Etik ve estetik değerlerin ilgi sorunu ve bu değerlerin sanat
yapıtındaki birlikteliği, sanat yapıtının değerlendirilmesinde
yüzyıllar boyunca temel ölçüt olarak ele alınmıştır.
18. yüzyılın sonlarında, etik ve estetik bilgileri bağımsız
bilim dalları olarak temellendirme çalışmaları, sanat
yapıtındaki etik ve estetik değerler bütünlüğüne değğin
kavramlarda kararsızlıklara yol açmaya başladı.
19. yüzyılda estetiğin bilimsel kimlik kazanmasının yanı sıra,
diğer bilim dallarının hızla gelişmesi, bilimsel ölçütün her
alanda egemen olması, sanat alanında da yansısını bulmuş, sanat
yapıtının ontik bütünlüğünün temel koşulu olan etik ve estetik
değerler dengesinde, estetik değerlerin ağırlık kazanmasında
neden olmuştur.
Bu
durumun “değerlendirme” kavramında yarattığı “etik boşluk”
yüzyılımızın ilk çeyreğinde kurulan eleştiri okullarının yeni
yöntemleri ışığında ortaya çıkartılmış, yüzyılımızın yaşadığımız
devresinde ise “etik değerler”, özellikle, değerlendirmede “etik
bilgilendirme” yeniden önem kazanmıştır.
Değerlendirme eylemi, karmaşık yapıda felsefi bir etkinlik
olması nedeniyle ön koşul olarak “etik bilgilenme”yi zorunlu
kılar. Bu yapısıyla bir “etik ilişki” olan değerlendirme
eyleminin günlük yaşamda karşılaşılan türleri, yalın ve kaba
çıkarları amaçlayan “pratik ilişkiler” çerçevesinde yapılan
işlemlerdir. Bu tür değerlendirmeler, etik ilişkinin
gerektirdiği ölçüt ve yöntemden uzak, insan doğasında var olan
ilkel “duygulanmalar”ın güdüsü altındaki eylemler olarak kendini
gösterir. Klasik düşüncenin oluşturduğu ölçütlerden yoksun
kültürlerde açık (despot) veya kapalı (entrika) olarak
kolaylıkla uygulama alanı bulabilen, “değer biçme” ve “değer
atfetme” olarak tanımlanan bu eylemlerin yaygınlaştığına tanık
olan çağdaş uygar düşünce, bu eylemleri yeniden ele almak ve
yeniden tanım getirmek zorunluluğunu duydu.
“Etik değerlerle hesaplaşmama, bugün en belirgin görünümlerden
birini, çağımıza damgasını vuran bir olguda: değerler adına
değer harcamalar’da bulur. Günlük yaşamda adım başına
rastladığımız bu harcamalarda değerler, sık sık bir perde olarak
kullanılmakla birlikte, çok kere böyle bir harcamanın, gerçekten
değer konusunda bilgisizlikten ileri geldiği dikkati
çekmektedir”¹ girişiyle konuyu ele alan İoanna Kuçuradi,
bilgisizliğin neden olduğu “ezbere değerlendirme” eyleminin
“değerler atfetme” ve “değer biçme” türlerine açıklama getirir.
“Bir eyleme değer atfetme, değerlendirenin o eylemi, kendisiyle
özel ilgisinden - kendi özel koşullarıyla ilgisinden - dolayı
değerli - değersiz (iyi-kötü) sayması olarak karşımıza çıkar.
Bu, bir eylemin, onu değerlendirenle ilgisi sonuçları açısından
değerlendirmesidir: eylemi değerlendirene sağladığı yarar ya da
yol açtığı zarar, eylemin değeri olarak eyleme atfedilir. (…)
Böylece bir eyleme değer atfetme, eylemden kopuk ezbere bir
değerlendirme olur.”
Düşünür, ezbere değerlendirmenin başka bir türü olan “değer
biçme” eylemine şu tanımı getirir:
“Bir değer atfetmenin maskesi olmadığı yerde, değerlendirmenin
grup üyeliğine ağır bastığı ve karşısındaki kişinin eylemine -
psikolojik nedenler bir yana - ‘evet’ dediği moralin genel değer
yargılarına uygunluğu bakımından, doğal olarak da yalnızca
davranışı hesaba katarak, değer biçtiği değerlendirme tarzıdır.
Böyle bir değerlendirmede yapılan, karşısında bulunan tek
davranışa değerliliği - değersizliği peşinen belirlenmiş olan
davranışlardan birinin adını takmak ve yalın bir akıl yürütmeyle
- hazır genel değer yargılarına göre - sonuç çıkartmaktadır.(…)
Bu değerlendirme tarzı, bağnaz kişilerin – yobazların -
değerlendirme tarzıdır; grupların davranış tarzını belirleyen
değer yargılarını değerler sayarak onlara en üstün ‘değeri’ ona
atfeder, dolayısiyle onları korumak ihtiyacını duyan ve grup
üyeliklerini en ‘değerli’ özellikleri sayarak, en üstün ‘değeri’
ona atfedenlerde rastlanan değerlendirme tarzıdır.”
Günlük yaşamın her etkinlik alanında karşılaşılan ve
karşılaşılacak olan yukarıdaki değerlendirme türlerinin
yapılmasında etken olan - etik bilgisizliğin yarattığı etik
boşluğu dolduran - ilkel duygulanışların tanımı ve bilince
kavuşturma çabaları, uygar düşüncenin yüzyıllar boyunca ele
aldığı bir sorundur. Özellikle Aydınlanma Çağı’nda aklın özgür
düşünceye kavuşması, başka bir deyişle, aklın özgür yargılama
gücünü olanaklı kılma çabalarıyla birlikte ele alınan insan
duygulanışlarının araştırılması ve çözümlenmesi çabaları,
değerlendirme türleri ve eylemleriyle ilişkisini ortaya koyması
bakımından büyük önem taşır.
Bu
amaçla Etika’sının² “İnsan duygularının kökü ve doğası” konulu
bölümünde Spinoza, tüm duygulanmaları arzu, sevinç ve keder
kavramları çerçevesinde toplayarak bu duygulanışların insan
eylemlerini etkileyip yönlendirişini dizgesel bir yöntemle
inceler.
Arzu’nun: cüret(atak), gıpta, öfke, iyilik severlik, korkaklık,
oburluk, şehvet düşkünlüğü, vb.; sevinç’in: haz duyma, eğilim,
umut, güvenlik, iç rahatlığı, vb.; keder’in: kin, umutsuzluk,
tiksinme, haset, alçalış, vb. gibi öğelerini tanımlayan büyük
düşünür, bu duygulanışların insan eylemlerindeki etki ve edilgi
durumlarını saptayıp çözümler.
İnsana “upuygun” fikirlerin sevinç yarattığı için “etkin”,
insana “upuygun olmayan” fikirlerin ise keder yarattığı için
“edilgin” duruma neden olduğu savıyla insanın eylemlerini
yönlendiren düşünceleri iki ana bölüme indirger. Bu düşünce
türleriyle duygulanışların tanımı bağlantısında değerlendirme
eylemini ele alan düşünür:
“İnsan kendisi ve sevilen şey hakkında kolaylıkla adil olmaktan
çok taraf tutuyor ve tersine, nefret ettiği şey hakkında da adil
olmaktan az taraf tutuyor; insanın kendisi söz konusu olunca
adil olmadan çok taraf tuttuğu zaman ki bu hayal gücüne ‘gurur’
denir ve bu bir çeşit hezeyandır, çünkü insan yalnız kendi hayal
gücü ile her şeyi kavrayabildiğinin gözleri açık rüyasını görür,
bu sebepten onu gerçek sayar ve kendi etki gücünü sınırlayan
şeyi hayal edemez. Öyle ise ‘gurur’ insanın kendi hakkında adil
olmadan çok taraf tutmasından doğan ‘sevinç’tir” ifadesiyle
duygulanışların değerlendirme işlemi üstündeki etkilerini
inceler.
Bu
incelemeler sonucunda değerlendirme türleriyle ilgili olarak;
“Bir kimseye sevgi yüzünden haklı olduğundan daha fazla yer
vermeye ‘Üstün değerlendirme’ (surestimer), bir kimseye kin
yüzünden haklı olduğundan daha az yer vermeye ‘Aşağı
değerlendirme’ (mesestimer) denir” tanımını ortaya koyar.
Değerlendirme eylemiyle ilgili olarak “Benzerlik” kavramını da
ele alan düşünür, insanın kendi durumlarına benzer durumlarla
karşılaştığında “sevinç”, kendi durumlarına benzemeyen
durumlarla karşılaştığında ise ‘keder’ durumunu yaşadığını dile
getirirken bu duygulanışın özel bir biçimine dikkati çeker:
“İnsan ancak, kendine benzeyen bir başkasına ait olan ‘erdem’
için haset duyar. Haset ise kin’in ta kendisidir, yani bir
kederdir” saptamasıyla duygulanmalar ile değerlendirme
arasındaki karmaşık ilişkileri tüm açıklığıyla sergiler.
Çağdaş sanatın temel davranışı olan “sonsuz özgürlük” ve
“sürekli değişim” ilkeleri bizi, bu kavramları ortaya koyan
uygar kültürün düşünce birikimi ile yüzyüze getirir.
Yukarıda iki düşünürün, Kuçuradi ile Spinoza’nın, evrensel
düşünce birikimi ordinat ve apsis çizgileri arasındaki değişen
zaman boyutlarında, aynı konudaki yargılarının, değer çizgisi
üstündeki izdüşümlerinin aynı noktada çakıştıklarına tanık
oluyoruz.
Bu
durum bize “etik bilgilenme” ile ilgili olarak, başka bir zaman
boyutundan aynı değer çizgisi üzerinde aynı noktayla çakışan
başka bir yargıyı daha çağrıştırıyor:
“Hepsi ‘iyi’ bir şey arzuladığı ve eksik olanı aradığı halde,
o’nun (iyinin) bilgisini bir yana bırakıyor. Bütün sanatçıların
bundan habersiz olmaları ve o’nu aramamaları akla yatmıyor.”³
(1) Etik, İoanna Kuçuradi, Meteksan, 1988
(2) Etika, Spinoza, Çeviren: H. Z. Ülken,
Ülken Yayınları, 1984
(3) Nikomakhos’a Etik, Aristoteles, Çeviren:
Saffet Babür, Hacettepe Üniversitesi Yayınları, 1988