|
Sosyal olay ve kurumlar, birleşik
kaplar gibi birbirini etkiler. Bir alanda meydana gelen bir değişiklik,
diğerinde de kendini gösterir. Bunu, kalkınmış, kalkınmakta olan ve
geri kalmış ülke ayrımı yapmaksızın, toplumda açıkça görmek mümkündür. Şöyle
ki; k a l k ı n m ı ş bir ülkenin sanayi ve teknoloji gibi bütün
sektörleri gelişmiş, istenen seviyeye ulaşmış, fakat eğitimde geri kalmış,
sistemini kuramamış, birimleri karmaşık, adeta bir kaos içinde olduğu
düşünülemeyeceği gibi; diğer taraftan g e l i ş m e m i ş bir ülkenin
eğitim sisteminin ileri düzeyde olduğu, piyasanın ihtiyaç duyduğu vasıflı insan
gücünü dengeli şekilde yetiştirdiği ve istihdamını sağladığı görülmemiştir.
Bu durum gösteriyor ki, toplum
kurumları bir bütünlük arz etmektedir. Bütünün bir parçasında görülen bir
eksiklik, az ya da çok diğerlerinde de görülmektedir. Başka bir deyişle
kalkınmışlık, toplumun bütün sektörleriyle ilgili bir olgudur.
Bundan dolayı devleti yönetenler,
ülkelerinde uygulayacakları kalkınma modeli üzerinde çok durmakta ve
titizlik göstermektedirler. Kalkınma modelinin, devletin tercih ettiği
demokratik veya anti-demokratik yapısına uygun düşmesi gerekir. Aksi halde,
teori (rejimin temel prensipleri) ile uygulamada zıtlıklar olur.
Bu da toplumda zaman zaman karışıklığa ve anarşiye yol açar.
Eğer devlet, hür ve
demokratik bir yapıya sahipse, insanın temel hak ve özgürlüklerinin
korunması ve devam ettirilmesi başta olmak üzere, yasama, yürütme
ve yargı organlarının faaliyetleri ve bu arada, ekonomik
kararların alınma ve yürütülmesi gibi bütün işler, mevcut Anayasa
çerçevesinde yapılır. Anayasalar, ülkelerin siyasî, idarî ve
ekonomik tercihlerini ortaya koyan, genel ve en zor değişen hukukî
metinleridir.
Ülkemiz Anayasası, insan
haklarına saygılı, demokratik, lâik ve sosyal bir
hukuk devleti modelini ortaya koymuştur. Ülkenin ekonomik, sosyal ve
kültürel kalkınması, bu çerçeve içinde olacaktır.
İnsanın hak ve özgürlüklerinin
teminat altına alınması, onun varlık değerine karşı duyulan saygıyı
yansıtır. Aslında insan, temel hak ve ödevlerini kullanmak suretiyle toplumda
bir değer ifade eder. Bu hak ve özgürlüklerin başında; yaşama, maddî
ve manevî varlığını koruma ve geliştirme (Anayasa,1982:mad.17);
hür ve güvenlik içinde olma (mad.19), özel hayatın gizliliği
(mad.20), yerleşme ve seyahat (mad.23), din ve
vicdan (mad.24), düşünce ve kanaat (mad.25), bilim ve sanat
(mad.27), mülkiyet (mad.35), çalışma ve sözleşme (mad.48)
bulunur.
Temel hak ve hürriyetlere sahip
olmak, insanın kendi özellikleriyle toplumda yer alması demektir. Çünkü
insan, düşünmekte, inanmakta, dolayısıyla karar ve
kanaatleri doğrultusunda hareket etmektedir. Onu bu özelliklerinden
soyutlamak, onun var-oluşunu ve varlık değerini kabul etmemek olur. Onun için,
insanı istismar eden, onun düşüncesine saygı göstermeyen, fikrini donduran,
şeref ve haysiyetini hiçe sayan; seyahat, haberleşme, mülk edinme, serbestçe
iş yapma, özel teşebbüsler kurma ve sosyal güvenlik kurumları
tesis etme gibi hak ve imkânlarını elinden alan bazı devletlerin, zamanla
bekledikleri realitenin hayali ile karşılaşınca, kendi doktrinlerine ters düşse
de, insan değerini tanıyan bazı kural ve uygulamaları kabul ettikleri ve
metot değişikliğine gittikleri görülmektedir.
Genellikle 18. ve 19. yüzyıllarda
ortaya çıkan diktacı ideolojiler (Ertürk,1981), dünyamızı değişik
şekillerde etkileyerek, yıkıcı sosyal grupların oluşmasına, birbiriyle
çatışmasına ve neticede sosyal çözülme ve patlamalara sebep olmuşlardır. Bu
ideolojilere bir kurtarıcı gibi sarılanlar, onları büyük iddialarla
savunmalarına ve devlet yönetimlerini ele geçirmelerine rağmen, toplumlara vaat
ettikleri refah ve mutluluğu getirememişler (Dimitriu,1981;Larlain,1995);
uygulamada görülen keyfî yönetim, hırs, sertlik, hoşgörüsüzlük, peşin
fikirlilik, alternatifsizlik, gizlilik, sosyal dengesizlik ve ekonomide
kapalılık gibi faktörler, teorilerinin revizyona uğramasına sebep olmuştur.
Bu arada, dünya bilim ve teknoloji alanındaki hızlı gelişmelerin, özellikle
uydular sistemi ile ülkelerin uzaydan gözetlenebilir hâle gelmesinin,
dolayısıyla birçok askerî harekâtın sır olmaktan çıkmasının etkisi de olmuştur.
Bu tablodan açıkça anlaşılmaktadır
ki, insan hürdür ve varlığı dokunulmazdır. Onun insanlık onuruna
yaraşır bir hayat sürmesi, en doğal hakkıdır. O, insan olarak serbestçe
düşünecek, inanacak ve düşündüğü ve inandığı gibi de yaşayacaktır. Elbette o, bu
özelliklerini, kendi iradesi doğrultusunda serbestçe seçeceği bir iş ve
meslek hayatı içinde gerçekleştirecektir.
Buna göre, ekonomi ve
eğitimle ilgili bütün faaliyetlerin, aynı anlayış çerçevesinde yapılması ve
bu anlayışa uygun düşmeyen mevzuat ve uygulamaların, gerekli değişikliğe
uğraması çok açıktır. Son zamanlarda ülkemiz ekonomisinde köklü değişikliklere
gidilmesi bundandır. Önce 24 Ocak Kararları alınmış ve 1983’ün sonundan
itibaren çıkarılmaya başlanan bir dizi ekonomik ve idarî
mevzuatla, sistemin yerine oturmasına çalışılmıştır. Bu sistem, bireyin
özgür irade ve teşebbüsüne dayalı, ülke içi ve dışı etkinliklerde, serbest
ekonominin kendi kuralları çerçevesinde hareket etmesini öngören bir yapıyı
ifade etmektedir. Bununla birlikte ülkemiz, Avrupa Topluluğu (AT)’na
girmeğe karar almış ve müracaatını da yapmıştır. Artık bu şartlarda, serbest
piyasa ekonomisinin bütün kurallarının yerine getirilmesi, kaçınılmaz bir
gerçek olarak ortaya çıkmıştır.
Bugün ülkemizde uygulanan e k o m o
n i k m o d e lin, özel teşebbüs, serbest rekabet ve kârlılık
gibi ilkelere dayandığı, devletin birçok alandan elini çekmekte olduğu,
KİT’lerin özelleştirildiği ve mahallî idarelerin güçlendirildiği; böylece
liberal sistemin, bütün mekanizmalarının kendi prensipleri ile
bütünleştirildiği ve bünyesine uygun düşmeyen kural, kurum ve uygulamaların
peyderpey yürürlükten kaldırıldığı görülmektedir.
Bu durumda e ğ i t i m s i s t e m
imiz, nasıl bir çerçeveye oturtulacaktır? Şu anda, merkezden yönetime
dayanan eğitim sistemimiz (Varış, 1978, s.313), aynen kalacak mı, yoksa
ekonomideki yapı değişikliğine paralel olarak, hızla değişime tabi tutulacak
mıdır?
Bunun cevabı, Millî Eğitim
Sistemimizin deyim yerindeyse bir röntgeni çekilip teşhisi konulduktan sonra
verilecektir.
Millî eğitim sistemimiz,
merkeziyetçi yaklaşımın bir ifadesidir. Buna göre;
a. Öğretim programları,
b. Ders kitapları,
c. Öğretmenlerin istihdam ve maaşı,
d. Organizasyon ve Yönetim
e. Teftiş,
f. Yatırımlar vb.
merkezden yönetim ilkelerine
göre yapılmakta ve yürütülmektedir (Varış,1978:44). Bu sistemin, ağır
işlemesine, çağın yeniliklerini geriden takip etmesine rağmen, eğitim ve
öğretimde bütünlüğü sağlaması, keyfi yönetim ve uygulamalara meydan vermemesi
gibi olumlu yönleri bulunmaktadır. Ancak sisteme giren bireylerde çalışma
ve başarı ölçü alınmadığı gibi, sorumluluk (başsız sorumluluk)
birçok kişiye dağıtıldığından, bir yanlışlığın/zararın sebebini bulmak güç
olmakta, çoğu zaman ise mümkün olmamaktadır. Aynı şekilde kârlılık
unsurundan yoksun olan bu yapılanmada, genellikle kişilerin kendilerini
yenilemeleri, rekabete girmeleri, dolayısıyla mesleklerinde
ilerlemeleri görülmemektedir.
Şimdi yukarıdaki konular, tek tek
ele alınacak olursa, durum şöyle tespit edilebilir:
|
|