KABA EKONOMİ
Toplumsal üstyapıda bütün olupbitenlerin ekonomik
altyapıyla belirlendiği açık secik anlaşılınca XX.
yüzyılın bakışı ekonomi bilimine çevriliverdi. Ekonomi
biliminin çok ilginç tarihsel bir serüveni var.
Aristoteles, her malın iki değeri bulunduğunu görmüş
ve kullanma (istimal) değeriyle değiştirme (mübadele)
değerini birbirinden ayırmıştır. Bundan başka faizin,
parayı, değiştirmeyi kolaylaştırma görevinden ayırarak
üretici (kapital, sermaye) kıldığını da sezmiştir. Bu
bakımdan faizin yasaklanmasını öğütlemektedir. Kazanç için
yapılan ticareti de doğaya aykırı bulmakta, erdemsizlik
saymaktadır. Fiyat, doğru olmalıdır, der. Doğru fiyat
(juste prix), değiştirilen mallar ve hizmetlerin eşit
değerde olmasıdır. Özgür vatandaşları kaba işlerde
çalıştırmaktan kurtaran esirliği gerekli bulur ve esiri
canlı bir makine sayar.
Görüldüğü gibi Aristoteles, çok önemli birkaç
buluşla konuya girmektedir. Buna karşı, Yunan uygarlığını
kovalayan Roma uygarlığında en küçük bir ekonomik seziş
yoktur. Sadece Cato ve Varro gibi birkaç yazar, tarım
tekniği üstünde düşünmüşlerdir.
Ortaçağda ekonomiye din açısından bakılmıştır. Bu
çağda da amaç, kurulu düzenin titizlikle korunmasıdır.
Karşımıza, Aristoteles'ten sonra ekonomiye eğilen ikinci
yazar olarak Aquino'lu Thomas (1225-1274) çıkmaktadır.
Thomas, dinle dünyayı uzlaştırma çabası içinde, birçok
çelişmelere düşmüştür. Örneğin, bütün insanların
eşitliğini savunduğu halde, -ki Hıristiyanlık açısından
bunu savunmak zorundadır- esirliği zorunlu ve yararlı
bulur. Mal edinmeyi uygun görür, ama sınırlamaya kalkar,
mal edinme (mülkiyet) kişilerin sosyal durumunu koruyacak
kadar olmalıdır, der. Burada, kurulu düzenin korunması
pahasına, ayrıca, Hıristiyanlıkla da çelişmeye
düşmektedir. Bilindiği gibi, Hıristiyanlık mal edinmeye
karşıdır. Thomas'nın ekonomik düşünceye getirdiği tek
yenilik, narh statüsüdür, bir şeyi gerçek değerinden
pahalıya satmayı ya da ucuza almayı yasaklamaktadır.
Bununla beraber ortaçağ, iki önemli düşünürüyle,
ekonomik düşünceye yeni güçler katmıştır. Bu düşünürlerden
biri Buridanus, öteki Oresmius'tur. Jean Buridanus
(1300-1358), değerin, bir malı değiştiren bir insanın
kişisel ihtiyacından değil, değiştirme zorunluğunda
bulunan bütün insanların ortak ihtiyaçlarından doğduğunu
sezmiştir. Bundan başka paranın cevher değeriyle
değiştirme değerini (kur) ustaca ayırarak paranın
değiştirme değerinin devletçe onanacağın:
ilerisürmektedir. Nicolaus Oresmius (1323-1382) da para
konusunda başlı başına bir deneme yazmakla ekonomiyi, ilk
kez, dinden ayırmış ve bağımsızlığa kavuşturmuştur.
Kronolojik sırada İslam düşüncesi, ekonomik alanda
Aristotelesçiliği sürdürmektedir. Kurulu feodal düzenin
titizlikle korunması söz konusudur. Sadaka ve zekat
yasaları, varlıklıyla yoksul ayrılığını onaylamaktadır.
Bununla beraber çok önemli bir İslam düşünürü, İbn-i
Haidun (1332-1406), ekonomik alana yeni düşünceler
katmıştır. İbn-i Haldun, kaderciliğe karşıdır. Tarihsel
olaylarda doğa ve insan [sayfa 307]
etkisini sezmiş, tarihsel zorunluğu görmüştür. Liberaldir,
devletin ekonomik alana karışmasını yasaklar. Devletin bu
alana el atmasının ticaret düşünce ve girişkenliğini
baltalayacağı kanısındadır. Bu baltalamanın, dolayısıyla
amme ekonomisini de sarsacağını ilerisürer. Bundan başka,
memur maaşlarının indirilmesinin satın alma gücünü
azaltacağını ilerisürmekle çağdaş satın alma gücü kuramına
öncülük etmektedir. Ekonomi tarihinde İbn-i Haldun'u ilk
liberal saymak doğru olacaktır.
Buna karşı, bir din devrimcisi sayılan Luther, bir
hayli gerici bir yüzle karşımıza çıkmaktadır. Sosyal
eşitsizlik düzeninin Tanrı işi olduğunu ve bu yüzden de
olduğu gibi korunması gerektiğini savunmaktadır.
İlk kapitalist Calvin de bu çağda (reformation çağı)
karşımıza çıkıyor. Calvin, ilk kez, kapitalist bir
anlayışı kuramsal olarak savunmakla önem kazanmaktadır.
Ayrıca, Calvin'de, ilk kez insan emeğinin ekonomik bir
değer olarak belirmeye başladığını görüyoruz. Emek,
Tanrısal bir buyruktur. Calvin, yepyeni görüşler
getiriyor: Uluslararası ticaret yararlıdır, genel
yoksulluğu azaltır. Üretim için alınacak kredide faiz
gereklidir ve dinsel yasalara aykırı değildir.
İlk merkantilist (devletçi ve himayeci) düşünceye de
bu çağda rastlıyoruz. Montesquieu'nün öncüsü sayılan J.
Bodin (1530-1596), hammaddelerin çıkışıyla yapılmış
maddelerin girişini ağır gümrük resmine, bunun tersini de
hafif gümrük resmine bağlamak gerektiğini ilerisürüyor.
Bundan başka, Bodin, tarihte ilk kez esirliğin
kaldırılmasını savunmaktadır. Ayrıca, para miktarıyla
fiyat arasındaki kökten ilişkiyi (çağdaş theorie
quantitative) de sezmiştir. Bodin, ekonomik olayları
dogmatik açıdan değil, deneysel açıdan değerlendirmektedir
ki, bu davranış ekonomi biliminin gelişmesinde çok büyük
bir adımdır.
Yeni zamanlarda da kurulu düzenin korunması
yolundaki titizlik devam etmektedir. Ancak, bu çağda
ekonomik düşünce, felsefe (erdem ve töre) ve din
etkilerinden kurtularak ulusal ve siyasal etkiler altına
girmiştir. İlk merkantilist düşünceyi ortaya atmış bulunan
Bodin'i merkantilist yazarlar kovalamaktadırlar. Bunların
arasında Antoine de Montchr6tien (1576-1621), ilk kez,
ulusal ekonominin önemi üstünde durmuştur. Çok önemli bir
görüş getiriyor: Ekonomik bağlılık siyasal bağlılığı
gerektirir. Montchretien ayrıca, insan emeğiyle
işbölümünün önemi üstünde de durmuş, bu yüzden, dış
ticarette sıkı himayeciliği savunurken, iç ticarette tam
bir serbestliği önermiştir. Gene bu yüzden, tembellerin iş
evlerinde zorla çalıştırılmaları gerektiğini savunmuştur.
İlk fizyokrat seziyle de bu çağda karşılaşmaktayız.
IV. Henri'nin bakanlarından Sully (1559-1640), ticaret ve
sanayi öngören merkantilist bir düzen içinde, ilk kez, şu
düşünceyi ilerisürüyor: Toprağı sürmek ve hayvan beslemek
Fransa'nın iki memesidir.
XIV. Louis'nin bakanlarından "büyük" adıyla anılan
Colbert (1619-1683), ekonomi alanına çok önemli yeni bir
düşünce getiriyor: Ulus, ekonomik bir örgüttür. Colbert'e
göre, iç pazar kurulmalı ve iç gümrükler kaldırılarak dış
ticaret gümrükleri konulmalıdır. Devlet sanayi kurulmalı,
kredi ve vergi kolaylıkları sağlanmalıdır.
[sayfa 308] Colbert, sorumlu bir bakan olarak,
bütün bu düşüncelerini gerçekleştirerek Fransa'yı
kalkındırmıştır.
Fizyokrat (doğa gücü) düşünce, sanayie verilen bu
büyük önemin tepkisi olarak doğacaktır. Örneğin, İtalyan
merkantilisti papaz Galiani (1728-1787) şöyle demektedir:
Önemli olan sanayidir. Buğday ucuz oh malıdır ki,
manüfaktür sanayi gelişebilsin.
Bu arada, Platon ve Thomas Morus'nün yollarını
kovalayan, katıksız devletçi olmak bakımından merkantilist
sayılabilecek bir büyük ütopyacı yetişiyor: Tommaso
Campanella (1567-1639). Parasız, ticaretsiz, eşit
yurttaşların örgütlediği bir devlet düşlüyor. Ekonomik
eşitlik (özgürlük) henüz ütopya alanındadır.
Tarihte ilk kez, Napoli'de bağımsız bir ekonomi
kürsüsü kurulmuştur. İlk ekonomi profesörü de Genovesi'dir
(1712-l769). Genovesi bir de yeni düşünce getirmektedir:
Altın ve gümüş, değerlerini, para olarak
kullanılmalarından alırlar.
Koyu merkantilist düzen, bir yandan fizyokrat
tepkiyi hazırlarken, öbür yandan liberal tepkiyi
kotarmaktadır. İngiliz merkantilisti Dudley North
(1641-1691), uluslararası ticaret serbestliğini savunmak
ve gümrük yasaklarına karşı çıkmakla liberalizme öncülük
etmektedir.
İtalyan merkantilisti Ortes (1713-1791), Malthus'ten
önce, nüfusun artma eğiliminde olduğunu ve buna karşı
ulusal gelirin artmadığını görmüş, doğumun kontrolü
gerektiğini savunmuştur. Ulusal ekonomi deyimini
ilk kez kullanan yazar Ortes'dir.
Bullionizm adıyla anılan İspanyol merkantiliznıi,
ulusal zenginliği değerli maden stoklarının artmasında
görmüştür. Bu yüzden, değerli madenlerin yurt dışına
çıkması yasaklanmıştır. Oysa, bu maden stokları,
geldikleri yoldan dışarıya çıkmakta gecikmemişlerdir.
İngiliz merkantilisti Thomas Mun (1641-1671) da
ticaret dengesi kuramının kurucusudur. Ticaret dengesini
sağlamak için ithalatın azaltılıp ihracatın
çoğaltılmasını, yiyecek maddeleri üretiminin artırılmasını
öngörmektedir.
Yüz yıl arayla yetişen iki İngiliz filozofu, Locke
ve Hume, ekonomi alanına değerli görüşler getirmişlerdir.
John Locke (1632-1740), malların yüzde doksan dokuzunun
değerinin insan emeğinden doğduğunu ilerisürmekle değer
kuramının öncüsüdür. David Hume (1716-1776) da,
enflasyonun etkilerini incelerken genel fiyat yükselişinin
çeşitli mallarda farklı hız ve oranda belirdiğini
yakalamakla ekonomik devre kuramının temelini atmaktadır.
Kameralist (hazineci) adıyla anılan Alman
merkantilistleri de devlet kasasına, yapabildikleri kadar
çok, gelir sağlama yolundadırlar. Stokçuluğu öngören
Hornigk (1638-1712), devletin çıkarı halkın çıkarıdır,
diyen Schröder (1640-1688), ulusal zenginliği altın
stoklarından ibaret bulan Sechendorff (1626-1692) bunların
en önemlileridir.
Merkantilist yazarlardan, parayı altın ve gümüşten
kurtararak toprak karşılığına dayamak isteyen John Law
(1671- 1729), ulusal zenginliğin kaynağını tarımda bularak
fizyokrat düşünceyi hazırlayan R. Cantillon (1680-1734),
fiyat hareketlerini [sayfa 309]
tümüyle arz ve talep karşılaşmasma bağlamak isteyen James
Steuart (1712-1780), parayla para maddesini birbirinden
ayırarak para değerini yasa gücünde bulan Nicholas Barbon
(1640-1698), istatistik biliminin kurucusu William Petty
(1623-1687) ekonomik düşüncenin gelişmesine yararlı olmuş
kişilerdir.
Ekonomi dünyasını XVI., XVII. ve XVIII. yüzyıllarda
yöneten merkantilizm, devletçiliğin öncüsüdür.
Merkantilist yazarların ortak düşünceleri devletçilik,
ulusal ekonomiyi koruyuculuk ve sanayicilik sorunlarında
toplanır. Enflasyoncu bir düşünceyle ulusal zenginliği
(millî servet), devlet kasasındaki altın ve gümüş stokunun
çoğalmasında bulmuşlar; altın ve gümüşü yurt içinde tutmak
için giriş kolaylıkları ve çıkış zorlukları koymuşlardır.
Zengin madenleri ele geçirmek yolundaki sömürgecilik de bu
düşüncenin zorunlu sonucu. olmuştur. Yurt sanayi ve
ticaretini içte ve dışta koruyuculuk (himaye),
merkantilizmin başlıca özelliğidir. Örneğin, İngiltere'de
ölülerin yünlü kumaşla kefenlenerek gömülmelerini zorunlu
kılan yasalar yapılmış, çeşitli gümrük statüleri
uygulanmıştır. İnsan sayısı çok olan memleketlerin insan
sayısı az olan memleketlere üstün olacağı düşüncesi de
çocuk düşürmeyi yasaklamak, evlenmeyi ve çok çocuk yapmayı
zorlamak, göçmen getirmeyi kolaylaştırmak ve dışarıya
çıkışları zorlaştırmak sonucunu doğurmuştur. Ülke
sınırları içinde kapalı ve kendi yağıyla kavrulan
(otarşik) bir ekonomi düşüncesi, merkantilist görüşün
ürünüdür.
1914-1918 I. Dünya Savaşı'ndan sonra birçok ülkeler
yeniden merkantilizme döneceklerdir (neo-merkantilizm).
Sanayi ve ticarete önem veren merkantilizm, XVIII.
yüzyıl Fransız tarımını çöktürmek üzeredir. Kronolojik
sıra, bu durumun tepkisi olarak fizyokrasinin kurucusu Dr.
François euesnay'i (1694-1774). karşımıza çıkarmaktadır.
Fizyakrasi, bir yandan aşırı sanayiciliğe karşı tarımın
önemini belirtirken öbür yandan aşırı yasakçılığa karşı
tam serbestliği savunmuştur: Bırakınız yapsınlar,
bırakınız geçsinler (laissez faire, laissez passer).
Yunanca kökünde doğa gücü anlamına gelen
fizyokrasi, evrende bir doğal düzenin (ordre naturel)
varlığı düşüncesi üstünde oturmaktadır. Doğal düzen, doğal
yasalarla kurulmaktadır. Ekonomi de bu doğal yasalara
bağlıdır. Fizyokrasi, XVI. yüzyıldan beri ortaya atılmış
bulunan doğal hukuk (droit naturel) sistemi
içindedir. Ancak, sosyal eşitsizliği yararlı ve gerekli,
mülkiyet hakkını titizlikle korunması gereken en güçlü bir
hak saymakla gelişmeye yönelmiştir. Bununla beraber,
ekonomik yaşâmı bir bütün olarak ele alan ilk bilimsel
çalışma, fizyokrasi çalışmasıdır.
Fizyokrat düşünce şöyle özetlenebilir:
1. Tek üretici güç toprak, tek üretici sınıf çiftçi
sınıfıdır. Sadece topraktır ki yatırımını aşabilen ürün
verir. Ulusal zenginliğin temeli, toprağın verdiği bu
artıkdeğer (kıymet fazlası)'dir. Toprak dışı emek, sanayi
ve ticaret, toprak ürünlerine sadece biçim değiştirir,
yeni ve artık bir değer eklemez. Biçim değiştirmek
(fizyokratların deyimince, toplamak), çoğaltmaz
(fizyokratların deyimince, çarpmaz). Toprak dışı bütün
emekler, ancak, hammaddenin değerine emekçinin yaşaması
için [sayfa 310] gerekli toprak
ürünlerinin değerini ekler; buysa, bir çoğalma, yeni bir
değer elde etme değildir. Bu ekleme değer, doğal düzen
gereği, yeniden toprağa dönmek zorundadır.
2. Ekonomik alanı doğal yasalar yönetir. Topraktan
çıkan artıkdeğer, zorunlu olarak, gene toprağa dönecektir.
Üretici sınıfın, örneğin beş milyar lira ürettiği
düşünülse bu beş milyarın iki milyarı tohum, gübre,
çiftçinin ve hayvanlarının beslenmesi karşılığı olarak
üretici sınıfın (çiftçinin) elinde kalacaktır. Geriye
kalan üç milyarın bir milyarı sanayi ürünleri satın almak
için kısır sınıfa (sanayi ve ticaret işçileri,
sermayedarlar, memurlar, serbest meslekçiler), iki milyarı
da mülkiyet hakkı olarak toprak sahipleri sınıfına
verilir. Toprak sahipleri sınıfı eline geçen bu iki
milyardan bir milyarını beslenmek için gerekli toprak
ürünlerini satın almak üzere gene üretici sınıfa, bir
milyarını da gerekli sanayi ürünlerini satın almak üzere
kısır sınıfa verir. Kısır sınıf; bir milyarı üretici
sınıftan, bir milyarı toprak sahipleri sınıfından gelerek
eline geçen iki milyarın bir müyarını beslenme, bir
milyarını da hammadde için gene üretici sınıfa verir.
Böylece, topraktan çıkan beş milyar gene toprağa dönmüş
olmaktadır (ekonomik hareketin cyclique karakteri).
3. Toplumda üç sınıf vardır: Üretici sınıf, toprak
sahipleri sınıfı, kısır sınıf... Topraktan elde edilen
artıkdeğer, topraklarını tarımın emrine vererek ilk avansı
yapmış olan toprak sahiplerinin hakkıdır. Bu hak, tarıma
elverişli bir toprak hazırlamak için birtakım masrafların
yapılmakta olduğu düşüncesine dayanır. Bununla beraber, bu
hak da, Dr. Quesnay'in yukardaki tablosunda görüldüğü
gibi, zorunlu olarak gene toprağa dönecektir. Kısır
sınıfın yaptığı dış ticaret, toprak değişiklikleri
yüzünden kaçınılmaz bir kötülüktür. Bir memleket kendi
topraklarının yetiştirmediği bir ürünü başka bir
memleketten almak zorundadır. Bununla beraber, dış ticaret
bir memleketi zenginleştirmez, tersine yoksullaştırır. İç
ticaret ve iç pazarlar önemlidir ve serbest olmalıdır. İç
pazarlar çoğaldıkça dış ticaret azalır ki amaç da budur.
Kişilere özel çıkarlarını gütmeleri imkanını sağlamak
yeter, işlerine karışmak gerekmez (doğal düzen
düşüncesinin zorladığı liberalizm).
Fizyokrasi, başta Mably olmak üzere, birçok
yazarlarca eleştirilip bir hayli hırpalanacaktır. Kaldı
ki, XVIII. yüzyılın sonlarına doğru büyük kapitalizm
doğmakta, uluslararası geniş bir sanayileşme tarım alanını
silip süpürmektedir. Kumaş fabrikalarına yapağı
yetiştirebilmek için çiftçiler tarlalarından atılmakta,
tarlalar otlaklaştırılmaktadır. Uluslararası sanayin
kaçınılmaz gereği olan emperyalizm gücünü duyurmaya
başlamıştır (bkz. W. Sombart, L'Apogee du Capitalisme,
Paris 1932). Din (Calvinizm ve püritanizm), kapitalist
düşünceyi desteklemektedir. Kapitalizm, bir yandan büyük
zenginlikler sağlayarak genel yaşama çizgisini
yükseltirken, öbür yandan sosyal eşitsizliği
artırnıaktadır (bkz. A. Birni, Histoire Economigue de
l'Europe, Paris 1932).
Tam bu sırada karşımıza İskoçyalı Adam Smith
(1723-1790) çıkıyor. Klasik okul adıyla anılan öğretisi,
liberal ve kapitalcidir. Smith, ulusal zenginliğin tek
kaynağı olarak fizyokratların toprağına karşı emeği
göstermektedir. Öyleyse sadece çiftçiler değil, bütün
çalışanlar üreticidirler. Çalışanlar arasında sıkı bir
işbirliği [sayfa 311] bağlantısı
vardır. Bu işbirliği {cooperation) sosyal işbölümünün
sonucudur. İşbölümü, emeğin ürününü artırır. Adam Smith,
bunu belirtmek için, bir iğne fabrikası örneği veriyor.
İğne fabrikasında her işçi, bir iğnenin meydana gelmesi
için gerekli on sekiz işten birini yapmaktadır. İşbölümü,
ihtisası artırır, yeni buluşlara yol açar, zaman
kazandırır ama, bir yandan da işçiyi otomatlaştırarak
körleştirir, kişiliğini yok eder. Eskiden tek başına
herhangi bir şeyi yapabilen sanatçı işçi, artık kocaman
bir makinenin küçük bir vidası kadar önemsizleşmiştir.
Smith, ekonomi alanına, çok önemli bir düşünce getiriyor:
Değeri yaratan, emektir... Smith, işçinin, ilkel
ekonomi çağında emeğinin tam karşılığını aldığını,
şimdiyse bunu alamadığını söylemektedir. Eskiden, işçi ya
da çiftçi, emeğiyle ürettiği bütün ürünlerin tek
sahibiydi. Şimdiyse, sermayenin yardımı olmaksızın
üretmesi mümkün bulunmadığından, elde ettiği ürünün bir
kısmını sermayeye bırakmak zorundadır. Bununla beraber
Smith, bu durumu, tüzeye ve töreye (adalet ve ahlak)
aykırı buluyor. Smith'e göre üç türlü fiyat vardır: Gerçek
(réelle), doğal (naturelle) ve piyasa (courant)
fiyatları... Gerçek ve doğal fiyatlar, yerine göre ad alan
aynı özü taşırlar ve piyasa fiyatını doğururlar. Piyasa
fiyatı, arz ve talebin karşılaşmasıyla belirir. Smith, ilk
kez, sermayeyi durgun ve değişir (sabit ve mütehavvil)
olmak üzere ikiye ayırmakta ve aralarındaki farkı
göstermektedir. Makineler, avadanlıklar, işletme yapıları
ve çeşitli bilgiler durgun sermaye; ham ve yapılmış
maddelerle para değişir sermayedir. Kazanç, müteşebbisin
karıyla sermayenin faizidir. Smith'e göre zenginleşmiş
memleketlerde kazanç azalır, işçi ücretleri yükselir.
Bundan başka, işçi ücreti en az geçim çizgisiyle
sınırlanır ve bunun altına düşemez. Üç türlü gelir vardır:
Kazanç, rant, ücret... Bütün öteki gelirler bu üç gelirin
değişik görünüşlere bürünmesinden başka bir şey
değildirler. Üretimde bir denge eğilimi vardır, bu dengeyi
sağlayan, kazançtır. Sermaye ve işgücü, kazanç getirmeyen
alandan kaçar ve denge böylelikle sağlanmış olur. Adam
Smith, nüfus sorunlarında da yeni görüşler
ilerisürmektedir: Nüfus azsa, piyasaya işçi arzı da azdır.
O zaman işçi ücretleri yükselir, bu da doğumu artırır.
Nüfus çoksa bu olayın tersi gerçekleşir. Smith, para
konusunda da bu dengenin sözünü etmektedir. Ona göre para
da bir maldır ve mal değiştirme (emtia tedavülü) yasaları
para alanında da geçerlidir. Devlet, ekonomik alana
karışmamalı, kişisel çıkarları serbest bırakmalıdır.
Devletin bu konudaki tek görevi, mülkiyeti savunmaktır.
Kapitalistler, işçilere insanca davranmalı, onlara iyi
ücretler vermelidirler. Ulusların zenginliği böylelikle
gerçekleşebilir.
Adam Smith, Ulusların Zenginliği (The Wealth
of Nations) adlı ünlü yapıtının ikinci bölümünü şu
sözlerle bitirmektedir: Üretim ve yoğaltım denkleşmesi,
bir ulusun sürekli olarak yararına, ticaret denkleşmesiyse
sürekli olarak zararına bulunabilir. Bir ulus, üst üste
belki yarım yüzyıl ihraç ettiğinden çok değerde ithalde
bulunabilir. Bütün bu süre içinde giren altınla gümüş
oradan bir çırpıda, olduğu gibi dışarıya gönderilebilir.
Yerine, türlü kağıt para geçtiği için, memleketin elden
ele dolaşan parası gitgide tükenebilir. Hatta alışveriş
ettiği uluslara karşı yüklenmiş olduğu borçlar boyuna
artabilir. Gene de gerçek zenginliği, toprağıyla emeğinin
yıllık hasılasının değişebilir değeri, aynı süre içinde
pekala artabilir. Şu son [sayfa 312]
patırtıların başlamasından önce (1775) Kuzey Amerika'daki
sömürgelerimizin durumu ve bunların memleketimizle
(İngiltere) yaptıkları ticaret, bunun hiç de imkansız bir
şey olmadığını göstermektedir.
Adam Smith, görüldüğü gibi, katıksız bir liberal,
sermayeci, sömürgecidir. Yukarda sayılan bütün dengeleri
ekonomi alanındaki tam serbestliğin sağlayacağına inanır.
İleride, sosyalistler, hem onun değerli görüşlerinden
yararlanacaklar, hem de onu kıyasıya eleştireceklerdir.
Daha şimdiden, birçok konularda çelişmeye düşmekle; değeri
yaratan emektir, dediği halde sonradan değer yaratıcıları
arasına toprak ve sermayeyi de katmakla, kullanma
değeriyle değiştirme değeri arasındaki kökten ilişkiyi
görememekle, emeğin ürününü sermayeyle paylaşmasını erdeme
aykırı bulduğu halde sonradan sermayenin emeğin verimini
artırdığını ilerisürmekle, rant konusunda gereken açıklığı
bulamamakla, müteşebbisle sermayeciyi ve karla faizi
birbirine karıştırmakla suçlandırılmaktadır.
Klasik okulun ikinci yazarı, Protestan papazı Robert
Malthus (1766 -1834), Essay on the Principle of
Popcıfation (1798) adlı yapıtında bir nüfus yasası
ileri sürmüştür. Bu yasaya göre, insanlar geometrik bir
oranla (2, 4, 8, 16... olarak), tarımsal üretim aritmetik
bir oranla (1, 2, 3, 4... olarak) artmak eğilimindedir. Bu
yüzden, insan üremesi tarımsal üretimle sınırlanmıştır.
Açlık ve sefaletle bunların doğurduğu ölümleri artıran ve
doğumları azaltan her türlü kötülükler doğaldır. Tarımsal
üretimin sınırlamasından doğan bu kötülükler engellemese
insanların üremesi besin üretimini aşar ve insanlık aç
kalır (İbid, c. i, s. 1-29). İnsanlar eşit olmamalı,
yoksullara yardım edilmemeli ve ölümleri önleyici
tedbirler alınmamalıdır, "her eşitlik sistemi sonunda
yoksulluk ve sefalete varır" (İbid, c. II, s. 151).
Osmanlı devleti, kötü yönetimi ve zulmüyle tarımsal
üretimi ve dolayısıyla nüfusu sınırlamıştır (İbid, c. i,
s. 211). İşçi ücretlerinin en az geçim çizgisinde
bulunması kaçınılmazdır, çünkü ücretler artarsa nüfus da
artar ve ücretler zorunlu olarak gene en az geçim
çizgisine iner. İngiliz oligarşisinin çıkarlarına uygun
bulunan Malthus'ün bu savı geniş çapta tutulmuş ve
desteklenmiştir. Malthus ekonomik bunalımları da nüfus
yasasındaki mantıkla açıklamaktadır. Bunalımların üretimin
satın alma gücünden daha büyük bir hızla artmasından
doğduğunu; üretimle tüketim arasındaki bu dengesizliği
gidermek için nasıl nüfus yasasında insanları ölüme
bırakmak gerekiyorsa parayı da öylece üretici olmayan
amaçlara bırakmak gerektiğini söyler. Eşdeyişle, nasıl
insanların bir bölümünü öldürmek gerekiyorsa paranın da
öylece bir bölümünü öldürmek gerekir. Görüldüğü gibi,
Malthus, anamalcı çoğalmayı sezmiş, ama nerede bir
çoğalmaya rastlamışsa hemen onu yoketmek gerektiğini
ilerisürmüştür. Doğal düzen insan artışına karşı
yoksulluğu ve ahlaksızlığı, para artışına karşı da
eğlenceyi ve lüksü koyarak dengeyi sağlamaktadır.
İnsanların buna karışmamaları ve bu dengeyi bozmaya
çalışmamaları yeter. Liberalizmin bırakınız yapsınlar
formülünü bırakınız ölsünler formülüne dönüştüren
Malthus'ün bu savları, kısa bir süre içinde, pratikle
yalanlanmıştır. XIX. yüzyılda teknik yenilikler, üretimi,
değil aritmetik, geometrik bir oranı da aşan bir hızla
artırmış ve toplumu, nüfus artışı değil, üretimin
[sayfa 313] artışı tedirgin
etmiştir. Bunun sonucu olarak da, doğumları azaltmak
yerine, aşırı üretimi azaltmak yoluna gidilmiştir. Kaldı
ki Malthus'ün nüfus yasası, keyfi ve bilimdışı bir konuta
dayanmaktadır; insanların geometrik ve tarımsal üretimin
aritmetik bir oranla arttığı hiçbir zaman
tanıtlanmamıştır. Bu varsayımın her bakımdan yanlışlığı,
gittikçe çoğalan insanlığın gittikçe artan ihtiyaçlarını
giderecek bütün araçları sağlamasıyla da meydana çıkmış
bulunmaktadır. Evrensel gelişme, artan her ihtiyacın onu
karşılayacak aracı da birlikte getirmesiyle sürüp
gitmektedir. Malthus, insansal ilişkileri, ne doğa
yasalarına ve ne de tarih yasalarına dayanan, bilimdışı
sayısal ilişkilere, dönüştürmüş ve böylelikle de sözde
emekçi sınıfının yoksulluğunu ve savaşın kaçınılmazlığını
açıklamıştır. Demek ister ki, emekçilerin çektikleri
sefalet de, savaş da anamalcılığın suçu değildir; bunlar
doğa yasalarının zorunluğuyla olmaktadır. Klasik ekonomi
okulunun çok değerli bilginleri oldukları halde bir
Smithçilik'ten, bir Ricardoculuk'tan söz edilmeyip
günümüzde bile ikide bir Maltüsçülüğün ilerisürülmesinin
nedeni budur. Papaz Malthus'ın bu bilimdışı varsayımı
-nüfus kuramcılarının büyük çoğunluğu Protestan
papazlarıdır-, açlık ve yoksulluğun, anamalcı üretimin
zorunluğu değil, bir doğal zorunluk olduğunu tanıtlama
gayretine dayanır. Hindistan kumpanyası hizmetinde olan ve
verdiği derslerin ücretini bu kumpanyadan alan papaz
Malthus'a göre açlık da, yoksulluk da doğaldır,
mukadderdir, hiçbir güç bunları önleyemez, devlet bu
konuya boşuna müdahale etmemelidir (liberalizm).
Yoksulları koruma yasaları (İng. Poor Law), nüfus
artışını sağlamak ve yoksulluktan ölümlere engel olmakla,
topluma kötülük etmektedirler. İnsanların ve besinlerin
gerekli oranları Tanrıca düzenlenmektedir ve devlet,
beceremeyeceği bir işe karışmaması gerektiğinden başka,
Tanrının işine de burnunu sokmamalıdır.
Klasik okul adı altında toplanan liberal
kapitalistlerin en ünlü kuramcısı David Ricardo'dur (1772-
1823). Bodin'in XVI. yüzyılda sezdiği para miktarıyla
fiyat arasındaki kökten ilişkiyi Ricardo gün ışığına
çıkarıyor: Kağıt paradaki değer düşüklüğü, kağıt para
miktarının çoğalmasıyla orantılıdır (enflasyon). Buna
karşı, yeni bir altın madeninin bulunması altını
çoğaltarak altının değerini düşürür ve böylelikle mal
fiyatlarını yükseltir. Öyleyse paranın değeri, para
miktarıyla belirlenir (miktar kuramı, theorie
quantitative). Ricardo, buna, çok ilgi çekici bir düşünce
de ekliyor: Piyasadaki parayla piyasadaki malların
birbirlerine tam uygun bulundukları ideal bir durumda
değerli madenlerin değiştirme değerleri bunları çıkarmak
için harcanan emeğin değerine eşittir. Örneğin, böyle bir
durumda, gümüşün gramı beş lira ederken, altının gramı on
lira ediyorsa, altını çıkarmak (istihsal etmek) için
gümüşe harcanan emeğin iki katı harcanıyor demektir.
Ricardo'ya göre, böyle ideal bir durumda, paranın değeri
bile emeğin tam karşılığı olmaktadır. Değeri yaratan,
emektir (sây, işgücü; XVII. yüzyılda John Locke'un bu
sonuca pek yaklaştığı hatırlardadır). Ricardo'ya göre,
uluslararası ticaret, piyasanın gerektirdiği para
miktarını otomatik olarak dengeler. Ancak, bunun için,
paranın ya değerli maden, ya da değerli maden karşılığı
kağıt olması ve dış ticaret fiyatlarının tam bir
serbestlik içinde belirmesi gerekir. Böyle bir durumda ne
enflasyon olur, ne de deflasyon. [sayfa
314] Karşılıksız kağıt paraysa önemlidir ama, her
bakımdan da tehlikelidir. Para çıkarmak, bir devlet
bankasının işi olmalıdır (liberal Ricardo'nun kural dışı
tek önerisi budur). Banka, karşılık miktarınca kağıt para
çıkarabilir. Ancak bu karşılık da değerli külçeler halinde
olmalıdır ki halk ikide bir kağıt parasının altın ya da
gümüşle değiştirilmesini isteyemesin, bundan sadece büyük
tüccarlar -ticaret dengesini düzeltmek için-
yararlanabilsin (birçok memleketler, Ricardo'nun bu
öğüdünü hala tutmaktadırlar). Ricardo, değişmez bir değer
ölçüsünün bulunamayacağı kanısındadır. Değeri yaratan
emektir, sermaye de değer yaratır ama, sermaye,
birikmiş bir emekten başka bir şey değildir
(Ricardo'nun, aynı sonuca vardığı halde sonradan vazgeçen
Adam Smith'e göre, büyük başarısı bu düşüncededir; Smith,
sermayenin birikmiş bir emek olduğunu sezememişti). Bu
kural, yeniden üretilebilen mallar için doğrudur,
diyor Ricardo. Sanat ürünleri, antika eşya, eskitilmiş
şarap gibi bir daha üretilemeyecek malların değerini
nedret yasası düzenler. Her malın tek fiyatı vardır,
bu tek fiyat da o malın en kötü ortamda üretilmesi için
gerekli emeğin karşılığıdır (çünkü, en kötü ortamdaki
emeğin değeri karşılanamazsa, o mal bir daha
üretilemeyecektir). Rant, fiyatı belirlemez. Çünkü rant,
salt bir değer değildir (Anderson ve Malthus gibi yazarlar
rantın, doğanın verim gücüyle belirlenen salt bir değer
olduğunu söylemişlerdi). Rantı ancak yüksek verimli
topraklar elde edebilir, çünkü rant bu verim farkından
doğan görece (izafî, tefazulî) bir değerdir. Piyasaya
yakın olmak, daha verimli bulunmak gibi avantajlardan
yararlanan işletmelerin maliyet fiyatı, kötü durumdaki
işletmelerin maliyet fiyatından elbette daha düşük
olacaktır. Oysa, her malın tek fiyatı vardır ve piyasa
fiyatı, en kötü durumdaki emeğin fiyatıdır. İyi işletme,
piyasa fiyatıyla kendi maliyeti arasındaki farktan
yararlanacaktır ki işte bu fark ranttır (rant kuramı da
Ricardo'nun büyük başarılarından biridir). Ricardo,
sermayeciye pek önem verdiği ve onu ekonomik yaşamın
yöneticisi saydığı halde toprak sahiplerini toplumun
parazitleri olarak adlandırmaktadır. Bu parazitlerle
burjuva sınıfı arasındaki büyük çatışmayı da açıkça ortaya
koyuyor: Endüstrinin gelişmesi şehirleri genişletir ve
besin ürünleri gereğini artırır. Bu yüzden, besin
ürünlerinin fiyatlarıyla toprak kirası sürekli olarak
artar. Sonundaysa, sermayenin ve işgücü gelirinin (kar ve
ücretlerin) büyük bir parçası toprak sahiplerinin cebine
girer, hem de sadece topraklarını kiralamakla yetinip
hiçbir iş görmedikleri halde... Besin ürünlerinin
fiyatları artarsa işçi ücretleri de artar, çünkü işçi
ücretleri en az geçim çizgisinin altına düşemez. Buysa,
sermayecinin kazancının azalması demektir, çünkü işçi
ücretleriyle kazanç ters orantılıdır. Öyleyse endüstrinin
gelişmesi, sermayecinin değil, parazit toprak sahiplerinin
cebini dolduruyor demektir. İşte, 1789' büyük Fransız
Devrimi'ni gerektiren ekonomik çatışma.
Görüldüğü gibi Ricardo, kapitalist. ya da Marksist
olsun, çağdaş ekonominin temellerini atan çok önemli bir
kuramcıdır. Kimileri, böylesine güçlü bir kuramcının
akademik yoldan, üniversite kürsülerinden gelmemiş
olmasını şaşkınlıkla karşılamaktadırlar (borsacı ve
işadamıydı). Ricardo, işçi sınıfını iş hayvanları,
avadanlıklar, fabrikalar gibi bir üretim aracı saydığı
halde sermaye kazancıyla işçi ücretleri arasındaki ters
orantıyı yakalamıştır. [sayfa 315]
Burada, bir zamanlar ekonomi dünyasını bir hayli
uğraştıran pek ilginç bir tartışmayı da belirtmemiz
gerekir: Geleceğin neo merkantilistleri klasik akulun
İngiltere'nin dünya egemenliğini sağlamak için kasıtlı
olarak yanlış kuramlar kurduklarını ilerisürmüşler,
geleceğin neo klasikleri de neo merkantilistleri
Almanya'nın dünya diktatörlüğünü hazırlamakla
suçlamışlardır. Bir bakıma, yukarda sayılan klasik okul
kurucularının tümü (Smith, Malthus, Ricardo) İngiliz, neo
merkantilistlerin tümü Almandır. Ancak, anlatmak üzere
bulunduğumuz bir de Fransız klasiği vardır ki, bu açıdan,
durumu bir hayli ilginçtir.
Bu klasik, Jean Baptiste Say'dır (17671832). Say,
koyu bir dev(etçilik düşmanı, aşırı bir serbestçilik
dostudur. Ona göre arzın tümü, talebin tümüne eşittir.
Öyleyse, ekonomik çöküntüyü gerektirecek bir üretim
çoğalışı (surproduction) söz konusu olamaz. Olsa olsa,
herhangi bir malın satışında gevşeklik olabilir ki bu da
piyasanın tam serbestliği halinde hemen dengesini bulur.
Çünkü, her mal, karşılığı olan bir malla değiştirilmek
için üretilir. Her üretim, bir başka üretimin hem nedeni,
hem sonucudur. Daha açık bir deyişle, karşılığı
üretilmeyen mal, esasen üretilemez, bu yüzden; de üretim
çokluğu olayı imkansız bir kuruntudur.
Say'ın getirdiği bir başka yenilik de, Adam Smith'in
birbirine karıştırdığı sermaye geliri faiz'le
müteşebbis geliri kâr'ı kesinlikle ayırmasıdır.
Bu Fransız klasiğini, hemen ardından, gene bir
İngiliz klasiği izliyor. John Stuart Mill (18061873),
kendinden sonrakileri felsefe açısından da etkileyen
(örneğin, pragmatisme) önemli bir düşünürdür. Mill,
gelirlerin bölüşümünü kıyasıya eleştirmiş, miras hakkının
kaldırılmasını önermiştir. Ancak, insan eşitliğinin miras
kurumunun kaldırılmasıyla hemen gerçekleşivereceğini
sanmaktadır. Bundan başka, Mill, üretim kooperatifleri
kurulmasını önermekte, toprak rantının
devletleştirilmesini (socialisation) savunmakta, hiç
değilse yüksek bir toprak vergisi alarak rantın ortadan
kaldırılmasını istemektedir. Bu pek ileri devletçi
düşüncelerini, tam bir serbestlik düşünceleriyle nasıl
bağdaştırdığı ilk bakışta yadırganabilir. Burada, Mill'in
felsefeci kişiliği işe karışmaktadır. Mill, faydacıdır.
Bireylerin çıkarını toplumun çıkarında, toplumun çıkarını
da bireylerin çıkarında bulmaktadır. Sonraları, pragmacı
felsefenin bir hayli geliştirdiği gibi, Mill'e göre
insanları, kişisel çıkarları yönetir. Mill'i, gerektiği
hallerde toplumsallaştırma düşüncelerine götüren işte bu
temel anlayışı olmuştur. Gerçekte Stuart Mill, ekonomik
dengenin tam bir rekabet serbestliği içinde
gerçekleşebileceğine inanmaktadır. Bu açıdan, fiyat ve
uluslararası ticaret konularında, yeni görüşler ortaya
atmıştır: Arz ve talep fiyat dalgalanmalarını, fiyat
dalgalanmaları da arz ve talebi etkilemektedir. Arz biraz
fazlalaşınca fiyat düşer, fiyatın düşmesi talebi çoğaltır
ve dolayısıyla arzın gereken çizgiye inmesini sağlar.
Talebin biraz fazlalaşması halinde de durum aynıdır.
Öyleyse, diyor Mill, fiyat, arz ve talebi dengede tutan
bir güçtür. Bununla beraber, arz ve taleple fiyat
arasındaki yükseliş ya da alçalışlar aynı oranda değildir,
oranın derecesi (nispetin mikyas'ı) malların cinsi ve
karşılayacağı ihtiyaç gibi çeşitli etmenlere bağlıdır.
Uluslararası ticarette de faydayı, ihracatta değil,
ithalatta bulmaktadır (merkantilistleri hatırlayınız).
Çünkü, diyor Mill, ihracat, bir memlekette üretilemeyen ya
da çok [sayfa 316] pahalı
üretilebilen malların ithalini sağlamak için yapılır.
Öyleyse, bu konuda önemli olan, tüccarların hangi malı
getirmekten daha çok kâr edecekleri sorunu değil, tüketmek
için hangi malın gerekli bulunduğu sorunudur.
Kök anlamında ticaret kavramı bulunan
merkantilizm, daha XVI. yüzyılda devletçi bir sistem
olarak belirmeye başlamıştı (Bodin'i hatırlayınız). Bütün
serbestçi sistemlerin karşısında, çeşitli kılıklara
bürünmüş de olsa, onu bulmak mantık gereğidir. Şimdi de
karşımıza neo-merkantilizm adı altında iki yeni kılıkla
çıkmaktadır: Romantik ve ulusçu... Her iki kılık da Alman
düşüncesinin ürünüdür.
Romantik neo-merkantilist okulun en ünlü yazarı Adam
Müller (1779-1829), örnek bir devletin yüceliğini öne
sürmektedir. Ona göre devlet, töresel ve organik bir
birliktir ve her alanı kapsamaktadır (l'Etat totaliste).
İnsanın varlığı devletin varlığına bağlıdır. Ekonomi,
serbest bir alanda at oynatamaz. Ekonominin düzenleyicisi
devlettir. Ulusal zenginlik (milli servet), sadece
maddesel ürünleri değil, düşünsel ürünleri de kapsar.
Bütün düşünce alanlarında çalışanlar da, tarımcı ve
sanayiciler kadar, üreticidirler. Sermaye kavramında,
sadece maddesel sermaye değil (capital physique), düşünsel
sermaye (capital intellectuel) de vardır. Müller ve F. V.
Baader (1765-1841) gibi düşünürlere romantik denmesinin
nedeni, rasyonalist felsefeye karşı ve mistik eğilimli
olmalarıdır.
Ulusçu neo-merkantilist okulun en ünlü düşünürü
Frederic List (1789-1846), klasikleri, bireyci olmakla ve
tarihsel gelişmeye önem vermemekle suçlandırmaktadır.
List'e göre, bireyle insanlık arasında tarihsel bir
gelişimi olan bir de ulus vardır ki, ekonomik alan asıl
onun gerekleriyle düzenlenir. Çünkü uluslar arasında
sürekli bir barış düşünülemez, klasik okulun bütün
yasaları böylesine düşsel bir barışın varlığı üstüne
kurulmuştur, bu varlık gerçekleşmeyeceğine göre, o
yasaların hiçbir değeri yoktur. List'e göre tarihsel
gelişim şu sırayı izlemiştir: İlkçağ (vahşet), çobanlık
çağı, tarım çağı, tarım-manüfaktür çağı,
tarım-manüfaktür-ticaret çağı... Ulusları bu son ve yetkin
çağa ancak devlet eriştirebilir. Uluslararası ilişkiler,
klasik mekanizmanın işlemesine engel olurlar. Ekonomik
düzen, ancak ulus içinde ve devlet yöneticiliğiyle
gerçekleştirilebilir. Devlet korumaz ya da koruyamazsa,
gelişmiş bir yabancı sanayi, gelişmemiş ya da az gelişmiş
ulusların ilerlemesine kesinlikle engeldir. List, sadece
sanayi ve ticaret alanında kalmamakta, bu konuda ulusun
bütün üretici güçlerinin seferber edilmesini
öğütlemektedir. Bununla beraber, List için de amaç,
ticaretin tam bir serbestliğe kavuşacağı uluslararası
sonsuz bir barıştır. Devlet koruyuculuğu, bu amaca
götürecek olan bir araçtır. Kişi, bugünün çıkarını
geleceğin yararı uğruna harcayamaz. Bunu ancak devlet
yapabilir. Sanayisiz, tarımsal bir devlet tek bacakla
yürümeye çalışan bir insana benzer. Bu bakımdan, herhangi
bir ulusu, tarım çağından sanayi çağına geçirebilecek bir
savaş bile, mutlu bir olaydır.
Romantik ve ulusçu neo-merkantilizm -ki görüldüğü
gibi, eski merkantilizmden bir hayli farklıdır- gerçekte,
ünlü Alman filozofu Johann Gottlieb Fichte'nin (17621814)
kurduğu kapalı ticaret devleti (l'Etat commercial ferme,
1800) temeli üstünde yükselmektedir. Fichte, otarşik
ekonominin en yetkinini meydana koymuş
[sayfa 317] bir düşünürdür. Fichte'ye göre para,
bütün gücünü devletten alır. İnsan, ancak toplum içinde
bir varlıktır. Öyleyse devlet, insan varlığına anlam veren
bir kuruluştur. Ulusal gelişme, kapalı bir ticaret devleti
içinde mümkündür. Müller ve List''in kökleri büyük düşünür
Fichte'de bulunmaktadır. Fichte, ünlü yapıtını yayımladığı
zaman, Müller yirmi bir, List on bir yaşındaydılar.
Bu arada, yaptıkları tarih araştırmalarıyla ekonomik
olayların daha iyi anlaşılmasına yol açan tarihçi okuldan
da sözetmek gerekir. Titiz araştırıcılar olan bu okul
düşünürleri, ekonomi alanına göreciliği (relativisme,
izafîlik) getirmişlerdir. Altı çizilmesi gereken bir
düşünce olarak, özetle, şunu söylemektedirler: Ekonomik
yasaların ve eğilimlerin geçerliği belli tarihsel
devrelere bağlıdır. Her eğilim, belli tarihsel koşullar
içinde geçerlidir. Öyleyse, gerçeklerin meydana
çıkarılması için, karşılaştırmalı bir yöntem (mukayese
usulü) kullanmak gerekir... Tarihçi okul düşünürlerine
örnek olarak W. Roscher, C. Schmoller, B. Hilldebrand, F.
Knapp, K. Knies, G. Gohn, Vagner, Schaeffle, L. Brentano,
Took, Leslie ve Ashley gösterilebilir. Tarihçi okul, Alman
üniversitelerinde büyük etkiler yapmıştır. Örneğin,
Schmoller (1838-1917), ekonomi bilimini dogmatik
kadercilikten (liberallerin doğal, ezeli ve ebedi
yasalarından) kurtarmaya çalışmıştır. Ne var ki bütün bu
çabalar, bilimsellikten uzak oldukları ölçüde kaba ya da
ham kalmaya mahkumdular. Metafizik ve idealist bir alanda
at oynatıyorlardı. Bu yüzden de bilimsel gerçekleri
meydana koyamadılar. Toplumsal yaşamda neler olup
bittiğini ve neden böyle değil de şöyle olup bittiğini bir
türlü açıklayamadılar.
XIX. yüzyılın ikinci yarısı, bilimin, toplumun her
alanını, en ince ayrıntılarına kadar, ışıl ışıl
aydınlattığı bir çağdır. İnsan düşüncesi metafizik ve
idealist spekülasyonlardan kurtulmuş, toplumsal yaşamın ve
onun temeli olan ekonomik yaşamın tüm gerçeklerini
öğrenmiştir. Ama bunun doğal bir sonucu olarak da bu
gerçeklerin öğrenilmesinden çıkarları tehlikeye düşenler,
metafiziğe ve idealizme büsbütün sarılmak zorunda
kalmışlardır. Kaba ekonomi, yeni biçimlere. dönüşerek
sürüp gitmektedir.
Bilimselliğin gittikçe gelişip yayılması ve
süregelen ekonomik düzenin zorunlu çelişkilerinin gittikçe
gerginleşmesi üzerine idealist ekonomi kuramcıları,
ekonomik değerin insan emeğinden doğduğu gerçeğini
gizlemek için öznel bir kuram geliştirmek gereğini
duymuşlar ve marjinalcilik (Fr.
Marginalisme) adı verilen yeni bir değer kuramı
ilerisürmüşlerdir. Bu anlayışın kurucularından Stanley
Jevons bunu açıkça söyler, Toplumsal Ekonomi Kuramı
adını taşıyan ünlü yapıtında şöyle der: "Sayıları gittikçe
artan ve örgütlenme güçlerini geliştiren işçi sınıfımız
siyasal ve ekonomik özgürlüğümüzün gelişmesini durdurmaya
yöneltilebilirler. O halde emeğin hiçbir biçimde değeri
yaratmadığını ortaya koyan bir kuram geliştirmeliyiz"
(İbid, 4. baskı, s. 164-165). Bu kuram, eski ihtiyaç
kuramı'yla eski fayda kuramı eski nedret
kuramı'yla birleştirilerek ortaya atılmaktadır. Bu
anlayışa göre, bir malın, azlığı ya da çokluğundan ötürü
değişik ihtiyaçlarda kullanılmasıyla belirlenen son
biriminin faydası (ki buna marjinal fayda adı
verilmiştir, okulun. adı da buradan türetilmiştir) onun
değerinin ölçütüdür. Böylelikle ekonomik değer, üretim
[sayfa 318] alanından tüketim
alanına ve nesnellikten öznelliğe kaydırılmaktadır. Bu
anlayışa göre, bir malın değeri, malın kendisinde bulunan
bir şey değil, malın alıcısında bulunan bir şeydir.
İsviçreli Leon Walras, Avusturyalı Karl Menger ve
İngiliz Stanley Jevons'un kurdukları bu okula
sübjektivist okul ve neo-klasik okul da denir.
İzdaşları yöntem ayrılığı yüzünden psikolojik okul
ve matematik okul adları altında iki kola
ayrılmıştır. Psikolojik okul, son birimin yararını,
tüketicilerin ruhsal eğilimlerine göre ölçer. Matematik
okulsa bunu matematik formüllere bağlamaya çalışır. Her
iki okulun da amacı; bir malın, o mala duyulan ihtiyaç,
o malın sağladığı fayda ve o malın az ya da çok
bulunurluğunu saptayarak kullanma değeri'ni
hesaplamak ve bu kullanma değeri yoluyla değiştirme
değeri'ni bulmaktır. Marjinal sözcüğü, burada,
son (Ar. Nihai) anlamındadır. Klasik
ekonomiciler değeri üretim maliyeti'nde
buluyorlardı. Bu, yanlış olmasına rağmen nesnel bir
anlayıştı. Marjinalciler değeri fayda'da
bulmaktadırlar ki bu öznel bir anlayış olmakla
büsbütün yanlıştır. Bu demektir ki, değer, artık, üretim
alanında değil, tüketim alanında aranmaktadır. Bu anlayışa
göre üreticinin, değerin belirlenmesinde, tüm belirleyici
olmak bir yana, hiçbir rolü yoktur. Örneğin çöldeki bir
insan için, bir testi suyun -ikinci testinin
bulunamayacağını varsayarsak- son damlasının değeri
(marjinalistlerin deyimiyle marjinal değeri) paha
biçilemeyecek derecede büyüktür. Oysa çeşmeleri gürül
gürül akan bir kentte su bedavadır, çünkü marjinal değeri
sıfırdır. Etin değeri ekmeğin değerinden yirmi kat
fazlaysa, son lokma et son lokma ekmekten yirmi kat fazla
değer taşıyor demektir. Deniz çok boldur ve bu yüzden
bedavadır, ama denize girilebilecek yerler azsa oralarda
plajlar kurulmaya ve deniz ona duyulan ihtiyaçla az
bulunurluğu oranında değerlenmeye başlar. Bu hesap,
mallarda böyle olduğu gibi, hizmetlerde de böyledir.
Örneğin marjinalcilere göre müteşebbisler işçilerden daha
çok kazanırlar, çünkü müteşebbislerin hizmet türü
işçilerin hizmet türünden daha nadirdir (bkz. J.-B.
Say, Oeuvres Diverses, s. 80). İşçilerin de
marjinal üretkenlikleri, aldıkları ücrete eşittir. Her
işçi saat başına, ücretine eşit bir değer üretir (bkz.
H. Denis, Valeur et Capitalisme, s. 85-6). İşçinin
ücreti, bu anlayışa göre, çalışma süresinin son biriminin
ürünüyle belirlenmektedir. Ne var ki, anamalcı üretimde
anamalcılar, marjinalcilerin bütün bu öğrettiklerine
rağmen, maliyet hesaplarını klasik bilgilere göre yapmakta
devam etmektedirler (bkz. Alderer ve Mitchell,
Economics of American Industry, s. 128). Paris Hukuk
Fakültesinde yapılan bir tartışmayı toplayan Le
Fonctionnement des Entreprises Natonalisees en France'ta
şöyle yazılıdır: "Çeşitli anketlerin, özellikle Hall ve
Hitch'in yaptıkları anketlerin gösterdiği gibi işletmeler,
marjinal fiyatlarını bilmemekte, önceden tasarlanmış bir
kar marjı ekleyerek ortalama toplam maliyete göre hüküm
vermektedirler" (s. 261). Bunun nedeni çok açıktır: Çünkü,
marjinal değer hesaplanamaz. Nitekim, marjinalciler,
üretim mallarının marjinal değerini, 1871'den bu yana
yüzyıl geçtiği halde hala hesaplayamamışlardır.
Örneklerini hep tüketim mallarından, özellikle de lüks
tüketim mallarından seçmektedirler (bkz. Leon
Walras, Abrege des Elements d'Economie Politique).
Klasik liberaller değerin belirlenmesi için değiştirme
değeri'ni temel aldıkları [sayfa 319]
halde marjinalciler, bunun tam tersini, kullanma değeri'ni
temel almışlardır. Onlara göre değiştirme değeri, kullanma
değerinin -yani malın faydasının- ürünüdür. Oysa kullanma
değerini de nicelik olarak dile getiremediklerinden
kullanma değerinin karşıladığı ihtiyacı miktarca saptamaya
çalışmaktadırlar. Ne var ki bir insanın bedava olan
havaya, çok değerli olan elmastan çok daha fazla ihtiyacı
vardır. Bunun içindir ki marjinalciler, doğrudan doğruya
ihtiyacın niteliğini değil, tatmin edilmeyen
ihtiyacın son biriminin niceliği'ni ölçmeye
çalışmışlardır. Marjinalcilerin, klasik ekonomiyi tersyüz
etme çabalarının nedeni de çok açıktır ve bunu kendileri
de açıklamaktadırlar: Paris komünü hareketinden (1871)
sonra ciddileşmiş bulunan toplumculuk tehlikesini saf dışı
edebilmek için, onun dayandığı bütün klasik ve liberal
temelleri de kökünden değiştirmek gerekmiştir. Bunun için
de, bütün klasik anamalcı ekonominin dayanağı olan
üretimden hareket yerine, marjinalcilik (1871), tüketimden
hareket etmeyi yeğlemiştir. Marjinalcilik, böylelikle,
Hermann Oossen ve Richards Jennigs'in hazırladığı temeller
üstünde Walras, Jevons ve Menger tarafından toplumculuğu
kökünden yıkma gayretiyle kurulmuştur. Onları,
Anglo-Amerikan okulundan Alfred Marshall, J. B. Clarck;
Avusturya okulundan F. von Wiesser; Lozan okulundan
Vilfredo Pareto izlemiştir (bkz. W. Stark, The
History of Economics in its Relation to Social Development).
Faydanın ölçülüp ölçülemeyeceği aralarında tartışma
konusudur. Sencer Divitçioğlu şöyle yazmaktadır: "Marjinal
ve neo klasik okul temsilcilerinden çoğu faydanın kardinal
olarak ölçülebileceğine inanmışlardı. Marshall'e göre bir
malın azalan marjinal fayda eğrisiyle o malın talep eğrisi
özdeş olduğundan mala atfedilen fayda, dolaylı olarak
fiyatlarla ölçülebilir. Talep edilen mal miktarının azalan
marjinal faydanın bir fonksiyonu olduğunu kabul eden
Marshall'ın kısmi analizine karşılık, Lozan okulundan
Pareto faydanın ordinal olup ölçülemeyeceğini savunmuştur.
Maldan talep edilen miktar yalnız o malın faydasının bir
fonksiyonudur. Böylece kıymet teorisinde kısmi analiz bir
yana bırakılmış, genel analiz uygulanmaya başlanmıştır. Bu
görüş tarzına göre, birey, karşılaştığı mallar karşısında
bir seçiş yapmak zorunda kalacaktır. Birey, seçişini
yaparken, kendisine maksimum faydayı, yahut başka bir
deyişle maksimum tatmini sağlayacak birleşimi arayacaktır
(bkz. Mikro-iktisat, İstanbul 1971, s. 3,
4). Marjinalcilik, değerin her mal için ayrı ayrı
belirlenmesi gerektiğini ilerisüren, mikro ekonomik bir
anlayıştır. Değeri, üretim maliyetlerinin ürünü değil,
aranımın bu üretim maliyetleri üstündeki etkisinin ürünü
sayar. Yani, değeri aranım belirler. Ernest Mandel şöyle
yazmaktadır: "Ricardo'nun ortaya attığı ve Marx tarafından
geliştirilen toprak rantı teorisi, ondokuzuncu Yüzyılın
ikinci yarısında emek değer teorisini mesele haline
getiren marjinal değer teorilerinin hareket noktasıdır:
Marx'ın toprak rantı teorisine göre gerçekte, tarımsal
ürünlere talep, son tahlilde bu ürünlerin fiyatını
belirler. Bu toprak rantı teorisinin genel bir değer
teorisi haline getirilmesi iki tahlil hatasından ileri
gelmektedir: Önce, toprak rantını yaratmış olan toprak
mülkiyetinin özel şartlarını hesaba katmıyor. Sonra,
kapitalist rejimde toprak mülkiyeti, sermaye mülkiyeti ve
işgücü mülkiyeti ile ilgili kuramsal bakımdan farklı
şartları göz önünde tutmuyor. Toprak rantı, toprak üretim
sürecinin [sayfa 320] temel bir
unsuru olduğu için doğmaz. Bu, toprakla bu üretim süreci
arasına, bu üretim sürecinde yaratılmış toplam gelirlerden
öşrü keyfi olarak isteyen bir toprak sahibinin
girmesinden doğar. Üretim süreci içinde yaratılmış
gelirler hakkında bir teori ortaya atmak için bu öşrün
veriliş tarzından hareket etmek büyük bir mantık hatasıdır
(Mandel, Ekonomi Elkitabı, Orhan Suda çevirisi, c.
i, s. 305-6). Marjinalciler liberaldir, çünkü kurmaya
çalıştıkları sistem ancak toptan bir rekabet halinde
işleyebilir (bu yüzden kendilerine neo-klasik adı
verilmiştir). Böylesine bir rekabet alanında, bütün
üretimin değerini belirleyen marjinal ürünün değeri;
amorti edilen anamal ücret, faiz ve toprak halinde erir.
Bu durum, marjinalist genel denge kuramıyla saptanmıştır (bkz.
Walras, op. cit., s. 187-9). Ernest Mandel şöyle
yazmaktadır: "Bugün, ekonomistlerin çoğu, neo klasik denge
sisteminin gerçeklikten yoksun bulunduğunu kabul
etmektedirler. Bu sistem, emekçinin ücretinin emek
müddetinin son biriminin ürünü tarafından belirleneceği
görüşünün saçmalığını ortaya koyan kapitalizmin özel
kurumsal kadrolarını da kabul etmemektedir. Rekabetin
dinamik karakterini ve bu rekabetin meydana getirdiği
dengenin daimi sarsıntılarını kabul etmemektedir. Esas
itibariyle statiktir ve dinamiğe olsa olsa dengeyi bozan
bir unsur olarak kendi sisteminde yer vermektedir. Oysa
gerçekte denge devamlı sallantı halindeki spazmodik bir
ekonomik hareketin sadece geçici bir anıdır. Bu sistem ne
periyodik buhranları, ne de yapısal buhranları
açıklamaktadır. Kendi mantığı gereği emperyalizm
fenomenini bile, daha doğrusu emperyalizmin kapitalizmin
gelişme kanunlarıyla herhangi bir ilgisi bulunduğunu bile
inkar etmektedir" (op. cit., c. II, s. 474-5). Gossen,
doyurulmuş ihtiyacın son dozuna marjinal doz (Fr.
Dose marginale) adını vermiştir. Gossen'e göre kimi
mallarda doyma (tatmin) noktasına daha çabuk, kimi
mallardaysa daha geç ulaşılmaktadır. Bu doz, her mal için
başkadır. Örneğin lüks mallarda doyma noktası, marjinal
doz, daha geç belirir. Bundan başka, bu doz, kişilere
ve ihtiyaçlara göre de değişir. Bir kimse, aynı mala,
ötekinden daha çabuk doyabilir. Yatırım malına eklenecek
yeni bir birimin ona harcanacak paraya oranla getireceği
kazanç yüzdesine de anamalın marjinal etkinliği (Fr.
Efficacite marginale du cagital, Al.
Grenzleistungsfaehigkeit des Kapitals, İng.
Marginal efficiency of capital) denmektedir. Böylelikle
anamalcı müteşebbisler, yatırım kararlarını etkileyen kar
etme ölçütünü buldukları kanısındadırlar. Sürümün bir
birim artmasıyla toplam gelirde kaydedilen artışa
marjinal gelir (Fr. Revenu marginal, Al.
Grenzerlös, İng. Marginal revenue) denmektedir. Bir
üretim etmeni birimi eklendiğinde üretim toplamında
görülecek artışa da marjinal ürün (Os.
Marjinal hasıla, Fr. Produit marginal, Al.
Grenzprodukt, İng. Marjinal product) adı veriliyor.
Bir malın artan bir biriminin öteki malın bir ya da birkaç
birimiyle değiştirilebilen niceliğine, marjinalcilik
sözlüğünde marjinal ikame haddi denmektedir.
Marjinalci anlayışa göre bu had, tüketicinin aynı yarar
düzeyinde bir maldan bir birim vazgeçmesini karşılayan
öteki malın nicelik oranıdır. Dışalım mallarına yönelen
aranımın gelir artışına oranı da marjinal dışalım
eğilimi (Os. Marjinal ithal meyli, Fr.
Propension marginale a importer, Al. Grenzhang zum
Einfuhr, İng. Marginal propensity to import)
deyimiyle dilegetirilmektedir. [sayfa 321]
Örneğin yüz milyonluk bir gelir artışı var, bunun yirmi
beş milyonu dışalım mallarına yöneliyorsa, marjinal
dışalım eğilimi dörtte bir oranındadır. Üretimde bir birim
artışının daha önceki üretim giderlerine eklediği
harcamaya marjinal maliyet (Fr. Cout
marginal, Al. Grenzkosten, İng. Marginal
cost) denmektedir. Diyelim ki, bir işletme günde dört
makine yapıyor ve 50.000 lira harcıyor, günde beş makine
yaptığı takdirde 57.000 lira harcarsa marjinal maliyet
7.000 lira demektir. Artan birimlerin maliyeti önce
azalırken sonra artmaya başlar. Marjinal maliyetin
bilinmesi demek, maliyetin azalma seyrinde en son birimin
hangisi olduğunu bilmek demektir. Daha açık bir deyişle,
örneğimizdeki işletme maliyeti artırmadan günde kaç makine
yapabilecektir? Diyelim ki sekizinci makine biriminde
maliyet artmaya başlıyor, demek ki bu işletmenin ekonomik
verimi günde yedi makinedir. İşçi ücretlerini, son işçinin
üretimde yarattığı artışla belirleyen görüşe de
marjinal verimlilik kuramı (Fr. Theorie de
marginale productivite) adı verilmektedir. Bu kuram,
özellikle Alman ekonomicisi H. von Thünen ve Amerikan
ekonomicisi John Bates Clark tarafından ilerisürülmüş,
ufak tefek değişikliklerle bütün marjinalcilerce kabul
edilmiştir. İşçi ücretlerinin nasıl saptanacağını
gösterir. Bu anlayışa göre işçi ücreti, bir fabrikaya
alınan son işçinin -marjinalist deyimle marjinal işçinin-
sağladığı ürüne eşittir. Diyelim ki bu son işçi fabrikaya
on liralık hasılat sağladı, öyleyse bütün işçilerin
ücretleri on lira olacaktır. İngiliz marjinalisti Marshall
bunu şöyle bir örnekle açıklıyor: "Yirmi koyunu olan ve
bunları bir çobanla yetiştiren bir kimsenin ikinci bir
çoban tutabilmek için eskisine göre pazara yirmi koyun
daha fazla gönderebileceğine inanması gerekir. Eğer bu
koyuncu, pazara gönderebileceğine inandığı fazla
koyunların değerinden daha az ücret isteyen bir çoban
bulabilirse bu çobanı tutar, yoksa ikinci bir çoban
tutmaz. Görülüyor ki çobanın ücreti, toplam hasılaya
eklediği değere eşit olmakta ve ikinci bir çobanın işe
alınması söz konusu olduğu takdirde bu ikinci çoban, yani
marjinal çoban, kendinden önceki çobanın ücretini de
belirlemektedir" (Erol Zeytinoğlu, İktisat Dersleri,
Istanbul 1969, s. 282-3). Amerikalı ekonomici John Bates
Clark da son birimin verimine marjinal verim (Fr.
Rendement marginale) adını vermiştir. Son birimin
yeğinliğine marjinal yeğinlik (Os. Marjinal
şiddet, Fr: Intensite marginale) denmektedir. Aranımı
karşılaması gereken sürüm ne kadar azsa marjinal şiddet
de o kadar büyük olur. Örneğin çölde susuz kalan bir
adamın güçlükle bulduğu bir testi suyun son damlasının
şiddeti çok büyüktür, buna karşı evinde sürekli akar su
bulunan bir adam için marjinal şiddet sıfırdır. Jevons,
kullanılan son birimin faydasına faydanın son derecesi
diyordu, onun bu deyiminin yerini Wieserin marjinal
yarar terimi almış bulunmaktadır. Marjinal yarar,
bir malın sağladığı en büyük yarar değil, onun
akıllıca kullanımının sağladığı en küçük yarar‘dır.
Marjinal yarar ve şiddet dozlar arttıkça azalır. Ekonomik
olguları ruh bilimsel açıdan ele alan metafizik düşünce
yapılı ekonomicilerden Gossen'e göre, herhangi bir mala
karşı istek sonsuz olarak artmaz, istek giderildikçe
azalma eğilimi gösterir. Ekonomici Marshall, Gossen'in bu
yasasından azalan marjinal fayda kavramını
çıkarmıştır. Azalan marjinal fayda ilkesine göre bir malın
tüketilen miktarı arttıkça o malın marjinal faydalı azalma
eğilimi gösterir. Buradaki marjinal fayda, o malın
son biriminin faydasıdır. Bunu daha iyi anlamak için şu
basit örnekten yararlanılabilir: Diyelim ki karnınız
açtır. Bu açlığınızı gidermek için bir ekmek satın
alıyorsunuz. İlk lokmanın [sayfa 322]
ruhbilimsel faydası sizin için çok büyüktür. Ama yediğiniz
lokmaların sayısı çoğaldıkça bu ruhbilimsel fayda
azalacaktır. Buysa ekmeğin son lokmasının getirdiği ek
faydanın gittikçe azalmakta olduğunu gösterir. Amerikalı
ekonomi profesörü Paul Samuelson, İktisat adlı
yapıtında şu örneği vermektedir: "Farzedelim ki insanın
gözlerini kapatıp elini, avcunun içi yukarı bakacak
şekilde, tutmasını söylüyorsunuz. Avcuna bir ağırlık
koyduğunuz takdirde şüphesiz ki bunu hissedecektir.
Ağırlığı artırdığınız takdirde ek ağırlıkları da
hissedecektir. Fakat ağırlık epeyce arttıktan sonra,
deneye başlarken koyduğunuz ağırlığa eşit bir ağırlık
koyduğunuz takdirde bu eki hissetmediğini söyleyecektir.
Eşdeyişle, avcun taşıdığı toplam ağırlık ne kadar
çoksa ek veya marjinal ağırlık o kadar az
olacaktır" (İbid, İstanbul 1970, çeviren: Demir Demirgil,
s. 479). Gelir değişikliğine karşı biriktirme (tasarruf)
niceliğinde görülen değişiklik oranına marjinal
biriktirme eğilimi (Os. Marjinal tasarruf
meyli, Fr. Propension marginale à éargner, Al.
Marginale Sparneigung, İng. Marginal propensity to
save) denmektedir. Marjinalcilere göre bu eğilim,
biriktirmedeki artışı gelirdeki artışa bölmek yoluyla
bulunacak niceliktir. Gelir değişikliği halinde tüketim
niceliğinde görülen değişikliğe de marjinal tüketim
eğilimi (Os. Marjinal istihlak meyli, Fr.
Propension marginale â consommer, Al: Marginale
Konsumneigung, İng. Marginal propensity to
consumption) adı veriliyor. Bu eğilim niceliği de
tüketimdeki artış niceliğini gelirdeki artış niceliğine
bölmek yoluyla bulunmaktadır. Marjinalciler, bütün bu
savlarıyla, bilimsel ekonominin ortaya koyduğu gerçekleri
örtbas edecekleri kanısındadırlar. Marjinalci
varsayımlarla belini doğrultamayan kaba ekonomi düzeni,
çıkarlarına uygun gelenlerce pek ince sayılan yeni bir
kabalığa yöneliyor. Cambridge Üniversitesi ekonomi
profesörü John Maynard Keynes (1883-1946), Profesör
Galbraith'ın deyimiyle "anamalcılığın rahminde toplumculuk
cücüğünün hızla geliştiğini" görmüş ve özellikle 1929-1933
yılları arasındaki anamalcılık bunalımına çare arayarak
liberalizmin alışık olmadığı birtakım aykırı düşünceler
ilerisürmüştür. Bu düşüncelere Keynesiyen yenilikler
adı verilmiş ve Keynes anamalcılığın büyük kurtarıcısı
sayılarak anamalcılıkta bir Keynes ihtilâli'nin
sözü edilmiştir. Keynes, Marx'ın Kapital'ini iyice
okumuş ve anamalcılığın çelişkilerini iyice saptamıştı.
Bir kuramcıdan çok, yurdunun çıkarlarını gözeten bir
pratikçi olan Keynes her şeyden önce işsizliğe çare
bulunması ve artık değerin tümüyle yatırımlara harcanması
gerektiğini görmüştür. O günlerin İngiltere'sinde işçi
sınıfının yüzde onu işsizdi. Keynes, yeni iş alanları
açılması için tam kullanma kuramı (Os.
Keynes'in tam istihdam nazariyesi, Fr. Theorie
Keynesienne de l'emploi, Al. Beschaeftigungstheorie
von Keynes, İng. Keynesian theory of employment)'nı
ilerisürmüş ve faizlerin düşürülmesini önermiştir. Bu,
anamalcılığın o güne kadar akıl edemediği bir düşünceydi.
Faizler düşük olunca anamal zorunlu olarak yatırımlara
akacaktı, bir yandan devlet halktan topladığı vergileri
anamalcılığın hizmetine vererek yeni yatırım alanları
yaratmakla görevlendiriliyordu.
Örneğin devlet, hiçbir gereği olmasa bile yollar
yaptırmalı ve bütün işsizlere böylelikle iş bulmalıydı.
Bundan başka altın fetişizmi adını verdiği paranın
altın temeline dayanması geleneğiyle de alay ederek bunu
barbarlığın bir kalıntısı olarak niteledi ve
[sayfa 323] enflasyondan korkmamak
gerektiğini ilerisürdü. The General Theory of
Employment, Interest and Money adlı yapıtında hiç
çekinmeden ve en açık deyimlerle işçilerin nasıl olsa bunu
anlayacak bilgileri olmadığını, işçilerin fiyatların düşük
ya da yüksek oluşundan çok ceplerine girecek paranın
azlığına ya da çokluğuna önem verdiklerini söylüyordu. Bu,
açıkça şu anlama geliyordu: Budalalara değerli on lira
vereceğine değersiz yirmi lira ver, onlar buna aldanırlar
(bkz. İbid, s. 36-39, 266-270). Bu düşünce de, gerçekten,
liberalizmin o güne kadar akıl edemediği bir Keynesiyen
yenilik'ti. Keynes, Churchill'in dışarıya kömür
satabilmek için işçi ücretlerini düşürmesiyle de alay
etmiş ve onu ahmaklıkla suçlamıştı (Keynes, Economic
Concequences of Winston Churchill, 1923). Gerçekte
ücretler, böyle budalacasına değil, enflasyonist
operasyonlarla işçiye farkettirmeden düşürülmeliydi.
Bundan başka ücret düşüklüğü satın alma gücünü de
azaltırdı ki bu dışarıya kömür satmanın getireceği kardan
çok daha büyük bir zarar doğururdu. Keynes açıkça "kömür
ocakları işçileri umurumda değil, ben yurdumun anamalcı
düzeninin geleceğini düşünüyorum" diyordu. Bundan ötürü
Keynes'e lordluk unvanı verilmiş ve İngiltere bankasının
genel müdürlüğüne getirilmiştir. Keynes'e göre işsizlik,
aranım yetersizliğinden doğmaktadır. Aranım
yetersizliğiyse insanların psikolojik etmenlerle
gelirlerinin bir bölümünü saklamalarından ve anamalcıların
yatırım yapmamalarından ilerigelir. Öyleyse devlet işe el
koymalı, enflasyonist operasyonlarla anamalın
verimliliğini artırdığı gibi bizzat yatırımlar yaparak tam
istihdamı sağlamalıdır. Devlet, vergi yoluyla tüm halktan
topladığı paraları anamalın emrine vererek anamalcılığın
güçsüz yanlarını onaracaktır. Keynes'in The General
Theory of Employment, Interest and Money adlı
yapıtıyla ortaya atılan Keynesçilik, ekonomi politik
alanında, liberal tutkuların bir yana bırakılıp pratik
çarelere yönelmeyi dilegetirir. Keynes'e göre birey için
doğru olan toplum için doğru olmayabilir. Bu yüzden
bireysel incelemeyle (mikro) global inceleme (makro)
sonuçları birbirine karıştırılmamalıdır. Bireysel
incelemeleri genelleştirmek klasikleri yanıltmıştır.
Örneğin bir kişinin kazancından tasarruf etmesi ve
gelirinin bir bölümünü saklaması kendisi için yararlıdır
ama, toplum için zararlıdır. Çünkü toplumun bütün kişileri
bu yola giderlerse tüketim azalır, gelir düşer ve toplumun
para biriktirme olanağı kalmaz. Otomatik tam kullanma
dengesi yoktur; bütün üretici güçlerin tam olarak
kullanıldığı haller nadirdir. Klasiklerin tam kullanma
kuramı yanlıştır. Aranımı yaratan sürüm değil, tersine,
sürümü yaratan gelecekteki aranımdır. Bu aranım (efektif
talep), müteşebbisin gelecek için tahmin ettiği aranımdır.
Müteşebbisin yatırım yapması, tahmin ettiği bu marjinal
verimin faiz haddinden büyük olmasına bağlıdır. Faiz de,
sanıldığı gibi, anamal sürüm ve aranımının fiyatı
değildir. Faizi belirleyen insanların para biriktirme
tutkularıdır. Bu tutkuyu yenmek için yüksek faiz vermemek
gerekir, demek ki faiz psikolojik bir etmenle alçalıp
yükselir. Bu psikolojik etmene, müteşebbisin geleceği
tahmini gibi ikinci bir psikolojik etmen de eklenir.
Yatırımı gerçekleştiren, tam kullanma dengesi kuramı
değil, bu psikolojik etmenlerdir. Klasikler parayı sadece
bir değiştirme aracı olarak görüyorlar ve ekonomik
olayları etkilemediğini sanıyorlardı. Oysa para miktarını
ayarlayarak faizi düzenlemek [sayfa 324]
ve böylelikle de üretimi azaltmak ya da çoğaltmak
mümkündür. Yatırımlar para miktarıyla etkilenebilirler,
çünkü faizi düşürerek marjinal verimi çekici göstermek
para ayarlamasıyla düzenlenebilir. Tüketim, biriktirme,
yatırım eğilimleri psikolojik etmenlerle belirlenir.
Keynes, klasiklerin fiyat kuramının yerine gelir
kuramını koyar. Klasikler yatırım yapabilmek için önce
para biriktirmek gerektiğini sanıyorlardı, oysa para
biriktirmek için önce yatırım yapmak gerekir. Çünkü
yatırım gelir doğurur, gelir de tüketim ve biriktirme
eğilimlerine yol açar. Bu gelir, dağıtılan ulusal
gelirdir. Öyleyse yatırımlarla biriktirmeler arasındaki
dengeyi ulusal gelir kuracaktır. Yatırım, üretim, gelir,
gelirin dağılımı, biriktirme devresi sonunda yatırımlarla
biriktirmeler birbirlerine eşit olurlar; eşdeyişle devre
başında mümkün olmayan denge devre sonunda gerçekleşir. Bu
dengeyi sağlayan, klasiklerin sandığı gibi fiyat
hareketleri değil, gelir hareketleridir. Keynes, Engels ve
Schwabe yasalarını da geliştirerek, gelirlerle tüketimler
arasındaki ilişkilerin psikolojik nedenlerini ilerisürer.
Gelirleri artanların tüketimleri de artmaktadır, gelirleri
azalanlarınsa tüketimleri azalmaktadır. Ne var ki
tüketimdeki azalma ve çoğalma, gelirdeki azalma ve
çoğalmayla aynı oranda değildir. Çünkü, burada, alışılmış
olan yaşama biçimini bozmamaya çalışmak ve gelecekteki
gelirin artacağını ummak gibi psikolojik etmenler rol
oynar. Düşük gelirlerdeki zorunlu tüketim harcamaları,
yüksek gelirlerdeki zorunlu tüketim harcamalarından çok
daha büyüktür. Örneğin yoksullar varlıklılara göre çok
daha yüksek ev kirası öderler; bir varlıklının örneğin
gelirinin binde birini götüren ev kirası bir yoksulun
örneğin gelirinin yüzde altmışını götürür. Ulusal geliri
belirleyen tüketim ve yatırım harcamaları arasındaki
optimal dengeyi ancak devlet belli bir çizgide tutabilir.
Öyleyse devlet, özel sektörün yetersiz bulunduğu alanlara
yatırım yapmalıdır ki bütün üretici güçlerin üretim
alanına sürülebilmesi (tam istihdam) gerçekleşebilsin. Az
gelirli sınıfları koruyarak tüketimi artırmak ve
böylelikle yatırımlara imkan hazırlamak da devletin görevi
olmalıdır. Para miktarını, gerektiğinde çoğaltıp
gerektiğinde azaltarak, ekonomiyi düzenlemek de devletin
işidir. Düşük kullanma hallerinde devlet işsizlere iş
bulmalı ve bütçe harcamalarıyla iş alanları açmalıdır.
Ünlü Alman tarihçisi İsaac Deutcher şöyle yazar: "1925'te
Moskova'yı ziyaret eden Keynes, Milli ekonomi yüksek
konseyinde yaptığı bir konuşmada, İngiltere'deki işsizliği
nüfusun artmasıyla açıklamış ve şöyle demişti:
Rusya'nın da savaştan önceki sefaletinin nufus artmasından
ilerigelmiş olduğunu sanıyorum. Bugün de, ölümden çok
fazla doğum olduğu görülüyor. Bu durum, Rusya'nın geleceği
için büyük bir tehlikedir... Bu sırada Rusya'da hala
işsizlik vardı. Ama üç yıl sonra planlı ekonomi başlayınca
en büyük tehlıke'nin, tersine, insan gücü azlığı ve
nüfusun yavaş artması olduğu görüldü. Bu da, sanayileşen
bir toplum ekonomisine Malthus'un ve Neo-Malthuscülerin
düşüncelerinin uygulanamayacağını gösterdi" (Deustcher,
Troçki, Ağaoğlu Yayınevi, çev. Rasih Güran, cilt II,
s. 190). 1943 yılında İngiltere hükümeti hesabına
paraların uluslararası tutarlılığını korumak için bir plan
hazırlamakla görevlendirilmişti. Keynes Planı (Fr.
Plan de Keynes, Al., İng. Keynes Plan)
adıyla ünlenen bu plan Bretton Woods konferansında
başarısızlığa uğramış ve reddedilmiştir. Eksik istihdam
koşulları altında [sayfa 325]
yapılan uluslararası ticareti tam istihdam koşullarında
gerçekleştirmeyi amaçlayan bir başka anamalcı kuramına da
Keynes'in dış ticaret kuramı (Os. Keynes'in
ticareti hariciye nazariyesi, Fr. Théorie
Keynésienne des changés internationaux, Al.
Aussenhandelstheorie von Keynes, İng. Keynesian
theory of international trade) denir. Bu kurama, gelirle
yatırım arasındaki belli oranı saptayan ünlü çarpan'ını da
uygulamıştır. Çarpan, bir çarpma işleminde çarpılanın kaç
kez tekrarlanacağını gösteren sayıdır. Keynes'e göre
yatırımlar ulusal geliri bu katsayı oranında etkiler.
Eşdeyişle ulusal gelir, yatırımların bu çarpanla çarpımı
kadar artar. Keynes, çarpanı saptamak için, marjinal
tüketim eğiliminin bilinmesini şart koşar. Örneğin
marjinal tüketim eğilimi 2/3 ise -yani, bireyler
kazandıkları her 300 liranın 100 lirasını biriktirip 200
lirasını harcıyorlarsa- bu katsayı, eşdeyişle Keynes
çarpanı 3'tür. Bu halde 500 liralık bir yatırım 500 X
3=1500 liralık bir ulusal gelir artışı sağlayacaktır.
Keynes çarpanına çoğaltan da denir. Keynesçilik,
teksözle, tüm halkın parasını anamalcılara vermeyi ve
devleti tüm varlığıyla anamalcıların hizmetine koşmayı
dilegetirir.
Kaba ekonomi kuramları Keynes'le bitmiyor elbet.
Kaba ekonomi düzeni sürdükçe kaba ekonomi kuramları da
sürecek. Günümüzde kaba ekonomi kuramlarının başlıca
temsilcisi Chicago okulu lideri Milton Fried'man (Doğumu:
1912)'dır. İnsanın insanı daha çok sömürmesini sağlamak
için onun da kendine özgü reçeteleri var.
GERÇEK AYDINLIK
XIX. yüzyıl, insanlık tarihinde, insanın bilimin
ışığıyla gerçekten aydınlandığı, en üstün bir insanlaşma
dönemidir. Doğayı, bilinci ve toplumu (demek ki tüm
evreni) tanıyıp bilme yöntemi ondokuzuncu Yüzyılda
keşfedildi. Bu yöntem, eytişim sözcüğüyle dilimize
getirdiğimiz diyalektik yöntemdir. Bu yöntem
doğanın, bilincin ve toplumun işleyiş biçiminden
çıkarıldı. Doğa, bilinç ve toplum (eşdeyişle, tüm evren)
diyalektikle işliyordu. Öyleyse onu kavramanın yolu da
diyalektik olmalıydı. Bir bakıma bunu ilk sezen düşünür
gene bir antikçağ düşünürüdür, evrende her şeyin sonsuz
bir devim (hareket) içinde bulunduğunu ilkin
Herakleitos anlamıştı. Ne var ki bu anlayışı bir
bilgilenme yöntemine dönüştürebilmek için daha pek çok
yüzyıllar gerekiyordu. Diyalektik sözcüğü Yunanca
kökeninde tartışmacılık anlamında kullanılmaktaydı
ve soru-karşılık yöntemiyle oluşan tartışmaları
dilegetiriyordu. Oysa doğal varlıklar ve düşünsel
kavramlar da, tıpkı bu tartışmalarda olduğu gibi, kendi
karşıt'larıyla çatışarak eşdeyişle devinerek (hareket
ederek) oluşuyorlardı. Devim, evrenin her alanında
(doğada, bilinçte ve toplumda) karşıtların birbirlerini
itme (dışındalama) ve çekme (birlikte olmaya
zorlama)'lerinden doğuyordu. Örneğin bir atoma
bakmalıydık. Elektronları çekirdeğin çevresinde tutan
dengenin, iki karşıt güç olan itici kinetik enerjiyle
çekici elektrostatik enerjinin savaşımından
(mücadelesinden, eşdeyişle tıpkı bir tartışmada olduğu
gibi çatışmasından) meydana [sayfa 326]
geldiğini görürdük. Bunun gibi, elektrik iki karşıt güçten
(negatif ve pozitif), mıknatıs iki karşıt kutuptan (kuzey
ve güney) oluşur. Bunlardan biri olmayınca elektrik ve
mıknatıs da olmaz. Bu karşıtlıklar ve karşıtlıkların
çatışması doğanın hemen her zerresinde
gözlemlenebiliyordu. Bizzat doğa, yaşamla ölüm
karşıtlığının savaşımından oluşmuştu. Bireyde yaşamı
alteden ölüm, türde yaşama altoluyordu. Birey olarak bir
çiçek solup ölüyordu ama, tür olarak çiçekler yaşamakta
devam ediyorlardı. Ya toplum, maymunumsu atalarımızın
doğayla savaşımından oluşmamış mıydı? Hem bu savaşım
(insanın doğayla savaşımı) hala sürmüyor muydu ve sonsuzca
sürmeyecek miydi? Toplumu geliştiren bu savaşım değil
miydi? İşte bütün bunlar ve bunlar gibi bilimlerin ortaya
koyduğu daha nice gözlemler, diyalektiği, bilimsel bir
bilgilenme yöntemine dönüştürdü. Bu yöntemi meydana koyup
açık seçik sergileyen eytişimsel ve tarihsel özdekçi
öğretidir.
XIX. yüzyılın bu gerçek ve büyük aydınlığına
ulaşılıncaya kadar doğabilimleri olguları tek tek toplayıp
sınıflandırıyordu. Bir nesneyi tanımak için onu başkaca
bütün nesnelerden koparıp ayırmak gerekiyordu. Olayları
ayrı ayrı ve tüm ilişkilerinin dışında ele almak
alışkanlığı böylece doğmuştu. Bu, bir tarihsel zorunluktu
ve bilimin ilk evrelerinde az çok yararlı da olmuştu. Ne
var ki bu metafizik yöntem, tek tek ağaçlarla uğraşırken
ormanı göremiyordu ve doğasal toplumsal karmaşık
süreçlerin açıklanmasında başarısız kalmaya mahkumdu.
Metafiziğin olayları ayrı ayrı ve tüm ilişkilerinin
dışında ele alma yöntemi, olayların nedenlerinin
anlaşılmasını, evrimlerini, kendilerinden farklı başka
nesnelerden nasıl çıktıklarını ve nereye yöneldiklerini;
kendilerinden, tümüyle farklı daha ne gibi olaylar ve
nesneler türeyeceğini bilmeyi kesinlikle engelliyordu.
Metafizik yöntem, en yeni kullanımlarında bile, nesne ve
olayları asla değişmemiş ve değişmeyecek bir nitelikte
görür. Bundan ötürü de zorunlu olarak varolanı, eşdeyişle
eski'yi savunur ve varlaşmakta olan yeni'nin
karşısına dikilir. Buysa bilginin bütün alanlarında tutucu
bir davranıştır ve bilimdışıdır. Bu yüzdendir ki
metafizik, çağdaş anlamında, ilerici diyalektiğin
karşısında gericiliği simgeler.
Doğasal, toplumsal ve bilinçsel bütün olgular
eytişimsel gelişme yasalarıyla oluşur. Öyleyse bu oluşmayı
anlamak için ona eytişimsel yöntemle yaklaşmak zorunludur.
Eytişim, bu yüzden, gelişmenin yasası olduğu kadar, onu
inceleme yöntemidir. Aynı zamanda, inceleme ve bilme
yöntemi olduğu kadar, gerçekliği değiştirme yöntemidir.
Çünkü oluşmanın nasıl gerçekleştiği bilinince o oluşmayı
nasıl incelemek ve o oluşmayı değiştirmek için ne türlü
davranmak gerektiği de bilinir. Herhangi bir olgunun
incelenmesinde eytişimsel yöntemi kullanmak, o olguya
eytişimsel bilgilerle bakmak demektir. Bu bilgiler,
metafizik ve mekanik bilgilerin tam karşıtı olan
bilgilerdir. Eytişimsel kavrayış, çok yönlü bir
kavrayıştır; bu yüzden de formüllere bağlanıp
reçetelenemez. Her şeyden önce metafizik ve mekanik
düşünme alışkanlığından kurtulmak gerekir, bunun için de
eytişimin iyice bilinmesi başlıca koşuldur. "Doğayı,
tarihi ya da bilinçsel etkinliğimizi incelediğimiz zaman
hiçbir şeyin olduğu gibi ve olduğu yerde kalmadığını, her
şeyin değişip geliştiğini görürüz. İlişkiler, tepkiler,
değişmeler ve bileşimlerle karşılaşırız. Her örgensel
varlık [sayfa 327] her an hem
aynıdır, hem aynı değildir. Her an dışardan sağlanmış
maddeleri özümler ve başka maddeleri dışarı atar, öyle ki
her an kendisidir ve gene de kendisinden başka bir şeydir.
Daha yakından incelenince bir karşıtlığın iki ucunun,
örneğin olumluyla olumsuzun, karşıt oldukları kadar
ayrılmaz ve karşıtlıklarına rağmen birbirleriyle iç içe
olduklarını görürüz. Bunun gibi, nedenle sonucun ancak tek
olaylarda geçerli kavramlar olduklarını, oysa o tek olayı
evrenin bütünüyle olan genel ilişkisi içinde düşününce
birbirleriyle rastlaştıklarını ve sürekli olarak yer
değiştirdiklerini; evrensel etki ve tepkiyi göz önüne
aldığımız zaman nedenle sonucun birbirine karıştığını,
burada sonuç olan şeyin orada neden ve orada neden olanın
burada sonuç olduğunu anlarız. Böylesine süreçlerin
hiçbiri metafizik yöntemin çerçevesine giremez. Oysa
eytişim yöntemi, nesneleri ve onların betimlenmelerini,
düşüncelerini; ilişkileri, sıralanmaları, devimleri,
başlangıçları ve bitimleri içinde kavrar: Doğa, eytişimin
kanıtıdır ve metafizik olarak değil eytişimsel olarak
işler. Doğada hiçbir şey kalktığı yere dönen bir çemberin
değişmezliğinde devinmez, tersine, gerçek bir tarihsel
evrimle devinir". Yöntem belli bir amaca varmak için
izlenmesi gereken ilkeleri saptar. Doğru düşünme ve doğru
uygulama amacına da bunu sağlayabilecek bir yöntemle
varılır. Eytişim yöntemi bilimseldir ve bilimlerin
gelişmesiyle oluşmuştur, metafizik yöntemse kurgusaldır ve
kurgusal soyutlamalarla oluşmuş, hiçbir zaman da
bilimlerle bağdaşamamıştır. Eytişimsel inceleme somuttan
soyuta ve sonra yeniden somuta varan bir yol izler.
Eytişimsel yöntem, parçalarını da tanıyarak bütünü daha
iyi tanımak için en soyuta indiği evrede bile doğa ve son
çözümlemede doğanın ürünü olan toplum ve insan bilinci
olay ve olgularını: 1. bütünsellikleri, 2. çok
yanlılıkları, 3. bağımlılıkları, 4. devimsellikleri, 5.
çelişmeleri, 6. değişkenlikleri, 7. gelişkenlikleri
içinde inceler. Eytişimsel yöntemle inceleme önce bu
olgu ve olayları tanıyıp bilmeyi (bilim), sonra onlar
üstünde doğru düşünmeyi (kuram), daha sonra da bu doğru
düşünmenin sonucu olarak doğru uygulamayı (kılgı)
gerçekleştirir. Bilimsel veriler göstermiştir ki doğa,
toplum ve bilinç eytişimsel olarak işlemektedir; öyleyse
bunların olay ve olgularını incelemek için bunlara aynı
yöntemle, eşdeyişle eytişimsel bir düşünüşle yaklaşmak
gerekir. Eytişimsel olarak işleyen doğa, toplum ve bilinç
olaylarına onlara ters düşen metafizik yöntemle
yaklaşılamaz. Doğa, toplum ve bilinç olaylarını eytişim
yöntemiyle tanımak, onlar üstünde düşünmek ve onları
insansal eylemle etkileyebilmek için: 1. Onları somut
bütünlükleriyle ele almak gerekir. Soyutlama, ancak,
onları parçalarında da tanıyarak bütünlüklerini daha iyi
tanımak için yapılır. Onların gerçek bilgisi bu
soyutlamanın yeniden somutlanmasıyla elde edilir. 2.
Onları bütün yanlarıyla ele almak gerekir. Her olay ve
olgu çok yanlıdır, tek yanını tanımakla bütünü tanınamaz.
3. Onları bağımlılıkları içinde ele almak gerekir.
Her olay ve olgu, başkaca birçok olay ve olgularla
bağımlıdır. Bu bağımlılıklarından kopararak onu incelemek,
onun tanınmasını olanaksız kılar. 4. Onları
devimlilikleri içinde ele almak gerekir. Her olay ve
olgu devimseldir. Geçmişi, şimdisi ve sonrası vardır. Bu,
her olay ve olgunun bir tarihi olduğunu dilegetirir.
Hiçbir olay ve olgu geçmişinden koparılarak ve sonrasına
bağlanmadan tanınamaz. 5. Onları çelişmeleri içinde ele
almak gerekir. [sayfa 328]
Devimselliği, gerçekleştiren çelişmedir. Neyle, neden,
nasıl ve hangi yöne doğru çeliştiği bilinmeyen hiçbir olay
ve olgu tanınamaz. 6. Onları değişkenlikleri içinde ele
almak gerekir. Tüm olay ve olgular, kimi yavaş kimi
hızlı, ama tümü de sürekli olarak değişirler. Bu
değişkenlik, devimselliğin zorunlu sonucudur. Onları
değişmez olarak ele almak tanınmalarını olanaksız kılar.
7. Onları gelişkenlikleri içinde ele almak gerekir.
Gelişme, devim ve değişmenin zorunlu sonucudur. Olay ve
olguların değişmeleri basitten karmaşığa, alttan üste ya
da aşağıdan yukarıya, az gelişmişten daha gelişmişe doğru
gelişen bir süreç izler. Onları bu gelişmelerinin dışında
ve gelişmez olarak ele almak tanınmalarını olanaksız
kılar. Bu ilkeleri tersine çevirmekle metafizik yöntemin
ilkeleri elde edilir ve metafizik yöntemin geniş
araştırmalardaki tüm yanılgılarının nedeni de kolaylıkla
anlaşılmış olur. Eytişim yöntemi doğa, toplum ve bilinç
olaylarını tanımanın ve onlar üstünde düşünmenin yöntemi
olduğu kadar onları değiştirmenin ve yeniden kurmanın da
yöntemidir. Yöntemin bu niteliği, olguları bütünüyle
tanıması ve bilmesi sonucudur. Ancak bilinen
değiştirilebilir, bilinmeyen değiştirilemez. Bundan başka
doğa, toplum ve bilinç olaylarını değiştirme işlemi bir
bakıma zorunludur da. Doğa, toplum ve bilincin bizzat
kendileri her an bilinçli insan pratiğiyle değiştirilmekte
ve insansal yaşama daha elverişli biçimlere
dönüştürülmektedir. Değiştirmenin yöntemi olan eytişimsel
yöntem bu yüzden yenici ve ilerici, bunun tam karşıtı olan
değişmezliğin yöntemi metafizik yöntemse bu yüzden tutucu
ve gericidir. Eytişim yöntemi tüm inceleme ve
gözlemlerinde eytişimin üç temel gelişme yasasını
(karşıtların birliği ve savaşı, nicelikten niteliğe ve
nitelikten niceliğe geçiş, olumsuzlanmanın olumsuzlanması
yasalarını) daima göz önünde tutar, onların bilgisiyle
olay ve olgulara egemen olur.
Eytişimsel ve tarihsel özdekçi öğretinin büyük
başarılarından biri de üç evrensel (evrenin her alanında;
doğada, bilinçte ve toplumda geçerli olan) yasayı
keşfetmiş ve meydana koymuş olmasıdır. Bu üç yasanın
keşfi, evrenin bütün oluşma ve gelişme sırlarını
aydınlatmıştır. Ama, önce, yasa nedir? Bunu da iyice
bilmemiz gerekiyor. Yasa, doğasal ve toplumsal
bütün olguların doğal gelişmelerini belirleyen temel
ilişkilerini dilegetirir. Doğanın düzenli işleyişinin
birtakım yasalara bağlı olduğu ilk düşüncelerce de
sezilmişti. Toplumun da doğa gibi nesnel yasalarla
geliştiği tarihsel özdekçilikle keşfedildi. Metafizik
düşünce doğanın düzenli işleyişini bir önceden belirlenme
sayar ve bunu birtakım doğaüstü güçlere bağlar. Dinsel
düşünce bu açıdan metafizikten daha açıktır, metafiziğin
çeşitli varsayımlarını tek bir tanrı varsayımında özetler.
Yasa anlayışı, antikçağ düşüncelerinde kader anlayışıyla
karışmıştır ve törebilimsel kural (Os.
Kaide, Fr. Régle, Al. Regel, İng.
Rule, İt. Regola)'la ilgili kılınmıştır... Kanon
sözcüğü Yunancadır ve örnek, yöntem anlamlarını
dilegetirir. İslam düşünürleri bu terimi Yunanlılardan
almışlar ve kanun deyişiyle kural ve ilke
terimleriyle anlamdaş kılmışlardır. Osmanlı düşünürleri
Araplardan aldıkları bu terime yasa anlamını vermişler ve
asıl yasa anlamını dilegetiren Yunanca nomos
sözcüğünden Arapçaya namus sözcüğüyle geçen terimi
de törebilimsel bir anlama çekmişlerdir. Epikurosçular bu
sözcüğü mantık anlamında kullanmışlardır.
Çoğunlukla örneklik edecek ve yöntem gösteren toplamalar
bu terimle [sayfa 329]
dilegetirilir. Örneğin Roma imparatorluk çağı
başlangıcında örneklik edecek on söylevciyi (Antiphon,
Andokides, Lysias, İsokrates, İsaios, Demosthenes,
Lykurgos, Hypereides, Aiskhines, Deinarkhos) toplayan
listeye Attika söylevcileri kanonu denir. Katolik
kilisesinin buyruk ve kararları da kanon hukuku (Fr.
Droit canon, Al. Kanoniches Recht, İng.
Canon Law, İt. Diritto canonico) adı altında
toplanmıştır. İngiliz düşünürü John Stuart Mill,
mantığında saptadığı beş tümevarım kuralına
tümevarımsal felsefenin gerçek kanonları (İng.
The true Canons of inductive philosophy) der. Leibniz bu
terimi genel kurallar anlamında kullanmıştır. Kant
da şöyle der: "Kanon terimiyle, bilgi güçlerinin
pratik kullanılışını saptayan önsel ilkelerin topunu
dilegetiriyorum". Görüldüğü gibi, spekülatif felsefe,
doğasal ve tarihsel olanı kendi alanına, düşünsel ve
mantıksal olana çekmiş bulunmaktadır. Tarihsel olan,
nesnelerin yasalı (doğal ve toplumsal yasalarla)
gelişmesi; mantıksal olan, düşüncenin yasalı (mantık
yasalarıyla) gelişmesidir. Eytişimsel özdekçilik, bu
ikisinin sıkı ilişkisini ve bağımlılığını meydana
koymuştur. Tarihselle mantıksal eytişimsel bir birliktir,
her ikisi de birbirini içerir. Mantıksal (Os.
Mantıkî, Fr. Logique), kuramsal olarak belirtilmiş
tarihsel, tarihsel (Os. Tarihi, Fr.
Historique) somut olarak belirmiş mantıksaldır. Bu
birliktelik, gelişme sürecinde, öznelle nesneliin,
eytişimsel birliğini de meydana koyar. Nesnel yasalara
bağlı olan insansal eylem öznel amaçlar taşır, böylelikle
yasaların nesnelliğine öznel bir yan da eklenmiş olur.
Felsefesel yasa kavramı, eytişimsel ve tarihsel
özdekçilik öğretisiyle açıklanmıştır. Nesnel gerçekliğin
bütün alanlarında; inorganik doğada, organik doğada,
toplumda, düşüncede işleyen çeşitli yasalar vardır. Bütün
bu yasaların ortak özellikleri felsefesel yasa kavramında
özetlenirler. Felsefesel bir ulam olarak yasa;
nesnel gerçekliğin nesne, olay ve olguları arasında ve
bunlardan herhangi birinin çeşitli yanları arasında,
onları geliştiren zorunlu, nedensel ve nesnel iç
ilişkidir. Yasa ilişkisi, nesnel gerçekliğin çeşitli
ilişkilerinin en temel olanıdır. Rastlantısal,
geçici, ayrıntılara özgü ve dışsal bir ilişki değildir.
Dışsal ilişkiler, felsefesel koşul ulamıyla
dilegetirilir. Yasaların işlemesi için koşullar
gereklidir, ama hiçbir koşul içsel yasa olmaksızın nesne
ve olguları geliştiremez (eşdeyişle; oluşturamaz). Örneğin
bir yumurtanın içinde civcivin oluşması için ısı (dışsal
koşul) gerekir; ama ısı, içinde yaşambilimsel bir süreç
(içsel yasa) bulunmayan bir taşı civcivleştiremez. Her
yasa, belli bir anlamda evrenseldir; eşdeyişle, belli bir
sınıf, olgu ya da olayın, sadece bir bölümü için değil,
tümü için geçerlidir. Bundan ötürüdür ki yasanın ayrallığı
(istisnası) yoktur. Örneğin, bir cismin kapasitesiyle
direnci arasındaki ilişkiyi ortaya koyan Arşimed yasası,
sıvı içine konulan her cisim için geçerlidir. Evrende,
sıvı içine konulup da bu yasanın geçerliği dışında kalan
hiçbir cisim yoktur. Bundan ötürüdür ki Engels, "yasa,
doğadaki evrenselliğin biçimidir" der. Nesneler, olgular
ve olaylar nesnel olarak (insan bilincinden, isteğinden ve
iradesinden bağımsız olarak) varoldukları için, bunların
içsel ilişkileri olan yasalar da nesneldirler. İnsanlar
tarafından yaratılamaz ve yokedilemezler. Ne var ki
insanlar, bu yasaların bilgisini edinmekle, yasaların
işlemesi için gerekli bulunan dışsal koşulları
hazırlayarak ya da yokederek bu yasalara egemen
olabilirler; eşdeyişle onların işleyişini daraltıp
genişletebilirler, yavaşlatıp [sayfa 330]
hızlandırabilirler.
Örneğin uçaklar, yerçekimi yasasının bilinip
ağırlığın altedilmesiyle, göğe yükselebilmişlerdir. Tüm
bilimlerin tarihi, insanların yasalara egemenliklerinin
tarihidir. Ne var ki bu egemenlik, ancak yasaların
işleyişi doğrultusunda gerçekleşebilen bir egemenliktir.
Yoksa insanlar, hiçbir zaman, yasaların işleyişini
doğrultusundan saptıramazlar, geriye döndüremezler.
Doğasal, toplumsal ve bilinçsel tüm süreçler geri
çevrilmez (Os. Gayrı kaabili rücû, Fr.
Irréversible)'dirler. Yasaların işlemesi için gerekli
dışsal koşulları yok etmekle; yasa asla yok edilmiş olmaz;
ancak, yukarda da söylediğimiz gibi, işlemesi
geciktirilmiş olur. Yoksa yasalar, işlemeleri için gerekli
koşulları ergeç bulurlar ve işleyiş doğrultularının yolunu
açarlar. Örneğin insanlar, tonlarca ağırlıktaki bir uçağı
göğe çıkarmakla yerçekimi yasasının doğrultusunu
saptırmış, onu geriye çevirmiş, eşdeyişle onu ortadan
kaldırmış değillerdir. Tam tersine, yerçekimi yasasını
bilip tanımakla uçağın ağırlığını yok etmekte ve onu
böylelikle, eşdeyişle yerçekimi yasasına uygun olarak ve
bu yasanın doğrultusunda, uzaya gönderebilmektedirler.
Doğasal, toplumsal ve bilinçsel tüm süreçler gibi
yasaların geri çevrilmezliği de gelişmenin sürekliliğini
ve evrenselliğini dilegetirir. Yasalar, olgu ve olayların
gelişmelerini belirleyen ilişkiler olmakla, her zaman
gelişmenin doğrultusunda işlerler. Gelişmenin
saptırılamayacağı ve geri çevrilemeyeceği gerçeğiyse tüm
doğasal ve insansal tarihle tanıtlanmıştır. Yirmi yaşına
girmiş insan hiçbir zaman on dokuz yaşına geri dönemez,
kozasından çıkmış kelebek hiçbir zaman yeniden kozasına
giremez. Tarihin tekerleklerini geriye döndürmeye
çalışmak, boşunadır ve kesin bir yenilgiye mahkumdur.
Nesnel yasaların denetim altına alınması, sadece
onların bilinmesiyle değil, onlara uygun nesnel
ilişkilerin oluşturulmasıyla olanaklaşır. Felsefe,
yasaları üç kümede sınıflandırır: 1. Tek ya da az sayıdaki
olgularda geçerli olan tikel yasalar (Os.
Kavânîni cüz'îye, Fr. Lois particulières), 2. Çok
sayıdaki olgularda geçerli olan genel yasalar (Os.
Kavânîni umûmiye, Fr. Lois générales), 3. Nesnel
gerçekliğin tüm alanlarında geçerli olan evrensel
yasalar (Os. Kavânîni küllîye, Fr. Lois
universelles). Örneğin fizikteki Ohm yasası, toplumdaki
sınıf savaşımı yasası tikel yasalardır; fizikteki erkenin
sakınımı yasası, toplumdaki üretim ilişkilerinin üretim
güçlerine uygunluğu yasası genel yasalardır. Felsefe, üç
büyük evrensel yasa saptamıştır ki nesnel gerçekliğin tüm
alanlarında (doğada, toplumda ve bilinçte) geçerlidir:
Evrenin kökenini ve itici gücünü açıklayan karşıtların
birliği ve savaşımı yasası, tüm niceliksel
değişmelerin sürekli ve sıçramalı olarak niteliksel
değişikliklere dönüştüğünü açıklayan nicelikten
niteliğe geçiş yasası, evrimin sarmal biçimindeki
karakterini açıklayan olumsuzlamanın olumsuzlanması
yasası. Bu yasalar, bir bitki yaşamından bir toplum
yaşamına, bir düşünce öğretisi yaşamından bir yıldız
yaşamına kadar tüm evrensel gelişmenin nasıl
gerçekleştiğini açıklarlar. Bu yasalar, tüm evrende,
eski'yi dönüştürüp yeni'yi oluştururlar. Bundan
ötürüdür ki tüm evren, eşdeyişle tüm özdek, sürekli ve
sonsuz bir gelişme içindedir. Bu sürekli ve sonsuz
gelişmeyse tüm evrensel süreçlerdeki geri çevrilmezliğin
en belli kanıtıdır. Evrensel gelişmede yeni ve ileri olan,
kesinlikle, eski ve geri olanın yerini alır. Bundan
ötürüdür ki yeni hiçbir zaman altedilmez. Altedilmez,
çünkü evrensel evrimin ve gelişmenin zorunlu
[sayfa 331] sonucudur. Altedilmez,
çünkü yeni nesnel koşullara en uygun olandır. Örneğin eski
çağların gymnosperm (tanelerin koruyucu zarfı bulunmayan)
bitkileri yerlerini nesnel koşullara daha uygun bulunan
zarflı bitkilere, eski toplum biçimleri yerlerini nesnel
koşullara daha uygun bulunan yeni toplum biçimlerine, eski
düşünceler yerlerini nesnel koşullara daha uygun bulunan
yeni düşüncelere bırakmışlardır. Yeni altedilmez, çünkü
elle tutulup gözle görülecek kadar belli bir nesnel
gerçeklik olan evrim ve gelişme altedilmez. Doğanın nesnel
yasaları, bilinçsiz doğal güçlerin karşılıklı etkileriyle
oluşmuş yasalar; toplumun nesnel yasalarıysa bilinçli
insansal etkinliklerin karşılıklı etkileşimiyle oluşmuş
yasalardır. Bundan ötürüdür ki, toplumsal yeninin
altedilmezliği, doğasal yeninin altedilmezliğinden farklı
olarak bilinçli insan etkinliğini gerektirir. Tikel, genel
ve evrensel yasalar birbirleriyle bağımlıdırlar. Genel
yasalar birçok tikel yasaların, evrensel yasalar da birçok
genel yasaların ortak öğelerini içerirler. Bu bakımdan
yasalar, temel yasalar (Os. Esasi kanunlar,
Fr. Lois principales) ve türev yasalar (Os.
Müştak kanunlar, Fr. Lois dérivés) olmak üzere iki
bölümde sınıflandırılabilirler. Türev yasalar, bir temel
yasadan türeyen ve o yasayı somutlaştıran yasalardır.
Türev yasalar, temel yasanın egemen olduğu tüm tikel
alanlarda işlerler ve temel yasaya bağımlı olmaları
dolayısıyla bütün bu tikel alanları birbirlerine bağlayıp
somutlaştırırlar. Herhangi bir alanı, o alanın temel
yasasına bağımlı olan bir türev yasalar hiyerarşisi
işletir. Türev yasa, somut olaylara, temel yasadan daha
yakındır. Örneğin anamalcı üretim düzeninin temel yasası,
artık-değer yasasıdır. Ama bu temel yasanın türevleri olan
değer yasası, emek yasası, yeniden üretim yasası vb.'
anamalcı üretim düzeninin tikel olaylarını işleterek tüm
anamalcı düzende geçerli temel yasa olan artık-değer
yasasını bütünlerler ve somutlarlar. Bundan başka kimi
yasalar, örneğin mekaniğin yasaları gibi, olgular arasında
matematik formüllerle dilegelebilecek niceliksel ilişkiler
kurmazlar. Ama ne türlü olursa olsun, bütün yasalar
olgular arasındaki nesnel zorunlu ilişkileri yansıtırlar.
Bilimsel gerekircilik, olay ve olgular arasındaki bu
yasalılığın bilimce onaylanması demektir. Metafizik ve
idealizm, bu yasalılığa karşı çıkıp yadgerekircilik ve
usaaykırıcılık alanlarında boy göstermekle kendi
bilimdışılığını bizzat tanıtlar. Immanuel Kant gibi ünlü
bir düşünür bile, idealizmin zorunlu sonucuna boyun
eğerek, nesnel yasaların varlığını yadsımış ve her şeyin
insan usuyla düzenlendiğini ileri sürmüştür: "Bilimden
yasaları çıkarıp atmayı istemek gerçekte, bilime hileli
bir yoldan dinsel yasaları sokmak istemektir". Ne var ki
yasalar, bu savlarla gizlenemeyecek ölçüde bütün
gerçeklikleriyle ortadadırlar. Yasalar olmasaydı bilim de
olmazdı.
Eytişimsel ve tarihsel özdekçi öğretinin keşfettiği
ve açıkladığı üç evrensel yasadan biri karşıtların
birliği ve savaşımı yasası (Os. Tezatların
vahdeti ve mücadelesi kanunu, Fr. La loi de l'unite
et de conflit des contraires, İng. Law of unity and
conflict of opposites)'dır. Doğada, toplumda ve bilinçte
tüm nesneler, olaylar ve süreçler içlerinde bir
karşıtlık (eşdeyişle eytişimsel iç çelişki)
taşırlar, bu karşıtlık tüm devim ve gelişmenin kaynağıdır.
Nesneler, olaylar ve süreçler bu karşıtlıkla devinir ve
gelişirler. Bu karşıtlıklar hem bir birlik (biri
olmadan öbürü de olmaz), hem de bir [sayfa
332] savaşım (biri öbürünü sürekli olarak
dışındalar) içindedirler, birbirlerine geçişirler
(biri öbürünü sürekli olarak altetme, onun yerine geçme
ebilimindedir). Doğa, toplum ve bilinç bu evrensel yasayla
işler ve gelişir. Gelişme, bu savaşım sonucu, birliğin
ortadan kalkıp yerine yeni bir birliğin doğması demektir.
Bundan ötürüdür ki karşıtların birliği geçici
(eşdeyişle göreli, ilineksel, ikincil), karşıtların
savaşımıysa sürekli (eşdeyişle saltık, temel,
birincil)'dir. Bu yasadan ötürüdür ki eski, daima yerini
yeni'ye bırakır. Doğada örneğin yumurta bu yasayla civciv
olur, toplumda örneğin kölecilik bu yasayla feodalite
olur, bilinçte örneğin herhangi bir bilgi bu yasayla daha
üstün bir bilgi olur. Yaşam olmadan ölüm olmaz, ölüm
olmadan da yaşam olmaz; alt olmadan üst olmaz, üst olmadan
da alt olmaz; köleci olmasa köle olmaz, köle olmadan da
köleci olmaz vb. Bütün bunlar hem bir birlik hem de
bir savaşım içindedir. Bu savaşıma mantık dilinde
çelişme de denir. Doğasal, bilinçsel ve toplumsal
nesne ve olaylarda sayısız çelişmeler ve alt çelişmeler
vardır. Örneğin toplumda kentlilerle köylüler, tüketimle
yatırım, sanayiyle tarım çelişirler. Ayrıca, her çelişme
içinde de, sayısız alt çelişmeler devinir. Örneğin sanayi
içinde çelik sanayiyle kimya sanayi, köylü sınıfı içinde
topraklı köylülerle topraksız köylüler çelişirler. İşte
bütün bu çelişmelerin içinde, belli bir anda, bir çelişme
yüze çıkar ve topluma yön vermeye başlar: Ana çelişki
budur. Ne var ki bu ana çelişki amacına
ulaşmayabilir, koşulların değişmesiyle yönverici etkisini
başka bir çelişmeye bırakabilir. Diyalektikçinin görevi,
olayı, bütünüyle ve değişen koşulları içinde her an
gözlemek ve ana çelişki'yi her an somut olarak
yakalayıp meydana koymaktır: Ana çelişki, dümdüz
bir çizgi üstünde gelişmez. Çelişmeler, belli bir anda ve
belli bir biçimde, kaynaşırlar. Bu kaynaşma sonunda bir
öncekinden nitelikçe farklı yeni bir durum meydana gelir.
Artık bu yeni durumun ana çelişkisi, bir önceki durumun
ana çelişkisinden başkadır. Herhangi bir varlığın içindeki
sayısız çelişmelerden gelişmeye yönveren çelişme ana
çelişme olduğu gibi bu ana çelişmenin iki karşıt
ucundan gelişmeye yönveren ucu da ana uç'tur. Bir
çelişmenin her iki ucu aynı güçte değildir, uçlardan biri
öbüründen daha baskın çıkıp gelişmeyi kendi yönüne çeker.
Örneğin bilinçsel bilgi edinme sürecinde bilgisizlik'le
bilgi ana çelişmedir, bilgi edinme isteği daha
baskın çıkarsa bu ana çelişmenin bilgi ucu ana uç olur ve
süreci bilgilenmeye doğru geliştirmeye başlar. Gelişme, bu
çelişkinin sürekli olarak kendini ortaya koyuşu
ölçüsündedir. Her bilgilenme aşaması bu çelişkinin
çözümlenmesi, eşdeyişle aşılmasıdır. Ama her çözümlenmede
bu çelişki kendini yeniden ortaya koyar, bilgilenme
böylelikle ilerler. Daha az bilgiden daha çok bilgilere
dereceli olarak geçişler (gelişme), bilinçsel bir devim
(hareket)'dir. Devim ve gelişme, karşıtların savaşımının
sonucu olduğundan bu yasaya "eytişimin özü" denir.
Gerçekten de eytişimin yapısı bu birlik ve savaşımdır,
eytişim deyiminden anlaşılması gereken bu birlik ve
savaşımdır. Her nesne, olay ve süreçte eytişimsel birlik
ve savaşım içseldir, hiçbir dış etkiyi gerektirmez,
eşdeyişle dışsal bir etkinin sonucu değildir. Kaldı ki
eytişimsel deyimi daima içsel olanı
dilegetirir; örneğin bir meyvenin ağaçtan koparılması
mekanik bir devim, kendiliğinden olgunlaşıp düşmesi
eytişimsel bir devimdir. Karşıtların birliği ve savaşımı
da böylece eytişimsel, eşdeyişle [sayfa
333] içseldir. Karşıtların birliği ve savaşımı
yasası, devimin ve gelişmenin kendiliğindenliğini
dilegetirir. Ana çelişmenin iki ucundan biri nasıl baskın
çıkar da ana uç olur? Bunu daha iyi anlayabilmek için
doğadan bir örnek, su örneğini ele alalım. Su, 1-99
dereceleri arasında sıvı, 0 derecede katı su (buz), 100
derecede buhar su (su buharı) olur. Bu değişmeleri
sağlayan suyun içindeki bitişme-dağılma güçleridir.
Su, sıvı durumundayken bu çelişme gizlidir, henüz ana
çelişme durumuna yükselmemiştir, göreli bir denge görünümü
içindedir. Bitişme dağılma çelişkisi ana çelişki düzeyine
çıkınca bitişme ucu baskın çıkıp ana uç olursa su
katılaşıp buz olur, dağılma ucu baskın çıkıp ana uç olursa
su buharlaşıp su buharı olur. Bu içsel yasada uçlardan
birini ya da ötekini baskın çıkaran bir dış koşul'dur,
ısı'dır. Isı azalırsa bitişme ucu, ısı çoğalırsa
dağılma ucu öbürünü alteder. Ama hiçbir zaman
unutulmamalıdır ki dış koşul, iç yasa olmaksızın hiçbir
rol oynayamaz. Isı olmayınca yumurta civcivleşmez, ne var
ki ısı yumurta biçimindeki bir taş parçasını da
civcivleştiremez. Bunun gibi, bilgilenme sürecindeki
bilgisizlik bilgi çelişmesini işletebilmek için gereken,
örneğin bir mevkie geçmek için bir diploma elde etme dış
koşulu da bir eşeği hiçbir zaman bir hekim ya da bir
avukat yaptıramaz. İç çelişkiler, az ya da çok gelişmiş de
olsalar temeldirler. Dış koşullar daima ikincildir. Kaldı
ki iç çelişkiler yeteri kadar gelişmemişlerse
incelenemezler. Bundan ötürüdür ki örneğin anamalcı üretim
düzeni XVIII. yüzyılda gereği gibi incelenemezdi, çünkü
ana çelişkisi henüz gelişmemiş ve yüzeye çıkmamıştı.
Bundan ötürü ancak bölümsel görünüşleri yakalanabilirdi ki
Marx'tan önce gelenler de bunu yapabilmişlerdir. Yeni
başlamış bir sürecin görüntülerini vaktinden önce
genelleştirip sonuç çıkarmaya çalışmak, metafiziğe düşmek
demektir.
Bu yasa, eytişimsel ve tarihsel özdekçi öğretinin
ortaya koyduğu öbür iki yasayla daha da aydınlanır. İkinci
yasa, olumsuzlanmanın olumsuzlanması yasası (Os.
İnkarın inkarı kanunu, Fr. La loi de négation dc la
négation, İng. Law of negation of negation)'dır.
Karşıtların birliği ve savaşımı yasası'yla
nicelikten niteliğe geçiş yasası adlarını taşıyan
öteki evrensel yasalarla birlikte olumsuzlamanın
olumsuzlanması yasası doğanın, bilincin ve toplumun
evriminde geçerli olan evrensel bir yasadır. Sonsuz ve
sınırsız evrim, tüm evrende bu üç yasanın işlemesiyle
gerçekleşir. Sonsuz ve sınırsız evrende sonlu ve sınırlı
olan nesne ve olaylar bu yasalarla doğar, büyür ve
ölürler. Ne var ki ölümleri de yeni bir doğumu sağlamak,
eşdeyişle genel gelişmeyi gerçekleştirmek içindir. Her
yeni eskir ve yerini daha yenisine bırakır. Eski'nin
yerini yeni'ye bırakması, olumsuzlamanın
olumsuzlanmasıdır. Çünkü eski, bir zamanlar yeniydi ve
kendisinden eski olanı olumsuzlayarak varlaşmış ve yeni
olarak kendini meydana koymuştu. Şimdiyse bu olumsuzlayan
yeni, kendisinden daha yeni olan tarafından
olumsuzlanmaktadır. Bundan ötürüdür ki "eski varoluş
biçimleri olumsuzlanmadıkça hiçbir alanda gelişme olmaz".
Olumsuzlamanın olumsuzlanması yasası, karşıtların birliği
ve savaşımı yasasının doğal ve zorunlu sonucudur. Evrende
her nesne, olay ya da süreç birbirlerini karşılıklı olarak
yoketmeye çalışan çeşitli karşıt yönler ve eğilimler
taşır. Bu, onların savaşımıdır. Ama bütün bu karşıt yönler
ve eğilimler, aynı zamanda, birbirleriyle sıkıca
bağımlıdırlar, biri [sayfa 334]
olmadan öbürü de olamaz. Bu da onların birliğidir. Gelişme
sürecinde yeninin eskiyi olumsuzlaması, karşıtlar
arasındaki çelişkilerin çözülmesinden ve aşılmasından
başka bir şey değildir. Olumsuzlamanın olumsuzlanması
yasası, aynı zamanda nicelikten niteliğe geçiş yasasıyla
da organik bir bağlılık içindedir. Çünkü olumsuzlama, eski
bir nitelikten yeni bir niteliğe geçiş demektir ki bu da
niceliksel birikimlerin gereken olgunluğa ulaştıkları
zaman sıçramayla gerçekleşir. Her yeni, eskinin bağrında
ve onun olumlu bölüm ve eğilimlerinden oluşur; bundan
ötürüdür ki her yeni, aynı zamanda eskinin daha
yetkinleşmiş ve gelişmiş bulunan özelliklerini de taşır.
Eytişimsel olumsuzlamayı, metafizik olumsuzlamayla
karıştırmamak gerekir. Metafizik olumsuzlama eskinin
tümüyle yokolup gitmesidir, eytişimsel olumsuzlamaysa
eskinin değerli yanlarının korunarak yeniye
geçirilmesidir.
Böyle olmasaydı gelişme gerçekleşemezdi. Nitekim
metafiziğe göre gelişme bir kısır döngüdür ve eskiye dönüş
yönündedir. Eytişimsel gelişme anlayışı da gelişme
sürecinde zaman zaman eskiye dönüşlerin varlığını kabul
eder; ne var ki son çözümlemede gelişme daima alttan üste,
basitten karmaşığa, aşağıdan yukarıya ve daha az
gelişmişten daha çok gelişmişe doğru ilerler. "Dünya
tarihini, düz, geriye dönüşsüz, büyük sıçramalarla hep
ileriye doğru giden bir devim olarak görmek diyalektiğe ve
bilime aykırı bir görüştür, yanlıştır". Geriye dönüşler
her zaman olabilir, ama toplum son çözümlemede sürekli bir
ilerleyiş içindedir. Bir sosyo- ekonomik oluşum, daima,
yerini, kendisinden daha yetkin bir sosyo-ekonomik oluşuma
bırakmıştır ve bırakacaktır. Gelişme, olumsuzlamanın
olumsuzlanması aşamasında, daha önceki aşamaların olumlu
özellik ve eğilimlerini daha yetkin bir biçimde
tekrarladığından, alttan üste doğru örneğin bir uzay
gemisinin göğe yükselişi gibi dümdüz bir yol izlemez,
sarmal (Os. Helezoni, Fr. Spiral) bir
yol izler. Sarmal gelişme, idealist anlayışlı dairesel
gelişmeye karşıt olarak, diyalektik gelişme anlayışını
dilegetirir. Hegel'in sav-karşısav-bireşim sürecinde
meydana geldiğini saptadığı "her şeyin karşıtına
dönüşmesi" olgusunu açıklar. Her şey karşıtına dönüşür,
ama daha üstün bir düzeyde ve daha gelişmiş olarak
dönüşür. Böyle olmasaydı gelişme gerçekleşmezdi ve
diyalektik süreç bir karşıtlığın sürekli olarak
birbirlerine dönüşmelerinden ibaret bir tekrarlar dizisi
olurdu. Diyalektik özdekçiliğe göre tarihsel gelişme,
sarmal bir gelişmedir. Tarih tekrarlamalardan ibarettir
sözü bu sarmal gelişimi görememekten doğmuştur. Her şey
karşıtna dönüşür, tavuk yumurta ve yumurta tavuk olur. Ama
bu dönüşme bir mekiğin devimi gibi iki uç arasında dengeli
bir gidiş geliş değildir, daha yüksek ve daha ileri bir
aşamaya dönüştür. İyice incelenirse görülür ki tavuk
yumurta ve yumurta tavuk olmaz, tavuktan yumurtalar çıkar
ve o yumurtalardan da birçok tavuklar meydana gelir. Artık
o çıktığı yumurtaya ya da tavuğa dönüş değil, birçok
yumurtalara ve birçok tavuklara, daha açık bir deyişle
ileri ve üstün bir aşamaya gelişme'dir. Demek ki nesneler
sarmal bir sürece uyarak gelişirler ve aynı noktaya
dönüşmeyip daha üstün bir düzeye ulaşırlar. Toplumun
evrimi de böylesine sarmal bir evrimdir. Bu yüzdendir ki
tarihin tekrarlardan ibaret olduğu sözü, yanlış bir
sözdür. Tarih hiçbir zaman tekrarlanmamıştır ve
tekrarlanamaz. Herakleitos'un dediği gibi, aynı nehre iki
kez girilemez, çünkü sular sürekli olarak
[sayfa 335] akmaktadır. Eytişimsel olumsuzlama
mekanik olumsuzlamadan da titizlikle ayırdedilmelidir.
Mekanik olumsuzlamada olumsuzlanan nesne bir dış etkenle
yokedilir, eytişimsel olumsuzlamadaysa onu ortadan
kaldıran kendi iç çelişkilerinin gelişimsel aşılmasıdır.
Örneğin bir böceğin üstüne ayağımızı bastırıp
öldürebiliriz, bu mekanik olumsuzlamadır; ama böcek
yaşamını tamamlayıp kendiliğinden ölür, bu eytişimsel
olumsuzlamadır. Mekanik olumsuzlama da birçok durumlarda
yararlı olabilir; örneğin zararlı böcekler bu yolla
yokedilir, buğdaydan bu yolla un ve ekmek yapılır.
Olumsuzlamanın olumsuzlanması deyimi, dilimizde,
yadsımanın yadsınması deyimiyle de dilegetirilir.
Eytişimsel ve tarihsel özdekçi öğretinin
ilerisürdüğü üçüncü evrensel yasa, nicelikten niteliğe
geçiş yasası (Os. Kemmiyetin keyfiyete intikali
kanunu, Fr. La loi de passage de la quantité à la
qualité, İng. Law of transition from quantity to
quality)'dır. Eytişimsel özdekçiliğin meydana koyduğu bu
yasa, doğada, bilinçte ve toplumda alt olandan üst olana
doğru ilerlemenin hangi koşullar altında gerçekleştiğini
açıklar. Bu nesnel yasaya göre her türlü gelişme,
nicelikçe birikmelerin zorunlu olarak nitelik değişimini
gerektirmesiyle gerçekleşir. Örneğin yüz dereceye kadar
kaynatılan su nitelik değiştirip buhar olur, bilgisi
çoğalan tıp öğrencisi nitelik değiştirip hekim olur,
gerekli oy sayısını bulan milletvekili adayı nitelik
değiştirip milletvekili olur vb... Bu nesnel ve evrensel
yasa evrim ve devrim deyimleriyle de
dilegetirilir. Evrim ve devrim, gelişmenin, birbirlerine
sıkıca bağımlı iki yarıdır. Gelişmenin gerçekleşebilmesi
için bir yanda nicelikçe birikmeler (evrim), öbür yanda
nitelikçe değişmeler (devrim) gereklidir. Evrimsel
gelişme, zorunlu olarak, devrimsel gelişmeyi doğurur.
Nicelikten niteliğe bu geçiş, ani olarak, sıçrama'yla
gerçekleşir. Örneğin 99 dereceye kadar niteliğini sürdüren
su bir derece daha ısınmakla birdenbire buhar, bin oy
alması gereken ve 999 oya kadar aday niteliğini sürdüren
kişi bir oy daha almakla birdenbire milletvekili olur.
Doğa, toplum ve bilinç bu yasayla devinir ve gelişir.
Gerçekleşen, eski'nin yokolarak yerini yeni'ye
bırakmasıdır. Ne var ki bu yeni, her gelişme sürecinde
mutlaka eskiyle zıtlaşan bir yeni değildir. Yeni,
kendinden önceki aşamaya göre yeni olduğu halde, kendinden
sonraki aşamaya göre eskidir. Kimi yerde de yenileşmiş
bulunduğu halde eski yapısını sürdürür. Örneğin, iç
çelişmelerdeki nicel birikimin gerekli sınırı aştığı
noktada anamalcılık emperyalizm aşamasına sıçramıştır, ama
gene de anamalcılık yapısını korumaktadır. Bu demektir ki
daha az yetkin bir yapıya göre niteliksel olan değişme,
daha yetkin bir yapıya göre nicelikseldir. Niceliksel
değişmelerle niteliksel değişmeler de birbirlerine sıkıca
bağımlıdırlar, nicelik değişmeleri nitelik değişmelerini
doğurduğu gibi nitelik değişmeleri de nicelik
değişmelerini doğurur. Örneğin yeni bir makine (nitelik)
üretimi artırır (nicelik) üretimin artması (nicelik) daha
gelişmiş bir makineyi (nitelik) gerektirir, daha gelişmiş
bir makine de (nitelik) üretimi daha çok artırır (nicelik)
vb... Eytişimsel özdekçi çözümleme nicelik'le
nitelik'in nesnel gerçeğin birbirinden ayrılmaz iki
yanı olduğunu açıklamıştır.
Nicelikle nitelik bağımlıdırlar, birbirlerine
dönüşürler, ayrıştırılamazlar. Sadece nicel ya da sadece
nitel olan hiçbir şey yoktur. Soyut kavramlar bile bu
bağlantıdan [sayfa 336]
koparılamazlar. Örneğin üç (nicelik) ya kalemdir,
ya insandır, ya elmadır (nitelik); güzel (nitelik)
ya az güzeldir, ya çok güzeldir, ya daha güzeldir
(nicelik). Engels, Dialektik der Natur adlı
yapıtında, en soyut nicelik olan sayıların da bir niteliği
bulunduğunu göstermiştir: "16 sayısı sadece 16 tane 1'in
toplamı değil, aynı zamanda 4'ün karesi ve 2'nin dördüncü
kuvvetidir. Temel sayılar, başka sayıların kendileriyle
çarpımından meydana gelen sayılara yeni ve kesin
nitelikler verirler". Her nesne ve olay, belli bir
nitelikle belli bir niceliğin birliğidir. Bu birliğin
bozulması o nesne ya da olayı başka bir nesne ya da olaya
dönüştürür. Bir şeyin neyse o kalması için niteliksel
yanıyla niceliksel yanının belli bir oranda birleşmiş,
dengeye girmiş olması gerekir. Örneğin azotla oksijenin
bileşiminden meydana gelmiş, ama birbirlerinden başka olan
çok sayıda madde vardır. İki azotun bir oksijenle birliği
güldürücü bir gaz, iki azotun beş oksijenle birliği katı
bir kristaldir. Gazın gaz ve kristalin kristal olabilmesi
için niceliklerinin nitelikleriyle kurduğu dengenin
bozulmaması gerekir. Bu dengenin bozulması, örneğin dört
oksijenin eklenmesi ya da çıkarılması, gazı kristale ve
kristali gaza dönüştürür. Bu dönüşme için, örneğimizde
olduğu gibi niceliğin azalması ya da çoğalması da herhalde
gerekli değildir, niceliğin toplam olarak aynı kaldığı
halde birlikteki dengesel orantısını değiştirmesi de
yeter. Örneğin ısıyı mekanik devime ya da mekanik devimi
ısıya çevirdiğimiz zaman nicelik toplam olarak aynı
kaldığı halde nitelik değişmektedir. Ne var ki ısıdan
azalan nicelik devime ya da devimden azalan nicelik ısıya
eklenmiştir. Demek ki bir nesnenin neyse o kalması için
niteliğiyle niceliği arasındaki dengeyi koruması gerekir,
bu denge bozuldu mu o nesne başka bir nesne olur. Ne var
ki bir nesnenin nitelik değiştirmesi için, son örneğimizde
olduğu gibi, toplam olarak değişmese bile, herhalde bir
nicelik değişimi gereklidir. Nicelik değişmesi olmaksızın
nitelik değişmesi mümkün değildir. Nicelikle niteliğin
bağımlı birliğinde temel olan niteliktir, çünkü bir nesne
ya da olayın az ya da çok sürekli bir varlık biçimi vardır
ve niceliksel olarak değişirken bu niteliksel varlık
biçimini belli bir sınıra kadar sürdürür. Niteliğin
değişmesi için niceliğin değişmesi zorunludur, ama her
nicelik değişimi nitelik değişimini gerektirmez. Niteliğin
değişmesi için niceliğin belli bir sınırı aşacak derecede
değişmesi, eşdeyişle belli bir nesne ya da olayın
birliğinde nitelikle ilişkisel dengesini bozacak kadar
azalması ya da çoğalması gerekir. Örneğin 1-99 ısı
dereceleri arasında su niteliğinde olan iki
hidrojenle bir oksijen 0 ısı derecesinde buz ve 100
ısı derecesinde gaz niteliğine dönüşür. Bunun gibi,
anamalcı bir toplumda toplumcuların sayısı seçmen
sayısının yarısına kadar çoğalsa da o toplumun anamalcı
niteliğini değiştiremez, seçim sınırı olan seçmen
sayısının yarısını aşınca toplumun niteliği değişir ve
anamalcı toplum toplumcu toplum olur. Demek ki belli bir
göreli denge sınırını aşan her nicelik değişimi bir
nitelik değişimini zorunlu kılar. Ne var ki her nitelik
değişimi de yeni nicelik değişmelerine yol açar, olanak
sağlar. Devimin ve gelişmenin (hareketin ve inkişafın)
temel yasası budur.
Görüldüğü gibi bu üç evrensel yasa birbirleriyle
sıkıca bağımlıdır ve doğasal-bilinçsel-toplumsal gelişmede
eskinin yerini daima yeninin nasıl aldığını açıklar.
Yeni (Os. Cedîd, Fr. Nouveau), tarihsel
koşullarda gelişmenin ürünüdür, gelişmeyi
[sayfa 337] gerçekleştirir ve yönlendirir. Eski
(Os. Kadim, Fr. Ancien) de gelişmenin
engelleyicisidir. Birbirleriyle bağımlı olarak eskiyle
yeninin savaşımı, gelişme ve ilerleme olayının itici
gücüdür. Her yeni zorunlu olarak eskir ve her eski zorunlu
olarak yerini yeniye bırakır. Bu, evrensel bir yasadır;
doğada olduğu kadar toplumda ve bilinçte de geçerlidir.
Her eski, yeninin tohumunu bağrında taşır ve her yeni,
eskinin bağrında oluşur. Yeni, eskideki çelişmeleri sona
erdirir ve yeni çelişmelere olanak sağlar. Bu yeni
çelişmeler, gelişme sürecini sürdürür. Bu süreç nesneldir,
insan iradesinden ve bilincinden bağımsızdır. Yeni,
eskiyle savaşımında, eskiyi yokederken onun olumlu
yanlarını alır ve kendi gelişimine katar, eşdeyişle daha
da geliştirerek sürdürür. Niceliksel birikimlerin sonunda
niteliksel bir değişimi gerçekleştiren yeni daima bir
sıçramayla (birdenbire, ani olarak) ortaya çıkar, ne var
ki her ortaya çıkan şey yeni değildir. Ancak gelişimsel
oluşumlar (gelişmenin ürünü olan ve gelişmeyi sürdüren
oluşumlar) yenidir. Yeninin ortaya çıkışında eski ona göre
daha güçlüdür, ne var ki yeni gelişimsel karakteri
nedeniyle zamanla güçlenir ve eskiyi alteder.
Bu üç evrensel yasa, tarih ve toplum anlayışlarını
kökünden değiştirmiş ve onların nesnel yasalı bir süreç
olduklarını tanıtlayarak bilimselleştirmiştir. Nesnel
yasalarının dışında, idealist ve metafizik bir düzeyde ele
alınan tarih ve toplumbilimin ve bunların temeli olan
ekonominin bilimsellikten ne kadar uzak bulundukları bütün
gülünçlükleriyle artık ortadadır.
Tarihsel ve eytişimsel özdekçilik öğretisinden önce
tarih, ya doğaüstü güçlerce yönetilen ya da büyük
insanların rastlantısal olarak ve keyiflerine göre
biçimlendirdikleri bir olaylar dizisi olarak görülüyordu.
Bununla beraber, tarihin doğal bir süreç olduğunu sezen
tarihçiler de çıkmıştır. Başta Arap bilgini İbni Haldun
olmak üzere A. Thierry, F. Guizot, F. Mignet gibi
1830-1840 restorasyon dönemi Fransız tarihçileri (İng.
French historians of the restoration) bunlardandır. Ne var
ki hiçbiri sorunun kökenine inememişler ve idealist bir
düzeyde yüzeysel gözlemlerle yetinmek zorunda
kalmışlardır. Tarihsel ve eytişimsel özdekçilik öncesi
tarih bilimine tümüyle idealist tarih görüşü (İng.
Idealistic understanding of history) egemendir. Örneğin
Hegel, tarihi, insan bilincinden üstün bir tümel bilincin
yön verişiyle; sol Hegelciler, tarihi, önder insanların
yön verişiyle açıklarlar. Çağdaş İngiliz tarihçisi
Toynbee'ye göre de "tarih, tanrısal bir planın
gerçekleşmesidir". Gerçekte tarih, doğal ve toplumsal
gelişme süreci'dir. Toplum tarihi, doğa tarihinden
farklı olarak, insanlarca yapılır. Ne var ki tarihi yapan
insanlar, idealist tarih anlayışında ilerisürüldüğü gibi
önder kişiler değil, üretim faaliyetinde bulunan halk
yığınlarıdır. "Tarihin ilk temel koşulunu, eşdeyişle
insanların tarih yapabilmeleri için yaşamaları gerektiği
koşulunu ilerisürmekle işe başlamalıyız. Yaşam, her şeyden
önce yemek, içmek, giyinmek, barınmak vb. demektir. Demek
ki ilk tarihsel eylem, bu gereksinimleri karşılayan
araçların, eşdeyişle özdeksel yaşamın kendisinin
üretilmesidir. Bu, binlerce yıl önce olduğu gibi bugün de
insan yaşamını sürdürmek için her günün her saatinde
yerine getirilmesi gereken tarihsel bir eylemdir, tüm
tarihin temel olgusudur... Demek ki daha ilk baştan
insanların birbirleriyle özdeksel bir bağlantı
[sayfa 338] içinde oldukları ve bu
bağlantının insanların gereksinimler ve üretim tarzlarınca
belirlendiği ve insanlar kadar eski olduğu bir gerçektir.
Bu bağlantı, durmadan yeni biçimlere girerek her türlü
siyasal ve dinsel saçmalıklardan bağımsız bir tarih
ortaya koymaktadır... Bugüne kadar tarihin bu gerçek
temeli ya hiç göz önüne alınmamış, ya da tarihin
gelişmesini ilgilendirmeyen bir konu sayılmıştır. Bu
yüzden de tarih, her zaman, mutlaka kendi dışında bir
ölçüte göre yazılmıştır. Buna karşılık gerçekten tarihsel
olan ne varsa tarih dışına itilmiştir. Bundan ötürü de
târihte sadece prenslerle devletlerin siyasal eylemleri,
dinsel ya da başka türden kuramsal kavgalar
görülebilmiştir... Gerçekte, tarihteki tüm çatışmaların
kaynağı, üretim güçleriyle üretim ilişkileri arasındaki
çelişkidir". Üretimin gelişmesi nesnel bir zorunluk, bir
toplum yasasıdır. İnsanlar, üretimlerini geliştirmeden
yaşayamazlar. Üretimsel gelişme sürecindeyse ilk gelişen
üretim güçleri bunların içinde de en hızlı gelişen
üretim araçları'dır. Daha az çalışmayla daha çok
verim elde edebilmek için insanlar sürekli olarak üretim
araçlarını geliştirirler, sürekli olarak daha yetkinlerini
meydana koyarlar.
Üretim ilişkileri'yse bu hızlı gelişmeye hiçbir
zaman ayak uyduramaz, köhner, kokuşur ve dev adımlarıyla
ilerleyen üretim güçlerinin ayaklarına takılarak onları
kösteklemeye başlar. İşte dönüşüm bu yüzden zorunlu olur
ve ilerlemiş üretim güçleri köhnemiş üretim ilişkilerini
yıkıp devirerek kendilerine uygun yeni üretim ilişkileri
oluştururlar. Tarihsel süreçteki tüm toplumların başına
gelen budur. Örneğin köleci toplumun başlangıcında boğazı
tokluğuna çalıştırılan kölelerle köle sahipleri arasındaki
üretim ilişkileri, köle emeğiyle gerçekleştirilen ilkel
tarıma pek uygundu. Bu yüzden de köleci toplum günden güne
hızla gelişmeye başlamıştı. Ne var ki bu gelişme ilkin
üretim araçlarını geliştirdi, yeni ve pahalı üretim
araçları icadedildi. Bu yeni üretim araçlarına, hiçbir
çıkarları olmadığından ötürü, en küçük bir ilgi duymayan
köleler ya onları hiç kullanamadılar, ya da gereği gibi
kullanamadılar, kırıp bozmaya başladılar. Kölelerle köle
sahipleri arasındaki üretim ilişkileri, hızla gelişen
üretim araçlarına uymuyor ve onları, eskiden olduğu gibi
desteklemek yerine, kösteklemeye başlıyordu. Bu yüzden de
elde edecekleri verimden kölelere bir pay vermek zorunluğu
doğdu Köle (Fr. Esclave) böylelikle
toprak kölesi (Fr. Serf)'ne, köleci (Fr.
Esclavagiste) toprak beyi (Fr. Seigneur)'ne
ve köleci toplum feodal topluma dönüştü. Feodal toplumun
başlangıcında toprak köleleriyle toprak beyleri arasındaki
üretim ilişkileri yeni üretim güçlerine uygun gelmiş ve
toplumu geliştirmeye başlamıştı.
Ta ki yeni üretim güçleri meydana çıkıp köhnemeye
başlayan feodal üretim ilişkilerini aşıncaya kadar: Tarih
"kendi amaçlarına ulaşmaya çalışan insan faaliyetinden
başka hiçbir şey değildir". Tarihi insanlar yapar, ama
görüldüğü gibi bunu keyiflerine göre yapamazlar. İnsanlar,
üretim güçleri ve üretim ilişkileriyle belirlenirler.
Üretim güçleri ve üretim ilişkileriyse kendilerinden
önceki kuşaklarca hazırlanmıştır. İnsanlar, diledikleri
bir ortamda değil, böylesine zorunlu bir ortamda doğarlar.
İçinde gözlerini açtıkları ortamın, kendilerinden önce
varlaşmış yasalarına uymak zorundadırlar. Bundan ötürüdür
ki insanlık tarihi, insanlar tarafından yapıldığı halde,
yasalı ve eşdeyişle nesnel bir süreçtir. Ama insanlar
amaçlı faaliyetleriyle, kendilerinden bağımsız
[sayfa 339] olan bu nesnel süreci
etkileyip değiştirebilirler. O zaman, var bulunan ortam
yeni bir ortama ve var bulunan nesnel yasalar da yeni
nesnel yasalara dönüşür. İnsanlık tarihi, toplumsal
ekonomik formasyonların değişim ve dönüşüm tarihidir.
Toplumun yapısı ve nasıl olması gerektiği üstündeki
düşünceler pek eskidir. Ama Batı geleneğine uyarak
antikçağ Yunan düşüncesinden yola çıkmak gerekirse, bu
alanda gene Platon'la Aristoteles'i karşımızda buluruz.
Onlardan önce de Herodotos, adı bilinmeyen ve Yaşlı
Oligarkh diye anılan bir düşünür, Perikles, Thukidides
gibi bu konuda düşünmüş olan kişiler vardır. Ne var ki
Platon'la Aristoteles bütün bu dağınık düşünceleri
dizgeleştiren ilk düşünürlerdir. Daha sonra Polybios,
Cicero, Seneca, Augustinus, Aquino'lu Thomas, Padua'lı
Marsiglio, Machiavelli, Calvin, Brutus, Bodin, Hobbes,
Locke, Spinoza vb. gibi pek çok düşünür siyasal ve
ekonomik açılardan toplumu incelemişler ve ona biçim
vermeye çalışmışlardır. Thomas More, Francis Bacon,
Thomasso Campanella, Valantin Andrea, Barclay, Heyvood,
Winstanley, Harrington, Gabriel Foigny, Vairasse, Morelly,
Gabriel Mably vb. gibi birçok ütopyacıları da katarsak
toplum üstüne düşünmüş olanların sayısı bir hayli çoğalır.
Bununla beraber toplumbilimi bağımsız bir bilim olarak
kuran, onun adını da koymuş bulunan, Fransız düşünürü ve
ünlü olgucu Auguste Comte'dur. Onun hemen ardından, Avrupa
işçileri arasında yaptığı anket ve monografilerle, Fransız
maden mühendisi Le Play (1806-1882) gelir. Öyle ki, kimi
toplumbilim tarihçileri, toplumbilimin kurucuları olarak
Comte'la Le Play'i birlikte gösterirler (Örneğin bkz.
Prof. Nurettin Şazi Kösemihal, Sosyoloji Tarihi,
Önsöz). Daha sonra, Fransız düşünürü Emile Durkheim
(1858-1917)'in, bu metafizik yapılı toplumbilime katkıları
olmuştur. İdealist ve metafizik yapılı toplumbilimin
başlıca karakteri; tutarsızlığı, kimi yerde gülünçlük
derecesine varan metafizik gevezelikleri ve egemen
sınıfların çıkarlarını yansıtmasıdır. Örneğin feodal
çağda, kilise inaklarına dayanan ve kilisenin çıkarlarını
yansıtan tanrıbilimsel toplumbilim (Os.
İçtimâiyâtı ilâhîyye, Fr. Sociologie théologique)
öğretileri oluşmuştur. Bu toplumbilimin ilerigelen
temsilcileri ermiş Augustinus'la ermiş Thomas'dır. Bunlar
toplumu ve dolayısıyla tarihi, tanrının oluşturduğu ve
yönettiği kanısındaydılar. Bu yüzden de tanrının
yeryüzündeki temsilcisi olarak kilisenin egemenliğini ve
çıkarlarını pekiştiriyorlardı. Feodalizm çökmeye yüz
tutunca Machiavelli ortaya çıktı ve prenslerin çıkarlarını
yansıtan bir toplum öğretisi geliştirdi. Anamalcılığın
egemen olduğu çağdaysa Tönnies, Simmel, Weber, Wiese vb.
gibi anamalcıların çıkarlarını yansıtan sayısız
toplumbilimciler türedi. Metafizik ve idealist
toplumbilimin başlıca tutarsızlığı, toplumun nesnel
gelişme yasalarını anlayamaması ya da anlamazlıktan
gelmesi dolayısıyla toplumsal gelişmenin nedenlerini çok
çeşitli ve birbirine karşıt yönlerde aramasıdır. Bu
idealist toplumbilimcilerinden kimileri toplumsal olayları
fizik doğaya, kimileri yaşambilimsel örgenliklere,
kimileri insanbilimsel olaylara, kimileri içgüdülere,
kimileri yaşam kavgasına, kimileri ruhbilimsel olaylara
vb. indirger. Bu çok yönlülük, onların, bilimsel bir
toplum bilgisi düzeyinde birleşmelerini olanaksız kılar.
Kaldı ki, vardıkları sonuçlar da birtakım bilimdışı
saçmalıklardır ve zaten ipe sapa gelmemeleri yüzünden
birbirleriyle birleştirilemezler. [sayfa
340] Bunlar, inanılamayacak ölçüde gevezeliklerdir.
Örneğin Alman toplumbilimcisi Otto Ammon, bir toplumda
uzun kafalıların artışıyla toplumsal gelişmeyi oranlı
kılar. Toplum, uzun kafalıların artmasıyla gelişirmiş. Bir
başkası, Fransız toplumbilimcisi Vacher de Lapouge,
Fransa'nın Amerika'ya göre gerilemesini Fransa'da uzun
kafalıların azalmasına bağlar, Amerika'da uzun kafalılar
artıyor ve Amerika bu yüzden gelişiyormuş. İdealist
toplumbilim, toplum ve onun gelişme yasaları üstünde,
bütünsel bir görüş sağlayamadığından, ruhbilimsel,
örgensel, coğrafyasal, yaşambilimsel, ırksal, hukuksal,
dinsel vb. gibi çok çeşitli okullara bölünmüştür. Bu
yüzden de, genel bir toplumbilim kuramı meydana getirmenin
olanaksızlığını savunurlar. Toplumla bireyin çıkarlarını
karşıtlaştırırlar, gerçekte bu karşıtlığın, toplumla birey
arasında değil, karşıt sınıflarda olduğunu görmezlikten
gelip sonsuz (ebedi) olduğunu savunurlar. Usaaykırıcı ve
bilinemezcidirler, toplumun planlı olarak
yürütülebileceğini ve bilimsel öngörüyü yadsırlar. Toplumu
çeşitli bölümlere ayırırlar ve aile toplumbilimi, kır
toplumbilimi, kent toplumbilimi, sanayi toplumbilimi,
eğitim toplumbilim, sanat toplumbilimi, din toplumbilimi,
bilim toplumbilimi vb. gibi birbirleriyle bağdaşmaz
sayısız toplumbilimler ilerisürerler. Oysa bütün bunlar,
toplumun temel yapısını belirleyen bir birlik içinde, tek
bir toplumbilimdir. Bizzat bir Amerikan toplumbilimcisi
Robert K. Merton, Amerika'da beş bin kadar toplumbilimci
bulunduğunu ve bunlardan her birinin de kendilerine özgü
birer toplumbilimi olduğunu yazmaktadır. Başka bir
Amerikan toplumbilimcisi E. G. Hughes, dünya beşinci
toplumbilim kongresinde, tek bir toplumbilim olmadığını ve
Amerikan, Rus, Yugoslav, Çin, İtalya vb. gibi her ülkeye
özgü çeşitli toplumbilimler bulunduğunu söylemiştir.
İdealist toplumbilimin toplumbilim anlayışı ve bugünkü
görünümü budur. Çağdaş toplumbilimciler, bu anlayış ve
görünümde, yeni kuramlar geliştirmektedirler. Bunlardan
biri, Amerikalı toplumbilimci Lester Ward'ui kurduğu
ruhbilimsel toplumbilim (Os. İlmülruhî
içtimâiyât, Fr. Sociologie psychologique)'tir.
Fransız toplumbilimcisi Gabriel Tarde'la Alman
toplumbilimcisi George Simmel de çeşitli açılardan onu
izlemişlerdir. Ward'ın anlayışına göre toplumsal olayların
güdücüsü, bireylerin ruhsal yapıları ve bundan oluşan
ortaklaşa ruhsal yapıdır. Tarde da insanların birbirlerini
taklit etmelerini toplumsal gelişmenin temel yasası sayar.
Bu düşüncelerin saçmalığı gizlenemez ölçüde anlaşılınca,
ruhbilimsel toplum bilim, ekinsel toplumbilim (Os.
Harsi içtimaiyat, Fr. Sociologie culturelle)'e
dönüşmüştür. Bu anlayışa göre de toplumsal gelişmenin
nedeni, ekinsel (kültürel) ilerlemedir. A. Weberin
başkanlığını yaptığı bu okul da ruhbilimciliğe düşmekle
değerini meydana koymuş olmaktadır. Çağdaş toplumbilim
kuramlarının bir başkası, öznel toplumbilim (Os.
Enfüsi içtimaiyat, Fr. Sociologie subjective)
kuramıdır. Seçkinler kuramı adıyla da anılan bu
öznelci toplumbilime göre, topluma yön veren seçkin
kişilerdir, bu seçkin kişiler de para babalarıdır.
Ruhbilimsel toplumbilimin yeni bir uzantısı, Rumen
Yahudisi asıllı Amerikan toplumbilimcisi ve ruhbilimcisi
Jacob Levy Moreno'nun ortaya attığı sosyometri
anlayışıdır. Fabrikalardaki işçiler üstünde incelemeler
yapan Moreno, sosyo ekonomik tüm sorunların emekçilere
tiyatro oynatmakla çözümlenebileceğini
[sayfa 341] ileri sürmüştür. İdealist toplumbilimin
çağdaş bir biçimi de görgül toplumbilim (Os.
İhtibâri içtimâiyât, Fr. Sociologie empirique)'dir.
Amerikalı toplumbilimciler Lundberg, Dodd, Mayo
vb.'larının başını çektiği bu anlayışa göre toplum,
birbirinden bağımsız çeşitli toplumsal olayların mekanik
bir toplamıdır. Yukarda açıklandığı gibi, çeşitli
toplumbilimler oluşturan anlayış, bu görgül toplumbilim
anlayışıdır. Çağdaş idealist toplumbilimin bir başka
biçimi işlevsel toplumbilim (Os. Uf'ulevi
içtimâiyât, Fr. Sociologie fonctionnelle)'dir.
Amerikan toplumbilimcileri R. Merton, Pitirim Sorokin, T.
Parsons'un öncülük ettikleri bu anlayış, anamalcı
düzendeki çelişkilerin sona erdiğini savunur. Bu sözde
bilimcilere göre toplumun belirleyicisi, bir toplumsal
işlev (Os. İçtimâi uf'ule, Fr. Fonction
sociale) olan tinsel değerler, eşdeyişle dindir. Çağdaş
idealist toplumbilimin bir başka akımı, yaşambilimsel
toplumbilim (Os. İçtimâiyaâtı hayâtiyye, Fr.
Sociologie biologique)'dir. Bu anlayış, toplumsal yasaları
yaşambilimsel yasalara indirger ve yaşamaya hakkı olan
toplumun en güçlü toplum olduğunu savunur. En güçlü
toplumsa, en üstün ırklı toplumdur.
Çağdaş toplumbilim kuramları arasında Hitler
düşçülüğünü yaratan romantik toplumbilim (Os.
Romantik içtimâiyât, Fr. Sociologie
romantique)'dir. Başta Gobineau olmak üzere Günther,
Krieck, Rosenberg gibi Alman toplumbilimcilerinin
geliştirdikleri bu kurama göre en üstün ırk, Arya ırkıdır
ve bu ırk bütün insanlığa egemen olmalıdır. Pek romantik
olan bu kuram, başta Yahudi ırkı olmak üzere milyonlarca
insanın savaş alanlarında boşu boşuna can vermesine,
toplama kamplarında canavarca işkencelere uğratılmasına
yol açmıştır. Çağdaş toplumbilimin bir başka biçimi de
doğalcı toplumbilim (Os. İçtimaiyatı tabiiyye,
Fr. Sociologie naturaliste)'dir. Bu akım, yaşambilimci
toplumbilimle ırkçı toplumbilimin, Darvincilikle
Matlhusçülüğün toplamıdır. Toplumbilim alanında ne kadar
bilimdışı öğe varsa tümünü içermiştir. Nüfus olaylarını da
toplumsal gelişmenin başlıca etkeni sayar. Tarihsel ve
eytişimsel özdekçilik öğretisi; toplumu oluşturan, işleten
ve geliştiren yasaları keşfedip sergilemekle toplumbilimi
tüm idealist ve metafizik gevezeliklerden arındırmış ve
bilimsel toplumbilim (Os. İlmî içtimâiyâat,
Fr. Sociologie scientifique)'i gerçekleştirmiştir.
Toplumsal gelişmenin, doğal ve tarihsel yasalı bir süreç
olduğu ilk kez bilimsel olarak tanıtlanmıştır. Toplumu
oluşturan, işleten ve geliştiren doğal ve tarihsel
yasaların bilinip tanınması, insanların toplumlarına
egemen olmalarını olanaklı kılmıştır. Tarihsel özdekçi
yöntem, insanların geleceklerini güven altına
alabilmelerini sağlamıştır. Bugün, ne toplumda ve ne de
onun biliminde, açıklanmamış ve çözümlenmemiş hiçbir sır
kalmamıştır.