fr. Scepticisme moderne) adını
verdikleri rönesans şüpheciliği (Fr.
Scepticisme de renaissance) de Henricus Cornelius Agrippa
von Nettesheim (1486-1535)'le başlamaktadır. Nettesheim,
bilgi olanağını ilerisüren herkese şiddetle saldırmış,
çalışmalarının boş ve tehlikeli olduğunu ve onları hiçbir
sonuca eriştirmeyeceğini savunmuştur. Bilime karşı bu
bilgisizce saldırıda kendisini bir başka rönesans adamı,
Michel de Montaigne izlemektedir. Montaigne'e göre de
bilim adamları, hiçbir işe yaramayan yanlış sonuçlara
varmaktan başka hiçbir iş yapamazlar. Copernicus'a niçin
inanmalı? Yakın gelecekte biri çıkıp onu pekala
çürütebilir. Paracelsus, kendisinden önceki bütün
hekimlerin hastalarını öldürmekten başka bir şey
yapmadıklarını söylüyor, ama Paracelsus da aynı sınıfa
sokulacak hekimlerdendir. Güvenilir bilgi arayacağımıza
bilgisizliğimizi görüp kabullenmemiz gerek. Bu olumsuz
şüphecilikte Montaignein izleyicileri de rahip Pierre
Charron (1541-1603)'la piskopos Jean Pierre Camus (1584-
1654)'dür. Charron, gerçek bilim insanın kendisidir,
diyor. İnsan kendisini incelerse, tüm bilgilerinin
duyularından ve usundan geldiğini görür. Oysa bu ikisine
de asla güvenilemez. Bilim adamlarının yapabilecekleri tek
şey vardır, eski şüpheli varsayımları yeni şüpheli
varsayımlarla değiştirmek. Bilim asla bundan öteye
gidemez. Piskopos Camus'ye göre de sav, hiçbir şey
bilemeyiz; karşı sav, bir şey bilebiliriz; bireşim, bir
şeyin bilinip bilinemeyeceği [sayfa 172] konusunda
yargıdan kaçınmalıyız. Felsefe de bulanık bir uçurum ve
içinden çıkılamaz bir labirenttir. Rönesans şüpheciliğinde
bu iki papazı François la Mothe le Vayer (1586-1672)
izlemektedir. (Molierein birçok piyeslerinde alay ettiği
şüpheci budur). Yapıtı bile şu adı taşır: Şüpheci
felsefenin şüphelerinin bilimlerde çok işe yaradığını
gösteren konuşma. Le Vayere göre şüphecilik, bilimi
yıkmıştır ve boşuna bir uğraşı olduğunu tanıtlamıştır.
Bilimsel araştırma gereksiz, umutsuz ve sonuçsuzdur.
Rönesans şüphecilerinin son düşünürü Francisco Sanchez
(1562-1632)'dir. Sanchez'e göre de nesneler (Sanchezin
deyimiyle: ne yazık ki) birbirleriyle
ilişkilidirler, bundan ötürü de tek tek hiçbiri bilinemez.
Bundan başka sayıları da sınırsızdır, demek ki tümünü
bilmek esasen olanaksızdır. Dahası, sürekli olarak
değişirler, değişen şeyler nasıl bilinebilir? Duyulara
asla güvenilemez, çünkü onlar sadece dış görünüşü
gösterebilirler, nesnenin kendiliğine inemezler. Rönesans
şüphecileri, görüldüğü gibi, antikçağ Yunan
şüphecilerinden çok daha bilimdışıdırlar. Bundan başka,
her şeyden şüphe etmişler, ama tanrıdan şüphe
etmemişlerdir (Nettesheim'a göre, tek bilgi kaynağı
tanrıdır, Charron'a göre, insanın incelenmesi bizi
tanrının bilgisine götürür, Montaigne'e göre, eğer tanrı
insanlara ilkeleri bildirmeseydi bu ilkeler olabilir
miydi?, Camuş'ya göre, insanın bilebileceği gerçekler
ancak tanrının ona göstermek istediği kadardır, Le Vayere
göre, tanrısal gerçeklere tanrının yardımı olmadan asla
ulaşılamaz). Ne var ki rönesans şüpheciliği metafizik
temeli yıkarak yerine bireyci temeli koymaktadır. Ortaçağ
toprak ağasının (feodal) desteği olan metafizik, yeniçağın
yeni insanının (burjuvazi) desteği olan bireyciliğe boyun
eğmek üzeredir. Gerçekte her iki dünya görüşünün de yapısı
aynıdır; metafizikte genellikten özelliğe dağılan us,
bireycilikte özellikten genelliğe yükselmektedir. Sadece
çıkış noktaları değişmiştir, vardıkları sonuç birdir.
Bireyler, bireysel olduğu kadar ortak bir usla
birbirlerine bağlıdırlar. Stoacıların dedikleri gibi bu us
Atina'da başka türlü, Roma'da başka türlü olamaz. Justus
Lipsius'un (1547-1606) rönesans stoacılığı böylesine bir
usu önermektedir. Metafizik ruh, bireycilikte kılık
değiştirmiştir. Padua okulunun kurucusu Petrus Pomponatius
(1462- 1525), Scaliger (1484-1558), Cremonini (1552-1631),
Zabarella (1533-1589) ve Lucilio Vanini' nin (Pompejo
Ucilio, 1583-1619) dillerinde artık onun ölmezliği açıkça
tartışılmaktadır. Artık kimse ruhun ölmezliğine inanmıyor
ama, Vanini gibi dili koparıldıktan sonra diri diri
yakılımayı göze alamayanlar Cremonini'nin şu öğüdüne
uyuyorlar: İçinden dilediğin gibi, dışından herkes gibi
davran (Intus ııt Iibert, foris ut moris est)...
Aristoteles, ortaçağın metafizik eklentilerinden
temizlenerek yeniden ele alınmaktadır. Theodoros Gaza'nın
yönetiminde Rudolf Agricola ve lacobus Faber, insancı
(ümanist) bir Aristoteles yaratmaktadırlar. Bireysel ruh
ölümlüdür ama, ruhun usu ölümden sonra evrensel usa
karışacaktır. Çünkü onun özü olan düşünce, vücuttan
ayrılır. Bu anlayış, Teleziana akademisinin kurucusu
Bernardino Telesio'yla (1108-1588) Frencesco Patrizzi'nin
(1527- 159.7) natüralizmine uygun düşmektedir. Öbür yandan
da, Georgios Gemistos Plethon (1355-1450), Basilius
Bessarion (l403-1472), Marsilius Ficinus'un (1433-1499)
eliyle metafizik eklentilerinden temizlenmiş insancı bir
Platon meydanâ çıkarılmaktadır. İnsanın ruhu [sayfa 173]
tanrıdan türemiş olduğuna göre, insanda bütün evreni
bilebilmek ve anlayabilmek gücü var demektir. Bilgi
derebeyine özgü değildir, burjuva da bilgi edinebilir.
Bütün bunların üstünde de, Giovanni Pico della
Mirandola'yla (1463-1494) Andreas Caesalpinus'un
(I509-1603) seçmeciliği (eklektizm) eski Yunan
düşüncesinin çeşitli akımlarını birleştirerek uzlaştırmaya
çalışmaktadır. Aristoteles'le Platon'un temelde
birleşmekte oldukları düşüncesi yeniden ortaya atılmıştır.
Ortaçağda derebeyliğin çıkarlarına göre yorumlanan Yunan
düşüncesi, artık burjuvazinin çıkarlarına göre
yorumlanmaktadır. İnsanlık yaşamına bilimsel bir temel
yerleştirmeye çalıştığı için bilimsel olan hiçbir şeyden
hoşlanmayan ortaçağ metafiziğince sapıklıkla suçlanan
Epikuros, Petrus Gassendi'nin (1592-1655) eliyle,
burjuvazi bireyciliğine uygun mekanikçi atom anlayışı
içinde yeniden doğurtulmaktadır. Yenidendoğuş (Rönesans),
her bakımdan burjuvaziye uygun ve yararlı bir doğuştur.
Doğa, artık, metafiziğin hiyerarşik durallığı içinde
değil, mekaniğin yer değiştirme devimselliği içindedir.
Derebeyinin hiyerarşik düzendeki dokunulmaz üstün
yeri değişecek ve bu yere -her ne kadar yeri değişenin
kendisi değişmezse- de burjuvazi oturabilecektir.
Yenidendoğuş, bütün bu oluşmalar içinde de, bir yeniden
biçimleniş (reformasyon) gerektirmektedir.
Protestanlık, kapitalizmin temellerini hazırlamaktadır.
Luthere göre sosyal eşitsizlik tanrı düzenidir ve olduğu
gibi korunması gerekir. Calvin'e göre üretim için alınacak
faiz gereklidir ve dinsel yasalara aykırı değildir.
Protestanlık, ekonomik bir dinciliktir ve burjuvazinin
ticaret sorunlarını kapsamaktadır. Birey ve bireyin
ekonomik sorunları, tanrısal düşünce içinde bile, birinci
plana çıkmıştır. Jacob Boehme'de (1575-1624) dilegelen
Rönesans gizemciliği (mistisizm) de bu yoldadır. Boehme'e
göre tanrı dural değil, devimseldir. Tanrı doğalaşmış ve
insanlaşmıştır, öyleyse birey tanrılık değerdedir.
Rönesans çağının sonlarına doğru, bütün bu dinsel
yenilenmeler de yetişmeyecek, kaynağını insanda ve us'ta
bulan yeni bir doğal din akımı türeyecektir. Laelius
Socinus (1525-1562), Jean Bodin (1530-1596) ve Herbert of
Cherbury'nin (1581-1648) ellerinde oluşan bu doğal din,
insan usunu ve böylelikle de bireyi yüceltmektedir. Bu
çağın dincilerinin çoğu aynı zamanda ekonomicilerdir.
Bodin de bunlardan biridir ve ekonomik olayları,
metafiziğe uygun olan dogmatik açıdan değerlendirmektedir.