Ahlak dediğimiz de nedir? Ethik, ya da ahlak felsefesi, ahlak
denilen fenomen üzerinde bir düşünme, ahlak üzerine felsefe
yapma. Ama, filozoflar, üzerinde düşünmeden de, ahlak vardı. En
ilkel toplumun bile kendine göre bir ahlaki var. Ahlaki
filozoflar bulmuş değil. Ahlak her yanda yaşamımızın içinde.
Günlük yaşayışımızda davranışlarımızın pek çoğu ahlakla ilgili
eylemler.
Ama hangi davranışımız —ya da bilim dili ile hangi eylemimiz—
ahlaka uygun, daha doğrusu nasıl hareket edersem ahlaka uygun
davranmış olurum?
Bunu kestirmek pek kolay değil. Ahlak alanında, elimizde iyice
tartıp biçmeyi sağlayacak bir ölçek yok. Ahlakın içeriği çeşitli
çağlara, çeşitli uluslara, çeşitli çevrelere göre değişiyor.
Bazen tek tek kişilerin bile ayrı ahlak anlayışları oluyor. Aynı
bir davranış çeşitli çağlarda çeşitli uluslarda birbirinden ayrı
değerlemelere bağlı olabiliyor. Hatta aynı bir davranışı başka
başka kişiler başka başka değerlendiriyor. Tek bir insan, iyi ve
kötü üzerinde, kendi çağından ve kendi çevresinden başka türlü
düşünebiliyor.
Öyleyse ahlaki incelemek isteyen bir kimse nasıl hareket edecek?
Hangi ahlakı esas olarak alacak?
Kendi çağının, kendi ulusunun ahlakından mı hareket edecek,
yoksa sadece kendi ahlak anlayışından mı?
Karşımıza çıkan ahlak görüşlerinin hepsi de doğruyu kendilerinin
getirdiği savında. Mutlak ahlak eğiliminde olmayan hiçbir ahlak
yok yürürlükte. Ancak şu var ki, yürürlükte olan ahlakın mutlak
ahlak olduğu inancı devam ettiği sürece bir geçerliği vardır,
buna inandığı ve inandırdığı sürece yürürlükte kalır. Bu da bir
gerçek. Yürürlükte olan ahlaklardan herbirinin kendine özgü
yüksek bir yaşama amacı var. Ahlaktaki her doğrultu yüksek bir
yaşama amacını dile getirir. Ama herbiri kendi amacını en üstün
görür, başkalarının da aynı savda olduklarını bilmezlikten
gelir, onlarla aynı düzeyde olmayı kabul etmez. Başkalarını
kendi itaati altına almak, hatta onları yok etmek ister, bu
bakımdan her ahlak despottur. Ama her yürürlükteki ahlak böyle
olmak zorundadır da, yoksa kendi kendini ortadan kaldırmış olur.
«Benim ilkelerim mutlak bir doğruluğu dile getirmiyor, ister
uyun onlara, ister uymayın» diyen bir ahlak yer yüzünde görülmüş
değil. Hepsinin de ilkesi başka başka olduğu halde. Her ulusun,
her çağın, her sınıfın —haydutlar çetesinin bile— hatta her tek
kişinin kendine öz bir «ahlakı» olduğu, yani «ahlaksal» olan
şeylerle bağlantısı olan bir görüşler sistemi olduğu bir gerçek.
Herhangi bir yerde geçerliği olan, ya da herhangi bir kimse
tarafından tanınmış olan ahlak görüşü anlamında, ahlak şöyle ya
da böyle olabilir. Ahlak üzerindeki görüşler çeşitli olabilir.
Ancak hepsinde ortak olan bir şey var: «Ahlaklılık» diye bir
şeyin kabulü.
Ama bu «ahlaklılık», «ahlaksal olan» da nedir?
İşte her ahlak felsefesinin araştırdığı ilk soru bu. İnsanın
eylemlerini ahlak bakımından değerli ya da değersiz kılan nedir?
Bu
noktada filozofların iki ana eğilimi ile karşılıyoruz. 1.
Eylemler, eyleme temel olan, eylemi ortaya koyan düşünüşün
niteliğine göre değerlidir ya da değildir. 2. Sonucuna ya da
başarısına göre bir eylem ahlak bakımından değerlidir ya da
değildir.
İkincide eylemi ahlaksal değerli yapan, iyiyi ortaya koyması,
iyiyi yaratmasıdır, arkasındaki düşünüş ne olursa olsun. Onu
zaten dışarıdan bilemeyiz. Birincide ise eylemi ahlaksal değerli
yapan, eylemi gerçekleştiren kişideki iyi düşünüştür.
Ama bu düşünüş de nedir?
İyi düşünüş hangisidir?
Her hangi bir eyleme karar verirken çeşitli motifler
karşısındayız. Bu motiflerden birini seçmemiz eylemimizi ahlak
bakımından iyi ya da kötü yapar. İşte ahlaksal düşünüş derken
genel olarak bundan anlaşılan, bu motifler arasındaki düzendir,
motifler arasındaki bağlantının iyi kurulmuş olmasıdır. Ancak,
bu şekilde bir insanın iyi düşünüşe varabilmesi için motiflerin
hangisinin aşağı, hangisinin üstün olduğunu bilmesi gerekir. Bu
da başka bir deyişle iyi ile kötüyü ayırabilmektir. Bu da
Sokrates’den beri üzerinde düşünülen bir sorun. İyi ile kötüyü
ayırabilmek öyle pek kolay değil. Bunun için önce iyinin ne
olduğunu bilmek gerek.
«İyi» nedir?
Bu
iyi sözünden herbirimizin bir şey anladığına kuşku yok. Ama bu
iyinin ne olduğu tanımlamak söz konusu olunca, bunun pek de
kolay olmadığı görülür. Herkes kendine göre tanımlayacaktır bu
kavramı. Tanımlamalar birbirine uymayacak, hatta bazan
birbiriyle çelişecektir Nitekim çeşitli ahlak öğretilerinin
iyiyi tanımlaması değişiktir. İyi, haz olur, mutluluk olur,
ödevi yerine getirme, doğruluk, sevgi vb. olur. Bu iyi anlayışı
ahlak tiplerini ayırır. Ahlak öğretilerini birbirinden ayıran da
iyi üzeri anlayışları, iyiyi tanımlamalarıdır denebilir.
Yürürlükteki ahlakların birleştikleri nokta: Hepsi iyi ve
kötünün ne olduğunu bildiklerine inanıyorlar.
Bu
inanç bilgi ağacı söylencesine (mitos) kadar geri götürülebilir:
«Onu yediğin gün gözlerin açılacak ve Tanrı gibi olacaksın ve
iyi ile kötünün ne olduğunu bileceksin», yılan bunu haber
veriyor. Bu noktada Nicolai Hartmann’ın bir sözünü analım:
«Aldanmanın büyüğü yılanın haberindedir. Günah insanı görür
yapmamıştır, Tanrı gibi olmamıştır insan, iyi ve kötünün ne
olduğunu da bugüne değin hâlâ bilmiyor» (Ethik. s. 45). Ayrıca,
bu düşünüşün içeriği de, düşünüşün dayandığı düzen de çağlara,
uluslara göre değişiyor. Toplumun yapısı değişince, davranış
biçimleri üzerindeki ahlak değerlemeleri de değişiyor.
Ulusların, çağların çeşitliliğine karşılık, ahlak kuralları da
ulustan ulusa, çağdan çağa değişir çeşitli olur. Çevrenin
büyüklüğünün değişmesiyle de ahlak görüşleri değişir.
Bu
konuda Darwin’in verdiği tipik bir örneği biz de alalım: Darwin,
ilkel (ilksel) bir Afrikalının komşu bir kabiledeki büyücülükten
intikam almak için kaçırdığı bir fırsattan duyduğu vicdan
azabını anlatır. Bir misyoner, adam öldürmenin çok ağır bir
günah olduğunu kendisine anlatmıştır, öyleki sonunda ilkel adam
intikamını almaya cesaret edemez. Ama yerine getirilmemiş «ödev»
bilinci onu öylesine baskısı altına alır ki, yemeden içmeden
kesilir artık hiçbir şeyden sevinç duymaz, tat almaz olur.
Kısaca ödevini yerine getirememeden doğan bir vicdan azabının
bütün belirtilerini gösterir.. Sonunda daha fazla dayanamaz,
gizlice kaybolur, öteki kabileden bir adamı öldürür ve «huzuru
kalple» geri döner. Ödevini yerine getirmiş ve vicdanı cinayetle
rahatlamıştır. İlkel insanın duygusunun uygar insanın duyduğu
«vicdan azabı»ndan başka bir şey olduğu iddia edilebilir mi?
Elbette medeni insan vicdan azabını başka vesile ile duyacak,
genel olarak kaçırılmış bir cinayetten değil de, bu cinayeti
işledikten sonra duyacaktır. Kaldı ki adam öldürmenin uygar
insan için de ahlaka aykırı sayılmadığı yerler var. Örneğın
savaşta İnsanların büyük çoğunluğu savaşta karşı tarafı
öldürmeyi yasak değil, hatta ahlaksal bir ödev sayar. Afrikalı
ilkel insanın ahlak görüşü ile Avrupalı uygar insanın ahlak
görüşü arasındaki ayrılık, bu görüşün kurulmasındaki. ölçüyü
veren çevreye dayanır. İlkel için bu çevre kabile, ya da bağlı
olduğu soy soptur, uygar insan içinse bu çevre ulus ya da
devlete kadar uzanır; ayrıca, hasımlık biri için süreklidir,
beriki
için gelip geçiçi.
Bir filozof, iki ulus arasındaki savaşı, tıpkı bir ulus içindeki
iki kişinin birbirini öldürmesi gibi, ahlaka aykırı buluyorsa,
bu, onun ahlak yasalarını koyan insan toplumunun çevresini bütün
yeryüzüne genişletmesindendir Öyleyse bir insanın ahlak görüşü,
düşünüşü iyi anlayışı, içinde bulunduğu çevre ile toplumla ve
kültür dünyası ile ilgili.
Böyle olunca, değerli olan, kişilere, toplumlara, çağlara göre
değişince, bunların mutlak bir otoritesi olur mu?
Mutlak ahlak buyrukları var mıdır, yoksa bu buyruklar doğarlar
ve yeniden yok mu olurlar?
Burada filozofları Antikçağdan beri uğraştırmış olan bir sorunla
karşı karşıyayız: Ahlak yasaları, ahlak ilkeleri konulmuş mudur,
yoksa bunlar doğadan mı var dırlar?
Başlangıçta, düşünürlerin olduğu gibi kabul ettiği bir durum
var: Yasaların geçerliği. Hiçbir şeyin nedenini niçinini
aramayan ilkel düşünce bu buyrukların nereden geldiğini niçin
konduklarını, neden onlara itaat edilmesi gerektiğini sormadan
bu buyruklara itaat ediyordu.
Sofistlerden önce hiç kimse bu yasaları incelemeyi, eleştirmeyi,
bunların geçerliklerinin neye dayandıklarını sormayı
düşünmemişti. Yunan Aydınlanması ile bu kabuller sallantıya
girdi, bu yasaların nedenleri ve geçerlikleri üzerinde
düşünülmeye başlandı. Çeşitli devletlerin, çeşitli kavimlerin
politika yaşamında olduğu gibi, törelerinde de çeşitlilikler
olduğunun farkına varıldı. Bundan da yasaların bütün insanlar
için genel geçer bir değeri olmadığı sonucu çıkarıldı.
Bu
gibi yaşantılar sonunda şöyle bir soru ortaya atıldı: Kavimlerin
devletlerin ve çağların çeşitliliğinden bağımsız olan ve her
şeyin ölçüsü olan, her yerde ve her zaman geçen bir yasa var
mıdır?
Böylece başlangıçtaki fizik problemine koşut bir problemle Yunan
ahlak felsefesi de başlamış oldu. Nesnenin hep aynı kalan, her
değişmenin üstünde bulunan özüne ilk dönem filozofları doğa (physis)
diyorlardı. Doğanın her türlü değişmesinin üstünde kalan bir
yasa vardı. Bu
doğa yasalarının karşısına da insan tarafından konulmuş olan,
belli zamanlarda ve sınırlı çevrelerde geçen yasalar çıkıyordu.
İşte bu doğa (physei) ile koyum (thesei) karşıtlığı Yunan
Aydınlanmasının karakteristik düşüncesidir. Bu dönemde,
sofistlerde, ahlak yasalarının bir koyum olduğu düşüncesi
geçerliktedir; bütün ahlak ilkeleri doğadan değil, koyumlardan
ortaya çıkar. Öyleyse bütün ahlak yargılamaları da bir
uzlaşımdır (Convention). Ahlak yasaları uzlaşım olunca, insan
tarafından konulmuş olunca, onların mutlaklığı da kalkar
ortadan. Her zaman, her yerde geçen bir-iyi de yoktur artık.
«İyi»nin kendisi diye bir şey de olamaz, sadece iyinin değişen
içerikleri vardır. Ahlak ilkelerinin değişmez, mutlak olduğu
görüşü ile, ahlak değerlemelerinin çağdan çağa değiştiği, ahlak
ilkelerinin göreli bir değeri olduğu görüşü çeşitli
belirlenimler içinde bütün felsefe tarihi boyunca sürüp
gitmiştir.
Ahlak yasalarının doğadan var olduğu, ya da Tanrı tarafından
konulduğu kabul edilirse, onların mutlaklığı da kendiliğinden
kabul edilir; Ahlak buyrukları kesin bir ilke olarak gösterilir.
Ama ahlak buyruklarının doğmuş, ortaya çıkmış bir şey olduğu
söylenirse, o zaman da doğuşlarının nasıl olduğunun gösterilmesi
gerekir. Physei ile Thesei arasındaki ayrılığın başladığı
Sofistik çağdan beri bu soru hep ayakta kalmış ve haklı olarak
her türlü görüş ve öğreti çatışmalarının merkezi olmuştur.
*Ahlaka uygun davranışın motiflerini doğrudan doğruya toplumda
arayanlar olduğu gibi, bu davranışın motiflerini insan
psikolojisinde arayanlar da olmuştur.
*Ahlak değerlerinin başlı başına bir varlık alanı olduğunu kabul
edenler olduğu gibi, bir toplum tarafından iyi olarak kabul
edilen şeylerin «iyi» olduğunu savunanlar, «toplumun iyi bulduğu
şey iyidir» diyenler de var. Bu sonunculara göre bütün ahlak
değerlerini belirleyen toplumun ortalama kanısıdır.
*Öte yandan ahlak değerlemelerini sadece insandaki «ahlak
duygusu»na bağlayanlar da var.
İnsanla ilgili olayları, kültür olaylarını açıklamada sadece tek
motiften hareket etmenin açıklamayı eksik bıraktığı ve tek yanlı
bir görüşe vardırdığına kuşku yok. İlkin değerlerin başlıbaşına
bir varlık kurduğuna inanılabilir olsa olsa, ama bir gerçekliği
olmadığı için tanıtlanamaz. Ahlaki yalnızca ahlak duygusuna
bağlamak da yetmiyor. Bu duygunun görme işitme gibi özel bir
organı yok. Öyleyse böyle bir şeyin varlığını kabul etmek de
yalnızca bir varsayım olur. Herkeste de bir ahlak duygusunun
varlığından sözedemeyiz, kiminde az gelişmiş, kiminde hiç yok.
Ayrıca bağlı olduğumuz çevreye göre duygularımız da bir biçim
kazanıyor. Ama aynı çevrede de iki insan birbirinden ayrı
nitelikte gelişebiliyor. Oysa, ahlak ilkelerinin, değerli
olanın, çağlara, toplumlara göre değişmesi, iyiyi toplumun
belirlediğini gösteren oldukça sağlam bir kanıt. Yine de,
toplumun değerli bulduğu şey değerlidir demek de yetmiyor.
Toplum bazan değerli olmayan şeyi de pekâlâ değerli bulabiliyor.
Bir toplumun çoğunluğu bir şeyi iyi buluyor diye o şeye iyi
diyemiyoruz her zaman. Sokrates’in de bu çoğunluk düşüncesi ile
savaştığını biliyoruz. Sokrates kendi içinde bulunduğu toplumun
düşüncelerine karşı çıkmış, bu bakımdan gençliği uyarmaya
çalışmış bir bilge. Toplum kendisini gençliği baştan çıkarmak ve
Tanrılara inanmamakla suçluyor ve kendisini ölüme mahküm ediyor.
Şimdi biz bugün o topluma baktığımızda, toplumun düşüncelerini
mi, yoksa Sokrates’in düşünce ve davranışlarını mı iyi ve
değerli buluyoruz? Sokrates toplumun çoğunluğunun göremediği
değerleri görmüş, bunları kendi yaşamına uygulamış ve çevresine
yaymış bir bilge. Öyleyse o toplumun iyi bulduğu şey, bizim
için, hiç de iyi değil. Bazan bütün bir toplumu, bütün bir çağı
«kötü ruhların» sardığı görülmemiş bir şey midir? Hıristiyan
Ortaçağın Engizisyonları düşünülsün. Bütün bu işkenceler hep bir
«yüksek ide» uğruna yapılmıyor muydu? Bütün bu çoğunluk
hareketleri karşısında gerçekten yüksek ahlak ilkelerini hep
büyük moralistler, ahlak ve din adamları, filozoflar, yani hep
tek tek kişiler getirmiyor mu? Değerler de eskiyor, çürüyor,
değerini yitiriyor. O zaman büyük kişiliklerin getirdikleri yeni
değerler zamanla ki değerlerin yerini alıyor ve topluma mal
oluyor. Ancak şu soru da akla gelebilir burada:
İster toplumun kabul ettiği eski değer, ister henüz yürürlüğe
girmemiş yeni değerler olsun, bunları yi bulmamız neye
dayanıyor?
Değerlerin toplumdan topluma değiştiğini, sadece göreli bir
değerleri Olduğunu tarih içinde gördüğümüz halde, bizi onlara
itaate yönelten nedir?
Hatta değerlerin göreli olduğunu kabul etmek insanları sonunda
anarşiye götürmez mi?
Yarın değerini yitirecek bir şeye bugün ne diye bağlanayım diye
soramaz mı insan kendi kendine?
Böylece bütün ahlak kuralları altüst olmaz mı?
Nitekim Nicolai Hartmann aynı kaygılarla, değer relativisminin
insani sonunda anarşiye götüreceği korkusu ile sanki,
değerlerden sıyrılmış bir dünyada insan insan olarak yaşayabilir
mi diye soruyor. Ona göre, «değerlerden sıyrılmış, kutsallığını
yitirmiş bir dünyada yaşamaya kimse katlanamaz.» (Ethik, s. 9).
Demek biraz da pratik kaygılarla değerleri bir mutlaklaştırma
var onda.
Burada «değerlerden sıyrılmış bir dünyada yaşanabilir mi? »
sorusu yerine değer koymadan, değerleme yapmadan durabilir mi
insan diye sormak gerçeğe daha uygun olmaz mı?
İnsan başkaları ile birlikte yaşayan bir varlık. Doğduğu günden
son gününe değin insan hep başkaları ile bağlantı içinde. Ahlak
da, ahlak değerlemeleri de bu başkaları ile olan ilişkilerimizde
ortaya çıkan, beliren bir şey.
Yeryüzünde tek başına yaşayan bir insanın ahlakından söz
edilebilir mi?
Kime karşı davranışında ahlaklı ya da ahlaksız olacak?
İnsanın bireysel bir yönü de var elbette; insan başkaları
arasında da yalnız olabilir, onlardan uzak durabilir ama insanın
bir de toplumsal yapısı var. Aristoteles’in deyişi ile
«toplumsal bir canlı varlık» insan aynı zamanda. İnsanın bir
yandan bireysel bir varlık olduğu, kendi ben’ine dayandığı ama
öbür yandan her insanın başkaları ile birlikte bulunduğu bir
toplum varlığı olduğu, başkaları ile, «sen»le bir bağlantı
içinde bulunduğu göz önüne alınırsa, ahlakın temelinin de bu
sen-ben bağlantısında ortaya çıktığı görülecektir.
Çevremizdeki, insanları seviyoruz, ya da nefret ediyoruz
onlardan; hoşlanıyoruz ya da kızıyoruz, herhalde bir ilgi
kuruyoruz çevremizle. Onları sevmemiz onlara karşı davranışımızı
da belirliyor, onlardan da aynı davranışları bekliyoruz.
Başkalarını düşünmeyen, onlara saygı göstermeyen, onları hesaba
katmayan insana bencil diyoruz. Bu bencil sözünde ahlakça bir
yerme var. Bencil insan da toplumsal bağlantılarda sıyrılmış
değil, ama bu toplumsal bağlantılar içinde başkalarını
değerlerini hiç göz önüne almadığı için böyle kimseye bencil
diyoruz, başkalarına kayıtsız kaldığı için ahlakça aşağı
buluyoruz. Bugün. bizim kültür çevremizde egemen olan ahlak için
de karakteristik olan, bütün ahlak buyruklarının, birlikte
yaşanılan insanlar istekleri yararına, kendi isteklerimizi baskı
altına almaya dayalıdır. Bu ahlak başkalarını göz önüne almayı,
başkalarına saygı göstermeyi ister ve başkası için kendine karşı
durur. Öyleyse kültür çevremizde geçerli olan ahlak da bir
«feragat» ahlakıdır. Dinlerdeki ahlakın esası da hep buna
dayanır. Gerçi bugünkü dünyamız içindeki çeşitli ahlaklar bu
«başkalarını» belirlemede ayrılırlar. İlkel toplulukların saygı
gösterdiği «başkası» yalnızca kendi soyu sopu, uluslar için
yalnızca kendi ulusu. Ancak bütün bunların üstüne çıkabilen az
sayıda filozof kişiler için «başkası» bütün insanlardır. Çevresi
genişlemiştir onun. Bu çevrede bütün insanlık yer alır. Bütün
dinler bile bu kadarına erişememiştir. Yalnızca «kendin
gibilerini» seveceksin diyor Hıristiyanlık da. Ama ne olursa
olsun bütün bu ahlaklarda esas olan hep başkalarını göz önünde
tutmadır; hep birlikte yaşanılan insan, toplum söz konusudur,
toplumun istekleri, gereksinmeleri düşünülür, toplumun
davranışlarımızdan ne beklediği bize bildirilir. Bu bakımdan
bütün yürürlükteki ahlak yasaları bir buyruk niteliğini alır.
Her ahlak da bu buyruklarının gerçekleştirilmesini, yerine
getirilmesini ister, onlara itaat edilmesini ister. İtaatse
özgürlüğü ortadan kaldıran bir şey. Oysa özgürlük olmayınca
ahlakın kendisi de ortadan kalkar. Özgürlük içinde yapılmayan
bir eylemin ahlakça hesabı verilemez. İnsanın yapıp ettiklerinin
hesabını verebilmesi, bir eyleminden sorumlu tutulabilmesi için
o insanın özgür olması gerekir. Çelişik bir durum var burada:
Ahlaklı olmamız için özgür olmamız gerekiyor, ama öte yandan
ahlak, itaati de şart koşuyor. Öyleyse bu itaatin, itaat
kavramının ahlak bakımından değerlendirilmesi, temellendirilmesi
gerek.
İtaat ne çeşitten bir itaat olmalıdır ki ahlaka uygun olabilsin?
Hangi itaat ahlaka uygundur?
Biz kime itaat edersek ahlaka uygun hareket etmiş oluruz?
Bu
sorunun bir başka yönü de ahlakta yasa koyucunun kim olduğu
sorusudur. İtaat edilmesi gereken buyrukları kim koymuştur?
Ahlaktaki yasa koyucu tek insan, toplum, devlet, tanrı olabilir,
ben kendim olabilirim. Bu buyruklar kimden gelirse gelsin onlara
karşı bir ödev duygusu da var hepimizde. Onları yerine getirmek
için bir şey bizi zorlar.
Bu
bizi zorlayan nedir?
Başka sözcüklerle, ahlaka uygun itaatin gerekçesi söz konusudur
burada. Niçin itaat ediyoruz?
Bizi itaate zorlayan çeşitli yollar var. Bunlardan biri kör ya
da otomatik itaat. Bir buyruğa mutlak bir körlük içinde itaat
edebilirim. Sadece buyurulmuş olması yeter. Tam bir körlük,
hipnotize olmada görülür. Böyle bir durumda hareketleri yöneten
hipnotize edendir; edilenin kişiliği kaldırılmış, daha doğrusu
uyuşturulmuştur. Böyle mekanik bir itaat normal olmayan bir
durumdur. Ama hipnotize edilmeden de bir çeşit kör itaate ve kör
inanca pek rastlıyoruz yaşamda. Özellikle çocuklarda. Çocuğun
henüz kişiliği kurulmadığı için itaati de otomatiktir
çoğunlukla. Hipnotize edilen de, çocuk kör itaati de ahlakça
yargılamanın dışındadır. Her ikisinden de itaatinin hesabı
sorulamaz. Ama kişiliğin eksik oluşu, kendi kendine düşünebilme
yeteneksizliği, çocukta olduğu gibi, yetişkinlerde olabilir.
İnsanlar, hipnotize etmeden de, başkalarını düşünce ve ahlak
bakımından uyuşturabilirler, kişiliklerini
kötürümleştirebilirler, hatta büsbütün ortadan kaldırabilirler.
Böylece yetişkinlerde ve normal insanlarda da kör bir inanmanın
ve buna karşılık olan kör bir itaatin koşulları hazırlanmış
olabilir. İnsanlar, bencillik duyguları uyandırılarak da, ahlak
bakımından körleştirilebilirler. Bir ah1ak buyruğunun yerine
getirilmesi istenirken gerçi insan bunu yapıp yapmamada özgür
bırakılmıştır, ama sonunda ya bir «mükafat»a kavuşacak, ya da
ceza görecektir. İnsanın buyruğu yerine getirirken artık göz
önünde tuttuğu «mükafat»tır; buyruğun içeriği, yani ahlaksal
eylem bunun gerçekleşmesi için bir araç olmuştur sadece. Sonunda
ahlaksal eylemin değeri artık görülmez olur.
İnsanların böyle bir körleşmesi ya da körleştirilmesi karşısında
ahlaksal yargılama nasıl olacak? Değişecek mi?
Düşünüş ve ahlak bakımından geri kalmış olmanın, ya da burada
söz, konusu olan düşünüş ve ahlakça uyuşukluk durumunun ve buna
dayanan kör inanma ve kör itaatin ahlak bakımından kötü bir şey
olduğuna, böyle bir şeye değer verilemeyeceğine hiç kuşku yok.
Yetişkin insanlardan belli bir ölçüde kişilik bekler, özgür bir
düşünce isteriz. Çoğunlukla, bir eylemi ya da bu eyleme temel
olan düşünüşü ahlak bakımından yargılar ve değerlendirirken, bu
düşünüşün nereden geldiğini sormayız. Karşımızda iki gül ağacı
olsa. Biri iyi gelişmiş, sağlam, çiçekleri canlı, öbürü cılız,
hastalıklı. Bunlardan hangisinin güzel olduğuna karar vermek
için gelişmelerinin nasıl olduğunu sormayız. Cılız kalmış gülün
bahçıvanını sorumlu tutarız gerçi, ama bu, ağaç üzerindeki
yargımızı değiştirmez. Ya da örneğin, biri bilgi bakımından pek
zavallı durumda, bilgisizliğinden boyuna yanılıyor. Neden böyle
olduğunu da pekâlâ anlıyoruz: bilgisini artırmak için pek bir
fırsat bulamamış. Ama böyledir diye bu adamı bilgice sınırlı
değil de, bilgili mi kabul edeceğiz? Böylece bir insanın
düşünüşü ya da karakteri üzerindeki yargımız, bu adamı nasıl
olup da böyle bir düşünüş ya da böyle bir karaktere varmış
olduğu düşüncesinden büsbütün bağımsızdır. Her insanın, her
durumda kendinin olan, ahlaksal bir değeri vardır; biz de o
insanı o değerine göre değerlendirebiliriz. Bu ahlaksal değerin
nereden geldiğini anlamamız, bu aynı değeri ne çoğaltır, ne
azaltır, bundan dolayı bizim değerlememiz de değişemez. Biz bir
insana iyi ya da kötü derken, karakteri hakkında bir yargıda
bulunurken bu karakterin neden iyi ya da kötü olduğunu, bunun
nereden geldiğini düşünmeyiz. Gül ağacının cılız kalmasından
bahçıvanı sorumlu tuttuğumuz aynı ölçüde, yetişkin insanın ahlak
ve bilgice cılız kalmasından da çevresini sorumlu tutabilir
miyiz?
Düşünüş ve ahlakça körleşmiş ya da körleştirilmiş bile olsa, bir
insanın sorumluluğu başkasına aktarılabilir mi?
Ahlaksal sorumluluk, Theodor Lipps’in dediği gibi, «birinin
omuzundan alınıp bir baş kasının omuzuna verilebilecek bir yük
parçası değildir» (Die ethische Grundfragen, s. 106). Çünkü biz
her insandan, insan olması bakımından, belli ölçüde de olsa,
özgürlük bekleriz, yapıp ettiklerinin bilincine varmış olmasını,
hesabını kendisinin verebilmesini bekleriz. Ahlakça sorumluluğu
olmayan insanın ahlakından da söz edilemez. Özgürlük olmadan da
sorumluluk olamayacağına göre, öyleyse ahlaklılık özgürlükle
aynı anlamdadır. İtaati, dar anlamında, yani bir başkasının
istemeleriyle belirlenmiş olma anlamında alırsak, hiçbir itaat
ahlaka uygun olamaz. Düşünce özgürlüğünün ortadan kaldırıldığı
yerde, kör bir inanma ve kör bir itaat söz konusu olacağından,
bir başkasının istemelerini körü körüne -yerine- getirme de her
zaman ahlaka aykırı olur. Kısaca, itaat, düşünüş olarak, özgür
olmayıp kölelik- anlamında alınırsa, ahlaka aykırıdır. Her
insanda bir özgürlük özlemi var. Ama birçokları kendilerinin
özgür olduklarını sandıkları halde, gerçekte hiç de böyle
değildirler. Başkalarının istençlerine bağlı olmakla ahlakça bir
darlık içinde bırakılmışlardır. «Mükâfat ve ceza» düşüncesine,
alınyazısının ve başka insanların lütuflarına, alışkanlıklara,
geleneklere, toplumun ya da bağlı olduğu çevrenin ön yargılarına
bağlıdırlar. Çoğu zaman çevrelerinin değerlemeleri kendilerine
kendi değerlemeleri gibi görünür Başka kişilere kör bir bağlanma
ile, kendi kişiliklerinin özgür olduğunda aldatılmışlardır.
Bütün bunlara karşı her ahlak felsefesi, ahlakça bir özgürlüğü,
yani kendini ahlak bakımından özgür olarak belirlemeyi ister.
Öyleyse felsefenin de insanları özgür kişilikleri olan
yetişkinler haline getirmek gibi bir görevi yok mudur?
Asıl ödev eğitime ve devlete düşer elbette. Ama devletleri
uyaranlar da hep filozoflar olmuştur. İnsanların uyuşuk
kalmasından faydalanacak olan devletler de bulunabilir. Çünkü
insanlar uyuşturulmakla daha çabuk itaat alt alınabilirler, kör
bir itaat ve inançla daha kolaylıkla onlar üzerinde egemen
olunabilir. Böyle bir uyuşturmadan faydalanıp, insanları düşünce
ve ahlak bakımından kötürümleştirerek egemen olmak isteyen
insanlar çıkabilir. Şöyle bir durum da bu uyuşturulmaya yardım
eder: Çocuklar küçük yaşlarında anlayamadıkları şeyleri ezbere
öğrenmeye bırakılır. Soruları cevaplandırılmaz, susturulur
sordukça. Kuşkuları çözülecek yerde, o kuşku duydukları şeyler
üzerinde düşünmeleri yasak edilir. Giderek yetişmekte olan insan
düşünmeksizin uyacak, kendisine yasak edilen ya da buyurulan
şeyleri düşünmeden kabul edecektir. Kendisine buyurulan şey
belki doğrudur, önemlidir, ama herhalde bu durumda kendi düşünce
etkinliği durdurulmuş, kötürüm edilmiştir. İnsan bir karşı koyma
olmadan belli çizgiler içine girmiştir, başkaları için kör bir
alet olmuştur, kör bir inanca, kör bir itaate elverişli
olmuştur. Etkilerin çoğalması sonunda fanatik olur. Yüksek bir
ereği gerçekleştirmek uğruna da olsa, insanları köle haline
getirmeye kimsenin hakkı olmadığı gibi, bu, ahlakın kendisini de
ortadan kaldırmak olur. Despotluk ahlak bilincinin yıkılmasına
yol açar. Başta, her yürürlükteki ahlak despot olmak zorundadır
demiştik. Bu despotluk her ahlakın hem tutunmasının hem
yıkılmasının nedeni olur. Öyleyse bu noktada eğitime ve devlete
düşen bir ödev yok mudur? Denebilir ki, kör olan bir kimsenin
yönetilmesi gerekir, öyleyse devlet de uyanmamış halkını
yönetecektir. Ama devletin ve eğitimin asıl ödevi de bu gibi
körlükleri ortadan kaldırması, insanları uyandırması ve
insanları kendi gözleri ile görür kı1masıdır Kültürün, eğitimin
ereği, insanda her şeyden önce insanı başkaları karşısında insan
yapan yetenekleri uyandırmak ve onlar üzerinde işlemektir.
Eğitimin, özellikle ahlak eğitiminin ereği, insanları ahlak
üzerinde kendi kendine yargılama yapabilecek duruma getirmek
olmalıdır. Her insan kendi kararlarını kendi özgür düşüncesi ile
verebilmelidir. «Gözlerimi kaparım ödevimi yaparım» düşüncesi,
bu açıdan bakıldıkta, ahlaka uygun değil, hatta ahlaka
aykırıdır. Ödev bilinci toplum için gerekli, yerinde bir şey,
ama bu ödevi kör itaatle yerine getirmek kötü; insan artık
«gözlerimi açar ödevimi öyle yaparım» diyebilmelidir.
Ahlakın içinde tam bir özgürlüğün sözü edilemez elbette. Ahlak
bizden buyruklarına itaati bekliyor. Her birimiz bir toplum
içinde yaşadığımıza, bir toplum varlığı olduğumuza göre,
ahlak-dışı yaşamak da pek olacak şey değil. Öyleyse eğitime
düşen: insanları, kör bir itaate götürmeden, kendileri seçecek
bir duruma getirmeye çalışmak; içinde bulunduğu durumları olduğu
gibi kabul eden insanlar değil, verileni olduğu gibi alan değil,
bu verilene karşı tavır alabilen özgür düşünceli kimseler
yetiştirmek, öyle ki sonunda kendi seçsin, gerekli olduğu ve
gerekli bulduğu yerde kendi isteği ile itaat etsin.
Ahlakta bu buyruk karakterini, gereklilik karakterini, ve bu
buyruklara itaatin ödev olduğunu en iyi dile getiren Kant
olmuştur. Kant, bu gereklilik karakterini ahlakın özü olarak
kabul eder. Böylece «ne yapmalıyız? » sorusu Kant’ın ahlak
felsefesinin ana sorusu olmuştur.
Klasik İlkçağ ahlakının —Sokrates ahlakı, Stoa ahlakı Epikuroscu
ahlak— ise problem koyuşu başka türlüdür. Bunların’ ana-sorusu
«benden istenilen nedir, benden beklenilen nedir?» değil de,
«mutlu olmak için nasıl yaşamalıyım? » Bu ahlaklar, bireyin,
eyleyenin, kendisinin isteklerinden hareket eder. Bu ahlakların
bir gereklilik, bir buyruk niteliği yok, bir isteme niteliği
var: buyruk biçiminde dışarıdan gelen bir isteme değil, benden
gelen bir isteme. Gereklilik ahlakındaki yaderkliğe (heteronomi)
karşılık, bu ahlaklarda özerklik (autonomi) var. Gerçi Kant da
ahlakını heteronomi olmaktan kurtarmaya çalışmıştır. Kant’ın
ahlaki bir ödev ahlakı, bir gereklilik, bir buyruk ahlakı. Böyle
bir ahlakda insanın özgürlüğü ortadan kalkabilir. Ama Kant
Rousseau’dan aldığı autonomi kavramı ile özgürlüğü kurtarmaya
çalışır: «İnsan ancak kendi yasasını kendisi koyabilirse özgür,
dolayısıyle ahlaksal bir kişi olur». Ancak Kant’ta kişi akla
dayanan eylemlerde bulunan insandır Autonomi de aklın ve akla
dayanan eylemlerde bulunan kişinin bir özelliğidir. Böyle olunca
autonomi aklın bir özelliği olur Zaten, aklın birliğine inanan
Kant, kişinin autonomisinden çok, aklın autonomisinden söz eder.
Nitekim özgürlük de Kant’da sadece bir ide dir Kant’ın ahlaki
daha çok bir kendini «sınırlama» ahlakıdır. Klasik ilkçağ ahlaki
ise kendini sınırlama ahlaki değil, kendini gerçekleştirme
ahlakıdır daha çok kendini geliştirmeye dayanır. Bu bakımda
özgürlük bu ahlakta daha çok bir anlam kazanıyor.
Ancak, kendini sınırlama ahlakı ile ‘kendini geliştirme, kendini
gerçekleştirme ahlak, ödev ahlakı ile kişisel özgürlük ahlakı
uzlaşmaz bir ‘biçimde mi birbirinden ayrıdırlar, bunlar
birbirine yaklaştırılamaz mı?
Bir toplum içinde yaşadığımıza göre, o toplumun yasalarına,
ahlak kurallarına uymamız da bir ödev olarak karşımıza çıkar.
Ama bu kurallar, bu buyruklar «kendinde varlıklar», mutlak
varlıklar olarak görülmeyip de, o toplumda yaşayan insanların
«ortalama isteğinden» başka bir şey olmadığı anlaşılırsa, bu
ilkelere tavır alabilmede özgür olacağımız da kendiliğinden
kabul edilir. Gelişmiş, bir kişilik kazanmış insan, o
buyrukları, ‘ ilkeleri tartıp biçecek, çağına ve toplumuna göre
değerlendirecek, gerekirse onlarla savaşacak. Hatta onlara uymak
kadar onlarla savaşmayı da ödev bilecek. Kişilerinin özgür
yetişmesini istemeyen bir toplum «ödev bilincini» de uyandıramaz
ve üyelerinden sadece kör itaat ister. Bu da sonunda toplumun
ahlakını da, kültürünü de, o toplumun kendisini de yıkıntıya
götürür.