21.YÜZYILI KARŞILARKEN

MİLLÎ EĞİTİMDE YENİ STRATEJİ[1]

 

Makale - Sempozyum - Araştırma - Panel                                          Yard. Doç. Dr. Etem Levent [2]

 
 

Sosyal olay ve kurumlar, birleşik kaplar gibi birbirini etkiler. Bir alanda meydana gelen bir değişiklik, diğerinde de kendini gösterir. Bunu, kalkınmış, kalkınmakta olan ve geri kalmış ülke ayrımı yapmaksızın, toplumda açıkça görmek mümkündür. Şöyle ki; k a l k ı n m ı ş bir ülkenin sanayi ve teknoloji gibi bütün sektörleri gelişmiş, istenen seviyeye ulaşmış, fakat eğitimde geri kalmış, sistemini kuramamış, birimleri karmaşık, adeta bir kaos içinde olduğu düşünülemeyeceği gibi; diğer taraftan g e l i ş m e m i ş bir ülkenin eğitim sisteminin ileri düzeyde olduğu, piyasanın ihtiyaç duyduğu vasıflı insan gücünü dengeli şekilde yetiştirdiği ve istihdamını sağladığı görülmemiştir.

Bu durum gösteriyor ki, toplum kurumları bir bütünlük arz etmektedir. Bütünün bir parçasında görülen bir eksiklik, az ya da çok diğerlerinde de görülmektedir. Başka bir deyişle kalkınmışlık, toplumun bütün sektörleriyle ilgili bir olgudur.

Bundan dolayı devleti yönetenler, ülkelerinde uygulayacakları kalkınma modeli üzerinde çok durmakta ve titizlik göstermektedirler. Kalkınma modelinin, devletin tercih ettiği demokratik veya anti-demokratik yapısına uygun düşmesi gerekir. Aksi halde, teori (rejimin temel prensipleri) ile uygulamada zıtlıklar olur. Bu da toplumda zaman zaman karışıklığa ve anarşiye yol açar.

Eğer devlet, hür ve demokratik bir yapıya sahipse, insanın temel hak ve özgürlüklerinin korunması ve devam ettirilmesi başta olmak üzere, yasama, yürütme ve yargı organlarının faaliyetleri ve bu arada, ekonomik kararların alınma ve yürütülmesi gibi bütün işler, mevcut Anayasa çerçevesinde yapılır. Anayasalar, ülkelerin siyasî, idarî ve ekonomik tercihlerini ortaya koyan, genel ve en zor değişen hukukî metinleridir.

Ülkemiz Anayasası, insan haklarına saygılı, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devleti modelini ortaya koymuştur. Ülkenin ekonomik, sosyal ve kültürel kalkınması, bu çerçeve içinde olacaktır.

İnsanın hak ve özgürlüklerinin teminat altına alınması, onun varlık değerine karşı duyulan saygıyı yansıtır. Aslında insan, temel  hak ve ödevlerini kullanmak suretiyle toplumda bir değer ifade eder. Bu hak ve özgürlüklerin başında; yaşama, maddî ve manevî varlığını koruma ve geliştirme  (Anayasa,1982:mad.17); hür ve güvenlik içinde olma (mad.19), özel hayatın gizliliği (mad.20), yerleşme ve seyahat (mad.23), din ve vicdan (mad.24), düşünce ve kanaat (mad.25), bilim ve sanat (mad.27), mülkiyet (mad.35), çalışma ve sözleşme (mad.48) bulunur.

Temel hak ve hürriyetlere sahip olmak, insanın kendi özellikleriyle toplumda yer alması demektir. Çünkü insan, düşünmekte, inanmakta, dolayısıyla karar ve kanaatleri doğrultusunda hareket etmektedir. Onu bu özelliklerinden soyutlamak, onun var-oluşunu ve varlık değerini kabul etmemek olur. Onun için, insanı istismar eden, onun düşüncesine saygı göstermeyen, fikrini donduran, şeref ve haysiyetini hiçe sayan; seyahat, haberleşme, mülk edinme, serbestçe iş yapma, özel teşebbüsler kurma ve sosyal güvenlik kurumları tesis etme gibi hak ve imkânlarını elinden alan bazı devletlerin, zamanla bekledikleri realitenin hayali ile karşılaşınca, kendi doktrinlerine ters düşse de, insan değerini tanıyan bazı kural ve uygulamaları kabul ettikleri ve metot değişikliğine gittikleri görülmektedir.

Genellikle 18. ve 19. yüzyıllarda ortaya çıkan diktacı ideolojiler (Ertürk,1981), dünyamızı değişik şekillerde etkileyerek, yıkıcı sosyal grupların oluşmasına, birbiriyle çatışmasına ve neticede sosyal çözülme ve patlamalara sebep olmuşlardır. Bu ideolojilere bir kurtarıcı gibi sarılanlar, onları büyük iddialarla savunmalarına ve devlet yönetimlerini ele geçirmelerine rağmen, toplumlara vaat ettikleri refah ve mutluluğu getirememişler (Dimitriu,1981;Larlain,1995); uygulamada görülen keyfî yönetim, hırs, sertlik, hoşgörüsüzlük, peşin fikirlilik, alternatifsizlik, gizlilik, sosyal dengesizlik ve ekonomide kapalılık gibi faktörler, teorilerinin revizyona uğramasına sebep olmuştur. Bu arada, dünya bilim ve teknoloji alanındaki hızlı gelişmelerin, özellikle uydular sistemi ile ülkelerin uzaydan gözetlenebilir hâle gelmesinin, dolayısıyla birçok askerî harekâtın sır olmaktan çıkmasının etkisi de olmuştur.

Bu tablodan açıkça anlaşılmaktadır ki, insan hürdür ve varlığı dokunulmazdır. Onun insanlık onuruna yaraşır bir hayat sürmesi, en doğal hakkıdır. O, insan olarak serbestçe düşünecek, inanacak ve düşündüğü ve inandığı gibi de yaşayacaktır. Elbette o, bu özelliklerini, kendi iradesi doğrultusunda serbestçe seçeceği bir ve meslek hayatı içinde gerçekleştirecektir.

Buna göre, ekonomi ve eğitimle ilgili bütün faaliyetlerin, aynı anlayış çerçevesinde yapılması ve bu anlayışa uygun düşmeyen mevzuat ve uygulamaların, gerekli değişikliğe uğraması çok açıktır. Son zamanlarda ülkemiz ekonomisinde köklü değişikliklere gidilmesi bundandır. Önce 24 Ocak Kararları alınmış ve 1983’ün sonundan itibaren çıkarılmaya başlanan bir dizi ekonomik ve idarî mevzuatla, sistemin yerine oturmasına çalışılmıştır. Bu sistem, bireyin özgür irade ve teşebbüsüne dayalı, ülke içi ve dışı etkinliklerde, serbest ekonominin kendi kuralları çerçevesinde hareket etmesini öngören bir yapıyı ifade etmektedir. Bununla birlikte ülkemiz, Avrupa Topluluğu (AT)’na girmeğe karar almış ve müracaatını da yapmıştır. Artık bu şartlarda, serbest piyasa ekonomisinin bütün kurallarının yerine getirilmesi, kaçınılmaz bir gerçek olarak ortaya çıkmıştır.

Bugün ülkemizde uygulanan e k o m o n i k  m o d e lin, özel teşebbüs, serbest rekabet ve kârlılık gibi ilkelere dayandığı, devletin birçok alandan elini çekmekte olduğu, KİT’lerin özelleştirildiği ve mahallî idarelerin güçlendirildiği; böylece liberal sistemin, bütün mekanizmalarının kendi prensipleri ile bütünleştirildiği ve bünyesine uygun düşmeyen kural, kurum ve uygulamaların peyderpey yürürlükten kaldırıldığı görülmektedir.

Bu durumda e ğ i t i m  s i s t e m imiz, nasıl bir çerçeveye oturtulacaktır? Şu anda, merkezden yönetime dayanan eğitim sistemimiz (Varış, 1978, s.313), aynen kalacak mı, yoksa ekonomideki yapı değişikliğine paralel olarak, hızla değişime tabi tutulacak mıdır?

Bunun cevabı, Millî Eğitim Sistemimizin deyim yerindeyse bir röntgeni çekilip teşhisi konulduktan sonra verilecektir.

Millî eğitim sistemimiz, merkeziyetçi yaklaşımın bir ifadesidir. Buna göre;

a. Öğretim programları,

b. Ders kitapları,

c. Öğretmenlerin istihdam ve maaşı,

d. Organizasyon ve Yönetim 

e. Teftiş,

f. Yatırımlar vb.

merkezden yönetim ilkelerine göre yapılmakta ve yürütülmektedir (Varış,1978:44). Bu sistemin, ağır işlemesine, çağın yeniliklerini geriden takip etmesine rağmen, eğitim ve öğretimde bütünlüğü sağlaması, keyfi yönetim ve uygulamalara meydan vermemesi gibi olumlu yönleri bulunmaktadır. Ancak sisteme giren bireylerde çalışma ve başarı ölçü alınmadığı gibi, sorumluluk (başsız sorumluluk) birçok kişiye dağıtıldığından, bir yanlışlığın/zararın sebebini bulmak güç olmakta, çoğu zaman ise mümkün olmamaktadır. Aynı şekilde kârlılık unsurundan yoksun olan bu yapılanmada, genellikle kişilerin kendilerini yenilemeleri, rekabete girmeleri, dolayısıyla mesleklerinde ilerlemeleri görülmemektedir.

Şimdi yukarıdaki konular, tek tek ele alınacak olursa, durum şöyle tespit edilebilir:


[1]   GÜ  Gazi Eğitim Fakültesi Dergisi. Cilt 4, Sayı 1, Sayfa: 1-15, 1988.

[2]   GÜ  Gazi Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi.