İNSAN
VE DELİLİĞİ
İnsancılık deyimiyle
dilimize çevrilen humanisme (ümanizm) bir
yenidendoğuş akımıdır. İlkin antikçağ yapıtları üstünde
çalışma ve onları meydana çıkarma anlamını
dilegetiriyordu. Ortaçağın karanlığında insanlıklarından
çıkan Avrupalılar insan'ı Hellen putçuluğunda arıyorlardı.
Biraz da Diogenesin gün ışığında fenerle adam aramasına
benzeyen bu iş, sonunda felsefesel bir deyişe
dönüştürüldü. Deyim, değer ölçüsü olarak insanı alma
anlamıyla tanımlandı. Ortaçağ tanrıcılığından öylesine
bıkılmıştı ki, her türlü değere ölçüt olarak konulması
düşünülen insan, sonunda Tanrının yerine konuldu. Kutsal
Roma İmparatorluğunun evrendaşçılığı, [sayfa 174] bencil
bir bireyciliğe dönüştü. Bir bakıma Kutsal Roma
İmparatorluğu (Sacrum Imperium Romanum) bunu hak etmiş
sayılırdı. Ne var ki böylesine bir bireyciliğin sonu el
altından gene Tanrıcılığa varıyordu. Konuşma dilinde
bencilik'le eşanlamda kullanılan bireycilik
terimi, felsefede birey'i baş gerçek sayan ve her
şeyin birey için olduğunu savunan bir dünya
görüşünü tanımlar. Tarihsel süreçte ,burjuva sınıfının
belirmesiyle meydana çıkmış ve çökmeye yüz tutan metafizik
dünya görüşünün yerini almıştır. Gerçekte dil ve kılık
değiştirmiş bir metafizikten başka bir şey değildir:
Metafizik dünya görüşünün baş gerçeği olan Tanrı'nın
yerine Tanrı niteliğinde bir insan anlayışı getirmektedir:
Rönesans düşüncesinden bu yana Olguculuk, Mahçılık,
Pragmacılık'tan günümüz Varoluşçuluğuna kadar bütün
bireyci öğretiler zorunlu olarak öznel düşünceci
(sübjektif idealist)'dirler. Tek sözle hepsinde temel
bireysel düşünce, eşit ruh, eşit Tanrı'dır.
Olaylara yön veren formül budur. Bu görüşün elde etmek
istediği amaç da her şeyin birey'i göz önünde
tutarak düzenlenmesidir. Örneğin, ekonomi, toplumu değil,
birey'i geliştirmek için düzenlenecektir; eğitim,
toplumu değil, birey'i yetiştirmek için
düzenlenecektir. Bu anlayışa göre toplum, birey'lerden
kurulu olmakla birey'in ürünüdür. Birey'in
zenginliği ve mutluluğu toplumun zenginliği ve mutluluğu
demektir. Bu görüş, bilimsel olmak iddiasına rağmen,
zorunlu olarak halk dilindeki anlamına dönüşüyor ve
bencil bir ahlak yaratıyordu. Bireyci insancılığın
ünlü düşünürleri Erasmus, Machiavelli ve Montaigne ister
istemez böylesine bir anlayışı pekiştirerek yeni toplumsal
tedirginliklerin tohumlarını atıyorlardı.
Hollandalı bilgin Erasmus (Didier Erasme,
1467-1536), mutluluğa erişmek isteyen insanlara yeni bir
yol gösteriyor: Delilik yolu... XVI. yüzyılın başında
yayımlanan Deliliğe Övgü (Encomium Morias)
adlı ünlü yapıtında şöyle diyor: İnsanlar akla ne kadar
bağlanırlarsa, mutluluktan o kadar uzaklaşırlar.
Davranışlarını akla göre düzenleyenler, delilerden daha
deli olduklarından, insanlıklarını unutur, Tanrılığa
özenirler. Bilim üstüne bilim, sanat üstüne sanat
yığarlar. Bütün bunları da doğaya karşı savaşmak için
kullanmaya kalkarlar. Ey ulu Tanrılar; kendilerine deli,
akılsız, budala, avanak gibi güzel adlar verilen
kişilerden daha mutlu kişiler var mıdır yeryüzünde?..
Erasmus, yenidendoğuş çağının büyük adlarından
biridir. Evlilikdışı doğmuş bir çocuktu. Yaşadığı sürece
kendi mutluluğunu yaratmasını, yarattıktan sonra da
korumasını bilmiştir. Bencildi. Büyük kavgalardan,
tartışmalardan kaçınırdı. Ne Katolik, ne de Protestan
olduğu halde, küçük kurnazlıklarla, her iki yönü de
oyalayabilmiş, üstüne sıçratmamıştır. Felsefe alanında
büyük bir değer taşımaz. Ancak klasik Yunan ve Latin
düşüncesini çevirip yayarak çağını geniş ölçüde etkilemiş,
uyarmıştı. Aykırı düşüncelerinden, alaycılığından ötürü
kendisini Fransız düşünürü Voltaire'e (1694-1778)
benzetirler. İnsancıdır (hümaniste). Bir bakıma, bütün bu
nitelikleriyle, örnek bir yeniçağ adamıdır. Hollanda' da
doğdu, Fransa'da okudu, İtalya'da gezdi, İngiltere'de
yaşadı, İsviçre'de öldü. Altmış dokuz yıllık ömrü
mutlulukla geçmiştir.
Mutluluğu akıldışı yaşamakta bulan Erasmus, bu
düşüncesini şöyle savunuyor: [sayfa 175] Ey ulu Tanrılar,
ne komedyadır bu deliler sürüsü, ama ne de mutludurlar.
Biri bir kadıncığın aşkından ölür, kadın onu ne kadar
sevmezse onun sevgisi o kadar artar. Bir başkası
evlenirken kızdan çok, parasını alır. Beriki karısına
eliyle sevgililer bulur. Ötekiyse, karısını öylesine
kıskanır ki, bir an bile gözünden kaçırmaz. Birdenbire
gelen ölümle kederlenen bir adam, bin bir çılgınlık yapar,
göz yaşı oyunu oynatmak için parayla ağlayıcılar tutar.
Ötede bundan ötürü için için sevinen bir başkası kederli
görünmeye zorlar kendini, dişini sıkıp kaynanasının mezarı
üstünde ağlar. Daha ötede, mutluluğu uykuda bulan
tembeller, kendi işlerini bırakıp başkalarının işlerini
düzenlemek için koşup duranlar. Kimi borçlarını ödemek
için ödünç almakla zenginleştiğini sanır. Şu doymak bilmez
tüccar ufak bir kazanç için denizlerde dolaşır, bir kez
elden gidince dünyanın bütün altınlarının geri
veremeyeceği hayatını dalgaların keyfine bırakır. Kimi de
evinde rahat rahat oturacağı yerde, savaşa gider. Bütün
insanların en delisi tüccarlardır. Durmadan kazanmak için
en alçak araçları kullanırlar; yalan, yalan yere yemin,
hırsızlık, hile, aldatmalar bütün ömürlerini doldurur. Bu
aşağılıklarına rağmen, gene de kazandıkları altınların
kendilerini yükselteceğine inanırlar. Yükselirler de
nitekim. Toplum, parası olana değer verir. Birçok din
adamları da bu aşağılık zenginlikten bir parça koparmak
için onlara en şerefli Tanrı katları verirler. Ey ulu
Tanrılar, bu çılgınlar sürüsü, aldatmak istedikleri
kimselerce aldatıldıkları zaman, sizler de kahkahalarla
güler, mutlulanırsınız sonunda.
Erasmus, deliliği şöyle tanıtıyor: Tanrılar ve
insanlar üstüne sevinç saçan yalnız benim. Anamın adı
Neotet'tir (gençlik). Mutluluk adalarında (Kanarya
adalarının eski adı) doğdum. Methe'yle (sarhoşluk) Apoidia
(bilgisizlik) benim sütninelerimdir. İzzetinefis, yüze
gülme, tembellik, şehvet, bunaklık, zevkusefa, Komos (içki
sofraları Tanrısı), Morpheus (rüyalar Tanrısı)
hizmetçilerimdir. Bu sadık hizmetçilerimle, dünyayı
yönetenleri yönetirim ben.
İlk mutluluğunuz şu güzelim dünyaya gelmektir.
Dünyaya gelmenizi ananızla babanızın evlenmesine
borçlusunuz. Hizmetçilerimden unutmak olmasaydı
ananız o acılara bir daha katlanıp sizi doğurmazdı.
Çocukluk akıldan yoksun olduğundan, eğlendirir, haz verir.
Delilik olmasaydı gençliğin ne tadı olurdu? Nitekim
gençliğin adına delikanlılık demiyor muyuz? Yeryüzünde
benden gelmeyen ne sevinç, ne haz, ne de mutluluk vardır.
Tanrı insanlara akıldan çok tutku verirken, ne yaptığını
hepimizden iyi biliyordu. Eğer hizmetçilerimden yüze
gülme, iki yüzlülük, kurnazlık olmasaydı, kadınla
erkeği hiçbir güç bir arada tutamazdı. Kral halkını, koca
karısını, uşak efendisini, dost dostunu bunlarsız
yönetebilir mi sanıyorsunuz? En büyük mutluluk, insanın
kendinden hoşnut olması, elindekilerle yetinmesidir.
Hizmetçim izzetinefis olmasaydı bu mutluluğu
sağlayabilir miydiniz? Hele insanın kendinden hoşnut
olması kadar güzel ve hoş, oysa delice ne vardır?
Kutsal Kitap'tan birkaç yaprak ezberlemekle cennete
gitmeyi garantilediğini sanan şu zırdeli ne kadar
mutludur. Akıllıyla deliyi ayırt eden nedir? Biri aklının,
öbürü tutkusunun peşinde gider. Oysa akıllıyı aklının
peşinden sürükleyen de tutkusudur. Ama o öylesine bir
zavallıdır ki, mutluluk sağlayan bir tutku yerine,
mutsuzluk sağlayan bir tutku seçmiştir. [sayfa 176]
Hele bakın: Kirli ve iğrenç bir doğum, zahmetli bir
eğitim, her yönden gelen tehlikelerle dolu bir çocukluk,
yorucu incelemelere, öğrenmelere boyun eğen bir gençlik,
hastalıklar ve sakatlıklarla çevrili bir ihtiyarlık, acı
bir zorunluk olan ölüm... Bu bahtsız ömür süresince
sayışız tehlikeler, hastalıklar; korkular, yoksulluklar,
hapis, alçaklık, utanç, acı, pusu, ihanet, dava, hakaret,
hile... Eğer insanların çoğu akıl yolundan gitselerdi,
dünya üstünde kendini öldürmedik adam kalmazdı. Oysa ben,
bütün bu dertleri birbirinden ayırıp bin bir biçimde
yumuşatmasını bilirim. İnsanlara bilgisizliği,
umursamazlığı dağıtırım. Kimine daha mutlu bir talihin
tatlı umudunu yollar, kiminin ayaklarına sevimli şehvetin
bir günlük güllerini serperim. Gönderdiğim düşler onları
bağlar. Ölüm perisinin eğirecek ipliği kalmamış olsa bile,
yaşamaya karşı en ufak bir tiksinti duymak şöyle dursun,
onları yaşamaktan ayrılmaya zorlayan nedenler ne kadar
artarsa, yaşamaya bağlılıkları da o kadar artar.
Mutluluk bilgisizliktedir; bir adam vardı. Bu adam
evlendikten sonra, karısına bir kutu dolusu elmas verdi.
Elmaslar sahteydi. Adam, karısını, verdiği elmasların pek
değerli olduğuna inandırmıştı. Kadıncağız çok mutluydu. Bu
değersiz cam parçalarına bakarken gözleri doluyor, elleri
titriyordu. Bilgisizliğin verdiği bu mutluluğu, hangi
bilgi verebilir? Ya da bu elmasların sahteliğini
bilmeyenin mutluluğuyla, bu elmasların gerçeğini boynuna
takanın mutluluğu arasında ne fark vardır?
Ah şu mutlu deliler... Yaptıkları bin bir deliliğe
ne de güvenirler. Tanrı katına yüz akıyla çıkmak için
nasıl da hazırlanıyorlar, deliliklerini armağanlandırmak
için cennet bile az gelecek. Tanrının karşısına dizilince
kimi balıkla dolmuş karnını gösterecek. Kimi günde şu
kadar yüz hesabıyla okunmuş bin ölçek duayı ortaya
dökecek. Bir üçüncüsü, uzun uzun tuttuğu oruçları sayacak
ve günde bir kez yediğinden ötürü karnının kaç kez
patlamak üzere olduğunu anlatacak. Biri, taşımaya yedi
geminin yetmeyeceği kadar çok tören, tespih,. mırıltı
götürecek. Bir başkası altmış yıl eldivensiz parmakla
hiçbir paraya dokunmadığını söyleyerek övünecek. Öteki,
gemicilerin en yoksulunun bile giymekten utanacağı pis
cüppesini gösterecek. Başka biri de kayaya yapışık sünger
gibi elli yıl aynı manastıra bağlı kaldığını haykıracak.
Kimileri ilahi okumaktan seslerinin kısıldığını
ilerisürecektir. Kimileri de yalnızlıktan
avanaklaştıklarını ya da susmaktan dillerinin uyuştuğunu
anlatacaklar. Tanrıyı iyice şaşırtacaklar. Bütün bunlardan
hiçbir şey anlamıyorum, diyecek Tanrı, benden daha mübarek
olmak isteyenlere verecek cennetim yok benim, gidin
kendinize benimkinden başka bir cennet arayın!.. Oysa
önemi yok bu sonucun. Onlar şimdi benim verdiğim umutlarla
mutludurlar.
Mutluluk bilgisizliktedir. Eğer şu piskopos, giymiş
olduğu ak kaftanın kusursuz bir ömür sürmek, başını örten
çift boynuzlu ve uçları birbirine tek düğümle bağlı
külahın eski kutsal kitapla yeni kutsal kitabı
birleştirmek, ellerindeki eldivenin dünyanın kötülüklerini
ellerine bulaştırmamak, asasının kendi güdücülüğüne
bırakılan sürüyü sürekli olarak gütmek ve dikkatini
onların üstünden bir an bile eksik etmemek anlamlarına
geldiğini bilseydi, mutlu olabilir miydi? Böylesine bir
sorumluluğun altında yaşayamaz, ezilir giderdi elbet. Oysa
piskoposlarımız o kadar budala değildirler. Kendileri
otlamaya bakar, sürüleri otlatmak işini İsa'ya bırakırlar.
[sayfa 177]
AYNA
O güne kadar aynaya bakanlar, kendilerini güzel
görmek istediler. O gün, yeniden doğuş İtalya'sında, ilk
olarak, korkmadan, kendini olduğu gibi görmek isteyen bir
adam aynaya baktı. Bu adam Floransalı Niccolo
Macchiavelli'dir (1469-1527).
Ayna tüm gerçeği gösteriyordu. Geriye, gördüğünü
yapmacık utanca, kapılmadan açıklamak kalıyordu. Niccolo
Macchiavelli de sadece bunu, bir bakıma hiçbir güçlüğü
bulunmayan bu kolay işi yapacak, bu yüzden de mezar taşına
şu sözleri yazdıracaktı: Hiçbir övgü bu adın
büyüklüğüne erişemez.
Devlet, Tanrıya dayanmalıdır diyen Aquinolu Thomas'ı
hatırlarsanız, devlet insana dayanır diyen
Macchiavelli'nin gücünü daha iyi ölçebilirsiniz.
Macchiavelli'ye göre bir ulusa dayanan devlet, güçlü
devlettir. Devlet, gücünü kiliseden değil, ulustan alır.
Din, töre; hukuk da kiliseye değil; devlete bağlıdır.
Devlet, gerekiyorsa, bütün bunları birer araç olarak
kullanacaktır. Amaç devlettir. Araçlar bu amaca yararlı
olmak zorundadırlar.
Hükümdar adlı yapıt, Macchiavelli'nin aynada
gördüklerini açıklar: İnsanlar, nankör, yalancı, iki
yüzlü, tehlike karşısında korkak, kazanç karşısında
çıkarcıdırlar (Hükümdar, XVII. bölüm). Bütün
bunları bilerek onları yönetmek gerekir. İyi olmayan
insanlar arasında iyi kalmak isteyen bir insan er geç
ortadan silinir. Şu halde, hükümdar iyi olmamayı
öğrenmelidir (Hükümdar, XV. bölüm).
Devleti yaşatmak için her türlü kötülüğü
yapabilirsiniz. İşte, iyice bakınız ve görünüz ki, nice
erdemler mutsuzluğu, nice erdemsizlikler de mutluluğu
doğururlar. Gerçeği görebilirseniz cömert olunamayacağını
anlarsınız. Cömert olabilmek için sonuna kadar açık elli
olmak gerekir. Böylesine bir açık ellilik karşısındaysa
boşalmayacak kese yoktur. Şu halde sonuna kadar cömert
olunamaz. Önce cömert görünüp, sonra suyu kesmekse insanı
cömert değil, gülünç eder. Keseniz boşalınca, cömertlik
ününü yitirmemek isteyeceksiniz, halka yeni vergiler
salmak, ötekinin berikinin mallarına el koymak zorunda
kalacaksınız. Bu halde de cömertliğiniz hiçbir işe
yarayamayacak, halkınızın gözünden düşecek,
sevilmeyeceksiniz. Bu yola sapmayarak yoksul bir hükümdar
kalmayı seçerseniz, şunu unutmayınız ki, yoksul bir
hükümdarı sevebilecek bir halk yoktur, hele dünya üstünde
eski cömertliğinizi hatırlayabilecek bir insan
yaratılmamıştır. Cömertlik, gerçek olmayan bir kuruntudan
başka bir şey değildir, bundan başka hiçbir etkisi de
düşünülemez. Çünkü verebildikleriniz, veremediklerinizin
yanında devede kulak kalacaktır. Bırakın bu kuruntuyu,
adınızın pintiye çıkmasından çekinmeyin. Geliriniz
kendinize yetiyorsa, ülkenize saldıranlara karşı koymak
için paranız varsa, yeni vergiler koyup halkınızın canını
sıkmıyorsanız, ötekinin berikinin malına el atmadan yeni
işler başarabiliyorsanız cömertlik ünü kendiliğinden gelir
size. Büyük işleri ancak pinti sayılan hükümdarlar
yapabilmiştir. Bir hükümdar pinti sayılmasından
ürkmemelidir, çünkü kusur denilen bu haldir ki onu
tahtında tutar. Becerebilirsen cömert görün, ama sakın
cömert olma. [sayfa 178]
Macchiavelli, yapıtının XVI. bölümünde verdiği bu
öğütten şu sonucu çıkarıyor: Hükümdar ya kendinin, ya
halkının, ya yabancıların parasını harcar. Kendi parasını
yukarda sayılan nedenlerden ötürü harcamamalıdır. Halkının
parasını harcamakta cömertlik göstermelidir. Çünkü
başkalarının parasını harcamakla kolayca şeref kazanılır.
Keyhüsrev, Sezar, İskender böyle yapmışlardı. Yabancıların
parasınıysa su gibi harcamalıdır, çapulculuğa alışmış
olanlara pintilik edilmez.
Sevilmekten çok korkulmak iyidir. Tüm sevilmek de,
tüm cömertlik gibi bir kuruntudur. Sezar Borgia korkuttuğu
için başardı, Sipyon korkutamadığı için başaramadı. Ölüm
cezası, mallara el koymaktan iyidir. Ölüm, sadece ölenleri
ilgilendirir ama, mallar pek çok kişiyi ilgilendirir.
Oğul, babasının öldüğünü unutur, oysa malının elden
gittiğini unutmaz.
Macchiavelli, yapıtının XVIII. bölümünde, verilen
sözlerin tutulması gerekip gerekmediğini inceliyor. Ona
göre sözünde durmak büyük bir erdemdir, ama bütün büyük
işleri sözünde durmayanlar başarmışlardır. Bir hükümdar
ancak kendine yararlı olduğu sürece sözünde durabilir.
Hükümdarın sözüne güvenerek boyun eğenlerin boynu,
gerekiyorsa, hemen vurulmalıdır. Başarı, sözünde durmakla
değil, aldatmakla elde edilir. Eski masallarda hükümdar
çocuklarının beslenmek için yarısı insan yarısı hayvan
Şiron'a verildiklerini hatırlayınız. Bunun anlamı açıktır,
hükümdarların yarı insan yarı hayvan yapısını taşımaları
gerekir. Çünkü hayvanlık olmadan insanlık sürekli olamaz.
Hem tilki hem aslan olunuz, çünkü aslan kendini tuzaklara
karşı nasıl savunamazsa tilki de öylece kendini kurtlara
karşı savunamaz. Tuzaklardan korunmak için tilki, kurtları
korkutmak için aslan olmak gerekir. İnsanlar iyi
yaratılışlı olsalardı hükümdarlar da sözlerinde
durabilirlerdi. Oysa insanlar kötüdürler, kötülükler
iyiliklerle yönetilemez. Papa VI. Aleksandr, insanları
aldatarak başarıya ulaşmıştır, hiç kimse onun kadar
hiçbirini tutmadığı yeminler etmemiştir. Tilkilik insana
asıl niyetleri gizleyebilmek hünerini öğretir ki
hükümdarın başarısında gereken de budur.
Macchiavelli'ye göre töre (ahlak), ancak devlet için
vardır, devletten ayrı, bağımsız olarak hiçbir anlam
taşımaz. Devletin sınırlarının bittiği yerde töre de
biter.
Burjuva devletinin temelleri böylelikle
atılmaktadır.
ÜTOPYA
İnsan, artık insanlığını ve değerini sezmeye
başlamıştı. İnsanca yaşamanın koşullarını araştırmak
gereğini duyuyordu. Antikçağın bütün değerleriyle birlikte
Hesiodos'un altınçağ özlemi de dirilmişti. İçinde
yaşanılan düzenin temelden bozukluğu meydandaydı. Ne var
ki bu bozukluğun gerçek nedenlerini meydana çıkarabilecek
koşullar henüz gerçekleşmemişti. Gereken bilgiden yoksun
bulunan kafalar, özledikleri düzeni hayal güçleriyle
biçimlendirmeye çalışıyorlardı. Üç yüz elli yıl sonra
Engels'in söyleyeceği gibi, "az gelişmiş bir üretimden ve
az gelişmiş bir sınıf çatışmasından birtakım kusurlu
teoriler ortaya çıkmıştı". Bu bilimdışı düşçülüğün üç
büyük temsilcisi vardır: More, Bacon, CampanelLa.
Platon'dan yirmi yüzyıl sonra bir İngiliz düşünürü,
Thomas More (1478-l535), insanları mutlu kılmak için
Platon'unkine benzer bir devlet düşünüyor. Çağ, [sayfa
180] Yunan düşüncesinin yeniden dirildiği Rönesans
çağıdır. Humanisme adı verilen insancı düşünce akımları
Avrupa'yı kaplamıştır. İnsan, bir araç olmaktan çıkarak
bir amaç olma yolundadır. İngiltere adası da, ayrıca yeni
bir düzeni gerektiren toplumsal bir kargaşalık içindedir.
Savaşlar, toprak üretiminin kökünü kazımış; açlık ve
hırsızlık almış yürümüştür. İnsanlık, kendisini bir süre
oyalamaktan başka hiçbir işe yaramayacak da olsa, yeni bir
öğreti beklemektedir. Gözler, nereden gelirse gelsin, bir
kurtuluş yolu araştırmaktadır.
Thomas More, böyle bir ortamda meydana çıkmıştır.
Hiçbir yerde bulunmayan anlamına, Ütopya adını
taşıyan yapıtı, kendisini, Platon'dan sonra ikinci
toplumcu olarak düşünce zincirine soktu. Ütopya'yı
yazdığı yıl, kırk yaşındaydı. Mutluydu. İngiltere Kralı
VIII. Henry onu seviyor, yanından ayırmıyor, İngiltere
başvekilliğine kadar yükseltiyordu. O VIII. Henry ki, on
yedi yıl sonra, tutup onu astıracaktı. Yapıtından ötürü
assaydı, hiç değilse ünü büsbütün artardı. Oysa, koyu
Katolikliğinden ötürü asıldı.
Yapıtın kuruluşu da, Platon'un kuruluşunu
andırmaktadır. Rafael, Gilles ve More karşılıklı konuşarak
yeni toplumu düzenlemektedirler. Rafael, yolculuktan
dönmüştür. Gördüğü Ütopya adasını anlatmaktadır.
Kimi araştırıcılara göre Ütopya adası, Kanarya adalarıdır.
Amerika'ya adını veren denizci Amerigo Vespucci yazdığı
bir mektupta, bu adalarda yaşayanların kolektif
yaşayışlarını anlatmıştır. Kanarya adalarında özel
mülkiyet yoktur. Thomas More'un, Platon'dan olduğu kadar,
bu mektuptan da yararlandığı sanılmaktadır.
Platon, düşünü on iki bölgeye ayırıyordu, bu mistik
sayı Thomas More'a yetmiyor. More'un adası, elli dört
kentten kuruludur. Platon her bölgeye 5.040 aile
yerleştiriyordu, More her kente 6.000 aile
yerleştirmektedir. Her aile yirmi iki kişilik olacaktır;
bu yirmi iki kişinin yirmisi erkek, kadın, çocuk, ikisi de
esirdir. Thomas More, Platon gibi sevgili esircikleri
unutmamaktadır. Öyle ya, esirler olmazsa uşaklığı,
hizmetçiliği, kaba işleri kim yapaca?.. Her iki düşünürde
de esirler, toplumun temelidirler. Onlarsız edilemez. Bu
bakımdan İngiliz aristokrasisi Yunan aristokrasisini
andırmaktadır. Thomas More, humanisme'e bu açıdan başını
çevirip bakınıyor. Mutluluk hakkı, esirler için değil,
özgür İngilizler içindir.
Platon, toplumunu sınıflara ayırıyor, her sınıfı
ayrı bir statüye bağlıyordu. Thomas More'da, esirler
dışında, sınıf yoktur. Herkes eşittir. Kadın ya da erkek
her toplum üyesi iki yıl tarlada çalışmak zorundadır. İki
yıllık tarla çalışması toplum üyesini bu yükümden
kurtarmaktadır. Bu yükümden kurtulanlar zenaatlarına
döneceklerdir. Ziraat çalışması, Ütopya'da, bir çeşit
askerlik yükümü gibidir. Buna karşılık askerlik yükümü
yoktur. Ütopyalılar saldırma savaşı yapmayacaklardır. Bir
savunma savaşı gerektiği zaman da gönüllüler
toplanacaktır. Thomas More, zorla asker edilenlerin
savaşta hiçbir işe yaramayacakları kanısındadır.
Platon, özel mülkiyetle birlikte aileyi de
sarsıyordu. Thomas More aileye dokunmuyor. Ütopya adasında
aşk, üstün tutulmaktadır. Birbirlerini sevenler
evlenmelidirler. Ancak kızlar on sekiz, erkekler de yirmi
iki yaşından önce evlenemezler. Bir de, nişanlılar,
evlenebilmek için çıplak vücutlarını üçüncü bir kişiye
göstererek [sayfa 181] sağlam olduklarını tanıtlamak
zorundadırlar. Boşanmaya da izin vardır. Birbirleriyle
anlaşamayanları zorla bağlı tutmamak gerekir. Ancak,
boşanmak kötüye kullanılmamalıdır; evlilikte bir kez
boşanmak mümkündür, ikinci evlilikte boşanmak yasaktır.
Çocuklar, ana babalarınındır. Çok çocuklular,
çocuklarından birini çocuksuz ailelere vermeye
zorlanabilirler. Her ailenin bir evi vardır. Evler, her on
yılda bir, kura çekilerek dağıtılır. Her aile, on yılda
bir, yeni kuraya katılarak oturduğu evi değiştirmek
zorundadır.
Thomas More, Platon'dan bir adım daha ileriye
giderek, özel mülkiyeti bütün Ütopyalılar için
yasaklamıştır. Platon bu yasağı sadece yöneticiler
(yargıçlarla askerler) için koymuştu, amacı da
yöneticileri her türlü sosyal bağlardan sıyırarak iyi
yönetimi sağlamaktı More'un Ütopya'sında özel
mülkiyet yasağının gerekçesi değişmektedir. Özel mülkiyet
her türlü kötülüklerin, hırsızlıkların, öldürmelerin
kaynağıdır. Özel mülkiyetten kurtulan toplum, mutlu bir
toplumdur. Oysa, bu düşüncenin bilimsel gerekçesi nedir ve
bilimsel sonucu ne olacaktır? Thomas More bu soruları
karşılayamıyor. Bu yüzdendir ki ütopya deyimi,
günümüze, bir masal terimi olarak kalmıştır.
Üretim toplumundur. Tüketim için gerekenler genel
ambarlarda saklanmaktadır. Her otuz aile birleşerek bu
genel ambarlardan gruplar halinde yararlanacaklardır.
Üretim planlıdır, sadece gerekenler üretilmektedir, lüks
üretim yasaktır. Her otuz aile bir phylarkhos (şef)
seçecektir. Her on phylarkhos da aralarından bir proto-phylarkhos
seçecektir. Devlet başkanı, halkın göstereceği dört aday
arasından proto-phylarkhoslarca seçilmektedir. Devlet
gücünü bunlar yürütmektedir. Devlet başkanlığı,
diktatörlüğe kaçmamak şartıyla, ömürlüktür. Tiranlaşmaya
özendi mi kendisine işten el çektirilir. Bu yöneticiler
yasa koyamazlar, konulan yasaların iyi yürütülmesini
sağlarlar. Yasa koyuculuğu, Ütopya vatandaşlarının seçtiği
ayrı bir kurulun görevidir.
Protestanlarla savaşan, koyu Katolikliğinden ötürü
kralına direnerek asılmayı göze alan Thomas More, din
konusunda özel bir anlayış gösteriyor. Ütopyalılar çeşitli
dinlere bağlı olabilirler. Birbirlerini hoş görmek,
birbirlerine saygı göstermek zorundadırlar. Hoşgörü (tolerance,
müsamaha) yasasını çiğneyenler sürgün cezasıyla
cezalandırılırlar. Bir dinin öbürüne üstünlüğünü savunmak,
herhangi bir dini küçümsemek yasaktır. Gerekli olan,
sadece, bir Yaratıcının varlığına inanmaktır. Bütün
Ütopyalılar, hangi din ya da mezhepten olurlarsa olsunlar,
böylesine yüksek bir inançta birleşeceklerdir. Ütopya
vatandaşı bir Yaratıcıya inanmak zorundadır, ama bu
Yaratıcıya dilediği yoldan varabilir, yolların da (dinler)
birbirine hiçbir üstünlüğü yoktur. Şu yolla Tanrıya varan,
öteki yolla varana sataşmayacaktır; sataşırsa ceza görür.
Bu hoşgörürlük anlayışı öylesine geniş tutulmuştur ki
Tanrısızlar bile Ütopya'da yaşayabilirler, ancak memurluk
yapamazlar. Dinsizlik suç değildir, herhangi bir dini
küçümsemek suçtur: Thomas More, kendinden sonrakileri bir
hayli etkileyen bu yeni düşünceyle, Rönesans çağının ileri
adımlarından birini atmış bulunmaktadır. Dinsel hoşgörü,
ortaçağın koyu karanlığından sıyrılan Avrupa'nın ilk kez
karşılaştığı yepyeni bir düşüncedir. Ancak bu düşünce, XVI.
yüzyıl için ileri bir [sayfa 182] adım olmakla beraber,
bilimsel açıdan, insanların hiçbir zaman tek anlayışta
birleşemeyecekleri gibi geri bir temele dayanmaktadır.
Bilimsel açıdan bakınca, hoşgörü yasası da günümüzdeki
anlamıyla tam bir ütopyadır.
Ütopya'nın dış politika anlayışı da bir hayli
ilgi vericidir. Bu anlayış, Kraliçe Elizabeth çağından bu
yana sürüp gelmiş bulunan İngiltere politikasını
andırmaktadır. Ütopya adası da, İngiltere gibi, birçok
devletlerin kaynaştığı büyük bir kara parçasının (kıta)
yanındadır. Ütopyalılar, bu kara parçasındaki devletlerden
hiçbirini ötekine üstün kılmamak politikasını güdüyorlar.
Bunu sağlamak için iki yol tutmaktadırlar: Güçlenmeye
yeltenen devlette karışıklıklar çıkararak onu içinden
çökertmek ve o devletin saldırmaya yeltendiği güçsüz
devletlere yardım etmek... Bu yardım, birlikte dövüşmekten
çok, para yardımıdır. Ütopya'da para yoktur ama, dış
politikayı yürütmek için değerli madenler
bulundurulmaktadır. Para yardımı yetmez de savaşmak
zorunda kalınırsa pek az sayıda asker gönderilebilir. Bu
askerlerin de mümkün olduğu kadar sağlam yerlerde
bulunarak kendilerini boşu boşuna öldürtmemeleri gerekir.
Ütopya, böylesine bir dış politikayla, her zaman, güçsüz
devletlerin dostudur. (Thomas More, yapıtının
yayımlanmasından on bir yıl sonra, 1529'da İngiltere
başbakanı olmuştur. Güttüğü dış politika, bu politikadır.
1558'de İngiltere tahtına oturacak olan, More'un kralı
VIII. Henry'nin kızı Elizabeth doğmak üzeredir. Elizabeth
çağı, More'un bu politikasını gelenekleştirecektir).
Görüldüğü gibi Thomas More, Latince yazdığı
Ütopya'sında, mutluluk alanına iki yenilik
getirmektedir: Özel mülkiyetin kaldırılması ve dinsel
hoşgörü... Her iki düşünce de, Thomas More'dan önceki
düşünürlere göre, çok ileri düşüncelerdir. Çünkü Platon,
insanların mutluluğunu iyi yönetilmelerinde buluyordu.
Özel mülkiyeti sadece yönetici sınıflar için kaldırırken
insanların iyi yönetilmeleri amacını güdüyordu. Daha açık
bir deyişle, Platon'un insan mutluluğu için düşündüğü
amaç, özel mülkiyetin kaldırılmasıyla sağlanacak olan
sınıfsızlık ve eşitlik değil, iyi yönetilmeydi. İnsanlar
iyi yönetilirlerse mutlu olacaklardı, iyi yönetilmeleri
için de yöneticilerin mülkiyet bağından kopmaları
gerekirdi. Thomas More'a göre insanların mutluluğunu iyi
yönetilme değil, eşitlik sağlar; eşitlik için de özel
mülkiyetin kaldırılması gereklidir. Bundan başka, özel
mülkiyet, toplum kötülüklerinin tek nedenidir. Özel
mülkiyetin kaldırılması bu kötülüklere son verecektir.
Örneğin hırsızlık özel mülkiyet yüzündendir, özel mülkiyet
olmazsa hırsızlık edilmez. Kavga, özel mülkiyet
yüzündendir, özel mülkiyet olmazsa kavga edilmez. Yalan
özel mülkiyetin ürünüdür, özel mülkiyet kalkarsa yalan
söylenmez. Platon, özel mülkiyeti, sadece iyi yönetilmeye
engel olması bakımından kötü bulmaktadır. Platon'la Thomas
More arasındaki kökten ayrılık buradadır.
Ayrıca Ütopya'da her insan üreticidir. Ne yönetici
ne de koruyucu adı altında üretime katılmadan hazırdan
yiyiciler yoktur. Üretim çalışması, askerlik yükümü gibi
bir yükümdür (mükellefiyet). Üretimin planlaştırılması,
gereksiz ve lüks üretimin yasaklanması üretim bolluğunu
sağlamaktadır. Üretim bolluğu, tüketimi artırır ve bu
açıdan da insanları mutlu kılar. Bundan başka, insanları
mutsuz eden aç kalma korkusu, istifçilik kuşkusu da
ortadan kalkmaktadır. Platon, konuyu bu açıdan [sayfa 184]
ele almamıştır. Platon'a göre her sınıf, iyi yönetilmeyle
sağlanacak olan toplumsal mutluluktan kendi payını kendi
ölçüleri içinde almaktadır. İyi üretim için özel mülkiyet
gereksiz değil, tersine, gereklidir. Üretici sınıf, daha
iyi üretebilmek için, özel mülkiyetle güçlendirilmelidir.
Görüldüğü gibi, Platon iyi üretimde özel mülkiyeti gerekli
sayarken, Thomas More özel mülkiyeti iyi üretime engel
saymaktadır.
PASİFİK
OKYANUSUNDA BİR ADA
Francis Bacon, Yeni Atlantis'i, ölümünden iki
yıl önce, 1624'te yazdı. Altmış üç yaşındaydı; bütün
tutkulardan elini çekmiş, yükselme umutlarını yitirmişti.
Yazılarını önce İngilizce yazıp sonra Latinceye
çeviriyordu. İngilizcenin birkaç yüzyıl içinde unutulup
gideceğine, Latinceninse ölümsüz bir dil olduğuna
inanmıştı. Düşüncelerinin gelecek kuşaklarca
benimsenmesini istiyordu. Bugünün kuşaklarıysa onun
betiklerini anlayabilmek için yeniden İngilizceye
çeviriyorlar.
Yeni Atlantis, insanlığın çok eski bir düşünün
Bacon'ın açısından yeniden ele alınışıdır. Bu düş, bir
erdemler ülkesi düşüdür. Bacon, bu ülkeyi Pasifik
Okyanusu'nda bilinmez bir adanın üstünde kuruyor. Bu ada,
Ben Salem adasıdır. Alışılmış anlatışa uyarak telleyip
pulluyor önce; "Peru'dan yelken açarak Güney denizi
yoluyla Japonya'ya doğru yola çıktık" diyor, "yanımıza on
iki aylık yiyecek almıştık. Beş ay doğudan uygun yeller
esti, sonra batıdan esmeye başladı. Bu yüzden gün oluyor
pek az yol alabiliyor, gün oluyor hiç yol alamıyorduk.
Geri dönmeyi düşündüğümüz sırada güneyden doğuya doğru
esen bir fırtına çıktı, kuzeye doğru sürüklendik. Ölçülü
kullandığımız halde yiyeceğimiz tükendi, uçsuz bucaksız
suların üstünde yiyeceksiz kaldık. Ölüme hazırlanıyorduk.
Gönüllerimizi göklerdeki Tanrı'ya yönelttik, yardımına
sığındık, denizini nasıl gösterdiyse toprağını da
göstermesi için yalvardık. Gerçekten de, ertesi gün, akşam
üstüne doğru kuzey yönünde bulutlar gördük. Bu, bize,
karaya yaklaştığımız umudunu verdi. Çünkü Güney denizinin
insanlarca gereği gibi tanınmadığını, orada şimdiye kadar
bulunmamış adalar olabileceğini biliyorduk. Rotamızı kara
gibi bir şeyler görünen kuzey yönüne çevirdik, bütün gece
yol aldık. Ertesi sabah gün ağarırken gözlerimizin önünde
dümdüz bir kara parçasının uzandığını gördük. Kara
parçası, ormanlarla kaplı olduğundan bir hayli karânlık
görünüyordu. Bir buçuk saat gittikten sonra iyi bir limana
girdik. Burası, pek büyük değilse de, iyi yapılmış,
denizden pek hoş görünen güzel bir şehirdi".
Bacon'a göre bu erdemler ülkesini yöneten
Süleyman Evi, bir başka adıyla Altı Günlük İşler
Koleji'dir. Bu ev ya da kolej, deneysel bilimin
simgesidir. Bacon, bu simgesiyle, XI. yüzyıldan XV.
yüzyıla kadar güçlü bir egemenlik kurmuş olan skolastik
düşünceye karşı koymaktadır. Dinsel gerçeklerden başka
hiçbir gerçek tanımayan, aklın hiçbir tartışmasına izin
vermeyen skolastik düşünce, Bacon'ın yaşadığı XVI.
yüzyılla XVII. yüzyılda da gücünü duyurmaktaydı. Bacon,
kuramsal bilimi denemelerle insanlığa yararlı kılmak
istiyordu. Bu bakımdan, ömrünce taşıdığı Süleyman Evi
düşüncesi, incelenmeye değer bir düşüncedir. Süleyman
Evi'nin amacı, [sayfa 184] olayların nedenlerini
araştırmak, gizli güdülerini çözmek, olabilen her şeyi
yapabilmek için insanın doğa üstündeki egemenliğini
genişletmektir.
Süleyman Evi'ni yöneten otuz altı ustadır. Bu
ustalar birçok çırakla usta adaylarını
yetiştirmektedirler. Çalışmaları gizlidir. Tapınak olarak
kullandıkları iki uzun, özellikle döşenmiş salonları
vardır. Bu salonlar çeşitli simgelerle süslenmiştir. Bu
tapınaklarda toplanıp gizlilik andı içerler. Otuz altı
usta, üçer üçer gruplandırılmışlardır. İlk dört üçlük
grup, on iki usta, ışık toplayıcıları adını
taşırlar. Bunlar, gizlice başka ülkelere giderek bilimin
en yeni örneklerini toparlar, henüz ulaşamadıkları yeni
ışıklar varsa, kendi ülkelerine taşırlar. Beşinci
üçlüğün adı yağmacılar'dır, bunlar bir çeşit
filozofturlar. Altıncı üçlük sır adamları'dır,
betiklerde bulunmayan denemeleri toplarlar. Yedinci
üçlüğün adı öncüler'dir, kendi düşüncelerine göre
yeni denemelere girişirler. Sekizinci üçlük çeşitli
deneyleri belirli bir yönteme göre sıralamakla görevlidir,
bunlara sıralayıcılar derler. Dokuzuncu üçlüğün adı
hayır sahipleri ya da drahomacılar'dır,
görevleri çeşitli denemelerden genel kurallar çıkarmaktır.
Bu çalışmaların üstünde düşünüp tartışmak üzere bütün
ustaların katıldıkları bir toplantıdan sonra, sonuncu
üçlük, yüksek bir ışık altında yeni denemeleri yönetir, bu
sonuncu üç ustanın adına lamba denmektedir.
Süleyman Evi'nin ustaları, ilk yaratılan ışığı,
bütün evreni aydınlatabilecek olan ışığı aramaktadırlar.
Bu ışığı görmüşlerdir. Ülkelerinin halkı bu yüzden
erdemlidir. Bir dağın yüksekliğiyle bir mağaranın
derinliğinin aynı şey olduğunu, her ikisinin de göğün
ışınlarından aynı oranda uzak bulunduğunu bilmektedirler.
Süleyman Evi'nin hazırlık gereçleriyle çalışma
araçları yirmi bir grupta toplanmaktadır: Derin mağaralar,
yüksek kuleler, göller, yapma kaynaklar, yapma doğa
evleri, sağlık odaları, hamamlar, bahçeler, parklar, özel
havuzlar, dispanserler, makineler, ısı fırınları, optik
laboratuvarlar, uzaklaştırıp yakınlaştıran araçlar,
değerli taşlar, ses evleri, koku evleri, makine evleri,
matematik evleri, marifetler evi.
Bacon, bu araçlarla gereçlerin her birinin
görevlerini ayrı ayrı, uzun uzun anlatmaktadır. Bütün bu
çalışmalar, sonunda, erdemli bir ülke yaratmıştır. Bacon,
Ben Salem halkının erdemleri üstüne çeşitli örnekler
veriyor. Bu örneklerden biri şudur: Gemiciler karaya
çıktıkları zaman, adanın sağlık memuruna bahşiş vermek
isterler. Memur, bir iş için iki kere para alamayacağını
söyler. Ben Salem'de rüşvetin adı "bir iş için iki kere
para almak"tır.
GÜNEŞ
ÜLKESİ
İtalyan Giordano Bruno 1600 yılında Roma'da diri
diri yakılırken Fransız Michel de Montaigne yaşamıyordu,
öleli sekiz yıl olmuştu. Ama bir başka İtalyan, Tommaso
Campanella, o sırada otuz iki yaşındaydı ve Bruno'nun diri
diri yakılışını gördü. Oysa, onun da başına gelecekler
vardı, diri diri yakılmayacaktı ama, İspanya egemenliğine
karşı çıktığından ötürü ömrünün yirmi yedi yılını Napoli
zindanlarında geçirecekti. [sayfa 185]
XVI. yüzyıldan XVII. yüzyıla geçiyor, XVIII. yüzyıla
yöneliyoruz. Görüyorsunuz ki XII. yüzyılda öldüğü sanılan
ortaçağ henüz gizli gizli yaşamakta, can çekişmektedir. Bu
koca karanlık çağı öyle birkaç yüzyıl içinde
temizleyivermek olacak iş değildi elbet.
Kendilerini mutlu kılacak devleti yeryüzünde
bulamayan insanlar, onu masallarda tasarlıyorlar. İngiliz
Thomas More'un Ütopya masal devletinden sonra,
İtalyan papazı Tommaso Campanella'nın (1568-1639) Güneş
Ülkesi masal devleti böylesine bir düşünce ürünüdür.
Örnek, Platon' dan gelmiştir. Rönesans, yeni Platonlar
yaratmaktadır. Aranılan, insan mutluluğudur. Tommaso
Campanella da, Platon'la Thomas More gibi, bu mutluluğun,
düzenli bir devletle gerçekleşebileceği kanısındadır. Her
üçüne göre de kişilerin mutluluğu için devlet gereklidir.
Ancak bu devletin nasıl olması gerektiği yolunda
birbirlerinden ayrılmaktadırlar. Bununla beraber, kişiyi
mutlu kılacak devletin toplumcu bir devlet olmasında
birleşmektedirler.
Campanella'nın Güneş Ülkesi (Civitas Solis),
Topraban adasındadır (Seylan). Ülke, yedi bölgeye
ayrılmıştır ve her bölge bir yıldızın adını taşımaktadır.
Tepedeki tapınağın içinde yedi şamdan yanıyor.
Pythagoras'tan kalma sayı mistikliğinin Campanella'da da
sürüpgittiği görülmektedir. Koyu dinci olan bu devletin
başında büyük metafizikçi ya da sol adını
taşıyan bir papaz vardır. Campanella, böylelikle, Mesih
Monarşisi (Monarchia Messiae) adlı yapıtında
savunduğu, bütün prenslerin papanın yönetimi altına
girmeleri düşüncesini de gerçekleştirmektedir. Büyük
metafizikçi işbaşına seçimle gelir, koltuğunu bilgeliğinin
gücüyle kazanmıştır. Daha açık bir deyişle, büyük
metafizikçi, güneş ülkesinin en bilge kişisi olduğu için
seçilir. Ömrünün sonuna kadar bu koltukta oturabilir.
Ancak, kendisinden daha bilge bir kişi yetişirse büyük
metafizikçiliği ona bırakmak zorundadır. Büyük
metafizikçi ya da sol, memurlarını kendi seçer.
Kesin ve karşı konulmaz yetkileri vardır. Kendisinden daha
bilge bir kişi yetişmediği sürece bir çeşit diktatördür.
Dinsel ve siyasal yönetim, tümüyle ona bırakılmıştır.
Kendi seçtiği üç büyük bakan vardır: Pon (pouvoir,
güç) adını taşıyan güç bakanıdır, askerlik ve savaş gibi
güçe dayanan bütün işleri o yönetir. Sin (sagesse,
bilgelik) adını taşıyan bilgelik bakanıdır, dinsel ve
eğitimsel bütün işleri o yönetir. Mor (amour, aşk)
adını taşıyan aşk bakanıdır, sağlık işleriyle cinsel
işleri o düzenler.
Platon, özel mülkiyeti sadece yöneticiler için ve
iyi yönetmeyi sağlamak amacıyla yasaklıyordu. Thomas More,
özel mülkiyeti eşitliği sağlamak ve kötülüklerin kökünü
kurutmak amacıyla bütün vatandaşlara yasaklamıştır.
Campanella bu konuda Thomas More'a katılmaktadır. Güneş
ülkesinde de özel mülkiyet bütün vatandaşlar için
kaldırılmıştır. Her şey devletindir. Güneş ülkeliler
birlikte üretip birlikte tüketmektedirler. Thomas More'un
yasakladığı lüks üretime Campanella izin vermektedir. Ona
göre, kişilerin mutluluğu için lüks de gereklidir.
Platon'un sekiz saat olarak yasalaştırdığı çalışma yükümü
(mükellefiyet), Thomas More' da altı saat, Campanella'da
dört saattir: Çalışma saatlerinin gittikçe azalmasının
nedeni, planlı çalışmanın az emeği gerektirdiği
düşüncesidir. Campanella'ya göre lüksü de içine alan bütün
üretim için vatandaşların dört saatlik çalışmaları
yetecektir. Böylelikle [sayfa 186] vatandaşlar eğlenmeye,
güzel sanatlarla uğraşmaya, Tanrı'ya bağlanmaya daha çok
vakit bulacaklar ve daha mutlu olacaklardır. Güneş
ülkesinde tembellik suçtur ve cinsel birleşmeden yoksun
bırakılmak cezasıyla cezalandırılmaktadır.
Platon, aileyi de özel mülkiyet gibi sadece
yöneticiler için ve iyi yönetmeyi sağlamak amacıyla
yasaklıyordu. Thomas More aileye dokunmamış, tersine,
aileyi desteklemişti. Campanella bu alanda Platon'la
birleşmektedir. Güneş ülkesinde aile yoktur, kadınlarla
erkekler evlenmeden birbirleriyle birleşirler. Çocuklar,
Platon'da olduğu gibi, toplumundur, ana babalarını
tanımazlar. Devlet onları toplu olarak büyütür, eğitir ve
iyi vatandaş yapar. Ancak, Thomas More özel mülkiyet
yasağını Platon'a karşı nasıl bütün topluma yaymışsa,
Tommaso Campanella daaile kurmak yasağını Platon'a karşı
bütün topluma yaymaktadır. Bir başka deyişle, Platon'da
sınıflar vardır ve yasaklar bu sınıflar için ayrı ayrıdır;
Thomas More'la Tommaso Campanella'da sınıflar yoktur,
konulan yasaklar da bundan ötürü bütün toplum içindir.
Güneş ülkesinde aile bulunmadığı halde cinsel birleşmeler
pek o kadar kolay değildir, isteyen istediğiyle
birleşemez. Kimin kiminle birleşeceğine memurlar karar
verir. Bu yasa, gelecek kuşakların sağlığı ve yetkinliği
gerekçesine dayanmaktadır, aşk bakanının yürütmek zorunda
bulunduğu başlıca görevlerden biridir. O kadar ki, aşk
bakanı, sadece insanların yetkinliğiyle değil, hayvanların
yetkinliğiyle de görevlidir. Bu açıdan üretim araçları
olarak ele alınan insanlar ve hayvanlar, yetkin
olmalıdırlar.
Aile konusunda Campanella'nın bir özelliği de,
Thomas More'un özel mülkiyette bulduğu bütün kötülükleri
ailede bulmasıdır. Thomas More bütün kötülüklerin
(hırsızlık, kavga, öldürme, kıskançlık, yalan) kaynağını
özel mülkiyetin varlığında bulmaktaydı. Tommaso Campanella
da bütün bunların kaynağını ailenin varlığında
bulmaktadır. Ona göre kötülüklerin tümü kadına ve
çocuklara verilen değerden doğar. Bu değerler ortadan
kalkarsa kötülükler çok azalacaktır. Bu noktada da More'la
Campanella arasında bir ayrılık vardır. More, özel
mülkiyetin kaldırılmasıyla kötülüklerin tümüyle ortadan
kalkacağına inanıyordu. Campanella, ailenin
kaldırılmasıyla kötülüklerin büsbütün ortadan kalkacağına
inanmıyor, sadece azalacaklarını söylüyor. Bu düşüncesinin
sonucu olarak da Güneş ülkesinde güçlü bir ceza hukuku ve
ceza sistemi vardır.
Campanella'nın pratik etkileri, Platon'la More'a
göre, çok geniş olmuştur. Öncekiler, pratik alanda hiçbir
yankı uyandırmadıkları halde, Tommaso Campanella uzun bir
süre gerçekleşmiştir. Kalabriya ayaklanması, Güneş
ülkesinin gerçekleştirilmesi için yapılmıştı. Rinaldi
adındaki bir sosyalist şefin yönetiminde yapılan
ayaklanma, önceden haber alınıp bastırılmasaydı,
Campanella'nın düşü, daha o yaşarken gerçekleşecekti. Bu
ayaklanmaya otuz çektirmeyle Türkler de katılmışlardı.
Campanella'nın öldüğü yıl olan 1639'da, cizvit
papazları, onun düşünü Paraguay'da gerçekleştirdiler.
İspanya'nın olaya önemsememesinden yararlanan papazlar,
Paraguay yerlilerini Güneş ülkesi örneğine uygun olarak
örgütlediler. Toprak mülkiyeti, Tanrı'ya (Paraguay
yerlilerinin dilinde Tupanbak) bırakılmıştı. Ülke
otuz köye ayrılmıştı. Üretim, Tanrı için yapılmaktaydı,
tüketimse bütün vatandaşlar [sayfa 187] içindi. Her köyde
iki cizvit papazıyla bir yerli yardımcı, üretimi ve
tüketimi düzenliyordu. Ancak aileye dokunulmamış, aile
cizvitlerce de, Thomas More'da olduğu gibi,
desteklenmişti. Daha da ileri gidilerek, birtakım
erdemsizlikler doğurduğundan ötürü bekarlık yasaklanmıştı.
Evlenme zorunluğuna karşı, çocuklar toplumundu. Çocuk,
memeden kesilinceye kadar anasında bırakılıyor, memeden
kesilince toplumsal eğitime veriliyordu. Çocuklara, aileye
bağlılık yerine topluma bağlılık duygusu aşılanıyordu.
Çocuklar, koyu bir Katolik eğitimiyle yetiştiriliyorlardı.
Esir avcılarından kaçan bütün yerliler Güneş ülkesine
sığınıyorlardı. 1765 yılında .ülkenin nüfusu yüz elli bine
çıkmıştı. Paraguay Güneş ülkesi 1773 yılına kadar, yüz
otuz yıl yaşadı. 1767 yılında, dinsel nedenler yüzünden,
İspanyollar Paraguay'dan cizvit papazlarını kovdular.
Yerliler, alıştıkları düzeni bir süre daha uyguladılarsa
da sağdan soldan gelen baskılara dayanamayarak dağılmak
zorunda kaldılar. Tupanbak, topraklarını koruyamamıştı.
Böylece, Tommaso Campanella'nın Katolik egemenliği
ütopyası da tarihin derinliklerine karışmış oldu.
ATİNA'LI
TİMON
Yenidendoğuşun getirdiği erdem ne türlü bir
erdemdir? Bunu en iyi biçimde ancak sanatın aynası
yansıtabilir. Bu çağın yetiştirdiği en büyük sanatçı
William Shakespeare Atina'lı Timon adlı oyununda
bakışını "özgür ve erdemli yeni insan"ın üstüne çeviriyor:
Timon, Atina'nın cömertliğiyle ün salmış bir
hemşerisidir. Kılıcıyla Atina'yı kurtarmış, erdemleriyle
de süslemiştir. Kesesi, devletin kesesi gibidir. Senato,
kılıcına güvendiği kadar, kesesine de güvenir Timon'un.
Kentinin karşılaştığı her güçlüğe yetişen erdemli bir
kişidir. Sofrası da, kesesi gibi, herkese açıktır. Hemen
bütün Atina, onun bir sarayı andıran konağında yiyip
içmektedir. Atina'nın babası sayılmakta, bütün
Atinalılarca sevilmektedir. Timon, seçtiği bu yolda
mutludur.
Böylesine bir cömertliğe dayanamayan kese elbette
tükenecektir. Alacaklılar, önce yavaştan, sonra hızlıca
hızlıca kapısına birikmeye başlıyorlar. Timon,
kuşkusuzdur. Yakınlarına, dostlarına, senatoya
güvenmektedir. Atina'nın babası, soylu, erdemli Timon'u
ortada bırakacak değiller ya... Yardıma koşmak sırası
Atina'ya, Atinalılara gelmiştir.
Kahyasının her kapıdan kovulduğunu, Atina'nın
kendisine sırt çevirdiğini duymak Timon'u şaşırtıyor önce.
Kulaklarına inanmıyor. Sonra, yüreğinde bir acı, her an
biraz daha artan bir acı duymaya başlıyor. Kendisine
rastlamamak için evlerine saklanan yakınlarının,
dostlarının, senato üyelerinin hikayesini duymaz
kulaklarla dinliyor. Kirpikleri ağlamak isteğiyle
titremektedir, ama ağlayamıyor, içindeki sıcak duygularla
birlikte göz yaşları da kurumuş gibidir. Artık, benliğini
saran tek bir duygu var: Tiksinti.
Timon, tiksiniyor Atina'dan. Oysa belli etmiyor.
Yeniden para bulduğu, eski gösterişine kavuştuğu
söylentisini yayarak Atina'ya son bir şölen vermek
isteğindedir. [sayfa 188] Gizlendikleri yerlerden birer
ikişer çıkan Atinalılar, soylu Timon'un şölenine
koşuyorlar. Onu övmek, onun erdemlerini belirtebilmek için
birbirleriyle yarış etmektedirler. Yazarlar övgüler
dizmekte, şairler şiirler düzmektedir. Sofra, eski
günlerin mutluluğu içindedir. Herkes yerine oturunca Timon
soğukkanlılıkla ayağa kalkıyor: Sahanlarınızın kapaklarını
kaldırın da, diye bağırıyor, yalayın köpekler!..
Atinalılar şaşkınlıkla sahanlarının kapaklarını
kaldırıyorlar. Sahanlar boştur.
İnsanlara karşı duyduğu tiksinti öylesine sonsuzdur
ki, Timon, Atina'yı bırakıp tek başına yaşamak için bir
ormana çekiliyor. Dönüp son bir kez baktığı Atina'nın
duvarları onu tiksintiyle titretmektedir. Şu haykırış,
bencil, ama insanca bir haykırıştır: "Ey o kurtları
çeviren duvar, yere bat da Atina'yı koruma. Analar,
iffetinizi bir yana bırakın; çocuklar, itaat nedir unutun.
Köleler, alnı kırışık senato üyelerini yerlerinden zorla
çekip atın da onların yerine sizler geçin. On altısındaki
oğul, topallayan babanın elindeki değneği kap da onun
beynini dağıt. Büyüklere saygı, Tanrılara inan, barış,
adalet, iyi komşuluklar, bilgi, görgü, sanatlar,
meslekler; mertebeler birbirinizi yok eden zıtlar haline
gelin de kargaşalık bitmesin. Tanrılar, Atina'nın üstüne
çökün. Zevk düşkünlüğü gençlerin iliklerine kadar işlesin
de çamur yığını içinde boğulsunlar. Kaşıntılar, donmalar
Atinalıların göğüslerinde kök salın ki biçtikleri hasat
baştan başa cüzam olsun!".
Timon'un insanca bencilliği baş kaldırmıştır artık.
Merhaba diyenlere, "ne olurdu biraz temiz olsaydın da
üstüne tükürseydim" diye karşılık veriyor. "Al şu ekmeği,
yemeğine katık yap" diyen olursa, "önce sen defol da
ağzımın tadı gelsin" diyor. Hele biri, "seni seviyorum"
demeyegörsün, karşılığını alıyor hemen: "Niçin sevesin,
sana para vermedim ki?..." Bir başkasına verdiği karşılık
da, erdem konusunda, birçok sorunları çözebilir: "Aslan
olsan tilki sana oyun oynardı. Kuzu olsan kurt seni yerdi.
Tilki olsan da eşeğin suçlamasına uğrasan aslan senden
kuşkullanırdı. Eşek olsan sersemliğin yüzünden dert çeker,
ayıya kahvaltı olurdun. Ayı olsan at seni öldürürdü. At
olsan parsın pençesine düşerdin. Hangi hayvan olmalıydın
ki başka bir hayvana boyun eğmeyesin. Ne türlü bir
hayvansın ki hayvan olmakla neler kaybettiğini
görmüyorsun!".
Timon'un bütün erdemleri bencilliğinden doğmuştur.
Yaşama yolunda cömertliği, iyilikseverliği seçmişti.
Kendini koruma içgüdüsünü bu duygularla karşılamaktadır.
Varlığını cömertliğiyle, iyilikseverliğiyle duyuyor.
Seçtiği yol olumlu bir yoldur. Varlığını cimriliğiyle,
kötülük severliğiyle de duyabilirdi; kendini koruma
içgüdüsü bu yollarla da karşılanabilirdi. Karayı değil de
akı, olumsuzluğu değil de olumluluğu seçmiş olması Timon'u
daha yolun başındayken sevimli kılıyor. Bu yol, onu
kendine karşı da övündürmektedir. "Yardımıma güvenen
birini silkip atacak bir yaratılışta değilim" diyor.
Yardımına güvenen birini silkip atacak yaratılışta bir
insan olmayışı onu mutlulandırmaktadır. "Düşkünlerin
kalkınmasına yardım etmek yetişmez, sonra da onlara destek
olmalı..." diyor. Düşkünlerinin kalkınmasına yardım
etmekle yetinmeyip sonra da onlara destek olmak onu
mutlulandırmaktadır. "Ben karşılık beklemeksizin veririm"
diyor. Karşılık beklemeksizin vermek onu
mutlulandırmaktadır. Timon, bu duygularıyla kendini
doyuruyor. Böyle olabildiğinden [sayfa 189] ötürü
mutludur. Bu mutluluk onu büsbütün böyle olmaya
zorlamaktadır. İsteğiyle mutluluğu birbirini etkileyerek
gittikçe daha çok gelişecektir. Bu gelişmenin sonucuysa
doğal bir sonuçtur: Timon tükenecektir.
Timon, bu ilk görünüşünde; erdemleriyle değil,
bencilliğiyle insandır. Cömertliğiyle iyilikseverliğinin,
mutluluğunun birer aracı oldukları gün gibi bellidir.
İnsanca olan karşılıksız almak yerine, insanüstüce
olan karşılıksız vermek yolunu seçmiştir. Güçlü bir
bencillik onu buralara kadar götürmüştür.
Tükenen Timon, çevresinin birdenbire boşalmaya
başladığını görünce şaşırıyor, Bacon kadar akıllı olmadığı
için, bunun nedenlerini kavrayamıyor: "Çevresinde dostları
varken Timon'un sıkılacağını ne söyle, ne de aklına getir
Flavius. Ne diye ağlıyorsun? Dost bulamayacağımı sanacak
kadar güvenin mi yok? Merak etme, dosttan yana hiç yoksul
değilim..." Timon, bu ikinci görünüşünde, budalalığıyla
insandır.
Timon'un üçüncü görünüşü, insanca olan tepkisiyle
beliriyor. Bu tepki, insan bencilliğinin tepkisidir; bir
inanç kırıklığından çok, bir benlik kırıklığının
sonucudur. Timon'un benliğini doyuran araçlar yok
olmuştur. Kendini koruma içgüdüsü olumlu bir yolda
ilerleyemeyince olumsuz yollara sapmak zorundadır. Timon,
akı bırakarak yeniden karaya dönüyor. İnsanlardan
tiksinmektedir. Üstünden insanca olan her şeyi çıkarıp
atmıştır; çıplaktır, ağaç yapraklarıyla örtünmektedir.
Artık yapabildiği, cömertlik yerine sövmek, iyilik yerine
kötülük dilemektir. Ak bir hayli güçlüydü, kara da o kadar
güçlü olacaktır. Çünkü, bu üçüncü görünüşte, benliğini
doyuran, kendini koruma içgüdüsünü karşılayan tiksintiyle
sövmedir. Yapabileceği sadece budur, başkaca yapabileceği
hiçbir şey kalmamıştır: "Ey insanlara iyilik gönderen ulu
Tanrılar... İçimize şükran duygusu serpin, kendi
armağanlarınız kendi adlarınızı yükseltsin. Ama
verecekleriniz büsbütün tükenmesin, yoksa Tanrılığınız hor
görülür. Her insana yetecek kadar verin ki birinin ötekine
vermesine meydan kalmasın. Çünkü siz, ey Tanrılar,
insanlardan ödünç almaya kalksaydınız insanlar sizlere de
sırt çevirirlerdi".
DÜŞÜNÜYORUM, DEMEK Kİ VARIM
XVII. yüzyılın ilk çeyreği içindeyiz. 1619 yılının
10 kasım günü, ordular otuz yıl savaşlarında
çarpışadursun, gözlerini Tuna nehrinin mavi sularına
dikmiş yirmi üç yaşında genç bir subay, Rene Descartes
(1596-1650) kendi kendine şöyle düşünüyor: Evet, insanın
amacı mutluluğa erişmektir. Mutluluğumuzu sağlamak içinse
aklımızı kullanmamız gerekir. İyi ama, bu aklı bu amaca
erişebilecek bir güçle nasıl işletmeli? Aklımız pek
dağınık. Aristoteles mantığı onu gereği gibi
çalıştırmamıza yetmiyor. Aklımızı işletmek için yeni bir
metot bulmalıyız. Bu metot, matematik metodu olmalıdır.
Bir düşünceyi bu metotla bölüp parçalayarak o düşünceyi
meydana getiren ana düşünceleri bulup ayırmak, sonra bu
ana düşünceleri birleştirerek o düşünceyi yeniden kurmak
(analitik geometri)... İnsanların bütün düşünceleri [sayfa
190] birbirlerine bağlıdır, birbirinden çıkar, başka bir
deyişle, bir düşünceyi doğuran başka bir düşüncedir. Şu
halde, sırayı titizlikle kovalarsam, doğru olmayan bir
düşünceyi doğru sanmaktan sakınabilirsem (başka bir
deyişle, düşünce zincirinin arasına yanlış bir düşünce
karıştırmazsam), ne kadar gizli olursa olsun sonunda
bulamayacağım hiçbir bilgi kalmayacaktır.
Kesin olan tek şey var: Bir şeyin doğruluğundan
şüphe etmek... Şüphe etmek, düşünmektir. Şu halde
düşünmekte olduğum şüphesiz. Düşünmekse var olmaktır. Şu
halde var olduğum da şüphesizdir. İşte bilgim: Ben
varım. Şimdi bütün öteki bilgileri bu sağlam bilgimden
çıkarmalıyım.
İşte Descartes'ı yeniçağ felsefesinin kurucusu yapan
metot, bu metottur.
Descartes, bu metotla düşünerek, şu sonuçlara
varıyor: Varlığımın amacı ne?.. Mutluluk. Mutluluğu elde
etmek için iyi yaşamamız gerek. Şu halde iyi yaşamanın
bilgilerini elde etmeliyiz. Bu bilgileri bize felsefe
verecektir. Felsefeye başlamak içinse hayatımızın işlerini
düzenleyen bir töre (ahlak) edinmeliyiz. Şu halde önceden
birkaç iğreti ilke koyarak yaşamamızı düzenleyelim, sonra
da bu düzen içinde asıl töreye, asıl mutluluğa, asıl
ilkelere erişelim.
Descartes, iyi yaşamak için gereken erdemin geçici
ilkelerini Metot Üstüne Konuşma adlı ünlü yapıtının
üçüncü bölümünde veriyor:
1. Dine, kanunlara, göreneklere, akıllı insanların
uyguladıkları aşırılıktan uzak ölçülere uygun olarak
yaşamak.
2. İşlerimde kanılara varmak ve vardığım bu
kanıların üstünde titizlikle direnmek (başka bir deyişle,
artık bu kanılardan kuşkulanmamak ve bu kanıları
değiştirmemek).
3. Düşüncelerimden başka hiçbir şeyin elimde
olmadığını bilerek dünyanın düzeninden çok kendi
isteklerimi değiştirmeye ve talihten çok kendimi yenmeye
çalışmak.
4. Yaptığım işi başkalarının yaptıkları işlerle
ölçerek değerlendirmek (başka bir deyişle, yaptığım işin
-analitik geometri metoduyla aklımı işletmek işinin-
yapabileceğim en iyi iş olduğuna inanmak).
Descartes'a göre bu kurallar insanı bahtiyar
(bonheur) eder, felsefeyle uğraşabilmek için gereken kafa
ve beden rahatlığını sağlar, gerçek mutluluğu (beatitude)
verecek olan bilgeliğe hazırlar. Çünkü mutluluk,
bilgeliktedir (antikçağ Yunan felsefesi idealini
hatırlayınız). Bilgeliğe de felsefeyle varılır.
Descartes'ı böylesine bir kolaylığa götüren nedir? Bana
öyle geliyor ki Descartes, bütün bunlarla şunu demek
istiyor: Her şeye razıyım. Beni tedirgin etmeyin. Bırakın
da rahat rahat düşüneyim ve size gerçek mutluluğun,
erdemin kurallarını bulayım.
Ya böylesine bir boyun eğişten sonra bulduğu
nedir?.. Descartes, Prenses Elizabeth'e 4 ağustos 1645
günlü mektubunu yazmamış olsaydı bunu hiçbir zaman
bilemeyecektik. Çünkü bu asıl amacın kurallarını hiçbir
yazısında, hiçbir kitabında söylememiştir. Prenses
Elizabeth'e yazdığı kısa mektup, sonradan Töre Üstüne
Mektuplar (Lettres sur la Morale) adlı bir kitaba
alınarak Descartes'ın bütün bir ömür boyun [sayfa 191]
eğişinin amacı biraz olsun aydınlatılabilmiştir. Descartes
bu mektubunda asıl töreye, asıl erdeme, gerçek mutluluğa
erişebilmek için şu ilkeleri koymaktadır:
1. Yapılması ya da yapılmaması gerekeni bilmek için
elden geldiği kadar düşünceyi kullanmak.
2. Aklın öğütlediği her şeyi, tutkulara
kapılmaksızın yerine getirebilmek için sağlam ve değişmez
bir karar sahibi olmak.
3. Bizim edilmesi elimizde olmayan bütün ergilere
(nimetlere) istek duymamaya alışmak.
4. Gerçeğin bilgisinde aklımızla ilerleyerek üstün
iyiye ve onun vereceği hoşnutluğa (mutluluğa, béatitude
anlamında) varmaya çalışmak.
Geçici kurallarıyla sağladığı rahatça düşünmek
süresi sonunda Descartes'ın vardığı bu kesin ilkelerden
erdemin tanımını çıkarabiliriz. Descartes'a göre erdem,
düşünce, ölçüsünü kullanmaktır. Mektubunda açıkça
söylediği gibi, yaşamaktan hoşnut olmamız için yalnız
erdem yeter.
Descartes, İsveç Kraliçesi Christin'e yazdığı 20
kasım 1647 günlü mektubunda, vardığı bu sonucu daha da
açıklıyor: Böylelikle eskilerin en ünlü ve en karşıt iki
görüşünü uzlaştırdığımı sanıyorum Madam. Bunlar da Zenonia
Epikouros'un görüşleridir. Zenon üstün iyiyi erdem ya da
namusta, Epikouros zevk ya da şehvet adını verdiğimiz
hoşnutlukta görüyordu. Bütün kötülükler bilgisizlikten
doğan ve pişmanlıklar doğuran kararsızlıktan geldiğine
göre erdem, iyi sandığımız şeyleri işlemekte
gösterdiğimiz karardan ibarettir. Yaptığımız kötü bile
olsa, biz onu iyi sandığımıza göre, erdemli davranmış
oluruz. Nitekim, yaptığımız iyi bile olsa, eğer biz onu
kötü sanarak yapmaya başlamışsak, erdemli davranmış
olmayız. Erdem, bizim kararımızdadır. Övülmeye değer
biricik şey erdemdir. Ondan başka bütün iyiler övülmeye
değil, beğenilmeye değerler. Amacımız iyi olanı bilmek ve
onu istemektir. İyi sandığımızı istemek erdemiyle
yetinelim. Meğer ki bu iyi sandığımız şeyler, Tanrıdan
elde edildiklerine inandığımız şeyler olsun. Şunu açıkça
görüyorum ki, bizde kendiliğinden bulunan en soylu biricik
şey özgür iradedir. Çünkü özgür irade bizi her bakımdan
Tanrıya benzer kılmakta ve ona bağlı olmaktan
kurtarmaktadır. Şu halde onu iyi kullanma, bütün iyilerin
en büyüğüdür. Böylece, en büyük hoşnutluklarımız ancak
ondan gelebilir. İyiyi bilmek için olduğu kadar elde etmek
için de ellerinden geleni yapmaktan geri kalmadıklarını
bilenlerin benliklerinde duydukları mutluluk, hiçbir
zevkle ölçülemeyecek kadar tatlı, sürekli, sağlam bir
zevktir.
Descartes'ın yaptığı, bir yıkma ve yeniden kurma
işidir. Nitekim bu düşüncesini bir yapıtında daha da
açıklıyor: Oturduğumuz evi yeniden yapmaya başlamadan önce
nasıl yıkmak, araç ve gereçler bulmak, planını çizmekle
yetinmeyip yeni evimizi yapıncaya kadar içinde rahatça
oturabileceğimiz geçici bir ev bulmak gerekirse... (Discours
de la methode pour bien conduire sa raison et chercher la
verite dans les sciences, üçüncü bölüm).
İçinde rahatça oturulabilecek bu geçici ev şudur:
Tanrının, çocukluğumdan beri içinde yetişmeme izin verdiği
ve bana bağışladığı dine sıkıca bağlı kalmak (aynı kitap
ve bölüm)... Kendilerinden kuşkulandığımız her şeyi yanlış
sayarken ne Tanrı, [sayfa 192] ne gök, ne de yerin var
olmadığını, bedenimizin de bulunmadığını kolaylıkla
düşünüyoruz. Ama kendimizin var olmadığımızı
düşünemiyoruz. Varız, çünkü düşünüyoruz. Bizim için ilk
doğru, bu olsa gerektir (Principes de la Philosophie,
birinci bölüm, yedinci ilke).
Günümüzde olduğu gibi, XVII. yüzyıl Fransa'sında da
her değerin karşısına dikilen ufaklıklar bütün güçleriyle
saldırıyorlar, Descartes'ı Tanrısızlıkla suçluyorlar.
Descartes, bir dostuna yazdığı mektupta şöyle
yakınmaktadır: Tanrının varlığını kanıtlamaya çalıştığımı
kanıt olarak ileri sürmekten başka hiçbir kanıt
gösteremeyenler beni Tanrısızlıkla suçluyorlar (Chanut'ye
Mektup, 1 kasım 1646)... Buna karşı, onu büyük bir
Tanrıcı sayanlar da vardır. Descartes'ı inceleyen Charles
Adam, incelemesini şu sözlerle bitirmektedir: Descartes
sadece bilim alanında önemli bir yer tutmakla kalmaz,
bütün çağların metafiziği de ona çok şey borçludur. O,
metafizikte fiziğin zorunlu temelini kurmuştur. Fizik, bu
temel olmadan, eski ahlak gibi, kocaman bir yapı olurdu,
ama sadece kum üstüne otururdu (Charles Adam,
Descartes'ın Hayatı ve Yapıtları).
İt ürür kervan yürür deyimince ufaklıklar
saldıradursun, Descartes güzel yeni evinin temellerini
atmaktadır. O, olağanüstü bir mimardır ama, ne edelim ki
XVII. yüzyıl araç ve gereçleriyle böylesine bir yapı
kurabildi. Nitekim on üçüncü ilkeden sonra tuğlalarını
dizmeye başlamıştır: Tanrı bilinmedikçe başka hiçbir şey
hakkında kesin bir bilgi elde edilemez (on üçüncü ilke).
Peşin yargılar, çoğumuzun, var olmak zorunluğunun Tanrıdan
geldiğini anlamamıza engel olur (on altıncı ilke). Bir
şeyde ne kadar olgunluk varsa o şeyi meydana getiren
Tanrıda da o kadar olgunluk vardır (on yedinci ilke).
Tanrının varlığı, sadece bununla bile, bir daha
kanıtlanabilir (on sekizinci ilke). Tanrıda bulunanları
tümüyle anlayamadığımız halde hiçbir gerçeği, onu
bildiğimiz açık seçiklikle bilemeyiz (on dokuzuncu ilke).
Biz kendi kendimizi yaratmadık, yaratanımız Tanrıdır ve
sadece bu yüzden bile Tanrı vardır (yirminci ilke). Bir an
için var olduğumuza göre bir an sonraki varlığımızı
saklayan bizden başka bir güç var demektir, buysa Tanrıdır
(yirmi birinci ilke). Tanrının nitelikleri ancak doğa
ışığında bilinebildiği kadar bilinebilir (yirmi ikinci
ilke). Tanrı, cisim. değildir, günah işlemez (yirmi üçüncü
ilke).
Önemli olan, Descartes'ın, bu metafizik tuğlaların
arasına insan özgürlüğü harcını nasıl karıştırdığıdır.
Gerçek şu ki, Descartes, yıktığı Tanrının yerine,
Hıristiyan kilisesinin anlayışından büsbütün başka,
insanların hemen hiçbir işlerine karışmayan yepyeni bir
Tanrı koymak istiyordu. Descartes'ı yetkiyle incelemiş
bulunan La Bertoniere bunu şöyle belirtiyor: Önce, pratik
bir güçlüğü karşılaması gerekiyordu. İlahiyata saygı
göstermek, ona boyun eğer görünmek, sonra da serbestçe bir
bilim kurmak, her iki alanı birbirinden kesin olarak
ayırmak, bu iki alandan birinde çözümlenecek sorular
bulunduğunu ve bunun da ancak düşünce gücüyle
çözümlenebileceğini kanıtlamak... (La Bertoniere,
Descartes Üstüne İnceleme).
Descartes, insan gücünü, gene İlkeler
kitabında, yavaş yavaş Tanrı gücünün arasından şöylece
çekip çıkarmaya başlar: Kuşkulandığımız şeylere inanmaktan
sakınmamızı sağlayarak aldanmamıza engel olan özgür bir
irademiz vardır (altıncı ilke). [sayfa 193] Sonsuzu
anlamaya çalışmak hiç de gerekli değildir. Sınırını
bulamadığımız her şeyin sınırsız olduğunu düşünmemiz yeter
(yirmi altıncı ilke). Tanrı, yanılmalarımızın nedeni
değildir (yirmi dokuzuncu ilke). İnsanın başlıca olgunluğu
özgür bir iradeye sahip olmasıdır, insanı övülür ve
yerilir kılan da bu özgür iradesidir (otuz yedinci ilke).
İrademizin özgürlüğü, kendinden edindiğimiz deneyle,
kanıtsız olarak bellidir (otuz dokuzuncu ilke).
Kırkıncı ilkeye gelince... Çatışma, zorunlu olarak,
başlıyor: Tanrının her şeyi önceden düzenlediği
kesindir... Descartes, bizlerden önce davranmak telaşı
içinde, kırk birinci ilkede, gerekli soruyu ortaya
atmaktadır: Özgür irademiz, Tanrının kurduğu bu düzene
nasıl uydurulabilir?.. Sorunun karşılığını verirken,
aradan bunca yüzyıl geçtiği halde, zavallı Descartes'ın
nasıl terlediğini gözlerinizle görebilirsiniz: Tanrının
sonsuz, düşüncemizin sonlu olduğunu göz önünde tutarsak bu
güçlükten kurtulabiliriz. Gücün Tanrıda olduğunu anlayacak
zekamız var, ama bu gücün bizleri nasıl özgür bıraktığını
kavrayacak zekamız yok. Özgürlüğümüzden kuşkulanamayız.
Tanrının büyük gücü bu özgürlüğe inanmamıza engel
olmamalıdır. Çünkü, içten bildiğimiz ve deneylerle
doğruladığımız bir gerçekten (irade özgürlüğünden)
kuşkulanmamız mümkün olmadığı gibi yapısı gereği
anlaşılmaz olduğunu bildiğimiz şeyleri (Tanrı gücünü)
anlamaklığımız da mümkün değildir (kırk birinci ilkenin
açıklaması).
Filozofumuz, Düşünceler adlı kitabının
Doğru ve Yanlış Üstüne başlığını taşıyan dördüncü
bölümünde gene bu konuya dönmek ve gene böylece kıvranmak
zorunda kalmıştır. Şöyle diyor: Tanrının bizi aldatması
mümkün değildir. Öyleyse bize verdiği aklı iyi kullanacak
olursak hiçbir zaman yanılmayız. Ama yanıldığımız da bir
gerçektir. Öyleyse bizde bir eksiklik var. Ama Tanrının
bizi böylesine eksik bırakması da imkansızdır. Öyleyse biz
yeteneklerimizi iyi kullanamıyoruz. Algımız (müdrikemiz)
ve irademiz ayrı ayrı yetkindirler, yanlış yapamazlar.
Ancak biz onları çalıştırırken irademizi, algımızda
bulunan bilgimizin sınırında tutmalıyız. İrademiz,
bilgimizin sınırı içinde kaldıkça doğru, bu sınırı aşınca;
yanlış işler. Bize özgürlük vermiş olması Tanrının kusuru
değil, tersine, bu özgürlüğü iyi kullanmamak bizim
kusurumuzdur. Bununla beraber Tanrı bu özgürlüğü iyi
kullanmamızı sağlayabilirdi. Ne edelim ki, yanılmamak
gücünü de verdiğine göre, yanılmamıza engel olmadığından
ötürü yakınmaya hakkımız olmamalıdır (Les Méditations
Métaphysiques Touchant la Première Phllosophie,
dördüncü düşünce).
Descartes'ın bütün bu sözlerinden çıkan sonuç
nedir?.. Bu sonuç şöyle özetlenebilir: Bilmiyorum. Üstüme
varmayın. Önceden kurulmuş düzenle özgürlük, öyle bir
çıkmazdır ki çözmeye uğraşmak saçmadır. Yapmak istediğim
de bu değil. Ben, sadece insan düşüncesinin gücünü
araştıracağım. Sokrates gibi baldıran zehiri içmek
istemem. Lütfen yakamı bırakın.
Nitekim, İlkeler kitabında, o büyük
üslupçulara özgü terbiyeli deyişiyle, bunu açıklamaktan da
çekinmiyor: Tanrının dünyayı niçin yarattığı üstünde
durmayacağız ve büyük amaçlara yönelen nedenleri
felsefemizden büsbütün çıkaracağız. Biz, sadece akıl
gücümüzle algılarımızın nasıl meydana geldiğini
araştıracağız (yirmi [sayfa 194] sekizinci ilke)... Başka
bir yapıtında da şunları söylemektedir: Sağduyulu insan,
bütün kitapları okumak zorunda değildir. Ömür süresini
iyice hesaplayarak birtakım iyi işler yapacaktır. Bu'
işleri ona sadece kendi aklı öğretir. İnsan, yöntemini
bilirse, bütün yaşamı boyunca gerekli olan bilimi
kendisinde bulabilir. İşte ben yalnız bu yöntemi
öğretiyorum (La Recherche de la Vérité par la Lumiére
Naturelle, önsöz).
KARINCA'YLA YABAN KEÇİSİ
XVII. yüzyıl düşüncesi Dekartçılığın egemenliği
altındadır, Descartes'ın metafiziği özellikle Port Royal
manastırının tanrısal bahçelerinde filizleniyor.
Piskopos Jansenius (1585-l638) şöyle demektedir:
İnsan, yaratılışından bozuk, günahlarla kirlenmiş,
aşağılık bir yaratıktır. Bu aşağılık yaratık kendi
çabasıyla kendini kurtaramaz, onu ancak tanrının bağış'ı
{inayet, gratia) kurtarabilir. Bunun için de tanrıya
bağlanması ve oturup beklemesi gerekir. Başkaca
yapabileceği hiçbir şey yoktur. Gerçek erdem, temiz bir
yürekle tanrıya bağlanmak ve onun bağışını beklemektir.
Tanrıya bağlanmayanlar erdemsizdirler.
Port Royal manastırında toplanan Janseıüstlerden
biri de Blaise Pascal'dir (1623-1662). Bilim alanından
başarılarla yola çıkan bu çok akıllı matematikçi, sonunda
işi tam bir mistikliğe dökmüştür. Önceleri aklına pek
güvenirken sonra aklından da kuşkulanmaya başlayan Pascal
bu kuşkusuyla Descartes'tan ayrılmaktadır. Descartes'la
birlikte matematiği en kesin bilim saymakta, oysa
matematiğin de içinden çıkamayacağı sorunlar bulunduğunu,
bu sorunların ancak gönül sezisiyle çözülebileceğini
söylemektedir. Bu açıdan Pascal, "bir şey biliyorum, o da
hiçbir şey bilmediğimdir" diyen Sokrates'e yaklaşıyor. Ona
göre akıl tam gerçeğe varamaz, akıl ülkesinin sınırlarının
bittiği yerde gönül ülkesi başlar. Erdem, Tanrıya bağlanan
ve Tanrının bağışını bekleyen temiz bir gönüldür. Akıldan
gelen bilgilerin ötesinde duygudan gelen bilgiler vardır
ki önemli olan da bu bilgilerdir.
Pascal de, Jansenius gibi, ben'in bilinmesini
Tanrının bilinmesine bağlayan Descartes düşüncesinin
doğurduğu bir sonuçtur. Ancak Descartes bu önermeye
(kaziye) akıl yoluyla varıyordu. Pascal gönül yoluyla
varıyor.
Sayıların kesinliklerinden bir sonuca varamayan
büyük matematikçi ve fizikçi Pascal, Düşünceler
(Pensées) adı altında toplanan notlarında Tanrının
büyüklüğünü belirtmek için insanın küçüklüğünü tanıtlamaya
çalışıyor. Hangi yöne dönse karşılaştığı sonsuzluk,
yücelik onu korkutmaktadır. Soruyor: Bu sonsuzluğun içinde
insanın değeri nedir? Her şey bir hiçlikten çıkıp
sonsuzluğa doğru sürüklenmektedir. Eşyanın ne ilk nedenini
ne de son ereğini tanıyamamak umutsuzluğu içinde ancak
gelip geçici birtakım belirtileri seyretmekten başka ne
yapabilir insan? Bu akıl durdurucu akışı kovalamaya kimin
gücü yetebilir? Öyleyse haddimizi bilelim. Aklımızı
yitiren bu sonsuzluk, Tanrı gücünün en büyük kanıtıdır.
Pascalin açısından alınınca, bir karınca için de bir
yaban keçisinin Tanrı sayılması gerekeceği düşünülebilir.
[sayfa 195]
İnsan ancak bir şey bilebilir, diyor Pascal; yakında
öleceğini. Bundan başka hiçbir şeyi kesinlikle bilemez.
Ölüme karşı gözlerimizi kapamaya çalışmak neye yarar,
gerçek şu ki, ister açıklayalım ister açıklamayalım, bu
ölüm hepimizi korkutmaktadır. Şu halde Tanrıya inanarak bu
korkudan kurtulmak daha karlı değil mi? Tutun ki bir kumar
oynuyorsunuz, ya yazı atacaksınız ya tura. İkisinden
birini seçmek zorundasınız. Tanrının yokluğunu seçerseniz
bir iki geçici mutluluk elde edebilirsiniz, ama ömrünüz de
ölüm korkusu içinde kıvranmakla geçer. Tanrının varlığını
seçmek her bakımdan daha yararlıdır. Çıkarınızı düşününüz.
Pascal bu düşüncesiyle bir çeşit faydacılık,
pragmacılık yapmaktadır. John Stuart Mill'den (1806-1873)
önce faydalıdan yana olmak gerektiğini, William James'ten
(1842-1910) önce pratik işe yararlığı savunmaktadır.
Kimi insanlar, diyor Pascal, en üstün iyiyi
başkalarına söz geçirmekte, kimileri bilimsel
araştırmalarda, kimileri de şehvette aramışlardır. Oysa,
en üstün iyi, hiçbir küçülme ve kıskançlık duymaksızın
herkesin birden olabilendir. Buysa Tanrıdır.
Pascal'ın açısından alınınca, Tanrının yerine
güneşin, suyun, havanın da konulabileceği düşünülebilir.
Pascal, Düşünceler'inde şu sonuca varıyor:
Tanrının varlığı yolunda kanıt ve tanıtların sayısını
artırmakla değil, ruhumuzdaki tutkuların sayısını
azaltmakla inana (iman) varmaya çalışınız. Ey gerçeği
yalnız aklın ışığıyla aramaya kalkışan insanlar, sonunuz
ne olacak? Ne siz bu felsefelerden geçebiliyorsunuz, ne de
onlar size gereken karşılığı verebiliyorlar. O halde, ey
kendini beğenmiş insanlar, kendi benliğinizin kendiniz
için nasıl bir aykırılık (paradoks) olduğunu biliniz. Ey
beceriksiz akıl, zavallılığınızı anlayınız. Ey budala
doğa, susunuz. Biliniz ki insan insanlığın sonsuzca üstüne
yükselebilir. Gerçek değerinizin ne olduğunu Tanrınızdan
öğreniniz. Tanrının sesini dinleyiniz (Pensées,
üçüncü bölüm).
Cartesianisme (René Descartes'ın Latinceleştirilmiş
adı Renatus Cartesius'tur) yolunda yürüyen Jansenistlerin
yanında vesilecileri (occasiona-listler) de anmak gerekir.
Bu ad altında toplanan düşünürler asıl nedeni Tanrı
saymakta, öteki bilinen nedenleriyse vesile nedenler
olarak görmektedirler. Vesileci düşünürlerin başında,
kendinden sonraki birçok düşünürleri etkileyen Arnold
Geulincx (1624- 1669) gelmektedir. Geulincx'e göre, siz
beni itmekle bana birkaç adım attırabilirsiniz ama, benim
birkaç adım atmamın asıl nedeni siz değilsiniz, Tanrıdır.
Siz bir vesilesiniz. Cisimler, sontular etkin olamazlar.
Etkin olan sadece sonsuzdur, Tanrıdır. Bizler Tanrının
yaptıklarının seyircisiyiz, onun işlemlerinde hiçbir
rolümüz yoktur. Kendi kendimizi bile etkileyemeyiz.
Erdem, Tanrının düzenine boyun eğmektir. Bu boyun
eğiş, Tanrının örneği olan akla uygun davranmakla olur.
Başka bir deyişle, Geulincx, hem boyun eğmemizi
istiyor, hem de bununla yetinmeyerek, bu boyun eğişi
aklımızla yapmamızı öğütlüyor. Aklımız bu boyun eğişe
karşı koyarsa ne yapmamız gerektiğini bildirmediği gibi bu
karşı koyuşta aklın da bir vesile sayılacağını, asıl karşı
koyanın Tanrı olması gerektiği düşüncesi üstünde de
durmuyor. Bununla beraber Geaulinexin düşüncesi bir bakıma
açıktır: Karşı koyan akıl, akıl değildir. [sayfa 196]
Vesilecilerin bir ikincisi de Nicole Malebranche'tır
(1638-1715). Berkeley'le yaptığı bir görüşmenin
heyecanından ölen bu hasta düşünüre göre de erdem, Tanrı
sevgisidir. Mutluluk bu sevgidedir. Çeşitli varlıklar
Tanrının birer görünüşünden başka bir şey değildir, şu
halde bütün istemlerimizin amacı Tanrıdır. Her istek
gerçekte bir Tanrı sevgisini taşır. Gerçeği ortaya
koyacak, insanı Tanrıyla birleştirecek tek yol dine uygun
olarak yaşamak yoludur. Dine uygun olarak yaşamak,
aklımızdan çok inanımızı dinlemek demektir. Başka
yollardan yürüyüp eksik ve aksak bilgilerle
oyalanmaktansa, ömrümüzü, birçok şeyleri hiç bilmeden
geçirip sonunda sonsuz olarak aydınlanmak çok daha iyidir
(De la Recherche de la Vérité, altıncı kitabın son
yaprağı).
Descartes'ın izinden yürüyen dinci düşünürlerin
içinde erdemi kendine özgü, özel bir biçimde tanımlayan
bir başka düşünür de Pierre Bayle'dır (1647-1706). Bayle'a
göre erdem, aklın aldığına değil, aklın almadığına
inanmaktır. Akla uygun olana inanmak kolaydır, bunu
herkes yapabilir. Güç olan, herkesin beceremediği akla
uygun olmayana inanabilmektir. Gerçek dincinin erdemi bu
güç eylemde belirir. Tanrı düşüncesini, bilimle, akılla
bağdaştırmaya çalışmak boşunadır. Bunlar hiçbir zaman
bağdaşamazlar. Şu halde her birinin alanını ötekinden
ayırmak, birbirlerine karşı hiçbir üstünlük düşünmeksizin,
her birini kendi alanı içinde değerlendirmek gerekir.
Aklın gücü kendi sınırı içindedir, bu sınırı aşamaz.
Hiçbir bilimde gerçek bir kesinlik yoktur. Buna karşı
inanın da sınırı çizilemez, inan inanabildiğin kadar...
Her ikisi birbirlerine karşı da çelişiktir. İsteyen
dilediği yolu tutsun. Ben kendi payıma her iki yolu birden
tutuyorum, diyor Bayle.
TAP VE
İSTE
Küçük bir çocuğun denize düştüğünü görünce hemen
atlayıp onu kurtarmaya çalışırsınız. Bu davranışınız
erdemli bir davranıştır. Yüzme bilmiyorsanız siz de
boğulabilirsiniz. Üstünüzdeki yeni elbise sırılsıklam
olur. İçi para dolu cüzdanınız denizin dibine düşebilir.
Hiç değilse üşütüp hastalanabilirsiniz. Şu halde erdeme
uygun olan bu davranışınız akla aykırıdır.
Öyleyse akıl karşısında erdemin durumu nedir? Bu
sorumuzun karşılığını Baruch Spinoza'dan (1632-1677)
alıyoruz. Descartes'ın öldüğü yıl Spinoza on sekiz
yaşındaydı. Otuz bir yaşında ilk denemesini yayımlayacak,
Descartes düşüncesini açıklayacaktır. Descartes'ın
analitik geometri yöntemini gereği gibi uygulayarak, o
kocaman Etika'sını geliştirebilmek için önünde daha on
dört yıl vardır. Oysa kırk beş yaşında ölecek, Etika'nın
basıldığını göremeyecektir. Engizisyondan kaçarak
Hollanda'ya sığınan İspanyol Yahudisi soyundan bir göçmen
ailesinin oğludur. Haham olmak için yetiştirilmişse de
düşünür olmuş, havradan kovulmuştur.
Spinoza'ya göre erdem, akla uygun davranmaktır.
Öyleyse akla uygunluğun ölçüsü nedir? Bu soruyu
karşılayabilmek için Spinoza düşüncesini biraz deşmek
gerekir. [sayfa 197] Spinoza, en geniş anlamıyla özgürlüğü
(hürriyet) düşüncede bulmaktadır. Her şeyi anlamak özgür
olmaktır. Açık düşünceye kavuşan insanın tutsaklığı
(esaret) yok olur. İnsanlar bilmediklerinin tutsağıdırlar,
bilgiye erişince özgürleşirler. Şu halde erdemliliğimizin
ölçüsü eşyayı anlayışımızdadır, özgür oluşumuzdadır.
Töresel bakımdan iyi, zekayı geliştiren şey; kötü, zekayı
bulandıran şeydir. Erdem, güçlü olmaktır (erdem
karşılığı olan Latince virtus sözcüğünün
başlangıçta güç, kuvvet anlamına geldiğini
hatırlayınız). Güçlü olmak için de özgür olmak gerekir.
Özgür olmak için de akla uygun davranmak gerekir.
Spinoza bu düşüncesini tanıtlamak (ispat etmek) için
önce tanımlamalarla (tarif) işe girişiyor: İyi deyince,
kesin olarak bize yararlı olduğunu bildiğimiz şeyi
anlıyorum. Kötü deyince, bir iyiliğin tadını almakta bize
engel olacağını bildiğimiz şeyi anlıyorum.
Sonra, önermelere (kaziye) başlıyor: İyi ya da kötü
üstündeki bilgi, kendisinden haberimiz oldukça bir sevinç
ya da acı duygulanımından (affection, tahassüs) başka bir
şey değildir. Herkes kendi tabiatının kanunlarına göre iyi
olduğunu sandığı şeyi zorunlu olarak ister, kötü olduğunu
sandığı şeyi zorunlu olarak istemez. Birisi kendisine
yararlı olan şeyi aramak, başka bir deyişle kendi
varlığını korumak için ne kadar çok çabalarsa ve bunu
başarmak için ne kadar gücü varsa, onun o kadar erdemi var
demektir. Kendi kendini korumak çabası, erdemin ilk ve
biricik temelidir. Kendi kendini koruma çabasından önce
gelen erdem tasarlanamaz. Erdemle işlemek; aklın buyurduğu
kurallara göre işlemek, yaşamak ve kendi varlığını
korumaktan (bu üç şey birdir) başka bir şey değildir ve
erdemin bu temeline göre onun kendi yararını araştırması
gerekir. Kimse kendi varlığını başka bir şey için korumaya
çalışmaz. Akılla yaptığımız bütün çabalar ancak anlamaya
savaşır ve insan, aklını kullanması dolayısıyla, ancak onu
anlamaya götüren şeyin kendisi için yararlı olduğunu
bilir. Bizler ancak bizi anlamaya götüren şeye iyi, ona
engel olan şeye de kötü diyebiliriz. Aramızda birleşik bir
şey olmadıkça hiçbir şey bizim için iyi ya da kötü olamaz.
Bir şey bizim tabiatımıza uygun olması bakımından zorunlu
olarak iyidir, bizim tabiatımıza aykırı olması bakımından
zorunlu olarak kötüdür.
Daha sonra da bu önermelerden şu sonuçlara varıyor:
Aklın ilkelerine (prensip) göre yaşamaklığımızdan ileri
gelen iyilik yapma isteğine dindarlık diyorum.
İnsanı, aklın ilkesine göre, dostluk bağıyla başka
insanlara bağlanmaya zorlayan isteğe namusluluk
diyorum. Aklın ilkelerine göre yaşayan insanların
övdükleri kimseye namuslu diyorum. Dostluk bağından
kaçınan ve ona aykırı davranan kimseye namussuz
diyorum. Böylelikle, söylediklerimden, gerçek erdemle
güçsüzlük arasındaki fark, başka bir deyişle gerçek
erdemin aklın ilkelerine göre yaşamaktan başka bir şey
olmadığı ve güçsüzlüğün de ancak insanın kendi dışında
olanlarca yönetilmesine kendini bırakmasından başka bir
şey olmadığı kolayca anlaşılır.
Spinoza, aklın ilkelerini de şöyle anlatıyor: Aklın
ilkesi, insanın kendi kazancını ve kendine yararlı olan
şeyi araştırmasıdır. Akıl, tabiata aykırı hiçbir şey
istemez. O halde o, herkesin kendi kendisini sevmesini,
kendi iyiliğini istemesini, gerçekten kendisine yararlı
olan şeyi aramasını, onu daha çok yetkinliğe götürecek
olan şeylere [sayfa 198] yönelmesini, kendi varlığını
korumasını buyurur. Erdemin temeli, insanın kendi
varlığını korumak için yaptığı çabadan başka bir şey
değildir ve üstün mutluluk insanın ancak kendi varlığını
korumasından ibarettir. Dışımızda bize yararlı olan şeyler
vardır, varlığımızı korumak için gereksediğimiz bu şeyleri
de istemeliyiz. Yan yana gelen iki insan, ayrı ayrı iki
insandan iki kat daha güçlüdür. Şu halde insana insandan
daha yararlı bir şey yoktur. Öyleyse insanlar, bütün
tenlerin tek ten, bütün nefislerin tek nefis olacak
biçimde birleşmesinden başka bir şey istemezler. Böylece
birleşince kendi varlıklarının korunması için birleşik
çabada bulunurlar, birleşik yararları olan şeyi aynı
istekle araştırırlar. Bundan şu sonuç çıkar ki, akılla
yönetilen insanlar, aklın ilkelerine göre kendi
kazançlarını araştıran insanlar başkalarına olmasını
istemedikleri şeyi kendilerine de istemezler ve bunun
içindir ki onlar adaletli, sadık, namusludurlar (Etika,
dördüncü bölüm, XVIII. önermenin scholie'si).
Spinoza'ya göre, insanın kendi çıkarını ve kendine
yararlı olan şeyi araştırmasını gerektiren aklın bu
ilkelerini dindarlığın ve erdemin temeli değil de,
tersine, dinsizliğin ve erdemsizliğin temeli sananlar
aldanmaktadırlar. Erdem, insanın kendi varlığını koruması
için en yararlı şeydir ve hiçbir şey insanın varlığını
korumak bakımından ondan daha yararlı değildir. Erdem,
işte bunun için, bütün insanlarca istenmelidir.
Şu halde denize düşen küçük bir çocuğu kurtarmak
için elbisenizin ıslanmasını, cüzdanınızın denizin dibine
düşmesini, hastalanmayı, boğulmayı göze alarak hemen
atlamalısınız. Çünkü siz de denize düşerseniz sizin için
de atlamaları gerekir. Başkalarına olmasını
istemeyeceğiniz şeyi kendiniz için de istemeyeceğinize
göre, kendiniz için istediğinizi başkaları için de
isteyeceksiniz. Bu türlü davranış, akla aykırı bir
davranış değil, Spinoza'ya göre akla uygun bir
davranıştır. Sonunda gene kendi çıkarınız söz konusudur.
Akla uygun davranmak, tabiatımızın zorunluğundan
çıkan şeyleri yapmaktan başka bir şey değildir, diyor
Spinoza. Şu halde akıllı insanlar acı duymazlar, kimseye
acımazlar, pişman olmazlar. Aklın ilkelerine göre yaşayan
bir insanda bütün bunlar kötüdür, yararsızdır, işleme
gücünü azaltır. İnsan, erdeminin elverdiği kadar, iyi
işlemeye ve sevinç duymaya çalışmalıdır.
Spinoza, önce, şu gerçeği ortaya atıyor: Öz varlıkta
(nefis) özgür bir irade yoktur. Öz varlığın bir şeyi ya da
başka bir şeyi istemesi, nedenle (sebep) gerektirilmiş
olup o neden de başka bir nedenle gerektirilmiştir ve bu
sonsuz olarak böyle gider (Etika, ikinci bölüm,
önerme XLVIII.).
Descartes'cı Spinoza'yı Descartes'tan ayıran
özellik, bu zorunluğu Tanrıya kadar götürmesidir. Spinoza,
bu açıdan, eski Yunan düşünürleriyle birleşiyor. Tanrı da
(eski Yunan'da Tanrılar da) bu zorunluğa bağlıdır.
Descartes bütün bilgilerin temelinde Tanrı özgürlüğünü
buluyordu Descartes'a göre gerçek özgürlük Tanrıdaydı,
Tanrı isteseydi başka türlü olabilirdi. Spinoza'nın doğa
Tanrısıysa zorunlu olarak vardır ve her şeyi, özgür
iradesiyle değil, tabiatından gelen bir zorunlukla
belirlemiştir.
Spinoza, bu düşüncesini, Etika'nın birinci bölümüne
yazdığı ekte şöyle açıklıyor: İnsanlar, kendi isteklerini
güden nedenleri bilmedikleri için, kendilerini özgür
[sayfa 199] sanırlar. Çevrelerindeki her şeyin de
kendileri için yapıldığını kafalarına koymuşlardır. Bundan
ötürüdür ki, kendi özgürlüklerine benzer güçlü bir
özgürlüğün, hep kendilerini düşünüp kendileri için
çalıştığına inanırlar. Bu üstün varlığın ne kendisini, ne
nedenini, ne düşünce biçimini bilirler. Bundan ötürüdür ki
ona, kendi biçimlerini; kendi nedenlerini, kendi
düşüncelerini yakıştırırlar. Bunca, birbirinden ayrı
görünen, tapınışların özeti budur. Bütün bu yanılmaların
zorunlu sonucu olarak da, ona tapmakla, onu hoşnut
ettiklerini sanırlar. Doymak bilmez hasisliklerini
doyurabilmek için bütün doğayı hizmetlerinde kullanmak
isteğindedirler. Tanrı da, elbet, onların hizmetinde
olacaktır. Tapmak, gerçekte, hizmete çağırmaktır. Bu
yanlış ön düşüncenin (préjugé, peşin yargı, boş inan)
zorunlu sonucu da, onları ereksel nedenselliği (gaî
illîyet) aramaya sürüklemiştir (daha açık bir deyişle,
insan kafasına takılan gereksiz soru şudur: Bütün bu olup
bitenlerin gayesi nedir acaba?). Eh, bu erek, insanların
mutluluğu olmalıydı her halde. Böylesine bir ön düşünceden
doğacak metafiziği düşünün artık. İnsanlar, kendi
mutlulukları için doğada buldukları birçok şeylerin
yanında canlarını sıkan fırtınalar, yer depremleri,
hastalıklar, kötülükler gibi birçok şeylere de
rastladılar. Ya bunlar nedendi?.. Bunlar da Tanrılara
gerekli saygının gösterilmediği zamanlarda oluyordu her
halde. Kısır döngüye (daire-i faside) girilmişti bir kez.
Tap ve iste. Tapınmanı çoğalt ve isteğini artır. Deney,
durup dinlenmeksizin bu yanlış uslamlamalara karşı kendini
gösterdiği ve her gün milyonlarca örnekle iyilikler ve
kötülükler sofularla sofu olmayanların başına aynı oranda
geldiği halde, insanlar kendilerini bu peşin yargılarından
kurtaramazlar. Tanrıları, içinden çıkılmaz bir çelişmeyle
hem iyi hem kötü saymak, daha akla uygun bir sistem
kurmaktan kolay geldi. Buysa, insanları, Tanrı yargısının
sonsuz derecede insan aklının üstünde bulunduğu kuramını
yerleştirmeye götürdü. Eğer, şeylerin-ereksel
nedenselliğini bir yana bırakarak özlerini ve
özelliklerini göz önünde tutan matematik bilimler,
insanlara doğru yolu göstermeseydi bu karanlığın içinde
boğulup gitmek işten bile değildi. Gerçekte, ereksel
nedensellik bir kuruntudan ibarettir. Doğa, belli bir
ereğe göre değil, tabiatından gelen bir zorunluktan ötürü
davranır.
Spinoza'ya göre Tanrı, doğa demektir. Doğa, var
olmak için kendinden başka bir şeyi gereksemeyen şeydir.
Her şey, bu tek varlıktan zorunlukla meydana gelmiştir.
Zorunluk, doğanın tabiatında vardır ve doğa ne yapmışsa bu
zorunluktan ötürü yapmıştır. Özgürlük yoktur.
Spinoza gibi matematiksel bir kafanın bu sonuçla
yetinemeyeceği açıktır. Nitekim Etika adlı ünlü
yapıtının son bölümü şu başlığı taşımaktadır: Aklın
gücü ya da insanın özgürlüğü üstüne... Spinoza bu
bölüme şöyle başlıyor: Sonunda, Etika'nın insanı
özgürlüğe götüren yolu inceleyen bu bölümüne geçiyorum. Bu
bölümde aklın gücünü anlatacağım. Aklın, duygulanımlar
(affection, teessür, tahassüs) üstünde ne yapabileceğini,
özgürlük ya da öz varlığın üstün iyiliğinin (beatitude) ne
olduğunu göstereceğim. Burada, bilgili kişinin bilgisiz
kişiye ne kadar üstün olduğunu göreceğiz. Aklın
yetkinleştirilmesi ve vücudun korunması tıbbın işidir.
Benim yapacağım sadece aklın, duygulanımları
dizginleyebilmek için ne kadar gücü [sayfa 200]
bulunduğunu göstermektir. Önceki bölümlerde bu gücün salt
(mutlak) bir güç olmadığını göstermiştim.
Spinoza'nın bu sözlerinde altını çizeceğimiz
gerçekler şunlardır:
1. İnsanın özgürlüğü, aklın gücünde belirir.
2. Aklın gücü, bilgiyle gerçekleşir.
3. Aklın gücü, salt (mutlak) bir güç değil,
bağıntılı bir güçtür.
Karşıt bir düşünce olarak, burada,Spinoza'nın da
yaptığı gibi, stoacıları kısaca anmak yararlı olacaktır:
Salt zorunlukçu olan stoacılar, duygulanımların salt
irademize bağlı olduğunu ilerisürmüşlerdi. Onlara göre,
irademiz vücudumuzu eğitebilir, duygulanımlarımıza kesin
olarak egemen olabilirdi. Nitekim stoacı köle Epiktetos,
bacağını kıran efendisine, yüzünü bile buruşturmadan,
bu kadar oynarsan bacağımı kırarsın dememiş miydim?
diye mırıldanmıştı.
Spinoza, haklı olarak, bu düşüncenin karşısındadır.
Duygulanımlarımıza böyle bir güçle egemen olmamız mümkün
değildir (Epiktetos'un acı duymaması değil, duyduğu acıyı
belli etmemesi başka bir konudur). Bu arada Descartes'ın
da, stoacıların bu görüşünü desteklediğini, kayıtsız
irademizin salt gücünü kanıtlamaya çalıştığını
hatırlayalım. Descartes, özgürlüğümüzü bu irade gücümüze
bağlıyordu. Özgürdük, çünkü irademiz tasdik edebildiği
gibi ret de edebilirdi. Bunda, sınırsız olarak, serbestti.
Spinoza'ysa, ondokuzuncu yüzyılda doğrulanacağı
gibi, böylesine bir özgürlüğe hiçbir zaman
erişemeyeceğimiz kanısındadır. Spinoza bu doğru sonuca
kendi yöntemiyle (Descartes'ın yöntemi) varmıştır ve
irademizin tasdik ya da ret işinde belirleyici koşulların
oynadığı önemli rolü bilmemektedir. Pek derinden ve
yetkiyle kavradığı tek şey, doğal zorunluktur.
Spinoza, ünlü yapıtının beşinci bölümünün III.
önermesinde, insan özgürlüğünü işlemeye başlıyor: Pasif
bir hal olan duygulanım, bulanık bir düşüncedir. Biz, bu
duygulanımdan açık seçik bir düşünce elde edersek, bu
düşünceyi, aklımızla o duygulanımdan ayırmış olacağız. O
halde, biz bir duygulanımı ne kadar çok tanırsak, o
duygulanım o kadar egemenliğimiz altına girmiş olacaktır.
Aynı bölümün VI. önermesinin scholie'sinde de şu pek
önemli sonuca varmaktadır: Şeylerin zorunlu olduğu
bilgisine, daha açık seçik bildiğimiz tikel şeylerde ne
kadar çok rastlarsak, öz varlığın (nefis) duygulanımlar
üstündeki gücü de o kadar büyük olur. Gündelik deneyin
bize gösterdiği budur. Nitekim, kaybolan bir maldan dolayı
duyduğumuz acının, onu korumanın bizce mümkün olmadığı
bilgisiyle yumuşadığını görmekteyiz.
Spinoza, sağlam bir yolda yürümektedir: Özgürlük,
zorunluğun bilgisini gün yüzüne çıkarmaktadır. İnsan,
özünü anlamadığı nedenlerin kölesidir. Bu nedenleri
bilirse, bilgiyle davranır ve özgürleşir. İrade, akıldan
başka bir şey değildir: Aklı da akıl eden bilgidir. Aklın
dışında olarak düşünülen irade özgürlüğü boş bir
kuruntudur. Seçmek zorunda bulunduğumuz için seçeriz.
Önemli olan, neyi seçmek zorunda bulunduğumuzu açık
seçik bilmemizdir. Bu [sayfa 201] gerçeği, Sokrates,
verdiği bir örnekle, aydınlatmıştı: Sonraki acıyı bilmeyen
bilgisiz yakın mutluluğu seçer, yarasına bıçak vurdurmaz.
Sonraki mutluluğu bilen bilgili yakın acıyı seçer,
yarasına bıçak vurdurur. Her ikisi de, seçimlerinde,
zorunluğun peşinden gitmektedirler. Ancak, bilgidir ki
gerçek zorunluğu sahtesinden ayırabilir. Bilgisizin
zorunluğu mutsuzluğa, bilgilinin zorunluğu mutluluğa
ulaştırır. Yarasına bıçak vurdurmazsa öleceğini ya da
yarasına bıçak vurdurursa kurtulacağını bilmeyen
bilgisizin zorunluğu, elbette, bıçağın vereceği acıdan
kaçmak olacaktı. İşte bu bilgidir ki kişiyi özgür kılar,
zorunlu olaylara egemen yapar. Bu seçim, hiçbir zaman,
bilgisiz bir iradenin keyfine göre gerçekleşmemiştir.
Kayıtsız irade gibi görünenin altında, her zaman, bir
zorunluk yatmaktadır.
BOŞ KAĞIT
Yeni doğmuş bir çocuğu düşünün. Diyelim ki, onun
ruhu bir yaprak kağıttır. İşte soru: Bu kağıt boş mudur,
dolu mudur?.. Descartes'ın da savunduğu Platoncu düşünceye
göre bu kağıt doludur: Bilgi, doğuştandır. Bu bilgileri
meydana çıkarmak için aklı işletmek, usa vurmak (muhakeme
etmek) yeter.
Spinoza'yla aynı yılda doğan bir başka XVII. yüzyıl
çocuğu, İngiliz düşünürü John Lock'a (1623-1704) göre, bu
kağıt boştur. Bu kağıt, yaşadıkça, deneyler ve gözlemlerle
doldurulacaktır. Aptalların ve bilgisizlerin kağıtları
ömürleri boyunca bomboş kalır. Doğuştan bilgi yoktur. Hem
doğuştan olmak, hem de bilinmemek saçmadır, çelişiktir.
Kağıt doğuştan dolu olsaydı bilinmesi gerekirdi. Kimi
gerçekler üstünde bütün insanlar birleşiyorsa -böyle bir
gerçek yoktur ya- bu birleşme, o gerçeğin doğuştan
olduğunu tanıtlamaz. Kendisine sözü edilmeyen bir gerçeği
kendiliğinden bilen tek kişi gösterilemez çünkü. Hoşlanma
ve tiksinme (haz ve elem) eğilimleri doğuştan olabilir
ama, bunlar birer bilgi değildirler. Bilgiler, duyularla
alınır, kendiliğinden (a priori) değildir. Duyular yoluyla
alınmamış olan hiçbir bilgi gösterilemez. Soyut kavramlar
bile duyular yoluyla edinilir. Erdemin doğuştan olmadığı
her bakımdan bellidir, çünkü her çağda ve herkesçe
benimsenmiş genel bir erdem yoktur. Vicdanlar da çağlara,
uluslara, dinlere, anlayışlara göre değişmektedir. Benim
vicdanımı sızlatan, aynı eğitimi görmemişsek, sizin
vicdanınızı sızlatmayabilir. İlkelerin doğuştan olduğunu
ilerisürmek erdemsel eğitimin gereksizliğine inanmak
demektir. Gereksizdir de yüzyıllardan beri niçin onun
peşindeyiz? (Pensées sur l'Eduction, Eğitim Üstüne
Düşünceler). Hem eğitimi önermek, hem de bilginin doğuştan
olduğunu savunmak çelişiktir.
Ruh başlangıçta düz, yazısız, boş bir kağıttır. Bu
kağıt, duyumların getirdiği deneylerle dolar. Duymadan
önce düşünemeyiz. Erdem düşüncesi de duyularla gelmiştir.
Erdem, bir otoriteye uymaktır. Erdemi buyuran
başlıca üç otorite vardır: Tanrı otoritesi, devlet
otoritesi, görenekler otoritesi... Erdem, ancak bu
otoritelerden birine, ikisine, ya da tümüne bağlanmakla
var olabilir. Bağlanmayan için erdem zorunlu değildir.
[sayfa 202]
İngiliz düşünürü Lock, görüldüğü gibi, düşünce
zincirinin önemli ustalarından biridir. Deneyden başka
hiçbir yöntem tanımamakla, Bacon' la beraber, günümüze
kadar varan İngiliz düşüncesini büyük ölçüde etkilemiştir.
Doğuştan bilgi olamayacağını savunarak Descartes'ı bir
hayli yıpratmıştır. Skolastik anlayışa en yıkıcı vuruşu
indirmiştir. Erdemi bir buyruğun sonucu saymakla
törebilimcilerin yolunu aydınlatmıştır. Gene bu açıdan,
duyumculara, faydacılara temel olmuştur. John Lock, evrene
ve onun olaylarına özdekçi bir gözle bakıyor.
Spinoza ve Locke'la aynı yılda doğan bir başka XVII.
yüzyıl çocuğu, Richard Cumberland (1632-1716), erdem
alanında XVIII. yüzyıl düşüncesine öncülük etmektedir.
XVIII. yüzyıl erdemcileri başlıca iki yolda
yürüyeceklerdir: Cumberland'ın yolu, Hobbes'ın yolu...
Cumberland, Hobbes'a karşı bir direnmedir. Bilindiği gibi
Thomas Hobbes (1588-1679) erdemi, herkesin herkesle
kavgasının zorunlu bir sonucu saymaktaydı. Devlet, bir
dereceye kadar, herkesin herkesle kavgasına son verdiği
için erdem de, devlet buyruklarını yerine getirmek
demekti. Bu bakımdan Hobbes da Locke gibi düşünmüştü. İşte
Cumberland bu düşünceye karşı çıkmaktadır.
Cumberland'a göre, erdem bir güvenlik gereksemesi
değildir. İnsan, toplum, devlet ve evren aynı amaca doğru
yürümektedirler. Bu amaç, en üstün iyiye varmak amacıdır.
İnsan, ne topluma, ne devlete, ne de evrene karşı
değildir, tersine, onlarla uyumludur, büyük bütünün bir
parçasıdır. Erdem, korkunun değil, bu bütüne varmak
eğiliminin bir sonucudur. İnsanı kendine sevdiren bencil
içgüdünün yanında insanı insana sevdiren özgecil bir
içgüdü de vardır. Doğal yasa (tabii kanun), bütün evrenin,
her türlü varlıklarıyla birlikte, en yüksek iyiye
yönelmesini buyurur. İşte akıl insana bu doğal yasayı
gösterir. İnsan da bu doğal yasaya özgecil (diğergam,
alturist) içgüdüleriyle uyarak bütün insanların, bütünüyle
evrenin iyiliğini ister. Çünkü kendi mutluluğu da bu
isteğin peşinden gitmektedir. Bencil (hodgam, egoist)
içgüdünün verdiği bir mutluluk da vardır elbet. Ama bu
mutluluk sürekli değildir. Öteki mutluluksa süreklidir,
sonsuz haz vericidir. Çünkü insan, ancak evren ve toplumla
uyumlu olarak yaşarsa mutlu olabilir.
Şu halde Cumberland'a göre erdem, Hobbes'ın dediği
gibi bir korkunun sonucu değil, bir sevginin sonucudur;
bir bencilliğin sonucu değil bir özgeciliğin sonucudur;
bir güvenlik gereksemesi değil, bir mutluluk
gereksemesidir; bir devlet buyruğu değil, bir Tanrıya
yönelme eğilimidir. Bir duygu işi değil, bir us işidir. (De
Legibus Naturae, Doğa Yasaları Üstüne).
HER ŞEY
İYİDİR
Bu üç yıldaştan (aynı yılda doğan Spinoza, Locke,
Cumberland) on dört yıl sonra bir başka XVII. yüzyıl
çocuğu, Gottfried Wilhelm Leibniz (1646-1717) doğacak ve
fiziği metafizikle açıklamaya çalışarak, düşünce zincirini
aydınlanma çağına doğru ağır ağır izlemekten hoşlanan
bizleri bir hayli şaşırtacaktır. Çağının bütün [sayfa 203]
teknik bulgularıyla ilgilenmiş, bu bulgulara katkıda
bulunmaya çalışmış, teoriyi pratikle birleştirmeye
uğraşmış ilginç bir düşünürdür.
Varlık, som bir bütün değil. Taş, böcek, ot, insan,
yıldız vb. gibi çeşitli biçimlerde beliriyor. Bu biçimler,
değişik görünüşlerinin altında, aynı yapıyı taşıyorlar.
Demek ki bunlar, özdeksel ya da ruhsal olsun, aynı temel
öğenin bileşikleridir. Bu bileşikleri meydana getiren
temel öğe nedir? İşte monat düşüncesi de,
felsefenin bu ana sorusuna verilmiş karşılıklardan
biridir. Evrendeki bu çeşitli bileşikleri belki sonsuzca
parçalayabiliriz. Ama bu soruyu karşılayabilmemiz için
artık başkaca parçası olmayan (Yu. Atoma), yani
parçalanamayan bir birim tasarımlamamız gerekir. Bu
birim, kuvve halinde de olsa, çeşitli bileşiklerin som
bütünlüğünü, yani tüm varlığı içermelidir. Daha açık bir
deyişle, özdeksel ve ruhsal, tüm varlıkta ne varsa bu
birimde de bulunmalıdır. Böyle olmasaydı varlık bu
birimlerin bir bileşiği olamazdı. Fizikte atom ve
metafizikte monat adı verilen bu birim çeşitli
düşünürlerce (Pitagorasçılar, Platon, Yeniplatoncular,
Giordano Bruno, Van Helmont, Henry Moore, Diderot,
Voltaire, Kant, Renouvier vb.) çeşitli açılardan
yorumlanmıştır. Ne var ki monat'ı, felsefesinin
temel kavramı yaparak, üne kavuşturan Alman düşünürü
Leibniz olmuştur. Monat düşüncesini, Leibniz'den önceki
zincirin sözü edilmeye değer son halkası olarak kullanan
ve Leibniz'e kaynaklık eden İtalyan düşünürü Giordano
Bruno, onu bireysel Tanrılık olarak tanımlamaktadır. De
Monade ve De Triplici Minimo (1591) adlı yapıtlarında
Bruno, doğayla Tanrıyı bir sayan kamutanrıcı bir anlayışla
doğa Tanrının monatlardan geldiğini ilerisürer. Her monat,
bu doğa Tanrının bireysel bir biçimidir. Bu yüzdendir ki
evren, en küçük zerresinde bile aynı niteliği taşır ve
canlı-ruhludur. Doğa-Tanrı ya da Tanrı-doğa (Bruno'nun
kamutanrıcılığı kendine özgü ve çok parlak bir bilinçle
meydana getirilmiş bir doğa-Tanrıcılıktır), sonsuz ve
sayısız bireysellikleri olan monatlarda bütünüyle
içkindir. Bu yüzdendir ki monatlar sonluyla sonsuzu, kendi
özel yasalarıyla evrenin genel yasalarını, özdeksellikle
ruhsallığı birlikte taşırlar. Alman düşünürü Leibniz,
kendi monat kavramını, özdekçi yanından temizlediği
Bruno düşüncesine dayamıştır. Onun için monat, ruhsal bir
töz'dür (cevher). Monadologie (1714) adlı
yapıtında, monatları, Bruno gibi sonsuz sayıda tasarlar;
bu tasarımıyla da Descartes' ın üç ve Spinoza'nın tek töz
tasarımlarından ayrılır. Leibnizin monatları da,
Bruno'nunkiler gibi, evrenin bütününü içerirler; ne var ki
yer kaplamazlar ve tüm ruhturlar. Leibniz'e göre karmaşık
olan yalın olanlardan kurulu olmalıdır, yalın olanlarsa
yer kaplamazlar, yer kaplamayan özdek değildir, özdek
olmayınca da mutlaka zihinseldir. Doğanın gerçek atomları
(Fr. Les Véritables Atomes de la Nature),
monatlardır. Bütün bileşikleri onlar meydana getirirler.
Monatlar, çeşitli derecelerde birbirlerine benzerlerse de
biri ötekinin aynı değildir, çünkü evrende birbirinin aynı
olan iki şey yoktur ve bir şeyin aynı olan ancak onun
kendisidir. Leibniz bu savıyla ruhsal monatları özdeksel
atomlardan ayırmaktadır; atomlar aynı nitelikte
olarak sonsuz sayıdaydılar, monatlarsa ayrı niteliklerde
olarak sonsuz sayıdadırlar. Evren monatlardan kurulmuştur.
Bu bakımdan monatlar, gelişmemiş monatlardan gelişmiş
monatlara yükselen bir sıralanma düzeni içindedirler. Her
monat kendi [sayfa 204] gelişme olanağını kendi içinde
taşır, başkaca bir monattan etkilenmez ve başkaca bir
monatı etkileyemez (Leibniz'in ünlü deyimiyle:
Monatların pencereleri yoktur). Monatların tasarımlama
ve iştahlanma güçleri vardır, bu güçlerle bilgiler
edinirler. Yüksek bir monatı daha aşağı bir monattan
ayıran da bu bilgi derecesidir. Her monat, gelecekteki
bütün durumlarını da içinde bulundurur ve sonsuzca gelişme
olanağına açıktır. Monatlar arasındaki ilgi ve düzen,
Tanrıca önceden kurulmuş bir uyumun sonucudur. Bu uyum,
pencereleri olmadığından ötürü birbirlerine hiçbir etkide
bulunamayan monatlarda bir karşılıklı etki görünüşü
doğurur. Monatlar düzeninin en altında özdek monatı
(Leibniz'e göre bu özdek, özdeksiz ve ruhsal bir özdektir)
en üstünde de en yetkin monat olarak Tanrı monatı bulunur.
Aradaki monatlarsa inorganik evrenle organik evrenin
monatlarıdır. Organik evrenin monatları aşağı derecedeki
hayvanların, yukarı derecedeki hayvanların ve insanların
monatları olmak üzere üç ana bölümde sınıflanır. Bu
sınıflama, bulanık duyum ve algılardan açık seçik algı ve
duyumlara doğru yükselen bir gelişmeyi gösterir. Bu
anlayışa göre sıralanmanın en altındaki özdek monatında da
en yükseğindeki olanaklar (algılama, tasarım ve iştah
güçleri) kuvve halinde bulunmaktadır. Bu özdek, Leibniz'e
özgü bir paradoks olan özdeksiz bir özdek olsa bile,
Tanrılık olanağı da içeren bir özdektir. Leibniz' in
dolaylı olarak meydana koyduğu bu özdeksel sonuç,
kaçınılmazlığı oranında, pek parlak bir sonuçtur.
Bütün bunlara karşı Leibniz, Tanrılık düzeyde,
olabildiğince iyimser'dir (optimist). Sanki
Nietzsche'nin kötümser'liğini (pesimist) yüz elli
yıl öncesinden sezmiş de onu şimdiden karşılamak istermiş
gibidir. Şöyle der: Dünyamız, mümkün olan dünyaların en
yetkinidir. Bu yetkin dünyada her şey en iyidir.
Voltaire, Candide adını taşıyan çok hoş
kitabında, ona, mümkün olan alemlerin bu en mükemmelinde
sana bir temiz sopa çekersem bu da mı en iyidir? sorusunu
soracaktır, ama bu soruya daha bir hayli yıl vardır (Alman
düşünürü Leibniz öldüğü yıl, Fransız düşünürü Voltaire
yirmi iki yaşındaydı).
Leibniz'e göre özdek (madde) sadece, Spinoza'da
olduğu gibi, yer kaplama niteliğiyle açıklanamaz, Özdek,
cansız bir yer kaplamadan ibaretse çekme, itme, sıcaklık,
ışık nedir? Özdek, her şeyden önce bir direnmedir, bir
güçtür (kuvvet). Evrendeki sayısız güçler arasındaki
birliği sağlayan, Tanrıca önceden kurulmuş ve saptanmış
bir uyum, bir öncel düzen'dir (Fr.
L'harmonie préetablie).
Leibnizin açısından erdem, doğuştandır, dışarıdan
gelmiş bir bilginin sonucu değildir. Çünkü dışarıdan
hiçbir bilgi gelemez. Ne doğum ne de ölüm vardır. Bunlar,
ancak, monatların sonsuz gelişmesinde birer görünüşten
ibarettir. Ölmezlik, bir zorunluluktur. İnsan, kendi öz
tabiatına karşı bağımsız, kendi kendine karşı özgür
olamaz. Şu halde, erdem, bir zorunluktur. Tanrı, bu
monatlar monadı, mümkün olan alemlerin en iyisini zorunlu
olarak yaratmıştır. Kötülükler, ancak, eşyanın
ayrıntılarındadır ve iyiliklerin parlaklığını artırmaya
yararlar. Yoksa, bütün, en yüksek derecede
mükemmeldir. Bu mükemmel bütünde her şey mükemmeldir. Şu
halde erdem, bu mükemmelliğin zorunlu sonucudur. Mükemmel
bütünde hiçbir şey, isteyebilse de, bu mükemmellikten
kurtulamaz. Şu halde erdemsizlik,
mümkün [sayfa
205] değildir. Tanrılık irade, Tanrılık zekanın
emrindedir. Tanrı, ne tabiatın ve ne de erdem yasalarının
özgür yaratıcısı değildir. Yaratmak zorundaydı, yarattı.
Evren gibi, erdem de; bu zorunluğun ürünüdür.
Mutlu olmak için mutlu bir çevrede yaşamak
gerekiyor. Leibniz, mutluluklarını arayan insanlara bu
çevreyi göstermektedir: Dünya.
Tanrılık düşüncede sonsuz sayıda mümkün evrenler
vardı, diyor Leibniz. Bunlardan ancak bir tanesi var
olabilirdi. Tanrının başka bir evren yerine bunu seçmesini
gerektiren neden, onun sonsuz iyiliği, sonsuz bilgeliği,
sonsuz gücüdür. Tanrı iyiliğinin, bilgeliğinin, gücünün
ona seçtirdiği en iyi olacaktı elbet. Sevilen şeyin
mutluluğu, kişiyi mutlu kılar. Tanrının yetkinliğini seyre
dalarak, her türlü iyiyi yaratanı gereği gibi seven
kişilerin zorunlu mutluluğu da bundan ötürüdür. Evrenin
düzenini biraz anlayabilseydik, onun, en bilgili
insanların istediklerini kat kat geçtiğini, onu olduğundan
daha iyi kılmanın mümkün olmadığını görürdük. Bu evren,
yalnız genel olarak bütün için değil, aynı zamanda ayrı
ayrı her birimiz için de en iyi evrendir (Monadoloji,
53, 55, 90. fıkralar).
Fransız düşünürü Voltaire (1674-1778), ünlü
Felsefe Sözlüğü'nün Her şey iyidir (Bien-tout
est) maddesinde, Leibnizin bu düşüncesini şöyle
eleştirmektedir: Bir elmayı yedik diye sonsuz bir ömür
süreceğimiz bir haz ülkesinden kovulmuşuz. Bin bir
yoksuluk içinde, hepsi acı çekecek ve başkalarına da
çektirecek çocuklar meydana getirmişiz. Önümüzde bütün
hastalıklara tutulmak, bütün dertlere uğramak, acılar
içinde ölmek, sonra da, bir fenalık olarak, yüzyılların
sonsuzluğu içinde yanmak var. Leibnizin iyilik, yetkinlik
dediği bu mu? Mesanemde bir taş mı peydahlanıyor, bu
hayran olunacak bir mekaniktir. Taşlı usareler yavaş yavaş
kanıma karışıyor, oradan böbreklere süzülüyor, sidik
borusundan geçip mesaneye yerleşiyor, orada yetkin
(mükemmel) bir Newton çekimiyle birikiyor. Ben de bu
dünyanın en yetkin düzeni içinde ölümden bin beter
sancılar çekiyorum. Bir cerrah geliyor, apış arama sivri
bir şiş saplıyor, taş zorunlu bir mekanikle parçalanıyor,
ben de aynı mekanikle dayanılmaz acılar içinde ölüyorum.
Bütün bunlar iyidir, öyle mi? İşte taştan, damla
hastalığından, bütün cinayetlerden, bütün acılardan,
ölümden meydana gelmiş anlaşılmaz bir genel iyilik (Felsefe
Sözlüğü, I. cilt, s. 105).
Voltaire, ayrıca, dünya görüşünü de bir Suriye
masalıyla açıklamaktadır: Erkekle kadın, dördüncü kat
gökte yaratılmışlar. Cennet yemeği yerine kuru peksimet
yemeye kalkmışlar. Cennet yemeği deri deliklerinden uçup
gidermiş. Ama peksimet yiyince ayakyoluna gitmek gerekmiş.
İyice sıkışmış oldukları halde ayakyolunu arayan kadınla
erkek, rastladıkları bir meleğe yol sormuşlar. Melek de
onlara, dünyamızı göstererek, işte, demiş, buradan altmış
milyon fersah ötede şu, gördüğünüz küçük yuvarlak yok mu,
evrenin, ayakyolu orasıdır.
Mümkün olan alemlerin en yetkininde yaşıyoruz, öyle
mi?.. Fransız alaycılığını dürtmek için bu saf Alman
düşüncesinden daha uygun bir konu bulunamazdı. Alman
düşünürü Leibnizin bu iyimserliği, Fransız düşünürü
Voltaire'i bir hayli eğlendiriyor. Candide adlı
yapıt, böylesine bir eğlencenin ürünüdür. Candide, sözcük
anlamını canlandıran, açık yürekli, budalamsı bir kişidir.
Eskilerin safderun [sayfa 206] dedikleri, Leibnizin
bu iyimserliğine inanmış, bön bir oğlancağızdır.
(Voltairein L'Ingenu adını taşıyan, aşağı yukarı
aynı anlama gelen bir romanı ve bir kişisi daha vardır.
Onda da XVII. yüzyıl Fransa'sıyla alay eder. Voltairein
örnek Fransızlara özgü kişiliği bu alaycılığındadır).
Voltaire, Candide'i altmış beş yaşında yazdı.
Leibniz öleli kırk üç yıl olmuştu. Oysa, düşünceleri, bir
başka büyük Alman düşünürü Christian Wolff'un (1679-1754)
da yardımıyla çağını etkilemiş, geniş yankılar
uyandırmıştı. Wolff, Leibnizin dağınık düşüncelerini
bilimsel bir sistem içinde toplamıştı. XVIII. yüzyılın
ikinci yarısı başlarken, bütün Alman üniversitelerinde bu
iki büyük düşünürün Leibnizo-Wolffien adı verilen karma
öğretisi okutuluyordu. Bu öğreti, evrenin iyi bir Tanrı
eliyle yaratıldığını, mümkün alemler içinde mümkün olan en
iyi alem olduğunu ilerisürmekteydi. Görülen kötülükler bir
zorunluğun sonucuydu. Tanrısal sorumluluğun bu
kötülüklerde parmağı yoktu. Doğada her şey zorunlu olarak
var olmaktaydı. Yeter neden (sebeb-i kafi) olmadan hiçbir
sonuç doğmazdı. Bununla beraber, insanoğlunun tikel
buyrultusu (cüzi irade) da vardı. Yeter nedenlerin zorunlu
sonuçlara götüreceği şu ya da bu yolu seçebilirdi.
İnsanoğlu, önüne açılmış olan birçok yollardan dilediğini
seçmekte özgürdü.
Candide, Baron Tunder-ten-Tronk'un şatosunda
oturuyor. Sayın Baronun kız kardeşinin evlilik dışı
çocuğudur. Ekmek elden su gölden keyfince yaşamaktadır.
Mutludur. Öğretmeni sayın Pangloss, genç ve saf Candide'e,
yeter nedensiz hiçbir sonuç olamayacağını ve mümkün
alemlerin en iyisinde Baron hazretlerinin şatosunun mümkün
şatoların en iyisi olduğunu öğretmektedir. Ancak zavallı
Candide, Baronun kızı sevimli Bayan Kunegond'a aşık olduğu
için, mümkün alemlerin en iyisindeki mümkün şatoların en
iyisinden kovulacak, bu rahat yaşayıştan ayrılmak zorunda
kalacaktır.
Kafası, Leibnizo-Wolffien iyimserliğiyle doldurulmuş
olan delikanlının acıklı ve gülünç öyküsü böylece
başlamaktadır. İlkin, onu, Bulgarların asker toplayıcıları
yakalıyorlar (Voltairein Bulgarlar dediği Prusyalılardır).
Abarlara karşı savaşa sokuyorlar (Voltairein Abarlar
dediği de Fransızlardır, sözünü ettiği savaş da 1756'da
başlayan Yedi Yıl Savaşlarıdır). Candide, mümkün alemlerin
en iyisindeki mümkün savaşların en iyisinden mümkün
davranışların en iyisini yaparak, sıvışıyor. Oysa, gene
de, şöyle düşünmektedir: Yeter nedensiz hiçbir sonuç
yoktur. Her şey zorunlu olarak zincirlenmiş, en iyi amaç
için düzenlenmiştir. Sayın Bayan Kunegond'un yanından
kovulmam, kırbaçlanmam, ekmeğimi kazanmak için dilenmem
gerekiyordu elbet. Bütün bunlar başka türlü olamazdı.
Bundan sonra, mümkün alemlerin en iyisinde,
Candide'in başına gelmedik bela kalmıyor. Soyuluyor, dayak
yiyor, bindiği gemi batıyor; insanların birbirlerini
ezdiklerini, birbirlerinin kuyularını kazdıklarını, kendi
mutluluklarını başkalarının mutsuzluklarında bulduklarını
görüyor. Ona göre bütün bunlar yeter nedenler yüzünden,
mümkün alemlerin en iyisinde olup biten, zorunlu
sonuçlardır.
Candide, bu arada, sayın Bayan Kunegond'u; sevgili
öğretmeni Pangloss'u, Pangloss'un öğretisine karşı çıkan
kötümser düşünür Martini bulmuştur. Bunların [sayfa 207]
da başlarına, mümkün alemlerin en iyisinde, gelmedik bela
kalmamıştır. Hastalanmışlar, dövülmüşler,
çirkinleşmişlerdir.
Hep birden İstanbul'a geliyorlar. Voltaire, gerçek
saydığı düşünceyi, bir Türk düşünürüne söyletmek
istemiştir. Bu gerçek düşünce, ne Pangloss'un öğrettiği
iyimserlik, ne de Martinin öğrettiği kötümserliktir.
Gerçek düşünce, iyimserlikle kötümserliğin ortasında,
dünyayı olduğu gibi gören, iyi yönleriyle olduğu kadar,
kötü yönleriyle de kabul eden bir düşüncedir. Artık
Candide, bütün bönlüğüne rağmen, kuşkulanma yoluna
girmiştir. Sayın öğretmeni Pangloss'a soruyor: "Peki,
sevgili Pangloss, asıldığınız, parçalandığınız, dayak
yediğiniz, kürek cezasında acı çektiğiniz zamanlarda da
gene dünyada her şeyin yolunda gittiğini düşündünüz mü?".
Oysa Pangloss da, Martin gibi, kendi düşüncesinde
direnmektedir. Panglossia Martin, durup dinlenmeden,
tartışmaktadırlar. Bu sırada Candide, Pangloss ve Martinin
gözlerinin önünden kocaman kayıklarla Erzurum'a, Limnos'a,
Midilli'ye sürülen paşalarla beyler geçmektedir.
Sürülenlerin yerlerini almak için başka paşaların; başka
beylerin geldikleri görülmektedir. Sonra, sıraları
geldikçe; bunlar da sürülmekte, öldürülmektedirler.
Babıali'ye sunulmak üzere içleri samanla doldurulmuş sıra
sıra insan kafaları geçirilmektedir.
Tartışmalarının hiçbir sonuca bağlanamayacağını
anlayan Candide, Pangloss ve Martin, bir Türk dervişine
başvuruyorlar. Pangloss söz alarak: Sayın derviş, diyor,
size, insan denilen bu acayip yaratığın niçin
yaratıldığını sormaya geldik?.. Derviş, onlara ters ters
bakarak: Sen ne karışıyorsun be adam, diye karşılık
veriyor, bu senin işin mi ki?..
Candide, araya girerek: Fakat sayın efendim, diye
sızlanıyor, yeryüzünde ne kadar çok kötülük var?.. Derviş
gene süzüyor onları: İyilik olmuş, kötülük olmuş, bundan
ne çıkar, diye karşılık veriyor, padişahımız Mısıra bir
gemi gönderdiği zaman içindeki sıçanların rahat olup
olmadıklarını düşünüyor mu?
Pangloss dayanamıyor: Peki, o halde ne yapmalı? diye
soruyor. Türk dervişi tek sözle karşılıyor bu soruyu:
Susmalı.
Pangloss: Sizinle, nedenler ve sonuçlar üstüne,
mümkün alemlerin en iyisi üstüne, kötülüğün doğuşu, ruhun
özü üstüne konuşmaya gelmiştik, diye direnmek istiyor: Ama
bu sözleri duyunca derviş, onları kapı dışarı ediyor.
Susmak... Elde ettiğimiz sonuç bu mudur? Bir bakıma,
bütün mümkünlerin arasında uygulanabilecek tek mümkün,
buymuş gibi görünmektedir. Oysa, Voltaire de, bizler gibi,
bu sonuçla yetinmeyecektir. Türk dervişi, sadece kuramsal
gerçeği ortaya koymuştur. Bu kuramsal gerçeğin uygu
alanındaki anlamını da bir Türk bahçıvanı belirtecektir.
İyimser, kötümser ve kuşkucu üç filozofumuz,
dervişin yanından kovulduktan sonra, bir müftünün
boğdurulduğunu duyuyorlar. Pangloss, rastladıkları ihtiyar
bir Türk bahçıvanına, boğulan müftünün adını soruyor.
Bahçıvan, bahçesinin önündeki ağaçların gölgesinde,
serinlemektedir. Onlara: Bilmiyorum, diyor, hiçbir zaman
ne bir müftünün, ne de bir vezirin adını öğrenmedim.
Sözünü ettiğiniz [sayfa 208] olaydan da haberim yoktur.
Genel işlere karışanların çoğu zaman kötü bir biçimde
öldüklerini, buna da layık olduklarını sanıyorum.
İstanbul'da olup bitenlerle ilgilenmem, bahçemin
yemişlerini İstanbul'a göndermekle yetinirim.
Pangloss'un sorusunu yeniden sorabiliriz: Peki, o
halde ne yapmalı?.. Sorunun karşılığını ihtiyar
bahçıvandan almış bulunuyoruz: Bahçemizin yemişlerini
yetiştirmeli.
Ama Pangloss inatçıdır. İhtiyar Türk'ün öğüdünü
tutarak, üç büyük kötülük olan sıkıntıyı, utancı ve
yoksulluğu uzaklaştıracak böylesine bir işle uğraşacağı
yerde, usanmaksızın çene çalmaktadır (Voltaire'e göre,
tıpkı Leibniz gibi). İkide bir, Candide'e: Mümkün
dünyaların en iyisinde mümkün bütün olaylar
zincirlenmiştir, demektedir, eğer siz, sayın Bayan
Kunegond'un aşkı için güzel bir şatodan tekmeyle
kovulmamış olsaydınız, eğer engizisyon işkencelerine
katlanmamış olsaydınız, eğer yaya olarak bütün dünyayı
dolaşmamış olsaydınız, eğer Baron hazretlerini kılıçla
biçmemiş olsaydınız, eğer güzel Eldorado ülkesinden
aldığınız koyunları yitirmemiş olsaydınız, şimdi burada,
turunç reçeliyle fıstık yiyemezdiniz.
Artık aydınlanmış ölan Candide, Pangloss'un bu
gevezeliklerine, romanın son sözü olan şu karşılığı
veriyor: Bütün bunlar güzel sözler ama... bahçemizi
işlemek gerek.
Ama Leibniz, Voltaire'den habersiz olduğu halde
(Voltairein Candide ou L'optimisme adlı yapıtı 1759
yılında yayımlanmıştı, Leibniz kırk üç yıl önce ölmüştü)
insan düşüncesinde beliren her türlü soruyu karşılamaya
çalışıyor: Tanrının kötülüklere neden izin verdiğini
kesinlikle anlamamız mümkün olsaydı, bilebildiğimiz küçük
nedenlerin yanında koskocaman nedenler, bizim
düşünemeyeceğimiz büyüklükte nedenler görecektik. Tanrı,
bütün parçaları birbirine bağlı olan bu yetkin evreni
titizlikle yaratmış, bunu yaparken her ihtimali hesap
etmiş, bu hesabın sonunda da birtakım kötülüklere göz
yummamazlık edilemeyeceğini anlamıştır. Tanrısal bilgeliği
kötülüğe göz yumduran kaçınılmaz nedenlerin varlığına
inanmak zorundayız. Gerçi, Tanrının böyle bir şeye izin
vermiş olması bizi şaşırtıyor, çünkü biliyoruz ki,
Tanrıdan Tanrısal iyiliğe aykırı hiçbir şey çıkamaz. Şu
halde, olaya bakarak, bu iznin kaçınılmaz bir zorunluk
olduğu sonucunu çıkaracağız. Tanrının suçsuzluğunu
tanıtlamaya (ispat etmeye) çalışmak gerekmez. Kötülükler
bir kez dünyaya girmiş bulunuyor, şu halde Tanrı
yetkinliğinden hiçbir şey yitirmeden ona göz yummuş olsa
gerektir. Mademki Tanrı kötülüklere izin vermiştir, o
halde izin verdiğine iyi etmiştir (İnanla Aklın
Uygunluğu Üstüne Konuşma, s. 48 ve sonrası).
Voltaire henüz ortada yoksa da, Leibnizin
karşısında, başka bir Fransız düşünürü, Pierre Bayle
(1647-1706) var. Bayle'a göre, akılla inan uyuşamaz. Akla
uygun olana inanmak kolaydır, bunu herkes yapabilir. Güç
olan, herkesin yapamadığını yapmak, akla uygun olmayana
inanmaktır. Tanrı düşüncesini akılla bağdaştırmaya
çalışmak boşunadır. Şu halde her birinin alanını ötekinden
ayırmak, birbirlerine karşı hiçbir üstünlük düşünmeden,
her birini kendi alanı içinde değerlendirmek gerekir. Her
ikisi birbirlerine karşı da çelişiktir. İsteyen inan
yolunu, isteyen akıl [sayfa 209] yolunu tutabilir:
Birbirlerine karışmadan her iki yolu birden tutmak da
mümkündür. Yoksa, Tanrıyla bu dünyadaki eksiklik, bozukluk
asla uzlaştırılamaz.
Leibniz, Bayle'a karşılık vermek için, Theodicée
(Tanrıyı Savunma) adlı yapıtını yazdı. Yapıt 1710
yılında Amsterdam'da yayımlandığı zaman Bayie öleli dört
yıl oluyordu. Leibniz bu yapıtında kötülüğü, iyiliğin
eksikliği olarak tanımlıyor ve bu eksiklik olmasaydı
iyiliğin de olamayacağını ilerisürüyordu. Leibniz'e göre
bu eksiklik, Tanrının yetkinliği karşısında yok
olmaktadır. İyimser olabilmek için bütünü göz önünde
bulundurmak gerektir. Tanrı düşüncesiyle insan aklı
arasında hiçbir çelişmezlik yoktur, elverir ki insan aklı
Tanrı yetkinliğini kavrayabilsin.
Leibniz, Theodicée'de Monadoloji'ye
göre biraz daha yumuşamış görünüyor. Tanrı, bu dünyayı
yetkinliğini göstermek için yarattı, diyor. Dünyanın sonlu
varlıklardan kurulması bir zorunluktu. Sonlu varlıklarınsa
eksik oluşları, yetkin olmayışları bir zorunluktu. Sonlu
varlıklar, sonlu oldukları için, yetkin değildirler. Çünkü
sonsuz varken, sonlu yetkin olamaz. Şu halde dünyanın
eksik, kusurlu oluşu da bir zorunluktur.
Leibniz, bir hayli direndikten sonra, baklayı
çıkarıyor ağzından sonunda: Bu dünya iyi bir dünya
değildir. Ancak mümkün olanlar arasında en iyisidir.
Tanrının iyiliği, birçok eksik dünyalar arasından, en az
eksik olanını seçmekle belirmiştir. Tanrının sonsuz
iyiliği olmasaydı daha çok eksik olanını da seçebilirdi.