AYDINLIK,
AMA KAÇ MUMLUK?
Geniş bir kapıdan giriyoruz. Kapının ardı aydınlık.
Bu kapı, XVIII. yüzyıl kapısıdır. Böylesine bir aydınlık,
XVII. yüzyılın loşluğunu, XVI. yüzyılın karanlığını daha
bir belirtiyor. Artık insan kendi aklını kullanarak kendi
anlamını kavramak üzeredir. Evrendeki yerini bulacak,
yaşama düzenini kuracaktır. Yeniden doğuş, üç yüzyıl
sonra, ürünlerini vermeye başlamıştır. XVIII. yüzyıl göğü,
parlak bir güneş ışığı içinde, masmavidir. Akıl, büyük
Fransız devrimini kotarmaktadır. Parolayı ünlü Alman
düşünürü Kant veriyor: Aklını kullanmak gücünü göster.
[sayfa 215]
Felsefe tarihi, XVIII. yüzyıla aydınlanma çağı
adını koyuyor. Kant'ın tanımına göre insan, aklını
kullanmayışı yüzünden düşmüş olduğu durumdan aklını
kullanarak kurtulmuş; aydınlanma yoluna girmiştir. Akıl,
hep o akıldır. Ama insan onu bugüne değin kullanmaktan
ürküyor, aracıların yardımını arıyordu: Artık aklını
kullanmak gücüne kavuşmuştur.
Gök ölçüsü yerini yer ölçüsüne bırakmak zorundadır.
Öbür dünya bu dünyaya inmiştir. Eskimiş yaşama düzeni yeni
bir yaşama düzeniyle değiştirilecektir. İnsan, artık,
evrendeki yerini bilmektedir. Artık bütün değerler; din,
devlet, toplum, eğitim ve erdem hallaç pamuğu gibi yeniden
atılacak, yeniden didiklenecektir. XVIII. yüzyıl, yeni bir
düzen içinde insanlığın birleşeceğine inanmaktadır.
Antikçağ aydınlanmasının başkenti Atina'ydı. XVIII.
yüzyıl aydınlanmasının başkenti Londra'dır. XVIII.
Yüzyılın İngiliz düşünür yazarları ellerine geçirdikleri
her sorunu aklın öçlüsüne vurmaktadırlar. Artık düşünürlük
sanatı, toplum çoğunluğuna yayılabilmek için, elini,
yazarlık sanatına uzatmıştır. Soyut düşünce somut
edebiyatla kaynaşmaktadır.
John Locke (1632-1704), bu büyük İngiliz
düşünür-yazarı, XVIII. yüzyılın sadece dört yılını
yaşadığı halde, XVIII. yüzyıl aydınlanmasının kurucusu
sayılmaktadır. Çünkü Locke, davranışlarımızı akla göre
düzenlemek gerektiğini çoğunluğa yayan ve çoğunluğu
etkileyen ilk düşünürdür. Locke'a göre erdem, bir
otoriteye uymaktı. Bu otoriteler de Tanrı otoritesi,
devlet otoritesi, görenekler otoritesiydi. Erdem, ancak,
insanın bu otoritelere kendini bağımlı kılmasıyla var
olabilirdi. Bu otoriteleri kaldırırsanız ortada erdem
adına hiçbir şey kalmayacaktı. Oysa birey özgür olmalı,
görenek ve otoritenin her türlüsünden kurtulmalıydı.
Erdemimizi, yeni baştan, akla göre düzenlemek gerekiyordu.
Başka bir İngiliz, William Wollaston (1659-1724),
erdeme, nesnelerin tabiatında bulunan objektif bir ölçü
aramaktadır. Ona göre erdem, doğru bir yargıdır. Bu
yargı, doğru olmayana, başka bir deyişle, yalana
dayanıyorsa erdemsizlik belirir. Örneğin bir köpeği
kamçılayan bir kişi, köpeğin duygusu yokmuş gibi
davranmakla doğru olmayan, yalan olan bir yargıya
dayanmakta, bu yüzden erdemsiz olmaktadır. Buna karşı
sözünü tutan bir kişi, sözünü yadsımamış (inkar), yalana
sapmamış, doğru bir yargıya uygun davranmakla erdemli
olmuştur. Tüm erdemler doğru yargılara, tüm erdemsizlikler
de yalan yargılara dayanır. Wollaston'a göre, erdemin
ölçüsü mantıksal doğruluktur. Doğru bir yargıya dayanan
davranış aynı zamanda evrendeki uyuma da uygun bir
davranıştır. Erdemin insanı mutlu kılışı bu yüzdendir.
Erdem, doğruculuktur. Çünkü erdemsizlik yalancılıktır.
Çeşitli erdemsizlikleri düşününüz, bunların altında her
zaman bir yalancılığın gizlenmiş olduğunu göreceksiniz.
Hırsızlık erdemsizliği mülkiyet hakkını yok saymak
yalancılığına dayanır, korkaklık erdemsizliği korkutan
olayın büyümsenmesi yalancılığına dayanır.
Erdeme, nesnelerin tabiatında bulunan objektif bir
ölçü arayan başka bir İngiliz düşünürü de Samuel
Clarke'tir (1675-1729). Clarke'e göre töre yasaları,
nesnelerin doğal niteliklerinden doğmuştur. İnsan, bu
doğal niteliklere uymak zorundadır. Erdem, nesnelerin
doğal niteliklerine uygun davranmaktır. Bir odun
küfesini sırtlayıp [sayfa 216] sırtlamamak bizim
elimizdedir, ama sırtlarsak ağırlığını da duymak
zorundayız, çünkü ağırlık onun doğal niteliğidir, bu
yüzdendir ki bu ağırlığa katlanmak bir erdemdir. Korunmak,
zayıfın doğal niteliğidir; bu yüzdendir ki zayıfı korumak
bir erdemdir. Karanlık ve soğuk bir kış günü, bir gece
yarısında bir ormana giren kişinin cesareti bir erdemdir.
Erdemsizliklerse bu doğal niteliklere uygun davranmamakla
belirir.
Bir başka İngiliz, Shaftesbury (1671-1713) de erdeme
estetik açısından bakmaktadır. Ona göre erdem, güzelle
iyinin uyuşmasıdır. Erdemli insan, kendini bir sanat
ürünü gibi biçimlendirebilmiş insandır. Bencil ve özgecil
içgüdüler, insanın doğal nitelikleridir. Gereken, ne
birinin eksikliği, ne de ötekinin fazlalığı, her ikisinin
de en uygun oranda uyuşmasıdır, insan elbette kendisini
düşünecektir, ama gereken odur ki, kendisiyle birlikte
başkalarını da düşünecektir. Kendisini nasıl yüceltiyorsa,
toplumu da öylece yüceltecektir. İşte bu bencillikle
özgeciliğin uyuşması insana özgüdür, yoksa bu nitelikler
hiçbir oranda uyuşmadan hayvanlarda da vardır. Evren nasıl
uyumlu bir bütünse insan da öylece uyumlu bir bütün
olmalıdır. Erdemli insan, uyumlu bir bütün olarak yetişmiş
insandır. Bu uyumda güzelle iyi birleşirler. Uyumlu bir
bütün olarak yetişmiş insanda töresel yargılama gücü
vardır. Shaftesbury, erdem alanında hem estetikçi hem
toplumcudur. Ona göre insan tek başına ne iyi, ne de
kötüdür; insan ancak toplum içinde iyi ya da kötü
olabilir, bencil ve özgecil içgüdüleri ancak toplum içinde
gelişebilir, töresel yargılama gücüne de ancak toplum
içinde uyumlu bir bütün olmakla kavuşabilir. Şu halde
Shaftesbury'ye göre erdem, toplumsal bir eğitim işidir.
Shaftesbury'nin yolunda yürüyen birçok İngiliz
düşünürleri vardır. Akıl ölçüsü, akla uygunluk zorunluğu
hepsinde ortaktır. Joseph Butler la (1692-1752) Francis
Hutcheson (1694-1747) da bu yoldadırlar. Butler,
Shaftesbury'nin töresel yargılama gücünü adlandırmış,
bunun vicdan olduğunu söylemiştir. Akılla yönetilen
ve uyuşturulan bencil ve özgecil eğilimler vicdanın
sesiyle yargılanırlar. Bu sürekli yargılama kişiyi erdemli
kılar. Şu halde Butlera göre erdem, Shaftesbury'den
daha kesinlikle, kişinin kendi kendini yargılamasıdır.
Hutcheson da bencil ve özgecil eğilimlerin yanına bir
üçüncü eğilim koymaktadır; bu üçüncü eğilim insanı,
bütünün mutluluğu içinde kendi sürekli mutluluğuna götüren
daha yüksek bir eğilimdir. İşte bu yüksek eğilimdir ki
insanı erdemli kılar. Mutluluk, antikçağ Yunan
düşüncesinde olduğu gibi, erdemli olmakla sağlanır.
Bernard de Mandeville (1670-1733), Arılar
Efsanesi ya da Genel Zenginliği Yapan Kişisel
Kötülüklerdir (The fable of the bees or private vices
made public benefits) adlı küçük yapıtını 1714 yılında
yayınladı. Yapıt, XVIII. yüzyılın aydınları arasında
gerçek bir fırtına kopardı. Kavgalar, dövüşler oldu.
Düşünce, kendi gücünün heyecanını yaşıyordu. Sokratesin
tohumlarını attığı, birçok büyük düşünürlerin
geliştirdikleri olumlu erdem kuramı kökünden sarsılıyordu.
Mandevillein düşüncesi, bilimsel bir denemeye
dayanmaktaydı; Shaftesbury'nin The Moralist adlı
yapıtına karşı yazılmıştı.
Mandeville, insan toplumunu bir arı kovanında
inceliyordu İnceleme bir hayli ilgi çekiciydi. Arıları
durmadan çalıştıran, güvendiren, zengin eden, örgütleyen,
[sayfa 217] örnek bir toplum haline koyan neden,
erdemlilik değil, erdemsizlikti. Arı kovanındaki
yükselmenin nedenleri hırsa, çekememezliğe, kendini
beğenmişliğe, açgözlülüğe, zevk düşkünlüğüne dayanıyordu.
Gelişme, refah kötülüklerden doğuyordu. Genel zenginlik,
özel kötülüklerin çatışmasından çıkmıştı. Kişisel
tutkular, hırslar, açgözlülükler, çekememezlikler
birbirleriyle karşılaşıp çatıştıkça arılar toplumu gelişip
güçlenmekteydi. Genel çıkarlar, özel çıkarların
toplamından başka bir şey değildi (Dostoyevski'nin
Raskolnikof'u da, Suç ve Ceza'da, bu düşünceden
yola çıkmıştı).
Mandeville, bundan sonra, düşüncesini
masallaştırıyor: Erdemsizlikle zengin olmuş bir arı
düşünürü, bu genel erdemsizliği gözleyerek, insan
toplumlarında olduğu gibi, erdem elden gidiyor, halimiz
nice olacak! diye haykırmaktadır. Kuşkusu gün geçtikçe,
öteki arıları da etkilemiştir. Şimdi bütün arılar
erdemliliği özlemektedirler. Oysa Jupiter (Yunanlıların
Zeus'ü) gerçeği görmekte, arıların bu nankörlüklerinden
ötürü öfkelenmektedir. Sonunda, onları bir çırpıda erdemli
kılarak cezalandıracaktır.
Erdemli arıların kovanı ıssız bir çöle dönmüştür.
Mahkemeler kapanmış, yargıçlar ekmeksiz, papazlar aç
kalmış; devlet memurları, işsizlikten bunalmaya
başlamışlardır. Her arı azla yetinmekte, kimse
çalışmamaktadır. Sadece gerekli olan iş yapılmaktadır;
herkes tutumlu olduğu, aşırı zevklerinden sıyrıldığı,
başkalarını kıskanmadığı, pek azla doyduğu için çok az şey
gereklidir. Lüks, düşünce, sanatlar sıfıra yönelmiştir.
İşsizlik almış yürümüştür. İyi arılar savaş güçlerini de
yitirmişlerdir. Düşmanları bundan kolaylıkla faydalanıp
onları kılıçtan geçirirler. Canını kurtarabilen pek azı da
bir ağaç kovuğuna sığınırlar. Artık, erdem yoluyla
mutluluğa kavuşmuşlardır.
Sokrates şunu demişti: Erdemlerimiz olmazsa,
toplumumuz çürür. Bernard de Mandeville de ters açıdan
şunu demektedir: Erdemsizliklerimiz olmazsa, toplumumuz
gelişmez.
Mutluluk erdemli olmaya bağlıdır, diyen
Shaftesburycilere karşı çıkan Mandeville'e göre mutluluk,
erdemsiz olmaya bağlıdır. Kişiyi mutlu kılan
bencilliğidir. Bencil olmadıkları, birbirlerini
kıskanmadıkları, azla yetindikleri gün arılar toplumu
ıssız bir çöle döner. Mandeville'e göre erdem,
kendimizi başkalarından üstün tutmak çabasıdır. Bir
başka deyişle, bir çeşit komplekstir, aşağılık duygusudur.
Erdemimizi böbürlenmek için ediniriz. İyiliği sadece
iyilik için istediğimiz zaman da kendimize karşı
böbürleniriz. Oysa uygarlığı yaratan erdemsizliklerdir.
Bir yandan erdem oyunlarıyla kendimizi pöhpöhlerken, öbür
yandan sürüyle erdemsizlikler etmeseydik toplumumuz
gelişmezdi. Erdemsizlikler insanları ileriye götüren bir
kamçıdır. Bencillikle kamçılanmayan insan miskinin
biridir, ne kendine hayrı olur ne de toplumuna.
Giderek karşımıza bir başka İngiliz çıkacaktır. Bu
İngiliz David Hume'dur (1711-1776). Hume, akıldan
kuşkulanmakla işe başlıyor ve soruyor: Akıl, her sorunu
çözebilir mi?.. Şu halde aklın yetkisini iyice tanımamız
gerekir. Aklımızı işleten düşüncelerimiz, dış duyulardan
ya da iç duygulardan alınmıştır. Anadan doğma körde renk
kavramı yoktur. Tanrı düşüncesi de, kendi bilgeliğimiz ve
iyilik etmek [sayfa 218] niteliğimize sınırsız bir
genişlik vermemiz sonunda, bizde doğmuştur. Şu halde
erdemin kaynağı bizdedir. Ama bu kaynak aklımızda mıdır?..
Hayır. Bir davranışın erdemli ya da erdemsiz olduğunu
sadece aklımızın ölçüsüyle çıkaramayız. Ölçümüz, akıldan
çok, bir duygu ölçüsüdür. Duygudaşlık (sempati) adını
verdiğimiz bir duygu akımıdır bu. Hem de öyle güçlü bir
akımdır ki, başkasında gördüğümüz bir erdem, bize engel
olsa bile, hayranlık uyandırır. Bu duygudaşlık bizi
başkalarının davranışlarını değerlendirmeye götürür, bu
değerlerle kendimize dönüşümüz daha sonradır. Bir başka
deyişle, ölçüyü başkalarında bulup kendimize uygularız. Şu
halde vicdan, yaratılışımızla birlikte işleyen bir yargıç
değildir, bir toplum ürünüdür. Toplum içinde
duygudaşlarımız olmasaydı vicdanımız da olmazdı. Ama bu
gene de bir dıştan geliş değildir; çünkü toplum, ortak bir
iç yaşama, ortak bir iç dünyadır. Toplum biziz; toplum,
bizim dışımızda bir şey değildir. Duygudaşlık, bizi
başkalarının iyiliğine götürür. Çatıştığı hallerde, kendi
iyiliğimizi isteyen bencilliği bile yener. Şu halde
erdem, toplum içinde doğal bir duygudaşlıktır.
XVIII. yüzyıl aydınlığı İngiltere'den, önce
Fransa'ya, sonra Almanya'ya geçmiştir. Fransız ve Alman
düşünür yazarlarının bu aydınlığa kattıkları ışık
İngilizlerinkinden az değildir.
Başka bir XVIII. yüzyıl düşünürü, Fransız
maddecilerinin öncüsü Julien de la Mettrie (1709-1751),
olsun, diyor, ne zararı var, akıl bizi gerçek nedenlere
doğru götürüyor, oysa bu sonuçları değiştirmez ki!..
Böbürlenme duygumuzu toplumun yararına kullanıyoruz, işte
bu erdemdir. Mademki toplumun iyiliğini -altını kazıyınca
gene kendi iyiliğimiz çıksa bile- birçok davranışlarımızda
kendi iyiliğimize üstün tutuyoruz, bunun adına erdem
diyebiliriz elbet. Kendi hayatımızı hiçe sayarak denize
atlayıp bir başkasının hayatını kurtarıyoruz. Yaşama
iyiliğimizin yerine böbürlenme iyiliğimizi koyabilmişsek
bu elbette önemli bir adımdır. Mutluluğu engelleyen
önyargılardır, işte akıl önyargıların hakkından geliyor
artık. Vicdan sızısı, pişmanlık gibi boş ve değersiz
üzüntülerden kurtulmalıyız (Spinoza'yı hatırlayınız).
Bir başka Fransız düşünürü, Claude Adrien Helvetius
(1725-1771) de bencillikle erdemin uyuşabileceği
düşüncesindedir. O da, Mandeville gibi, İngiliz düşünürü
Hobbes'tan yola çıkıyor. Nedeni ne olursa olsun erdem
toplumun yararına olan davranışlardır. Bütünün
mutluluğu, kişilerin mutluluğunun toplamıdır. Şu halde
bütünün mutluluğunu sağlayan erdem bencillikle çatışmaz.
Mademki toplumun yararını sağlıyor, erdem bir çeşit
bencillik olsun, ne çıkar? Toplum, bu çeşit bencilliği
geliştirmeye çalışmalıdır. Helvetius da, Sokrates gibi,
erdemin ancak eğitimle meydana çıkarılıp
geliştirilebileceğini savunmaktadır.
Bu sıralarda özdeği (maddeyi) tümüyle yadsıyan
özdeksizcilik (immateryalizm) öğretisi bir papaz
cüppesi altında karşımıza çıkıyor. Özdeği yadsıma
deyiminden alınan bir önekle Yadözdekçilik
deyimiyle de çevrilmiştir. İngiliz Protestan piskoposu ve
düşünürü Georges Berkeley (1685-1753) tarafından
ilerisürülen bu öğretiye göre varlık algılamadır (La.
Esse est percipi), algılarımızın ve düşüncelerimizin
dışında özdek diye bir şey yoktur. Özdeği felsefesel bir
kavram olarak bir yana iten ve onu somut biçimleri ve o
somut biçimlerin özellikleriyle aynılaştırma yanılgısına
[sayfa 219] düşen Berkeley, Treatise on the Principles
of Human Knowledge (İnsan Bilgisinin İlkeleri Üstüne .
Araştırma, 1710) adlı yapıtında şöyle demektedir:
"Tasarımların zihinsiz varolmadığını ve varolamayacağını
herkes bilir. Çeşitli duyumların da onları algılayan
zihinden başka bir yerde varolamayacakları bana hiç de
daha az açık gelmemektedir. Varolmak deyimiyle ne denmek
istendiği iyice incelenecek olursa bu savım çok daha iyi
anlaşılacaktır. Üstünde yazı yazdığım masa vardır
dediğim zaman, onu görme ve dokunmayla algı'ladığımı
söylemiş oluyorum. Bunun gibi bir koku vardı, demek
ki koklamakla algı'lamıştım; bir ses vardı,
demek ki işitmekle algı'lamıştım. Bütün bu
anlatımlarda varolan'ın algılanan olduğu açıkça
görülmektedir" (Kimi sözcüklerin altı tarafımızdan
çizilmiştir). Bu savıyla özdekçiliğe savaş açan piskopos
Berkeley, fiziksel nesnelerin tasarımlar olduğu savından
yola çıkarak tasarımların algılanarak varolduğu ve bundan
ötürü de fiziksel nesnelerin algılanmadan ibaret bulunduğu
sonucuna varmaktadır. Felsefe açısından yukarda sözü
edilen büyük yanılgısının dışında mantık açısından da
birçok yanılgılara düşmüş bulunan Berkeley, bu yapıtından
üç yıl sonra yayımladığı Three Dialogues Between Hylas
and Philonous (Hylas ve Philonous Arasında Üç Konuşma,
1713) adlı yapıtında öznel düşünceci savını daha da
geliştirmiştir. Bu yapıtında da "Duyulur evren,
duyularımızla algıladığımız evrendir. Duyularla
tasarımlardan başka hiçbir şey algılanamaz. Hiçbir tasarım
zihinden başka hiçbir yerde varolamaz" (s. 425)
demektedir. Ona göre "Düşünmeyen bir varlığın bir zihin
tarafından algılanmaksızın varolduğunu ilerisürmek
olanaksız bir çelişmedir" (İbid, s. 462). Berkeley bu
yapıtında Philonous'tür, Hylas da ona karşı koymaktan çok,
konuşma olanağı sağlayan, bilimsel öğrenim görmüş
sağduyuyu simgeler. Philonous, Hylas'a karşı mantıksal ve
görgül kanıtlarını bir bir sıralamaktadır: Renk ancak onu
gören için, koku ancak onu duyan içindir. Onları vareden
bizim onları algılayan ruhsal varlığımızdır, bizim onları
algılayan ruhsal varlığımız olmasaydı onlar da olmazlardı.
Nesnelerle onların bizdeki düşüncesi bir ve aynı şeydir,
nesneler düşüncelerdir. Cisimlerin nesnel varlıkları
yoktur, onları vareden bizim ruhumuzdur. insanlar, sonsuz
güçlü ruhun (Tanrının) etkisiyle düşünceler algılayan
ruhlardır. Kumaşın kırmızı olduğu kesin değildir,
gözlerimiz sarılığa tutulmuşsa bu kumaşı sarı gördüğümüz
gibi, gözleri bizim gözlerimizden başka yapıda olan
hayvanlar bu kumaşı başka renklerde görebilirler. Demek ki
renk, kumaşta değil, gözlerdedir. Varolan bir şey,
kendinden başka olması olanaklı bulunmayan bir şeydir.
Oysa nesneler, çeşitli algılara göre çeşitli şeyler,
eşdeyişle kendileriyle aynı kalamayan şeylerdir. Örneğin
önümüzde duran bir kap su, elimiz sıcaksa soğuk ve elimiz
soğuksa sıcaktır, eşdeyişle kendi kendisiyle aynı
değildir. İnsanın hafif bulduğunu karınca ağır bulur.
Tatlı bir tatla güzel bir koku haz, acı bir tatla kötü bir
koku acı verir; demek ki tatlar ve kokular da
zihnimizdedir. Berkeley, antikçağ Yunan şüphecisi
Ainesidemos'un yüzyıllarca önce ilerisürdüğü kanıtları bir
bir yineledikten sonra, Philonous'la Hylas'ı şöyle
konuşturur: "Hylas: –Ama Philonous, zihnin dışında varolan
algılamasız bir töz düşüncesini bırakmaya razı olduğumdan,
özdek sözcüğünü istediğim gibi kullanmak ve yalnız zihinde
varolan duyusal düşünceler toplamına vermekten beni [sayfa
220] alıkoymamalısınız. Gerçek anlamında ruhtan başka bir
töz olmadığını kabul ediyorum. Ne var ki özdek deyimine
uzun zamandan beri alışmışım, ondan nasıl ayrılacağımı
bilemiyorum. Dünyada özdek yoktur demek benim hala canımı
sıkıyor. Oysa, gerçekten de bu sözcükle zihin dışında
düşüncesiz bir töz kastedildiğine göre özdek yoktur. Ne
var ki özdekten eğer varlığı algılanmakla beliren bir şey
kastediliyorsa özdek vardır. Bu ayrım, ona büsbütün başka
bir doğrultu verir. İnsanlar bunu anlayabilirler, çünkü
nihayet özdek üstündeki anlaşmazlık tam olarak kabul
edildiği takdirde sizinle filozoflar arasındadır. Onların
ilkeleri sizinkiler kadar doğal ve insansal, sağduyuya ve
kutsal kitaba uygun değildir. Bizim istediğimiz ya da
sakındığımız şey, mutluluğumuzu ya da acımızı meydana
getireceğini anladığımız şeydir. Fakat mutluluk ya da
mutsuzluk, haz ya da acı, zevk ya da ıstırabın saltık
varlığıyla bizimle bütün ilişkileri kesilmiş meçhul
şeylerin ne ilgisi var? Nesnelerin bizi ilgilendirişi,
bizi mutlu kılıp kılmamalarına bağlıdır ve mutlu kılıp
kılmamaları da sadece algılandıkları derecededir. Bunun
ötesinde onlarla ilgili değiliz ve onları bırakabiliriz.
Bununla beraber savınızda bir yenilik seziyorum.
Filozoflar ya da halk gibi düşünmediğimi görüyorsunuz.
Öğretinizin eski düşüncelerime ne eklediğini ya da onlarda
ne değiştirdiğini bilmek isterim... Philonous: –Yeni
kavramlar ilerisürmüş değilim. Yapmak istediğim sadece
eskiden filozoflarla halk arasında bölünmüş olan hakikati
birleştirmektir. Halk, algıladığı nesnelerin gerçek
nesneler olduğunu sanıyordu. Filozoflarsa algılanan
şeylerin zihinde varolan şeyler olduğunu söylüyordu. Yan
yana konan bu iki anlayışın birleştirilmesi, benim
ilerisürdüğüm savın temelidir... Hylas: –Uzun zamandan
beri duyumlarıma güvenmiyordum, eşyayı donuk bir ışık
altında ve sahte bir gözlükle gördüğümü seziyordum. Şimdi
gözlük çıkarıldı ve aydınlandım. Şimdi onları asıl
biçimleriyle görüyorum ve saltık varlıkları hakkında
üzüntü çekmiyorum. Bununla beraber beni buraya getiren
yolu henüz tümüyle kavramış değilim. Siz de akademiciler,
kartezyenler ve buna benzer öğretililer gibi aynı
ilkelerle söze başladınız ve uzun zaman onların felsefesel
şüpheciliklerini ilerletiyor gibi göründünüz. Oysa
vardığınız sonuçlar onlarınkine tümüyle karşıt çıktı".
Hylas'ın bilimsel bir karşı koyucu olmaktan çok,
destekleyici ve Karagöz'deki Hacivat gibi konuşturucu
durumunu belirttiği için olduğu gibi aktardığımız bu
parçanın temel ilkeleri, kısaca Principles adıyla
anılan yukarda sözünü ettiğimiz yapıtta verilmektedir. Bu
yapıtın on yedinci paragrafı "özdeksel tözün iki bölüme
ayrılmasındaki felsefesel anlam" başlığını taşır,
şöyledir: "Özdeksel tözden en titiz filozofların bile ne
anladıklarını incelersek görürüz ki bundan maksatları,
genel bir varlık düşüncesi ve bunun olayları meydana
getirişindeki göreli anlamdır. Varlık üstündeki genel
düşünce bana soyut ve anlaşılmaz görünmektedir. Varlığın
olaylara destek olmasıysa büsbütün anlaşılamaz. Her halde
başka bir anlam kastediyorlar, ne var ki bunu
açıklamıyorlar. Özdeksel töz deyiminin dilegetirdiği
anlamın iki bölümünü düşündüğüm zaman bunların
birbirlerinden ayrılamayacaklarını görüyorum. Ama bu
özdeksel dayanak, ya da devim, biçim ve duyumlanabilen
öteki nitelikler sorunuyla neden uğraşıp kendimizi üzelim?
Bunların zihin dışında var bulundukları kabul edilmiyor mu
ve bu da hiç mi hiç anlaşılmayan bir varsayım [sayfa 221]
değil mi?". Yapıtın on sekizinci paragrafı da "dışımızdaki
nesnelerin varlığı tanıtlanmak ister" başlığını taşır,
şöyledir: "Her ne kadar katılık, biçim ve devim
niteliklerini taşıyan özdeklerin zihin dışında varolmaları
mümkünse de bunu bizim bilmemiz nasıl mümkün olabilir?
Bunu ya duyularımızla ya da usumuzla bilmiş olabiliriz.
Duyularımız bize sadece duyduklarımızın, düşüncelerimizin
ya da duyumlarımızla araçsız olarak algılanabilen şeylerin
bilgisini verir. Ne var ki nesnelerin zihin dışında, ya da
algılanmaksızın var bulunduklarını bildirmez. Bunu
özdekçiler söyler sadece. Bundan ötürü nesnelerin varlığı
hakkında herhangi bir bilgimiz varsa bunu usumuzla,
eşdeyişle duyularımızla doğrudan doğruya algılanabilenle
yapabileceğimizi uslamlamayla anlarız. Bu da nesnelerin
zihin dışında, eşdeyişle algılamamız dışında var
olduklarına bizi inandıracak bir neden değildir. Kaldı ki
özdeğin ateşli yandaşları bile özdekle düşüncelerimiz
arasında zorunlu bir bağıntı bulunduğunu söylemek
cesaretini gösterememektedirler. O halde her bakımdan
görülüyor ki, hiçbir cisim düşüncesiz varolamaz,
düşüncemizde varolana benzeyemez. Rüyalarda,
sayıklamalarda ve buna benzer olaylarda meydana konan
nesneler bunu her türlü tartışmanın dışında tutar. Bundan
da anlaşılır ki, düşüncelerimizi meydana getirmek için
dışımızda birtakım nesneler bulunması hiç de zorunlu
değildir". Berkeley'in çeşitli yanılgılarla dolu olan bu
varsayımına temel aldığı özdek tanımı da başka
yanılgıların ürünüdür. Berkeley'e göre özdek, tanrının
yokluğu'dur. Şöyle der: "Bir kez özdeğe evet densin,
tanrının özdek olmadığını kimse kanıtlayamaz" (Common-place
Book, s. 32). Berkeley'e göre tanrının özdek olması,
tanrının olmamasıdır. Buysa olanaklı değildir, çünkü tanrı
olmadan evrensel düzen açıklanamaz. Demek ki Berkeley,
özdeğin varolmadığını ilerisürerken, varolmakla yok olmak
arasında bir seçme yapmaktadır ve varolmayı tanıtlamak
için özdeğin yokolduğunu tanıtlamaya çalışmaktadır.
Berkeley yapıtlarının kimi yerinde de, temel savına aykırı
olarak, nesnel gerçekliği yadsımadığını ve ancak onun
zihinsiz varolabileceğini yadsıdığını söylemektedir ki bu
da nesnel gerçekliği yadsımak demektir. Şöyle der:
"Duyuların üstüne etki yapan tasarımlar gerçek nesnelerdir
ya da gerçekten vardırlar, bunu yadsımıyoruz. Ama onları
algılayan zihinler varolmaksızın varolabileceklerini ya da
zihinsiz varolan ilkörneklerin kopyaları olduklarını
yadsıyoruz" (Principles, paragraf 90), "Nesnelerin
gerçekliğinden azıcık olsun indirme yaptığımı düşünmek,
yanlıştır" (İbid, paragraf 91). Burada Berkeley
gerçekliğin tanımında da yanılgıya düşmektedir, nesnel
gerçek ya da gerçeklik bilincimizin dışında ve biz
algılamasak da varolan bir gerçekliktir. Nitekim insanın
varlaşmasından önce de bir dünya vardı, onu algılayacak
hiçbir bilinç bulunmadığı çağlarda da nesnel gerçeklik
bulunuyordu. Berkeley şöyle demektedir: "Duyulur
nesnelerin zihinsiz varoldukları da söylenebilir, ama
başka bir zihinde varolurlar" (İbid, paragraf 91). Bu
başka zihin, Berkeley'e göre tanrının zihnidir. Bunu
açıkça da söyler: "Son çözümlemede, ben'lerin
algıladıkları tasarımlar tanrının zihnindedir, eşdeyişle
tanrı tarafından sürekli olarak yaratılmaktadırlar" (İbid,
paragraf 91). Demek ki Berkeley'e göre varlık ya bizim
algımızda ya da biz algılamadığımız zaman başkalarının
algılarında, algılayacak hiçbir bilinçli insanın
bulunmadığı çağlarda da tanrının algısında varolmaktadır.
[sayfa 222] Şöyle diyor: "Diyorsunuz ki, benim için
ağaçların bir parkta ve kitapların bir dolapta onları
kimse algılamaksızın varolduğunu imgelemekten daha kolay
bir şey yoktur. Haklısınız, ama yaptığınız sadece
zihninizde kitaplar ve ağaçlar diye adlandırdığınız belli
tasarımlar kurmaktan ve bu tasarımları algılayabilecek bir
kimsenin tasarımını kurmayı ihmal etmekten başka bir şey
değildir. Şu halde bu, varmak istediğiniz amaca yaramaz,
sadece imgeleme ya da zihninizde tasarımlar kurma gücüne
sahip olduğunuzu gösterir. Düşünce nesnelerinin zihin
olmadan varolduğunu düşünebileceğimizi göstermez. Bunu
göstermek için onların düşünülmeden, kavranmadan
varolduklarını göstermemiz gerekir ki bu, açıkça saçmadır"
(İbid, paragraf 23). Berkeley duyum ve tasarım
deyimlerini eşanlamda kullanıyor ki bu da başka bir
yanılgıdır. Ben ve benim gibi olanların dışında bir de
some Eternal Spirit (Öncesiz ve sonrasız bir Ruh,
eşdeyişle tanrı) zihninden ve algısından tasarımından da
söz etmektedir ki bu yüce varlığın varolması da ben ve
benim gibilerin algılamasına bağlıdır. Berkeleyin
düşüncelerinin zorunlu çelişik sonucu budur. Ne var ki
Berkeley, sadece özdeksel töz'ün algıdışı varlığını
yadsıyarak ruhsal töz'ün algıdışı varlığını kabul
etmektedir. Bu kabulse, havada kalan ve hiçbir tanıta
gerek duymadığı bir dogmadır. Berkeleyin bütün öğretisi
böylesine bir dogmayla temellenmekte ve bu dogmanın
doğruluğu varsayımı üstüne kurulmaktadır. Tanıtlamak
istediği de, bu dogmaya dayanarak, nesnelerin bilinç
dışında varolmadıkları değil, sadece bu nesnelerin
özdeksel bir töz olmayıp ruhsal bir töz
olduklarıdır. Bu yüzden Berkeleyin öznel düşünceciliğine
Özdekyadsıcılığı anlamında immateryalizm (Bu
deyimi ilkin A. A. Luce yazdığı bir kitabın başlığında
kullanmıştır: Berkeley's Immaterialism)
denilmiştir. Richard H. Hophins da Berkeley öğretisini
Yenigerçekçilik (İng. New Realism) adıyla
nitelemektedir. Fraser de ona Düşünsel gerçekçilik
(İng. Ideal Realism) demektedir. Kimi yapıtlarda
özdeksizci düşüncecilik (Fr. Idealısme
immaterialiste) de denmiştir. Berkeley özdeksizciliği,
temelde, Leibniz metafiziğine dayanır. Alman metafizikçisi
Leibniz "Yalnız ışık, renk ve sıcaklığın değil; devim,
biçim ve genişliğin de ancak görünüşte nitelikler olduğunu
tanıtlayabilirim" diyor ve özdeği somut biçimlerindeki
özelliklerle aynılaştırma yanılgısına düşüyordu Bu büyük
yanılgı, birçok bilim adamı ve düşünürü olduğu gibi
Berkeleyi de "Her nesne yalnızca niteliklerinin toplamı
olduğuna, nitelikler de yalnız zihinde varolduklarına göre
özdek ve erke, atomlar ve yıldızlardan meydana gelen tüm
nesnel evren ancak bilinçteki bir kuruluş olarak vardır"
saçmasına götürmüştür. Oysa bilme sürecinin öznelliği,
hiçbir zaman bilginin nesnel temelini yok etmez. Tüm öznel
düşüncecilik gibi Berkeley özdeksizciliği de tekbenciliğe
düşmekten, "ben yoksam evren de yoktur" saçmasına
varmaktan kurtulamamıştır. Nitekim Berkeley bunu açık'ça
da söylemektedir: "Göğün tüm korosu ve yerin yapısının,
kısaca, dünyanın güçlü çatısını meydana getiren tüm
cisimlerin zihnin dışında hiçbir varlıkları yoktur: Ben
onları algılamadıkça, onlar zihnimde ya da başka bir
yaratığın zihninde varolmadıkça onların hiçbir varlıkları
yoktur. Ya da bir ölümsüz ruhun zihninde varolduklarını
kabul etmek gerekir". Demek ki sonuç da, çıkış noktası
gibi, Leibnitz'ci bir Tanrı savunusu'dur. Fransız
özdekçisi Diderot, Körler
[sayfa 223] Üstüne Mektup'unda
"İnsan zekasının yüzünü kızarttığı ve bütün sistemlerin en
saçması olduğu halde savaşılması en güç sistem" olarak
tanımladığı Berkeley öğretisini, eytişimsel olmayan
metafizik yapılı bir özdekçilik izlediği için "savaşılması
en güç sistem" saymıştır. Çünkü metafizik özdekçilik de,
düşüncecilik gibi, özdeği niteliklerine indirger. Yanılgı
her iki kampta da ortaktır. Çağdaş idealizm ve metafizik,
Diderot'nun deyimiyle "bütün sistemlerin en saçması" olan
Berkeley özdeksizciliğini savunmakta devam etmektedir. Bu
savunu, özellikle, "özdeğin varolmadığı" savıyla "özdeğin
zihinde varolduğu" savının aynı şey olmadığı varsayımına
dayanmaktadır. Daha açık bir deyişle, birçoklarına göre,
özdek sadece zihinde vardır demek özdeksel dünya yoktur
demek değilmiş. Oysa pek açıktır ki özdek sadece zihinde
vardır demek, özdeksel dünya yoktur demektir. Bu gerçek,
sözcük oyunlarıyla gizlenemeyecek kadar açıktır. Örneğin
Amerikalı Profesör W. T. Stace şöyle demektedir: "Halk
arasında Berkeleyin, maddenin varolmadığı yolundaki saçma
düşünceyi önerdiği sanılır. Doktor Johnson da bunu
işitince taşa tekme atarak onu çürütmeye girişmiş. Ama
Doktor Johnson bunu yapmakla, felsefeden anlamayan akılsız
bir filisten sayılmayı hak etmiştir. Aslında Berkeley,
ilerisürdüğü sanılan çılgın önermeyi gerçekten söylemiş
olsa, Doktor Johnson'un tekmesi de bu düşünceyi kesin bir
biçimde çürütmüş sayılabilirdi. Gerçekte Berkeleyin dile
getirdiği görüşler ise -istediğiniz kadar tekme atın,
çürütemezsiniz bunları- şunlardır: Madde yalnız bizim
ve tanrının zihinlerimizde ve zihinlerimiz için varolur,
maddenin özü algılanır olmaktır, maddenin görünebilir ve
elle tutulabilir görünüşünün altında bilinmeyen ve
bilinemez bir alttabaka yoktur. Bildiğim kadarıyla,
aklı başında hiç kimse maddi dünyanın varolmadığını iddia
etmemiştir. Belki bir tek Gorgias. Ama Gorgias galiba
yalnızca bir şakacıydı. Maddi dünya vardır, oradadır
şüphesiz, Doktor Johnson'un ispatladığı gibi. Buna
isterseniz düş, isterseniz yanılsama ya da
sadece bir görünüş deyin. Ama gene de bu düş, bu
yanılsama, bu görünüş oradadır. Kesinlikle varolmaktadır"
(bkz. Stace, Hegel Üstüne, Birikim Yayınları,
İstanbul 1976, Murat Belge çevirisi, s. 19- 20. Kimi
tümcelerin ve sözcüklerin altını ben çizdim. O.H.).
Profesör Stace' ın bu sözlerinde birçok yanılgılar vardır:
İlkin, "Berkeley ileri sürdüğü sanılan çılgın önermeyi
gerçekten" söylemiştir; bunu, yukarda, bizzat kendi
yapıtından aktardığımız alıntılarda göstermiş bulunuyoruz.
İkinci olarak, tanrı ve zihni bilimsel açıdan ciddi bir
tartışma konusu değildir. Üçüncü olarak, "Madde yalnız
bizim zihinlerimizde ve zihinlerimiz için varolur" demek,
pek açık olarak özdeğin zihin ya da zihinler dışında
varolmadığını söylemek demektir. Dördüncü olarak, özdeğin
zihin ya da zihinler dışında varolmadığını söylemek, gene
pek açık olarak özdeksel dünyanın varolmadığını savlamak
demektir. Beşinci olarak, özdeğin özü hiç de
algılanır olmak değildir; insana duygularıyla
algılanamayan sayısız özdekler vardır, örneğin
elektromanyetik alanlar algılanamazlar, ama
özdekseldirler. Einstein'ın matematiksel denklemlerinde
açık seçik göründükleri gibi pusula ibrelerini kuvvet
çizgileri boyunca yöneltirler; kaldı ki bunu tanıtlamak
için elektromanyetik alanlara kadar uzaklaşmak da
gerekmez, örneğin saniyede yirmiden az ve yirmi binden çok
titreşimler algılanamazlar, ama vardırlar, Berkeleyin ünlü
[sayfa 224] sözü esse est percipi (Varolmak,
algılanmaktır) hiçbir söz oyunuyla gizlenemeyecek biçimde
bunları yoksayar. Altıncı olarak; profesör Stace için
"özdeksel dünya vardır" demek, yukardaki parçada açıkça
söylediği gibi "bir düş, bir yanılsama, bir görünüş
vardır" demektir; oysa varolan ne düş, ne yanılsama, ne de
görünüştür, özdeksel dünyanın ve eşdeyişle nesnel
gerçekliğin ta kendisidir. Özetle, bizzat idealizm gibi
özdeksizcilik savı da, neresinden tutarsanız tutun, ipe
sapa gelmez bilimdışı bir savdır. Ünlü bir diyalektikçi
şöyle der: "Öğretilerinde bir otobüsü düşünce sayanlar,
onun altında ezilmemek için karşı kaldırıma seğirtirken,
otobüsün düşünceden ibaret olmadığını pekala bilirler".
Evren ve tüm evrensel olanlar özdektirler. Bunların
dışında özdek diye ayrı bir şey elbette yok. Nasıl ki
elma, armut, üzüm, karpuz ve başkalarının dışında meyve
diye bir şey yoksa. Elmayı, armudu, üzümü, karpuzu
yadsımadan meyve de nasıl yadsınamazsa taş, toprak, kuş,
ağaç yadsınmadan özdek de öylece yadsınamaz.
XVIII. yüzyıl akılcılığının doğal sonucu olan
deneycilik, İskoçya okulunun elinde biçim değiştirmiştir.
Bu okulun kurucusu Glasgow Üniversitesi Profesörü Thomas
Reid'dır (1710-1796). Reid'a göre dış deneylerden başka,
onlar kadar önemli olan, bir de iç deneyler vardır. İnsan
ruhunu, doğuşunda, henüz hiçbir şey yazılmamış, bomboş bir
kağıt (tabula rasa) sayan Locke'la, onun yolunda yürüyen
Berkeley ve Hume yanılmaktadırlar. Öyle bir çeşit yargılar
vardır ki bunlar kendiliğinden, insan ruhunda meydana
gelirler. Erdem yargısı bunların başında gelir. Erdem
yargısının meydana gelmesi için hiçbir dış deney gerekmez.
Doğruyla yanlışı, iyiyle kötüyü ayırt eden insanla beraber
doğmuş olan bu yargı gücüdür. Reid, ancak iç deneylerin
ürünü saydığı bu yargı gücüne sağduyu (common
sense) adını vermektedir. Bu yargılar, Reid'a göre, zihnin
içgüdüleridir ve bizimle birlikte doğarlar. Bu yargıların
doğruluklarından kuşkulanmamalı, onları oldukları gibi
benimseyip uygulamalıyız. Sağduyu, her sağlam insanda
aynıdır, değişmez. Şu halde, Reid'a göre erdem, bir
içgüdüdür.
Fransız maddecilerinden Paul-Henri Baron
d'Holbach'sa (1723-1789) bu düşüncenin tam tersini
savunmaktadır. Küçük yaşta Fransa'ya göçmüş bir Alman olan
Baron d'Holbach'a göre, maddeyi gereği gibi anlayamayanlar
hemen ruha başvurmaktadırlar. Nedenini çözemediğimiz bir
olayla karşılaştık mı Tanrıdan medet umuyoruz. Mademki bu
olayın nedenini bulamıyorum, şu halde bu bir Tanrı işidir,
demek kadar sakat bir düşünce olabilir mi? Bu davranış,
insan aklının henüz gücüne kavuşmadığı çağlarda hoş
görülebilirdi. İlkel insan, içinden çıkamadığı gök
gürültüsünün nedenini nasıl cinlere bağlıyorsa, aklın
gerçek gücüne kavuşamamış insan da erdemini Tanrıya
bağlamaktadır. Oysa, düşünce, bir molekül hareketidir.
Madde, canlıdır. Cansız sanılan bir madde, örneğin bir
elma, midemize girip kanımıza karışarak canlanır. Kaldı ki
aslında da cansız değildi o. Büyümekle, olgunlaşmakla,
kızarmakla hareket ettiğini pekala tanıtlıyordu. Bizimle
birleştikten sonra canlılığı su götürmez bir biçimde
belirdi. Bütün nedenler maddeden doğmaktadır. Maddeyle
açıklanamayan hiçbir neden yoktur. Tek bilim, fiziktir. Şu
halde erdem fiziktir, bir molekül hareketidir.
[sayfa 225]
Burada, Fransız Ansiklopedicilerini de gözden
geçirmek zorundayız. Bir ansiklopedi kurmak davranışı,
XVIII. yüzyılın en önemli davranışlarından biri olmuştur.
Fransız Ansiklopedisi, pek küçük bir azınlığın elinde
bulunan bilimi geniş toplumlara yaymıştır. Ansiklopedinin
ilk cildi 1751 yılında yayınlanmıştı ve XVIII. yüzyıl
aydınlanmasına uygun olarak Akla Göre Düzenlenmiş
Bilimler, Sanatlar ve Zanaatlar Ansiklopedisi
(Encyclopedie ou Dictionnaire Raisonne des Sciences, des
Arts et des Metiers) adını taşıyordu. Bu ilk ansiklopedi
35 cilt olarak 1780 yılında tamamlandı.
Bu büyük işte emeği bulunanların başında d'Alembert,
Diderot, Voltaire, Rousseau, Baron d'Holbach gelmektedir.
Ansiklopedinin ilk yayınlayıcısı Jean d'Alembert
(1717-1783) ne maddeye, ne de ruha bel bağlamayan bir
kuşkucuydu. Bu bakımdan ansiklopedinin onun yönetiminde
yayınlanan ciltleri bu kuşkuculuğun etkisi altındadır.
Deneylerin dışındaki bilgilere sırt çevirmiştir, deneylere
bile kuşkuyla bakmaktadır. D'Alembert'e göre salt hiçbir
bilgimiz yoktur. Dünyayı böyle biliyoruz, çünkü bize böyle
görünüyor, aslında belki bambaşkadır.
François Marie Voltaire'se (1694-1778) bir
düşünürden çok bir yayıcı, bir dilci, bir etkileyicidir.
Gününe göre aşırı sayılan birçok yeni düşünceleri
Fransa'ya o sokmuş, o tanıtmıştır. Voltaire yeni bir dünya
görüşü peşindedir. Bu dünya, aklın egemenliğine
girmelidir. Ruhu maddeden ayıranlara kızdığı kadar, ruhu
maddeyle birleştirenlere de kızmaktadır. Ona göre varlık,
hem maddesel hem de ruhsaldır. Bu ikiliği birbirinden
ayırmak kadar, bir saymak da akılsızlıktır. Ruhu maddeden
ayırmaya çalışmak boşuna, gereksiz bir soyutlamaya
girişmek demektir. Ruhu maddeyle birleştirmek de
gülünçtür. Ruhun görevleri maddeye bağlıdır ama, onun
kendine özgü bir yapısı da vardır.
Voltaire, ünlü Felsefe Sözlüğü'nün Erdem
(Vertu) maddesinde erdemi kısaca, benzerine iyilik
etmek'le tanımlamaktadır: Erdem nedir? Benzerine
iyilik etmek. Bana iyi gelen şeyden başkasına erdem adını
verebilir miyim? Ben yoksulum, sen cömertsin. Ben
tehlikedeyim, sen yardımıma koşarsın. Sana hiç düşünmeden
erdemli bir insan derim. Dinsel erdemlerin seni
ilgilendirir, inancın varsa bundan bana ne? Ermiş Pavlus
sana iyilikseverliğin inandan da, umuttan da ileri bir şey
olduğunu söylemekte haklıydı. Topluluk halinde yaşıyoruz.
Şu halde bizim için gerçekten iyi olan, topluluk için
yararlı olandır: Dünyadan el etek çekmiş bir adam kendi
başına iyi bir insan olabilir, ama ben ancak başka
insanların yararlanacağı erdemli bir davranışta bulunduğu
zaman ona erdemli insan diyebilirim. Tek başına kaldıkça
ne iyi, ne de kötü adamdır, bizim için hiçbir şey
değildir. İnsanlar arasındaki erdem bir iyilik
alışverişidir. Neron, Papa VI. Alexandre gibi canavarlar
birçok iyiliklerde de bulunmuşlardır, deniliyor. Hiç
çekinmeden söyleyelim, o iyilikleri ettikleri gün hepsi de
erdemli insanlar olmuşlardır. Kimi Tanrıbilimciler
İmparator Antonius'un böbürlenmek için adaletli, çalışkan,
iyiliksever olduğunu ve erdemleriyle insanları aldatmaktan
başka bir şey yapmadığını söylerler. O zaman ben de
kendimi tutamıyor: Tanrım, diye haykırıyorum, ne olur,
bize sık sık böyle yalancılar gönder!.. [sayfa 226]
Peki, ya kötülük?..
Gene aynı sözlüğün Kötü (Méchant) maddesinde
de şunları söylemektedir: İnsanın, yaratılışından kötü
olduğunu haykırıp duruyorlar. Bundan daha yanlış bir
düşünce olamaz. İnsanoğlu hiç de kötü olarak
yaratılmamıştır. Ama hastalandığı gibi kötüleşebilir de.
Yeryüzünde bir milyar insan 'varsa bunun, aşağı yukarı beş
yüz milyonu dikiş diken, yün eğiren, çocuklarını emziren,
birazcık da komşularını çekiştiren kadınlardır. Bu
zavallıların yeryüzünde ne gibi kötülükler ettiklerini
anlamıyorum. En az iki yüz bin de çocuk vardır ki elbette
ne adam öldürür, ne de yağma ederler. Aşağı yukarı bir o
kadar da kocamış ya da hasta çıkar. Geriye pek pek yüz
milyon güçlü, cinayetler işleyebilecek delikanlı kalır. Bu
yüz milyondan doksan milyonu sürekli olarak didinip
toprağı zorladıklarından kötülük etmeye vakitleri yoktur.
Geriye kalan on milyona yaşamaktan mutluluk uman işsiz
güçsüz kimselerle aristokratları, çeşitli ve saygıdeğer
meslekler tutanları katınız. Demek oluyor ki gerçekten
kötü olarak, daima dünyayı karıştırmak isteyen kimi
politikacılarla kendilerini bu politikacılara kiralayan
birkaç bin serseriden başkası kalmıyor. Bu yırtıcı
hayvanlardan da aynı zamanda kullanılanların sayısı hiçbir
zaman bir milyonu bulmaz. Hem bu sayıda yol kesen
eşkıyaları da hesaba katıyorum. Şu halde, yeryüzünde; en
fırtınalı zamanlarda bile, kötü denilebilecek binde bir
kişi vardır, o da her zaman kötü değildir.
Aynı sözlüğün Töre (Morale, Ahlak) maddesinde
şöyle der: Nasıl tek geometri varsa, öylece, tek töre
vardır. Hintli boyacı da, Tatar çoban da haklıyla haksızı
bilir. Konfüçyüs bir fizik sistemi kurar gibi bir töre
sistemi kurmuş değildir, o bunu bütün insanlığın kalbinde
bulmuştur. Bu töre dincilerde olduğu kadar paganlarda da
vardır. Töre; ne boş inançlarda, ne de dinsel
dogmalardadır. Bütün dogmaların birbirlerine karşıt
oldukları halde akıllarını kullanmasını bilen bütün
insanlarda törenin aynı kaldığı ne kadar söylense azdır.
Voltaire, sözlüğünün Doğruya Eğriye Dair (Du
Juste et de 1'Injuste) maddesinde de şu düşünceyi ortaya
atmaktadır: Bize doğruluk, eğrilik duygusunu kim vermiş?
Bize bir beyinle bir de kalp vermiş olan Tanrı. Peki,
aklınız size erdemi ne zaman öğretiyor? İki kere ikinin
dört ettiğini öğrettiği zaman. Ey Sonde adalarının sapsarı
insanları, kara Afrikalılar, tüysüz Kanadalılar, Platon,
Cicero, EpiktetOs... Pirincinizin fazlasını, gelip
sizden isteyen yoksulu öldürmektense, bunu ona vermenin
daha iyi bir şey olduğunu hepiniz biliyorsunuz. Bu duygu
hepinizde ortaktı. Doğa her zaman şunu haykırmıştır: Eğri
değil, doğru olunuz.
Voltaire, ünlü sözlüğünün Eşitlik (Egalité)
maddesine de şöyle başlamaktadır: Köpek köpeğe, at ata ne
borçludur? Hiçbir şey. Hiçbir hayvan ötekinin buyruğu
altında değildir. Ama insanoğlu akıl denen Tanrı ışığına
kavuşmuş. Ne kazanmış biliyor musunuz? Dünyanın her
yerinde köle olmayı.
Voltaire'e göre hayvanlar akılsız oldukları için
özgürdürler. Öyleyse insanlar sadece hayvansal yanlarıyla
eşit olabilirler. Nitekim sözlüğün 1711 baskısında şu
parça eklenmiştir: Yaratılışlarına bağlı olan yetiler
bakımından bütün insanlar, eşittirler. Çin kralı, Moğol
imparatoru, Türk padişahı kullarının en aşağısına bile,
"sana, [sayfa 227] düşünmeyi, ayakyoluna gitmeyi,
yediklerini hazmetmeyi yasaklıyorum!" diyemez. Bir ineğin
peşinde dolaşan bir boğa, başka bir boğanın saldırısına
uğradı mı öteki çayıra gidip kendisine başka bir sevgili
bulur, özgürdür. Bir horozdan dayak yiyen horoz başka bir
kümeste kendini avutur: Ama bizler için iş böyle değildir.
Bir vezir bir bostancıyı Limni adasına sürer, başvezir
veziri Bozcaada'ya sürer, padişah baş veziri Rodos adasına
sürer, yeniçeriler de padişahı tutuklayıp dini bütün'
Müslümanları keyfine göre sürgün edecek bir başkasını
tahta çıkarırlar. O da kutsal gücünü böyle ufak tefek
işlerde kullanmakla yetinirse ne mutlu.
Hiçbir işe ihtiyacımız olmasaydı işçi arar mıydık?
diye soruyor Voltaire. Demek oluyor ki ihtiyaçları olmasa
bütün insanlar zorunlu olarak eşit olacaklardı. Peki,
sadece düşünmek, ayakyoluna gitmek ve yediklerini
hazmetmek bakımından eşit olan insanlardan birinin -kaldı
ki insanlar düşünmek, ayakyoluna gitmek ve yediklerini
hazmetmek bakımından da eşit değildirler- öteki insanın
işine neden ihtiyacı olsun?.. Voltaire'e göre, doğal
yaşayışta böyle bir ihtiyaç duyulmamıştır: Bütün dört
ayaklıların, kuşların, sürüngenlerin yararlandıkları
doğaya pek uygun olan bir yaşayışta insanoğlu da onlar
kadar mutlu yaşamaktaydı. O zaman, bir başkasına egemen
olmak kimsenin aklına bile getirmeyeceği bir kuruntuydu.
Görüldüğü gibi, Voltaire, insanları hayvanlaştırmak
için kafa patlatmakla suçladığı Rousseau'nun vardığı aynı
sonuca varmaktadır. Bu sonuç, Yunanlı Hesiodos'tan beri
yirmi beş yüzyıldır özlemi çekilen altınçağ övgüsüdür. Ne
var ki Voltaire ötekiler gibi bu çağa dönülmesini
öğütlemiyor. Tersine, artık bu çağa dönülemeyeceği
kanısındadır. Çünkü insan akıllanmıştır. Akıl, hayvansal
gereklerin dışında, birçok ihtiyaçlar doğurmuştur.
"İnsanoğlunun alageyiklerin, karacaların barınağından,
yatağından başka bir eve, yatağa ihtiyacı vardır". Çünkü
"insanoğlu, yapısına uygun bir iklim bulmamıştır". Açık
bir deyişle, insanoğlu, hayvanlar gibi doğaya
uymamaktadır.
Öyleyse insanoğlunun doğayla çatışması akılla, bir
başka deyişle, insanlığıyla başlamaktadır. Ama bu akıl, bu
insanlık niçin eşitsizliği doğuruyor? Eşit olmak için her
halde doğaya uygun olmak mı gerekir? Voltaire, bu gerekli
soruyu şöyle karşılıyor: Soyumuza kancayı takan yoksulluk,
bir insanı bir ba.şka insanın buyruğuna vermektedir.
Peki, yoksulluk soyumuza neden kancayı takmıştır?..
Voltairein' bu konudaki düşüncesini -ki asıl sorun budur-
şu sözlerinden çıkarabiliriz: Kalabalık bir aile verimli
bir tarlayı ekip biçiyor. Yanı başındaki iki küçük ailenin
de nankör, verimsiz toprakları var. Toprağın
paylaşılmasında kimine verimli, kimine verimsiz topraklar
düşmüş. Öyleyse eşitsizlik talihsizlik'le başlıyor.
Ama sadece bu da değil. "Her insan, doğuştan, başkasını
ezmeye, zengin olmaya, zevke, safaya eğilimlidir,
tembellikten de pek hoşlanır. Onun için her insan
başkalarının parasını, karılarını elde etmek, onların
efendisi olmak, hepsini kendi keyfine boyun eğdirmek,
sonra hiçbir şey yapmamak, ya da ancak pek zevkli şeyler
yapmak ister".
Voltaire bu nedenleri pek olağan bulmaktadır: Şu
talihsiz dünyamızda bir arada yaşayan insanların iki
sınıfa, buyuran varlıklılarla iş gören yoksullara
ayrılmaması, [sayfa 228] yukarda sayılan eğilimleri
yüzünden, imkansızdır. Eşitsizlik, iki papazın
birbirlerini kıskanması kadar olağandır.
Dahası var: Her insanın yüreğinin ta içinde
kendisini öteki insanlarla eşit saymaya yerden göğe kadar
hakkı vardır. Böyle olunca, bir kardinal aşçısının
efendisine yemek hazırlatması gerekmez. Ama aşçı şöyle
diyebilir: Ben de efendim gibi bir insanım, ben de onun
gibi viyaklayarak dünyaya geldim, o da benim gibi aynı
acılarla, aynı törenlerle ölecek: İkimiz de aynı beden
işini görüyoruz. Şayet Türkler Roma'yı zaptederler, ben
kardinal, efendim de aşçı olursa onu yanıma alırım. Bu
sözlerin hepsi akıllı uslu, doğru sözlerdir. Ama Türk
padişahı Roma'yı alıncaya kadar aşçı görevini yapmalıdır.
Yoksa insan topluluğu bozulur gider.
Kur'alar çekilmiş, paylar dağıtılmış,
talihlilerle talihsizler yerlerini almışlardır.
Voltaire 1771 baskısına şu sözleri ekliyor: Kur'alar
çekildikten sonra gelmiş bize diyorsun ki, "ben de sizin
gibi bir insanım, benim de iki elimle iki ayağım, belki
sizden fazla gururum, hiç değilse sizinki kadar karışık,
saati saatine uymaz, sizinki kadar çelişmeler içinde bir
aklım var. Bana da payıma düşen toprağı verin. Şu bilinen
dünyamızda verimli verimsiz elli bin milyon arpent (beş
bin metrekarelik toprak ölçüsü) ekilecek toprak var.
Dünyada topu topu bir milyar kadar iki ayaklı hayvanlarız,
her birimize elli arpent düşer. Hakkımı yemeyin, verin
bana elli arpentimi". Aldığı karşılık şudur: "Burada
herkesin payı dağıtılmıştır. Bizim aramızda karnını
doyurmak, üst baş edinmek, başını sokacak bir yer bulup
ısınmak istiyorsan, babanın yaptığı gibi sen de bizim
için çalış, ya da bizi eğlendir. Merak etme, karşılığını
öderiz. Yoksa dilenmek zorunda' kalırsın ki bu da
senin gururunu büsbütün kırar".
Görüldüğü gibi, Voltaire'e göre insan toplumunun
bozulmaması için köleler köleliklerini yapmalıdırlar. Bu,
dilencilik ederek gururu büsbütün kırmaktan iyidir.
Hem, köleler talihsizliklerinden başka niçin
köleleşmişler, biliyor musunuz? Voltairei dinleyin:
Kalabalık bir aile iyi bir tarlayı ekip biçiyor, yanı
başındaki iki küçük ailenin de nankör, verimsiz toprakları
var. Bu iki yoksul ailenin varlıklı aileye ya hizmet
etmesi, ya da onu boğazlaması gerekir. Yoksul ailelerden
biri karnını doyurmak için zengine kolunun emeğini sunar.
Öbürü gidip üstüne saldırır, dayağı da yer. İşte
hizmetçiler, ırgatlar hizmet eden ailenin, köleler de
dayağı yiyen ailenin torunlarıdırlar.
Voltaire'e göre, "hiçbir şeyi olmayan bir sürü
insanlar bulunmalıdır". Çünkü, "hali vakti yerinde bir
adam kendi toprağını bırakıp sizinkini sürmeye elbette
gelmeyecektir. Hem, bir çift kunduraya ihtiyacınız olursa
bunu size Danıştay başkanı yapamaz". Bütün yoksullar
mutsuz değillerdir, çünkü "öyle doğmuşlardır. Sonra,
sürekli çalışma ne halde olduklarını pek fazla duymalarına
engel olur".
Toprağın paylaşılmasında talihsiz bir atanın
torunu olmak talihsizliğine uğramışsanız, artık,
sonsuza kadar, payınıza ya ırgatlık, ya da dayak yemek
düşecektir. Metafiziğe saldırılarıyla ünlenen Voltaire,
kısır döngüye tutulmuş bu düşüncesiyle katıksız bir
metafizikçidir.
Voltairein, bütün yapıtlarından çıkarabileceğimiz
genel düşüncesi şöyle özetlenebilir: Ayaktakımı hiçbir
zaman akıldan yararlanamayacaktır. Bu sınıfın kendisini
[sayfa 229] aydınlatmaya ne vakti ne de yeteneği vardır.
Aydınlanmış monarşi bunları yönetir. Akıllı bir kral en
iyisidir. Tarihsel değişmeler, akıl ve din çekişmesinden
doğmuştur. Akıl, doğal dindir. Ulusları, aydınlatarak,
hurafelerin pençesinden akıllı kişiler kurtaracaklardır.
Tanrı, en yüksek varlıktır. Din, bu yüksek varlığa
tapmaktan ibarettir. Akıl, bu yüksek varlığın varlığını
tanıtlar. Çünkü, her yapılan, bir yapıcıyı gerektirir.
Tanrı düşüncesinden başka icat edilen her şey saçmadır,
"İsa adlı bir Yahudiye ne lüzum var?". Töre (ahlak),
Tanrının insanlara verdiği akılla kavranan doğal bir
güçtür. Bütün gönüllere serpilen aynı tohumdur. Çeşitli
töreciler çatışmışlardır ama, aynı töreyi öğretmişlerdir.
İki kere iki her yerde dört eder, çünkü akıl her yerde
aynı ilkeden aynı sonucu çıkarır. En büyük töre yasası
haksızlık yapmamaktır, bunu da, dünyanın hangi köşesinde
olursa olsun, bütün insanlar bilirler.
Diderot (1713-1784), Madam Puisieux'ye, 1749 yılında
Londra'dan şöyle yazıyordu: "Körlerin erdemli
olabileceklerine inanmıyorum Madam. Bir kör için, işeyen
biriyle hiç ses çıkarmadan kanı boşalan biri arasında ne
ayrılık vardır? Bizler de, eşyanın uzaklığı ya da
küçüklüğü yüzünden, tıpkı körler gibi, acıma duygumuzu
yitirmiyor muyuz? Erdemlerimiz, duyumlarımıza, eşyanın
bizim üstümüzdeki etkilerine o kadar bağlı ki... Ceza
korkusu olmasa, pek çok kimsenin uzaktan kırlangıç kadar
görünen bir insanı öldürürken, bir öküzü elleriyle
boğazlamaktan daha az acı duyacağı besbellidir. Acı çeken
bir ata acıdığımız halde umursamadan bir karıncayı
çiğnemez miyiz? Ah Madam, bilseniz, körlerin erdemi
bizimkinden, bir sığırın erdemi bir körün erdeminden ne
kadar başka. Bizimkilerden daha çok duyuları olan biri de
bizim erdemimizi, kötü bir şey söylemeye dilim varmıyor,
ne kadar kusurlu bulurdu".
Büyük Fransız düşünürü Diderot, XVIII. yüzyıl
Fransız özdekçiliğini, yukarda görüldüğü gibi,
duyumculukla temellendirmektedir. Ünlü devrimci Georges
Politzer, onun için, "Marx ve Engels'ten önceki en büyük
özdekçi (materyalist) düşünür" diyor. Lenin, Diderot'nun,
"hemen hemen çağdaş diyalektik materyalizmin sonuçlarına
vardığını" söylemiştir. Engels, Tarihsel Özdekçilik
(1892) adlı yazısında, başta Diderot olmak üzere, bütün
Fransız özdekçileri için şunları yazmaktadır: "Bu arada
maddecilik, İngiltere'den Fransa'ya geçerek, bu ülkede
Descartesçılıktan gelen bir başka maddecilikle karşılaştı
ve onunla kaynaştı. Maddecilik, başlangıçta, bu ülkede de
tamamen aristokratik bir öğreti olarak kendini gösterdi
ama, aradan çok geçmeden içindeki devrimci öz açığa çıktı.
Fransız maddecileri, sadece dinsel konuları eleştirmekle
kalmadılar; yollarının üstüne çıkan her çeşit bilimsel
geleneği ve politik kurumu da eleştirdiler. Savundukları
maddecilik öğretisinin her konuya evrensel bir biçimde
uygulanabileceğini göstermek için bu öğretiyi bilimin
bütün konularında, Encyclopedie adlı büyük eserlerinde
uyguladılar ve daha sonraları bu yüce eserin adıyla
anıldılar. Böylece, bu öğreti, her iki biçimde de (apaçık
maddecilik ya da deisme) Fransa'nın bütün okumuş
gençliğinin kabullendiği bir öğreti haline geldi" (bkz.
F. Engels, Sosyalist Düşüncenin Gelişmesi,
Salahattin Hilav çevirisi, 1964, s. 45, 46).
Denis Diderot'nun düşünceleri kısaca şöyle
özetlenebilir: Evrendeki bütün olguların özü bir'dir.
Madde dışında bir ruhun varlığı boş bir kuruntudan
ibarettir. [sayfa 230] Bitkide süren, hayvanda duyan,
insanda düşünen hep o bir şeydir ki bu da madde'dir.
Sırf düşünceyle felsefe yapılamaz, çünkü düşünce maddesel
olaylardan gelir ve onlarla oluşur. Metafizik,
yüzyıllardan beri payandalanarak ayakta tutulmaya
çalışılan çürük bir yapıdır, hiçbir deney karşısında
tutunamaz. Evrim, doğaldır ve doğanın seçmesiyle,
ayıklanmasıyla sürüp gider. Bütün varlıklar birbirlerinden
türemiş ve birbirlerine katışmışlardır (Diderot'nun bu
ilginç görüşünü Lamarck ve Darwin, çok daha sonra,
tekrarlayacaklardır):
Diderot'nun bu Herakleitos'vari sezişleri, gerçekten
hayranlık vericidir.
Bu yüzyılın yetiştirdiği bir başka Fransız düşünürü
de, çeşitli konular üstüne Demeç'leriyle (Fr.
Discours) ünlenen J. J. Rousseau'dur. Dijon Akademisi,
1749 yılında, bir yarışma düzenlemişti: Bilimlerle
sanatların ilerlemesi erdemimizi geliştirdi mi? İşte o
güne kadar kendini müzikçi sanan İsviçreli Jean-Jacques
Rousseau'yu (1712-1778), çağının en önemli yazar
düşünürlerinden biri yapan soru, bu sorudur.
İnsan iyiydi, onu kötü eden uygarlıktır (medeniyet).
Otuz yedi yaşındaki Rousseau, soruyu böyle karşılayarak
Dijon Akademisi'nin armağanını kazanacak. Hem de öylesine
bir başarıyla ki, ünü bir anda bütün Avrupa'ya yayılacak
ve yazarlık hayatı bu ünlenmeden sonra . başlayacak. Genç
Rousseau, şimdi, kocaman bir aydınlanma çağına bir başına
karşı çıkmanın övüncü içindedir.
Rousseauya göre, birkaç yüzyıl önce Avrupalılar
mutlu bilgisizlikleri içinde erdemli yaşıyorlardı. Bu
bölgede edebiyat sanatının yeniden dirilerek
erdemsizliklerin türemesine Müslümanlar sebep oldu.
Bizans'ın çökmesi Yunan sanatının kalıntılarını İtalya'ya
göçtürdü. Yazma sanatını düşünme sanatı izledi.
Avrupalıların mutsuz bilgiçlikleri, erdemsiz uygarlıkları
da böylece başlamış oldu. Müslümanlar, Bizans'ı silip
süpürmeseydiler Avrupa'da bir yeniden doğuş (Renaissence)
olmayacak; Avrupalılar da mutlu bilgisizlikleri içinde
erdemli erdemli yaşayıp gideceklerdi.
Rousseau, bu düşünceleri savunan Bilimlerle
Sanatlar Üstüne Demeç (Discours sur les Sciences et
les Arts) adlı yapıtının sonradan yapılan bir yeni
baskısına şöyle başlamaktadır: Ün nedir? İşte ünümü borçlu
olduğum yapıt. Bana bir armağan kazandırmış ve adımı
tanıtmış olan bu parça orta derecededir, bir bakıma hiç de
önemli değildir diyebilirim. Eğer bu ilk yazıya gereğinden
çok değer verilmeseydi yazarı da nice mutsuzluklardan
korunmuş olurdu. Oysa önceden gösterilen bu yersiz
övgünün, sonradan, çok daha yersiz yergileri üstüme
çekmesi kaderimmiş benim.
Rousseau'nun, sonradan önemsizliğini böylece
açıkladığı bu yapıtında savunduğu düşünceye göre,
edebiyat, sanat ve bilim insanları kuşatan zincirleri
çiçeklerle süsler, özgür yaşamak için doğmuş görünen
insanlardaki o doğal duyguyu boğar, tutsaklıklarını
(esirliklerini) sevdirir ve onları sözde uygar uluslar
kılığına sokar. Bilimler ve sanatlar kral tahtlarını
sağlamlaştırmışlardır. Sanat, davranışlarımıza yapmacık
katmadan önce yaşayışımız ne kadar sadeydi, törelerimiz
kaba ama, ne kadar doğaldı. Doğrusu, insanın tabiatı
şimdikinden iyi değildi ama, insanlar birbirlerinin
ruhlarına kolayca girebildiklerinden ne kadar rahat
yaşıyorlardı. Bugünse hoşa gitmek sanatı daha kurnazca
özentilerle birtakım kurallara bağlandığından törelerimiz
bayağılaştı. Bütün ruhlar aynı kalıba dökülmüş görünüyor.
İçimizden geldiği [sayfa 231] gibi yaşayamıyoruz. Kimse,
olduğu gibi görünmek gücünü gösteremiyor. Bu sürekli baskı
altında toplum adlı bir sürü meydana getiren insanlar,
daha güçlü bir neden davranışlarını değiştirmezse, aynı
durumlar karşısında hep aynı şeyleri yapacaklardır.
İnsanların özlerini asla bilemeyeceğiz.
Bilim ve sanat yükseldikçe erdemin silindiği
görülür. Bu olay, her yerde ve her zaman olagelmiştir.
Astronomi saçma inançlardan doğmuştur; hitabet tutkudan,
kinden, dalkavukluktan; geometri cimrilikten; doğa bilgisi
boş bir meraktan; her şey, töre (ahlak) bile insanın
kibrinden... Bilimlerin ve sanatların bizim kötü
eğilimlerimizden çıktıkları açıktır. Şu halde bunların
hiçbiri bizim erdemlerimizden doğmuş değil. Hele varmak
istedikleri yere bakınca doğuşlarındaki kusur büsbütün
beliriyor. Lüks onları beslemese sanatlar ne işe yarardı,
haksızlık olmasa hukukun ne yararı olurdu? Sonunda, mutlu
bir rastlantıyla, gerçeği bulsak bile ondan hangimiz
gereğince yararlanabileceğiz ki? Söyleyin bana ünlü
filozoflar, boşlukta cisimlerin neden birbirlerini
çektiğini öğretmemiş olsaydınız sayımız daha mı az olurdu,
daha kötü mü yönetilirdik, daha güçsüz; daha erdemsiz mi
olurduk? Elde ettiğimiz sonuç nedir?
Lüksün zorunlu sonucu olan törenin bozulması,
böylelikle zevklerimizin de bozulmasına sebep olmuştur.
İlkçağların sadeliğini özlemle anmadan erdemi
düşünemiyoruz artık. Romalılar sanat zevklerini
geliştirdikçe askerlik değerlerinin azaldığını
görmüşlerdir. Yunanlılar, Prometeus'u Kafkasya'daki bir
dağa boşuna çivilemediler. Eski Yunan cumhuriyetleri,
vatandaşlarını evlerine kapayıp uyuşturan, bedenlerini
çökertip ruhlarını gevşeten durgun sanatları
yasaklamışlardı. Bilgisizliğe övgünün en güzelini yapan
ünlü bilgin Sokrates değil midir, Tanrıların bana verdiği
akıl üstünlüğü hiçbir şeyi bilmediğimi bildiğimde
beliriyor, diyerek.
Bahçelerimiz heykellerle, salonlarımız tablolarla
süslü. Halka beğendirilmek istenen bu yapıtlar neler
söylüyor dersiniz? Bunlar, insan aklının, insan duygusunun
ne kadar sapıklığı varsa işte onları canlandırırlar. Bütün
bu kötülükler, bilimlerle sanat değerlerinin yükselip töre
değerlerinin alçalmasıyla insanlar arasına sokulmuş olan o
uğursuz eşitsizlikten değilse, neden doğuyor? Artık bir
insanın namuslu olup olmadığı değil, bir sanata kabiliyeti
olup olmadığı aranmaktadır. Bir kitabın yararlı olması
değil, güzel yazılmış olması aranmaktadır. Her türlü övgü
parlak zekayadır, erdeme değil. Bu sonuç bilimlerle
sanatların yeniden diriltilmesiyle bir kez daha
belirmiştir. Evet, yazarlarımız, düşünürlerimiz,
astronomlarımız, şairlerimiz, ressamlarımız var da değerli
vatandaşlarımız yok. Sultan Ahmet, matbaayı yurduna
sokmamak için direnmekte haklıydı. İnsan kafasının bütün
saçmalıklarını yarına iletecek olan bu makine ne kadar
korkunçtur. Krallar bu korkunç makineyi kapı dışarı
etmelidirler. Yarının çocukları, bizden daha budala
değillerse eğer; ellerini havaya kaldırıp acı acı şöyle
bağıracaklardır: Ey ulu Tanrı, sen bizi babalarımızın
bilgilerinden ve uğursuz sanatlarından koru. Bize
bilgisizliğimizi, sağlığımızı, yoksulluğumuzu bağışLa.
Bizi mutlu edebilecek ve senin en değerli saydığın şeyler
işte asıl bu nimetlerdir.
Rousseau, yapıtını; şu sözlerle bitirmektedir: Ey
erdem, sade ruhların ince ve yüksek bilgisi, seni öğrenmek
için bu kadar araca ve zahmete ne lüzum var? Senin [sayfa
232] ilkelerin bütün yüreklerde kazılı değil mi? Senin
kanunlarını öğrenmek için kendine kapanmak, hırsızlardan
uzak kalındığı bir anda, vicdanının sesini dinlemek yetmez
mi? İşte asıl felsefe budur, onunla yetinelim.
Bir başka yapıtında da, bu düşüncesini, şöyle
tamamlamaktadır: Ruhun derinliğinde bir tüze (adalet) ve
bir töre (ahlak) ilkesi vardır. Bu ilke ruhla birlikte
doğmuştur. Ne dersek diyelim, yaptığımız işin iyi ya da
kötü olduğunu biz onunla ölçeriz; başkalarının işlerini de
bu ilkeyle ölçeriz. İşte ben buna vicdan diyorum.
1754'te Dijon Akademisi'nin açtığı yarışmaya ikinci
kez katılan Jean-Jacques Rousseau, ünlü Eşitsizlik
Üstüne Söylev'ine şöyle başlıyordu: Ey insan, hangi
ulustan olursan ol ve ne türlü düşünürsen düşün, dinle.
Yalancı kitaplardan değil de, asla yalan söylemeyen
doğadan okuduğumu sandığım biçimiyle işte tarihin... Öyle
bir çağ ki, bunu hissediyorum, kişi orada durmak ister.
Sana gelince, insanlığın durmasını isteyebileceği çağı
arayacaksın. Bahtsız torunlarına daha da büyük
hoşnutsuzlukları hazırlayan nedenlerden ötürü şimdiki
durumundan yakınan sen belki de geri dönmek isteyeceksin
ye bu duygun, ataların için bir övgü, çağdaşların için bir
eleştirme, senden sonra yaşamak bahtsızlığına
katlanacaklar içinse acıma ve korku olacaktır.
Rousseau, iki türlü eşitsizlik belirtiyor: Doğal
eşitsizlik, siyasal eşitsizlik... Doğal eşitsizlik
sağlıksal ve bedensel güçlerin eşitsizliğidir. Siyasal
eşitsizlikse toplumsal üstünlüklerin yarattığı
eşitsizliktir. Acaba bu iki eşitsizlik arasında bir ilişki
var mıdır, daha açık bir deyişle örneğin bir patron,
çalıştırdığı işçilerinden kolunun ya da kafasının gücü
bakımından her halde daha üstün müdür?.. Rousseau, ünlü
Söylev'inin birinci bölümünde doğal eşitsizliği inceliyor.
Ona göre doğal eşitsizlik, gerçek bir eşitsizlik değildir.
Gerçek eşitsizlik, uygarlıkla başlamaktadır.
Rousseau'nun bu söylevinin tadına varabilmek için
onun bütün yapıtlarında beliren genel düşüncesini bilmek
gerekir. Rousseau'ya göre ilkel insan, eşit ve özgürdü.
Toplumsal insan da eşit haklarla yapacağı sözleşme
(contrat social) ve yasalarla kendi özgürlüğünü kendisi
sağlayacaktır. Tek devlet biçimi, halk egemenliğidir.
Toplumda herkes aklının yasasına uyar. Bilindiği gibi,
Rousseau akılcıdır, akılsa ortaktır, bu yüzden aklına uyan
herkes aynı şeyi yapacak ve isteyecek demektir. İnsan,
aklının almadığı şeylere zorlanamaz. Genel
özgürlüklerinden vazgeçen kişiler genel iyiliği ancak
kendi çıkarlarıyla uyuştuğu oranda isterler. Öyleyse
insanlar başka çıkarlarını sağlamak için özgürlük
çıkarından vazgeçeceklerdir. Gerçek siyasa bu uyuşmaya
dayanır. Çeşitli gelenek, görenek ve toprak koşulları
çeşitli yasalar gerektirir. İnsan, kişisel yorgunluğunu
azaltmak için uygarlığı istemiş, oysa uygarlık ondan daha
büyük yorgunluklar isteyerek onu aldatmıştır. Başlangıçta
doğal özgürlük, töre, eşitlik vardı. Mülkiyetin ortaya
çıkması uygar toplumları doğurdu ve özgürlüğün, törenin,
eşitliğin çöküntüsü başladı. Devlet baskısı bu çöküşün en
yüksek noktasıdır. Bunun sonu ya genel kölelik ya da
ereksel bir düzenle baskının yok edilmesi olacaktır.
Tanrı, en yüksek özdür. Din, bu yüksek varlığın bize
verdiği dinsel duygudan ibarettir. Yeter ki tapınma
biçimciliği, kurallar, din adamları gibi aracı ve yabancı
güçler onu bozmasın. Her vatandaşa görevlerini sevdirecek
bir [sayfa 233] uygarlık dini olmalıdır. Töre (ahlak) de,
din gibi, Tanrısal bir duygudan meydana gelir. Bu duygu
ben sevgisinin gelişmesi sonucu olan vicdan duygusudur.
Vicdan, akıl yoluyla aydınlatılır ve insanları yönetir.
İnsan iyidir, yabancı bir şey onu değiştirmedikçe de
iyi kalacaktır. İnsanın tek tutkusu ben sevgisidir ki onun
da iyilik ya da kötülükle hiçbir ilgisi yoktur. İnsan,
içinde bulunduğu koşullara göre iyi ya da kötü olur (Lettres
de A. M. de Beaumont).
Rousseau, doğal eşitsizliğin gerçek eşitsizlik
olmadığını tanıtlamak için işe başından başlıyor. İlkel
insanı, Aristotelesin zannettiği gibi, bir, hayvan türü
olarak değil, bugünkü biçimiyle gerçek bir insan olarak
ele alacaktır. Ama ilkel insan da, kimi hayvanlardan daha
çevik, kimi hayvanlardan daha güçsüz olsa da, hayvanlar
gibi karnını doyuruyor, susuzluğunu gideriyor ve
birleşiyor. Birinin öbürüne hiçbir üstünlüğü yoktur. Çünkü
bu üstünlük hiçbir işe yaramayacaktır. Eğer onu bir
ağaçtan kovarlarsa öteki ağaca gidebilir. Hiçbir hüneri,
dili, tartışması, ilgisi, evi barkı yoktur. Buysa
hiçbirinin ötekine ihtiyacı olmadığını belirtmektedir. Bir
başkasına ihtiyacı olmadığına göre ona zarar vermek
isteğini de duymayacaktır. Hem ne türlü bir zarar
verebilirdi ki? Biri, ötekinin topladığı yemişleri ele
geçirebilirdi ama, ona söz geçiremezdi. Söz geçirmek
isteyenin köleleştirmek istediğini ayağının altına alıp
kaçmaması için sürekli bir çaba harcaması gerekirdi.
Buysa, köleleştirilmek istenilenden çok köleleştirmek
isteyenin özgürlüğünü yok ederdi.
Kölelik bağı, insanların karşılıklı ilişkileriyle
başlamaktadır. Kendisini öteki için kesin olarak
gerekli kılamayan adam, onu hiçbir zaman köleleştiremez.
Öyleyse gerçek eşitsizlik bu gereklilikle, daha açık bir
deyişle uygarlıkla başlamaktadır.
Eşitsizlik Üstüne Söylev'in ikinci bölümü şu
sözlerle başlıyor: Bir toprağı ilk olarak çevirip, "burası
benimdir" demeye cesaret eden ve çevresinde buna inanacak
kadar budalalar bulan adam, uygar toplumun babasıdır.
Kazıkları çekip atarak ya da hendeği doldurarak öteki
insanlara, "bu adamı dinlemeyiniz, meyvelerin herkesin
olduğunu ve toprağın hiç kimsenin olmadığını unutursanız
mahvolursunuz" diyebilecek bir adam, insanlığı ne kadar
suçlardan, savaşlardan, yoksulluktan ve acılardan korumuş
olurdu.
Öyleyse bu iş nasıl oldu? Bir adam çıkıp da bir
toprak parçasının çevresine kazıklar çakıp, nasıl, "burası
benimdir" diyebildi?.. Rousseau bu sonucu şöyle bir
gelişmeye bağlamaktadır:
1. İnsanın ilk duygusu, korunma duygusudur. İlkel
insan korunabilmek için doğa engellerini aşmayı,
gerektiğinde öteki. hayvanlarla dövüşmeyi er geç öğrenmek
zorundaydı. Çünkü zorluklar gittikçe baş göstermeye
başlamıştı. Kurak yıllar, uzun ve dondurucu kışlar
insanların yeni hünerler elde etmelerini gerektiriyordu.
Kara yemişleri donunca ya da kavrulunca göllerden ve
denizlerden yararlanmalıydı. Olta, zoka, yay ve ok bu
zorunlukla yapıldı. Tüylü hayvanların derilerini yüzüp bu
derilere bürünmek böylelikle öğrenildi.
2. Zihin aydınlandığı oranda hünerler gelişti.
Odunlar kesilmeye, kulübeler yapılmaya başlandı. İşte bu
kulübeler, ilkel ailelerin birbirlerinden ayrılmalarını
doğuran ve belki de ilk çatışmaları gerektiren ilk
mülkiyet tohumlarıdır. [sayfa 234]
3. En hünerli, en sayılan oldu. Bu durum ilk
eşitsizliğe atılan en büyük adımdı. Sayılan, uyandırdığı
bu saygıdan yararlanmaya başlayacaktır. Önce bunu
kurnazlıkla sağlayacak, iki yüzlülük ve yalan böylelikle
filizlenecektir. Bu durumu, bir gün gelecek, elbette
sertlik ve korkutma kovalayacaktır. İlkel insan artık
yepyeni bir duyguyla baş başadır, başkalarına karşı üstün
olmak istemektedir. Bir yandan rekabet, öteki yandan
çıkarlar çatışması ve sürekli olarak kendi yararını
başkalarının zararından sağlamak durumu gibi kötülükler,
mülkiyetin ilk sonucu ve doğmakta bulunan eşitsizliğin
ayrılmaz nedenleridir.
4. Para doğmadan önce varlık, toprak ve hayvanlardan
ibaretti. Babalardan çocuklara geçen bu varlık gittikçe
büyüyünce, kimileri için mülklerini ancak başkalarının
zararına büyütebilmekten başka yapacak bir şey kalmamıştı.
Kimileri de ister güçsüzlük, ister tembellik yüzünden
olsun, büsbütün malsız kalmak zorundaydılar. Çevrelerinde
her şey değiştiği halde sadece kendileri değişmemiş olan
bu gibiler için de geçimlerini varlıklıların elinden ya
bir hizmet karşılığında ya da zorla almaktan başka
yapılabilecek hiçbir şey yoktu. İşte; huy ve yapıların
çeşitliliğine göre, ezmek ve ezilmek
böylelikle belirmeye başladı. Tüzenin (adaletin) pek
güçsüz bulunduğu bir çağda çeşitli kötülükler olağanüstü
bir hızla geliştiler.
5. Varlıklılar, çıkarları gereği, birbirleriyle
dayanışmak zorundaydılar. Buna karşı yoksullar da
kendilerini korumak için barış ve düzen yasaları koymak
zorunda kaldılar. Gerçekte hepsi kendi özgürlüklerini
sağlamak kuruntusu içinde kendi zincirlerine koşuyorlardı.
İçlerinden en akıllıları, özgürlüklerinin bir parçasını
korumak için özgürlüklerinin öbür parçasını harcamak
gerektiğini anladılar. Toplumsal sözleşme (contrat social)
gereği devlet böylece doğmuş oldu.
Rousseau, ünlü Söylev'ini şu sözlerle
bitirmektedir: Eşitsizlik, doğal değildir, gücünü insan
aklının gelişmesinden almakta ve sonunda mülkiyet
yasalarıyla gerçekleşmektedir. Çoğunluk yoksulluktan
kıvranırken bir avuç kişinin gerektiğinden çok şeyleri bol
bol ellerinde tutması doğal yasaya -bu doğal yasa ne türlü
yorumlanırsa yorumlansın- açıkça aykırıdır.
Voltaire'se, kendisine yapıtını gönderen Rousseau'ya
şu karşılığı vermektedir: Yapıtınızı aldım. Teşekkür
ederim. İnsanlara ne olduklarını söyleyerek onları
sevindiriyorsunuz ama, düzeltmiyorsunuz. Bilgisizliğimiz
ve güçsüzlüğümüz yüzünden bizi hoşnut eden toplumumuzun
kusurları öyle güçlü sözlerle anlatılamaz. Bizi yeniden
hayvan yapmak için kimse bu kadar kafa patlatmamıştır.
Yapıtınızı okuyan, elinde olmadan, dört ayakla yürümek
isteği duyuyor. Bu huyu bırakalı altmış yıldan çok olduğu
için kendi payıma imkansızlığını görüyor, bu doğal gidişi
sizden ve benden çok hak edenlere bırakıyorum. Eğer
gelişmeden ve bunun sonucu olan sanatlardan yakınması
gereken biri varsa o da ben olmalıyım. Kötüye kullanıldığı
halde sanatları sevmek gerektir, kötülükler bulunduğu
halde toplumu sevmek gerektiği gibi... [sayfa 235]