dB 12. sayı    haziran 2010

 
Değerlendirme "Türleri" Üstüne


Muammer Öner
 
Adam Sanat, sayı:49, Aralık 1989

 

Etik ve estetik değerlerin ilgi sorunu ve bu değerlerin sanat yapıtındaki birlikteliği, sanat yapıtının değerlendirilmesinde yüzyıllar boyunca temel ölçüt olarak ele alınmıştır.

 

18. yüzyılın sonlarında, etik ve estetik bilgileri bağımsız bilim dalları olarak temellendirme çalışmaları, sanat yapıtındaki etik ve estetik değerler bütünlüğüne değğin kavramlarda kararsızlıklara yol açmaya başladı.

 

19. yüzyılda estetiğin bilimsel kimlik kazanmasının yanı sıra, diğer bilim dallarının hızla gelişmesi, bilimsel ölçütün her alanda egemen olması, sanat alanında da yansısını bulmuş, sanat yapıtının ontik bütünlüğünün temel koşulu olan etik ve estetik değerler dengesinde, estetik değerlerin ağırlık kazanmasında neden olmuştur.

 

Bu durumun “değerlendirme” kavramında yarattığı “etik boşluk” yüzyılımızın ilk çeyreğinde kurulan eleştiri okullarının yeni yöntemleri ışığında ortaya çıkartılmış, yüzyılımızın yaşadığımız devresinde ise “etik değerler”, özellikle, değerlendirmede “etik bilgilendirme” yeniden önem kazanmıştır.

 

Değerlendirme eylemi, karmaşık yapıda felsefi bir etkinlik olması nedeniyle ön koşul olarak “etik bilgilenme”yi zorunlu kılar. Bu yapısıyla bir “etik ilişki” olan değerlendirme eyleminin günlük yaşamda karşılaşılan türleri, yalın ve kaba çıkarları amaçlayan “pratik ilişkiler” çerçevesinde yapılan işlemlerdir. Bu tür değerlendirmeler, etik ilişkinin gerektirdiği ölçüt ve yöntemden uzak, insan doğasında var olan ilkel “duygulanmalar”ın güdüsü altındaki eylemler olarak kendini gösterir. Klasik düşüncenin oluşturduğu ölçütlerden yoksun kültürlerde açık (despot) veya kapalı (entrika) olarak kolaylıkla uygulama alanı bulabilen, “değer biçme” ve “değer atfetme” olarak tanımlanan bu eylemlerin yaygınlaştığına tanık olan çağdaş uygar düşünce, bu eylemleri yeniden ele almak ve yeniden tanım getirmek zorunluluğunu duydu.

 

“Etik değerlerle hesaplaşmama, bugün en belirgin görünümlerden birini, çağımıza damgasını vuran bir olguda: değerler adına değer harcamalar’da bulur. Günlük yaşamda adım başına rastladığımız bu harcamalarda değerler, sık sık bir perde olarak kullanılmakla birlikte, çok kere böyle bir harcamanın, gerçekten değer konusunda bilgisizlikten ileri geldiği dikkati çekmektedir”¹ girişiyle konuyu ele alan İoanna Kuçuradi, bilgisizliğin neden olduğu “ezbere değerlendirme” eyleminin “değerler atfetme” ve “değer biçme” türlerine açıklama getirir.

 

“Bir eyleme değer atfetme, değerlendirenin o eylemi, kendisiyle özel ilgisinden - kendi özel koşullarıyla ilgisinden - dolayı değerli - değersiz (iyi-kötü) sayması olarak karşımıza çıkar. Bu, bir eylemin, onu değerlendirenle ilgisi sonuçları açısından değerlendirmesidir: eylemi değerlendirene sağladığı yarar ya da yol açtığı zarar, eylemin değeri olarak eyleme atfedilir. (…) Böylece bir eyleme değer atfetme, eylemden kopuk ezbere bir değerlendirme olur.”

 

Düşünür, ezbere değerlendirmenin başka bir türü olan “değer biçme” eylemine şu tanımı getirir:

“Bir değer atfetmenin maskesi olmadığı yerde, değerlendirmenin grup üyeliğine ağır bastığı ve karşısındaki kişinin eylemine - psikolojik nedenler bir yana - ‘evet’ dediği moralin genel değer yargılarına uygunluğu bakımından, doğal olarak da yalnızca davranışı hesaba katarak, değer biçtiği değerlendirme tarzıdır. Böyle bir değerlendirmede yapılan, karşısında bulunan tek davranışa değerliliği - değersizliği peşinen belirlenmiş olan davranışlardan birinin adını takmak ve yalın bir akıl yürütmeyle - hazır genel değer yargılarına göre - sonuç çıkartmaktadır.(…) Bu değerlendirme tarzı, bağnaz kişilerin – yobazların - değerlendirme tarzıdır; grupların davranış tarzını belirleyen değer yargılarını değerler sayarak onlara en üstün ‘değeri’ ona atfeder, dolayısiyle onları korumak ihtiyacını duyan ve grup üyeliklerini en ‘değerli’ özellikleri sayarak, en üstün ‘değeri’ ona atfedenlerde rastlanan değerlendirme tarzıdır.”

 

Günlük yaşamın her etkinlik alanında karşılaşılan ve karşılaşılacak olan yukarıdaki değerlendirme türlerinin yapılmasında etken olan - etik bilgisizliğin yarattığı etik boşluğu dolduran - ilkel duygulanışların tanımı ve bilince kavuşturma çabaları, uygar düşüncenin yüzyıllar boyunca ele aldığı bir sorundur. Özellikle Aydınlanma Çağı’nda aklın özgür düşünceye kavuşması, başka bir deyişle, aklın özgür yargılama gücünü olanaklı kılma çabalarıyla birlikte ele alınan insan duygulanışlarının araştırılması ve çözümlenmesi çabaları, değerlendirme türleri ve eylemleriyle ilişkisini ortaya koyması bakımından büyük önem taşır.

 

Bu amaçla Etika’sının² “İnsan duygularının kökü ve doğası” konulu bölümünde Spinoza, tüm duygulanmaları arzu, sevinç ve keder kavramları çerçevesinde toplayarak bu duygulanışların insan eylemlerini etkileyip yönlendirişini dizgesel bir yöntemle inceler.

 

Arzu’nun: cüret(atak), gıpta, öfke, iyilik severlik, korkaklık, oburluk, şehvet düşkünlüğü, vb.; sevinç’in: haz duyma, eğilim, umut, güvenlik, iç rahatlığı, vb.; keder’in: kin, umutsuzluk, tiksinme, haset, alçalış, vb. gibi öğelerini tanımlayan büyük düşünür, bu duygulanışların insan eylemlerindeki etki ve edilgi durumlarını saptayıp çözümler.

 

İnsana “upuygun” fikirlerin sevinç yarattığı için “etkin”, insana “upuygun olmayan” fikirlerin ise keder yarattığı için “edilgin” duruma neden olduğu savıyla insanın eylemlerini yönlendiren düşünceleri iki ana bölüme indirger. Bu düşünce türleriyle duygulanışların tanımı bağlantısında değerlendirme eylemini ele alan düşünür:

“İnsan kendisi ve sevilen şey hakkında kolaylıkla adil olmaktan çok taraf tutuyor ve tersine, nefret ettiği şey hakkında da adil olmaktan az taraf tutuyor; insanın kendisi söz konusu olunca adil olmadan çok taraf tuttuğu zaman ki bu hayal gücüne ‘gurur’ denir ve bu bir çeşit hezeyandır, çünkü insan yalnız kendi hayal gücü ile her şeyi kavrayabildiğinin gözleri açık rüyasını görür, bu sebepten onu gerçek sayar ve kendi etki gücünü sınırlayan şeyi hayal edemez. Öyle ise ‘gurur’ insanın kendi hakkında adil olmadan çok taraf tutmasından doğan ‘sevinç’tir” ifadesiyle duygulanışların değerlendirme işlemi üstündeki etkilerini inceler.

 

Bu incelemeler sonucunda değerlendirme türleriyle ilgili olarak; “Bir kimseye sevgi yüzünden haklı olduğundan daha fazla yer vermeye ‘Üstün değerlendirme’ (surestimer), bir kimseye kin yüzünden haklı olduğundan daha az yer vermeye ‘Aşağı değerlendirme’ (mesestimer) denir” tanımını ortaya koyar. Değerlendirme eylemiyle ilgili olarak “Benzerlik” kavramını da ele alan düşünür, insanın kendi durumlarına benzer durumlarla karşılaştığında “sevinç”, kendi durumlarına benzemeyen durumlarla karşılaştığında ise ‘keder’ durumunu yaşadığını dile getirirken bu duygulanışın özel bir biçimine dikkati çeker:

“İnsan ancak, kendine benzeyen bir başkasına ait olan ‘erdem’ için haset duyar. Haset ise kin’in ta kendisidir, yani bir kederdir” saptamasıyla duygulanmalar ile değerlendirme arasındaki karmaşık ilişkileri tüm açıklığıyla sergiler.

 

Çağdaş sanatın temel davranışı olan “sonsuz özgürlük” ve “sürekli değişim” ilkeleri bizi, bu kavramları ortaya koyan uygar kültürün düşünce birikimi ile yüzyüze getirir.

 

Yukarıda iki düşünürün, Kuçuradi ile Spinoza’nın, evrensel düşünce birikimi ordinat ve apsis çizgileri arasındaki değişen zaman boyutlarında, aynı konudaki yargılarının, değer çizgisi üstündeki izdüşümlerinin aynı noktada çakıştıklarına tanık oluyoruz.

 

Bu durum bize “etik bilgilenme” ile ilgili olarak, başka bir zaman boyutundan aynı değer çizgisi üzerinde aynı noktayla çakışan başka bir yargıyı daha çağrıştırıyor:

“Hepsi ‘iyi’ bir şey arzuladığı ve eksik olanı aradığı halde, o’nun (iyinin) bilgisini bir yana bırakıyor. Bütün sanatçıların bundan habersiz olmaları ve o’nu aramamaları akla yatmıyor.”³

 

(1)     Etik, İoanna Kuçuradi, Meteksan, 1988

(2)     Etika, Spinoza, Çeviren: H. Z. Ülken, Ülken Yayınları, 1984

(3)     Nikomakhos’a Etik,  Aristoteles, Çeviren: Saffet Babür, Hacettepe Üniversitesi Yayınları, 1988

ders BELGELİĞİ
Ana Sayfa + dB Yazılar Listesi